7"Allah onların kalblerine de, kulaklarına da mühür basmıştır. Onların gözlerinde de, bir perde vardır. Onlar için büyük bir azab vardır." Cenâb-ı Hakk, önceki ayette onların iman etmeyeceklerini beyan edince, bu ayette iman etmemelerinin sebebi olan, "hatm"i bildirmiştir. Burada söz, birkaç mesele üzerinde cereyan eder. "Hatm" kelimesi ile "ketm" kelimesi, aynı manaya gelen iki kelimedirler. Çünkü bir şeyin üzerine mühür basmada, başkaları ona muttali olmasın ve elde edemesin diye, o şeyi gizleme ve örtme maksadı bulunmaktadır. "Gışâve" lâfzı, bir şeyi örtmek ve bürümek manasına olan lâfzından alınmış, "fiâte" vezninde bir kelimedir. Bu kalıp, ve gibi, bir şeyi kuşatmak, sarmak manasına gelir. İkinci Mesele Bu mühürleme hususunda, âlimler ihtilâf etmişlerdir. Kulların fiillerini Allah yaratır diyenlere göre, bu sözün manası açıktır. Sonra, bu fikirde olanların iki görüşü bulunmaktadır. Bunlardan bir kısmı, "el-hatmu" kâfirlerin kalbinde küfrü yaratmaktır, demişlerdir. Bir kısmıysa, kudrete eklendiğinde, kudretle beraber her ikisinin toplamı, küfrün meydana gelmesini gerektiren sebebi yaratmaktır, demişlerdir. Bunun izahı şöyle yapılır: Küfretmeye kadir olan kimse, ya onu terketmeye kadir olur veya olamaz. Eğer küfretmeyi terke kadir olamazsa, bu kimsenin küfre kadir olması kâfir olmasını gerektirir. Buna göre, küfre kadir olmayı yaratmak, küfrü yaratmayı gerektirir. Eğer küfrü terketmeye kadir olursa, bu kudretin küfrü işlemeye veya işlememeye olan nisbeti eşittir. Bu kudret, onu terk yerine, yapmanın kaynağı olması halinde, bu fiili benimseyen bir müreccihe ya dayanır veya dayanmaz. Eğer dayanmazsa, mümkün olan varlık müreccihsiz olarak meydana gelmiş olur. Böyle bir şeyin caiz olduğunu söylemek ise, mümkün vasıtasıyla müessire istidlal etmeyi zedelemeyi netice verir ki, bu da Yüce Yaratıcıyı inkâra götürür. Bu ise muhaldir. Bu kudret bir müreccihe dayanırsa, bu müreccihin ya Allah'ın fiilinden veya kulun fiilinden olması; yahutta ne Allah'ın, ne de kulun fiilinden olmaması gerekir. Kulun fiilinden olması caiz değildir, aksi halde teselsül gerekir. Yine, ne Allah'ın ne de kulun fiiliyle meydana gelmemiş olması da caiz değildir; çünkü bu da bir müessiri olmaksızın bir şeyin meydana gelmesini gerektirir. Bu da, bir Yaratıcının var olduğuna hükmetmeyi ortadan kaldırır. Bu sebeble, kulun kudretinin, kudretin taalluk ettiği şeyin kaynağı olması, o kudrete, Allah'ın fiili olan bir müreccihin eklenmesine bağlı olduğu ortaya çıkar. Bu nedenle biz deriz ki, bu müreccih o kudret ile birleştiğinde, bu kudretin o eserdeki tesiri ya vâcib, ya caiz veya imkânsız olur. İkincisi ve üçüncüsü geçersizdir. Buna göre, birincisinin olması gerekir. O kudretin o eserdeki tesiri "caiz" olamaz dedik; çünkü, eğer caiz olsa, aklen bu müreccihle beraber o kudretin toplamı bazan bu eserle beraber meydana gelir, bazan da ondan ayrılır. Biz bunun, böyle meydana geldiğini farzetmemiz gerekir, çünkü caiz olan her şeyin vaki olmasını farzetmek, muhal değildir. Buna göre, eserin meydana gelmesi bazan kudret ile müreccihin toplamına dayanır, bazan da dayanmaz. Neticenin meydana gelmesinin bu iki vakitten birisine tahsis olunması, ya ona eklenen bir karineye dayanır veya dayanmaz. Eğer dayanırsa, bu müessir, bu ilâve karineyle birlikte, bu kudret ve ona eklenen müreccih olur; yoksa, sadece kudret ve onunla beraber olan müreccih değildir. Biz, kudret ile müreccihten meydana gelen toplamın müstakil olduğunu farzetmiştik, bu (yani, bunların toplamının bir karîne-ye bitişik olması gerektiğini söylemek) ise, bu varsayımdan vaz geçmek olur. Ve yine, bu taksimi (kudret, müreccih ve bunlara bitişmiş olan karineden meydana gelmiş) ikinci toplamda da yapabiliriz. Buna göre bu toplam başka bir "kavd"a davanırsa. teselsül aerekir ki. bu da muhaldir. Eğer davanmazsa, bu durumda bu toplam bazan eserin Kaynağı olacak biçimde meydana gelir, bazan da, o iki vakitten biri diğerinden her hangi bir sebeple kesinlikle ayrılmamakla birlikte, o eserin kaynağı olmayacak hiçimde meydana gelir ki, bu da müreccih olmadan mümkinin kendi kendini tercih etmesine hükmetmek olur ki, bu da muhaldir. Bu sebeple, bu müreccihin bulunması durumunda, bu eserin caiz olarak meydana gelmesi imkânsız olur. Bu eserin vasfının "imkânsız" olması durumuna gelince, bu husus açıktır. Aksi halde, varlığını tercih eden şey, yokluğunu da tercih etmiş olurdu ki, bu da imkânsızdır. Bu iki kısım geçersiz olunca, varlığını tercih eden şey bulunduğunda, eser, bu kudretten ve bu kudretten meydana gelen toplamdan dolayı var olması vâcib olmuş olur. Bunun böyle olduğu sabit olunca, cebre hükmetmek gerekir. Çünkü bu müreccih meydana gelmezden önce, fiilin meydana gelmesi imkânsız; bu müreccih meydana geldikten sonraysa, filin meydana gelmesi vâcib olur. Bunu iyice kavradığında, anlarsın ki, kalbte küfrü gerektiren sebebi yaratmak kalbe mühür basmak ve onu, imanı kabul etmekten alıkoymak olur. Çünkü, Cenâb-ı Hakk, onların iman etmiveceklerine hükmedince, bu hükmün peşinden bu hükmü gerektiren sebebin yerine geçecek olan şeyi zikretmiştir. Çünkü illeti bilmek, "malûlü" bilmeyi ifade eder. Malûlü bilmek ise, ancak illeti bilmekten istifade edildiğinde tam olur. İşte bu görüş sonradan var olan bütün şeyleri (varlıkları ve fiilleri) Allah'ın yarattığını kabul edenlerin görüşüdür. Mutezile'ye gelince, onlar bu hususta şöyle demişlerdir: Bu ayetin hükmünü, imandan men etme anlamına almak, caiz değildir. Onlar bu hususta önceki ayette, anlattığımız şeyleri delil getirmişler, burada ise şunu ilâve etmişlerdir: Şüphesiz, Cenâb-ı Hakk, kalblerinde kendilerini imandan men eden bir perdenin, bir örtünün bulunduğunu söyleyen kâfirleri yalanlamış ve şöyle buyurmuştur: "Bizim kalblerimiz perdelidir... Hayır, doğrusu şu ki, küfürleri sebebiyle Allah onların kalblerini mühürlemiştir.. Bu sebeble de, pek az iman ederler " (Nisa, 155). "Birçoğu yüz çevirdiler de, kulak vermiyorlar " (Fussilet, 4). "Ve dediler ki bizim kalblerimiz, senin bizi çağırdığın şeye karşı perdeler içindedir " (Fussilet, 5). Bütün bunlar, kendilerinin imandan alıkonulmuş olduklarını iddia eden kimseler hakkında. Allah tarafından bir ayıplama ve bir kınamadır. Sonra Mutezilîler, "hatm" ve "gışâve" lâfızlarının manalarını, başka şeylere hamletmek gerektiğini ileri sürerek, bu hususta birçok şeyler zikrettiler. 1) Kâfir kimseler, Allah'ın delilleriyle hidayete ermeyi bırakıp, yüz çevirip, hatta bu iş onların bir huyu ve seciyyesi haline gelince, onların bu durumu bir şeyden men olunan ve bir şeyden alıkonulan kimselerin durumuna benzetilmiştir. Onların gözleri hususunda da, aynı durum, söz konusudur; sanki, hiç bir şey görmeyecek şekilde gözleri örtülmüştür. Onların kulaklarında da sanki bir ağırlık vardır da, Kur'ân'ın zikri oraya ulaşamaz.. Bütün bunlar Cenâb-ı Hakk'a nisbet edilmiştir, çünkü bu sıfatlar, o kişide kökleşmesi ve iyice yerleşmesi sebebiyle, yaratılıştan gelen bir şeymiş gibi kabul edilmiştir. Bu sebebten ötürü Cenâb-ı Hakk, "Hayır, doğrusu Allah, küfürleri yüzünden kalblerini mühürlemiştir " (Nisa, 155). "Hayır, doğrusu onların kazandıkları şeyler kalblerini istila etmiştir " (Mutaffifîn. 14). "Bunun üzerine de Allah bunun neticesini kalblerinde kendisiyle karşılaşacakları güne kadar sürecek bir nifak yaptı " (Tevbe, 77) buyurmuştur. 2) İzafetin (nisbetin) makbul olmasında, en ufak bir sebebin yeterli olmasıdır.. Buna göre gerçekte mühürleyen, ya şeytandır veya kâfir olan kimsedir. Ne var ki Cenâb-ı Hakk, onlara kudret veren zat olması hasebiyle, fiili sebebine de isnat edilebildiği için, burada "hatm" işini kendisine isnat etmiştir. 3) Onlar düşünmekten yüz çevirip, Allah onlara delillerini serdettiğinde bu delillere ve Kur'ân'a kulak vermeyince, onların bu yaptıkları şey Allah'a nisbet edilmiştir. Çünkü bu yaptıkları şeyin meydana gelişi, Cenâb-ı Hakk'-ın, delillerini onlara serdettiği zamana denk gelmiştir. Meselâ, Allah Berâe (Tevbe) Sûresi'nde; "Bu ayetler, onların kötülüklerine kötülük katmıştır " (Ayet, 125) buyurmuştur. Yani onlar, bununla küfürlerine küfür katmışlardır. 4) Onlar küfürde, imanı, ancak zorlama ve mecbur etme yoluyla elde edebilecekleri bir dereceye ulaşmışlardı. Ne var ki Cenâb-ı Hakk, teklif geçersiz olmasın diye, onlara böyle bir zorlamanın yapıldığını söylememiştir. Onların sapıklıkta ileri gitmelerinin son noktası olan, küfürden ancak zorlama ile vazgeçecekleri bir dereceye varmış olduklarını belirtmek için, böyle bir zorlamada ve mecbur tutmada bulunmadığını "hatm" lafzıyla ifâde etmiştir. 5) Kâfirler; "Dediler ki, kalblerimiz, senin bizi davet ettiğin şeye karşı örtüler içindedir. Kulaklarımızda bir ağırlık vardır; bir de bizimle senin aranda bir perde bulunmaktadır " (Fussilet, 5) dediklerinde, bu sözlerini başlarına vurmak için, onların bu sözünü nakl etmiş olmasıdır. Böyle bir nakil ve başa kakma bakımından, bu ayetin bir benzeri de; "Ehl-i kitabtan ve müşriklerden olan o kâfirler, kendilerine beyyine, apaçık delil gelmedikçe, kendi inançlarından ayrılacak değillerdir " (Beyyine, 1) ayetidir. 6) Allah tarafından, kâfirlerin kalblerine mührün basılmış olmasının manası, onlara iman etmiyeceklerini; kalblerine, zikri muhafaza ve Hakkı kabul etmiyeceklerine; kulaklarına ise, Hakka kulak vermiyeceklerine dair Allah'ın şâhid olmasıdır. Nitekim, birisi arkadaşına, yani "falancanın söylemiş olduğu şeyi doğrulamanı ve onun söylediğinin gerçek olduğuna şehadet etmeni istiyorum" der. Buna göre, Cenâb-ı Hakk, önceki ayette onların iman etmiyeceklerini haber vermiş, bu ayette ise, O'nun buna şahit olduğunu ve onların bu durumundan haberdar olmaya devam ettiğini bildirmiştir. 7) Ulemânın bir kısmı, bu ayetin kâfirlerden hususî bir topluluk hakkında nazil olduğunu; Allah'ın, bu dünyada birçok kâfire cezasını peşinen verdiği gibi, onlara da cezalarını peşin vererek, onlara, bu dünyada kalblerini damgalama ve mühürleme cezasını verdiğini söylemişlerdir. Nitekim, Cenâb-ı Hakk, "Muhakkak ki siz, sebt gününde haddi aşanları bildiniz. Bunun üzerine Biz onlara, aşağılık maymunlar olunuz!" dedik " (Bakara, 65) ve "Muhakkak ki orası onlara kırk yıl haram kılınmıştır. Onlar yer yüzünde başıboş dolaşacaklardır. Artık sen, dinden sapmış kimseler hakkında tasalanma " (Maide, 26) buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk, bunlarda kullarının alacakları ibretler ve onların yararına olacak şeyler olduğunu bildiği için, peşin cezalar vermiştir. Bu peşin cezalardan bir kısmı da, kâfirlere vermiş olduğu kalblerini mühürleme ve damgalama cezasıdır. Ne var ki onlar, bu damgalama ve mühürleme cezası ile, her hangi bir şeyi anlamaz hale gelince, maymuna dönüştürülen kimselerden sorumluluğun düşmesi gibi, bunlardan da teklif düşmüş olur. Nitekim Allahü teâlâ, meselâ bulûğ çağına yaklaşan kimseler gibi, biraz akledebilen kimselerden de sorumluluğu düşürmüştür. Biz, Allah'ın akıllarını gidermesi, gözlerini kör etmesi gibi, onlar için en faydalı şeyin bu olduğunu bildiğinde, kâfirlerin kalblerinde onların anlamalarını ve kıyasta bulunmalarını engelleyecek bir engeli yaratmış olmasını inkâr etmiyoruz. Ancak, onların bu durumda sorumlu olmalarını yadırgıyoruz. 8) Cenâb-ı Hakk'ın, onlarla iman arasında her hangi bir mania teşkil etmeksizin, onların kalblerine mührü basması, gözlerine de perde çekmesinin caiz olmasıdır. Daha doğrusu bu durum, insanın kalbinde hissettiği gevşeklik; gözlerindeki çapak, kulaklarındaki çınlama gibi olur. Onların göğüsleri daralsın ve onlara bir nevi belâ ve sıkıntı versin diye, bütün bunları Allah onlara yapmıştır. Benî İsrail'e yaptığı ve onların böylece şaşırmış olmaları gibi, bu da, onların iman etmelerine mâni olacak bir ceza olmuştur. Sonra bazı kâfirlere verilen bu ceza, Cenâb-ı Hakk'ın Firavun'un kavmine indirdiği ve kendisinden kurtulmaları için Hazret-i Musa'dan yardım talep ettikleri ceza gibi, Hazret-i Peygamber için bir mucize ve nübüvvetini isbat eden bir delil olur. Bütün bunlar, Allah'ın, kulların en çok yararına olan şeyi (aslah) bilmesiyle mukayyettir. 9) Bu "hatm" işinin onlara ahirette yapılması da caizdir. Nitekim Cenâb-ı Hakk, onları kör edeceğini haber vererek, şöyle buyurmuştur: "Biz kıyamet günü onları, kör, dilsiz ve sağır oldukları halde, yüz üstü hasredeceğiz " (isra, 97); "Biz günahkarları o zaman gözleri gömgök olduğu halde, mahşerde toplayacağız " (Tâhâ, 102). "O gün Biz, onların ağızlarını mühürleriz " (Yasin, 61) ve "Onlar orada inim inim inlemektedirler. Orada onlar hiçbir şey duymayacaklardır " (Enbiya, 100). 10) Onların Hasan-ı Basrî'den naklettikleri, Ebû Ali el-Cübbaî ile Kadî Abdu'l-Cebbâr'ın tercih ettikleri şu görüştür: Bu "hatm" ve "tab" dan maksat, Cenâb-ı Hakk'ın, kâfirlerin kalblerınde ve onların kulaklarında meydana getirmiş olduğu alâmetler ve nişanlardır ki, böylece melekler bunlar vasıtasıyla onların kâfir olduklarına ve ebediyyen iman etm ivecekleri ne istidlal ederler. Müminlerin kalblerınde, kendisi vasıtasıyla meleklerin, onların Allah katında mümin olduklarını bilecekleri bir alâmetin de bulunması gözardı edilemez. Nitekim Allah, "İşte bunlar, kalblerine İmanı yazmış olduğu kimselerdir " (Mücadele, 22) buyurmuştur. Bu durumda melekler, o mümini severler ve onun için Allah'tan mağfiret taleb ederler. Kâfirlerin kalblerinde, meleklerin kendisi vasıtasıyla, Allah nezdinde melun olduklarını bilecekleri, bir alâmetin bulunması da söz konusudur. Böylece melekler o kâfire buğz eder ve onu lanetlerler. Bu alâmetin temin ettiği fayda, ya meleklere ait bir faydadır; çünkü onlar bu alâmetle onun Allah nezdinde kâfir ve melun olduğunu bildiklerinde, bu onları küfürden iyice nefret ettiren bir şey olur. Ya da bu fayda mükellefe aittir; çünkü mükellef, iman ettiği zaman kendisini göktekilerin seveceğini bilirse bu, onu iman hususunda isteklendirir; küfre yöneldiğinde İse, meleklerin onun küfrünü bileceklerini ve böylece ona buğzedip, lanetleyeceklerini bildiğinde de, bu o kimseyi küfretmekten men eden bir sebep olmuş olur. Onlar bu manada hatm'ın olabileceğini söylemişlerdir. Çünkü biz, mektubu mühürledikten sonra, onu açıp tekrar okumak imkânı bulabiliyoruz. Bir de "hatm", kâfirin alnına, "bu kâfirdir!" diye yazılması demektir. Bu iman etmeye mâni olmayınca, böylece bu kâfirin, iman etmek ve küfrü terketmek suretiyle, kalbinden bu alâmeti silmesi de mümkündür. Yine onlar, sadece kalbin ve kulağın buna tahsis edilmiş olduğunu; çünkü, naklî delillerin ancak nakil cihetinden, aklî delillerin ise, ancak kalb cihetinden elde edildiğini; böylece de bu ikisinin özellikle zikredildiğini söylemişlerdir. Şayet onlar göz hakkında kullanılan "gışâve-perde, örtü" lâfzını da alâmet manasına hamlediyorlar denilirse, biz hayır! deriz. Çünkü, önceki lâfızları alâmet ve nişan anlamına hamlettik. Dilin hakikati de bunu'gerektirir, ayrıca buna her hangi bir engel de yoktur. Dolayısıyla, bunun böyle olduğunu söylemek gerekir. "Gışâve" lâfzının hakikatine gelince bu, görmeye mâni olan bir örtüdür; halbuki kâfirlerin durumunun böyle olmadığı (kelimenin gerçek anlamında, gözlerinde bir perde olmadığı) herkesçe bilinen bir şeydir. Bu sebeble bu lâfzı mecâze hamletmek gerekir. Mecâze hamletmek de, onların hallerini, hidayet konusunda gözüyle faydalanamayan kimselerin durumuna benzetmektir. Bu mevzuda, insanların sözlerinin tamamı işte budur. Kur'an'da, Hatm (Mühürleme) İle İlgili Diğer Mefhumlar Kur'ân-ı Kerîm'de "hatm" manasına yakın olarak zikredilen lâfızlar, "tab", "kinân", "kalbin paslanması", "kulaklarda bir ağırlığın bulunması" ve "gözlerde bir perdenin olmasıdır. Sonra bu hususta vârid olan ayetler de değişik değişiktir. Birinci kısım: Bu hususların var olduğuna delâlet etmek üzere gelen ayetler: "Hayır, doğrusu kalblerini kaplamıştır..." (Mutaffifin, 14); "Ve, onların kalbleri üzerine, Kur'ân'ı anlamalarına engel olan perdeler gerer, kulaklarına da bir ağırlık koyarız " (isrâ, 46), "Ve onların kalbleri üzerine mühür basıldı " (Tevbe. 87); Daha doğrusu, Allah, küfürleri sebebiyle onların kalbine mühür basmıştır " (Nisa, 155); "Bunun üzerine çoğu yüz çevirdi de. Hakkı duymuyorlar" (Fussilet, 4) "Diri olanı inkâr etmesi için" (Yasin, 70) "Muhakkak ki, ölülere işittiremezsin; sağıra da çağrını duyuramazsm " (Neml, 80); "Onlar, ölüdürler, diri değil!" (Nahl, 21) ve "Kalbinde bir hastalık vardır " (Bakara, 10). İkinci kısım: İman etmeye, kesinlikle her hangi bir mâninin bulunmadığına delâlet etmek üzere gelen ayetler: "İnsanları iman etmekten alıkoyan ne öldü?" (isra, 94) "Artık dileyen iman etsin, dileyen de kâfir olsun!" (Kehf, 29), "Allah her nefse, ancak gücünün yettiği şeyi yükler " (Bakara, 86), "Allah, din konusunda size hiç bir güçlük vermemiştir " (Hacc, 78), "Allah'ı nasıl inkâr edersiniz?" (Bakara, 28) ve "Hakkı niçin batıl ile karıştırıyorsunuz?" (Âl-i imrân, 71). Kur'ân her iki kısma dair ayetlerle doludur. Bu iki kısımdan her biri, bir gurubun kendisine sarılacağı bir husus ve dayanak olmuştur. Böylece nakli deliller, her iki taraf için de olduğu için, bir tearuz meydana getirmişlerdir. Aklî delillere gelince, kendilerine daha önceden işaret edilen hususlardır. Özet olarak diyebiliriz ki, bu mesele İslâmi meselelerin en büyüğü, en çok dallanıp budaklanmış) ve üzerinde en fazla gürültü koparılanıdır. Anlatıldığına göre, İmâm Ebû'l-Kâsım el-Ensarîye, bu meselede Mutezilenin küfre nisbet edilip edilemiyeceği sorulduğunda, o, "hayır" demiştir; çünkü, bunlar Allah'ı tenzih etmeye çatışmışlardır." Ehl-i sünnetin küfre nisbet edilip edilemiyeceği sorulunca da, yine, "hayır, demiştir; çünkü onlar Cenâb-ı Hakk'ı, ululamışlardır." Buna göre, her iki gurup da, Allah'ın celâlini ve Kibriyâsının yüceliğini isbat etmekten başka bir şeyi arzulamamışlardır. Ne var ki, Ehl-i sünnetin görüşleri azamet konusuna takılmış ve onlar, Allahü teâlâ'nın dışında hiç bir icat edici bulunmaksızın, O'nun mucit olmasının gerektiğini söylemişlerdir. Mutezilenin görüşleri ise, hikmete takılmış ve onlar, bu tür çirkinliklerin Allah'ın ululuğuna yakışmayacağını söylemişlerdir." Ben derim ki, burada başka bir sır daha vardır; o da, Cenâb-ı Hakk'ı isbat etmek, cebre hükmetmeye götürür. Çünkü, "fâiliyyet-yapıcı olma vasfı" bir sebebe dayanmazsa, o zaman mümkünün müreccihsiz meydana gelmesi gerekir ki, bu Yaratıcının varlığını nefyetmek olur. Eğer dayanırsa, "cebr" gerekir. Peygamberliğin hak olduğunu isbat ise, kulun kudretinin bulunduğuna hükmetmeyi gerektirir. Çünkü, şayet kul fiiline kadir olmazsa, peygamber göndermede ve kitap indirmede hangi fayda olurdu? Bundan da öte, burada bütün bunların üstünde başka bir sır daha vardır. O da şudur: Biz fıtrat-ı selimeye ve akl-ı selime müracaat ettiğimizde, Allah'a nisbetle varlığı ve yokluğu müsâvî olan şeylerin, bir müreccih bulunmaksızın birinin diğerine ağır basamadığını görüyoruz. Bu da, cebrin var olduğunu gösterir. Ve yine biz, çok açık olarak ihtiyarî hareketlerimizle zarurî hareketlerimiz arasında bir farkın olduğunu görüyoruz. Yine, medhetmenin güzel, kınamanın çirkin, emredilen şeylerin güzel, nehyedilen şeylerin ise çirkin olduğunu açıkça görüyoruz. Bu da Mutezile mezhebini iktiza eder. Sanki bu mesele; zarurî ilimlere, nazarî ilimlere, Allah'ın kudretine ve hikmetine bakarak O'nu tazime göre, tevhîd ve tenzîhe göre ve naklî delillere göre bir çelişki meydana getirmektedir. Açıkladığımız kaynaklar ve hakikatini ortaya koymağa çalıştığımız şu sırlardan ötürü, bu mesele zorlaşmış, bilmece haline gelmiş ve mesele alabildiğine büyümüştür. Büyük olan Allah'dan, bizi hakka muvaffak eyleyip ve sonumuzu hayırlı kılmasını dileriz. Ey Alemlerin Rabbi, duamızı kabul et! Dördüncü Mesele Keşşaf sahibi, lâfzının, hem "hatm"in, hem de "tağşiye" (perdeleme)nin hükmüne dahi olması muhtemeldir. Ancak evlâ olan, bu lâfzın, "hatm"in hükmüne dahil olmasıdır. Çünkü Cenâb-ı Hakk, "Kulağını ve kalbini mühürledi, gözüne de bir perde gerdi " (Câsiye, 23) buyurmuştur. Bir de, kıraat âlimleri, lâfzında değil de, lâfzında vakf yapmışlardır. Beşinci Mesele (......) lâfzında, "harf-i cerr" olan lâfzının tekrar edilmesindeki fayda, kalb ve kulaklardakı mühürlemenin şiddetli olduğuna daha çok delâlet etmesi içindir. Altıncı Mesele (......) ve lâfızları çoğul, lâfzı ise tekil getirilmiştir. Bunun bir kaç sebebi vardır. 1) lâfzı müfret getirilmiştir, çünkü bunlardan herbirinin tek işitmesi vardır. Nitekim, "Bana, iki koçun başını getirdi" denilir. Yani, onlardan herbirinin başını getirdi. Kişinin "Midenizi tam doldurmayın ki, çok yaşayasınız." sözündeki (karın, mide) lâfzının müfret getirilmesi gibi. Arablar, bir karışıklıktan emin olduklarında, kelimeyi müfret getirirler. Ama, bir karışıklıktan emin olmadıklarında ise, kelimeyi böyle kullanmazlar. Meselâ, "onların atları ve elbiseleri"ni kastederek, denilmez., denilir. 2) lâfzı, aslı da masdardır. Masdarlar ise çoğul getirilmezler. Meselâ (Oruç tutan iki adam, oruç tutan adamlar) denilir. Ayette, aslı gözetil mistir. Bu hususa, Cenâb-ı Hakk'ın "Ve kulaklarımızda bir ağırlık vardır." (Fussilet, 5) sözündeki kulak lâfzının çoğul olarak getirilmesi delâlet eder. 3) Burada, mahzûf bir muzâf takdir etmemizdir. Yani, "İşitme duyulan üstüne" demektir. 4) Sîbeveyh gî lârzı, müfret olarak getirilmiştir. Ne var m, hem ondan öne zikredilen, hem de sonra zikredilen kelimeler cemî olarak getirilmişlerdir. Bu da, müfret olan "gem" lâfzından maksadın da, çoğul olduğunu gösterir" demiştir. Cenâb-ı Hakk: "Onları karanlıklardan nura çıkarır." (Bakara, 257) ve "Sağından ve solundan halka halka..." (Meâric, 37) buyurmuştur. Çoban: "Orada gölgesinden ürken eşeklerin leşleri vardır. Kemiklerine gelince, bunlar bembeyaz; derisine gelince sert mi serttir" demiştir. Burada, "deri" lâfzından "deriler"i kastetmiştir. İbn Ebî Able de, "Ve kulakları üzerine..." diye okumuştur. Alimlerden, duymanın görmeden üstün olduğunu söyleyenler bulunmaktadır. Çünkü Cenâb-ı Hakk, bu iki kelimeyi zikrettiği her yerde işitmeyi görmeye takdim etmiş (yani işitmeyi daha önce zikretmiştir). Önce anmak ise, üstünlüğün delilidir. Bir de, görmek değil ama, duymak peygamberliğin şartıdır. Bu sebeple Allah, sağır peygamber yollamamıştır. Halbu ki, onların içinde sonradan kör olanlar bulunmaktadır. Bir diğer husus da, bazı insanların akıllarının ürünleri diğer insanlara işitmek yoluyla ulaşır. Bu sebeple duymak, sanki aklı, bilgiler yoluyla mükemmelleştirmenin sebebidir. Halbuki göz, seni sadece mahsûsâta (görülebilen şeylere) iletir. Bir başka sebepse, duymak altı yönle de ilgilidir. Görmek ise, böyle değildir. Öte yandan, duyma olmayınca, konuşma da olmaz. Halbuki, görmek olmayınca, konuşmak yok olmaz. Alimlerden, görmenin duymaktan üstün olduğunu söyleyenler de vardır. Çünkü, görme kuvvetinin âleti, daha şereflidir. Bir de, görme kuvvetini temin eden şey ışıktır. Duyma kuvveti sağlayan şey ise, havadır. Sekizinci Mesele Cenâb-ı Hakk'ın sözü, ilmin yerinın kalb olduğuna delâlet eder. Biz hususu, Şuarâ Sûresi'ndeki, "Onu senin kalbine Rûhu'l-Emîn indirdi" (Şuarâ, 193-194)iyiden iyiye incelemiştik. Dokuzuncu Mesele Keşşaf sahibi, "görmek, gözün nurudur. Nûr ise, kendisi vasıtasıyla gören kimsenin gördüğü ve görülen şeyleri algıladığı şeydir. Nitekim basîret de, kalbin nurudur. Bu nûr ise, kendisi vasıtasıyla görülmek istenen ve düşünülen şeydir. Sanki bu hassa, görmek ve basîret sahibi olmak için kendilerini Allah'ın iki âlet yaratmış olduğu, latif iki cevherdirler." demiştir. Ben derim ki, O'nun Mutezilîolan arkadaşları, onun bu sözüne razı olmazlar. "Görmek" hususundaki görüşü iyiden iyiye incelenmesi buraya uygun düşmeyen, derin bir takım konuların ele alınmasını gerektirir. Onuncu Mesele Ayetteki (......) lafzı ve (......) kelimesinden olmak üzere (......) şeklinde de okunmuştur. "Gişâve", örtü manasındadır. (......) kelimesi de bu anlamdadır. Birisi bayıldığı zaman denilmesi de bu manadadır. lâfzı ise, cima etmekten kinayedir. Onbirinci Mesele Lâfzı, kahb ve mana bakımından tıpkı gibidır. Çünkü sen, birisi kendisini bir şeyden men ettiği zaman, bunu ifade için dediğin gibi, de dersin. (tatlı su) kelimesi de, bu kökten ve bu manadandır; çünkü tatlı su susuzluğu giderir, bertaraf eder. Tuzlu su ise, böyle değildir, o susuzluğu arttırır. Arabların tatlı suya adını vermeleri de buna delâlet eder; çünkü tatlı su, susuzluğu kırar ve giderir. Tatlı suya demeleri de böyledir; çünkü bu su, susuzluğu kalbten yok eder. Sonra (......) kelimesinin manasını iyice genişleyerek, her ne kadar, suçluyu o suçu bir daha işlemekten men eden bir ceza ve ikâb olmasa bile, insanı ezen, ona ağır gelen her elem ve kedere azâb ismi verilmiştir. "Azîm ile "Kebiîr" arasındaki fark şudur. Azîm, hakir'in, "kebîr" ise sagîrin altındadır. Bu iki kelime cisimler ve olaylar hakkında beraberce kullanılırlar. Meselâ af- diyerek, adamın hem cüssesinin, hem de tehlikesini ya da mevkiinin büyüklüğünü kastedersin. "Azâb" kelimesinin belirsiz getirmesinin manası, bu kâfirlerin gözlerinde, insanların hiç tanımadığı türden bir örtünün bulunduğunu ifade eder ki, bu perde Allah'ın ayetlerini görmeme, onlardan kör olma örtüşüdür. Ve yine, onlar için büyük elem ve acılar arasından, künhünü Allah'dan başkasının bilemiyeceği büyük bir azabın olduğunu göstermek içindir. Müslümanlar, Allah'ın kâfirleri azâblandırmasının uygun olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Onlardan, bir kısmı ise, bunun uygun olmayacağını söyleyerek, Cenâb-ı Hakk'ın ayetini, "onlar buna müstehaktırlar, ancak O'nun keremi, kendisine affetmesini gerektirir" şeklinde tefsir etmişlerdir. Biz burada, her iki gurubun delillerini zikredelim. Allah'ın azâb etmesini caiz görmeyen kimseler, birçok şeyi delil olarak ileri sürmüşlerdir: a. Bu azâblandırma, her türlü faydadan hali olup, sırf zarardır. Bu sebepte, çirkin olması gerekir. Onun sırf zarar olduğu hususunda, hiç bir şüphe yoktur. Her türlü faydadan hali olması hususuna gelince, bu fayda, ya Allah'a veyahutta başkasına ait olur. Birinci durum, geçersizdir; çünkü Cenâb-ı Hakk, bu görülür âlemdeki bizden birinin aksine, her türlü fayda ve zarardan münezzehtir. Buna göre kişinin kölesi, kendisine bir kötülük yaptığında, o bu köleyi terbiye eder. Çünkü efendi, kalbinde bulunan intikam arzusu; bir de onu terbiye ettiğinde, bundan sonra kendisine zarar vermekten vazgeçeceğine dair bir ümidi sebebiyle, böyle bir terbiye yönteminden lezzet duyar. İkinci ihtimal de geçersizdir; çünkü bu fayda ya azâb görene yönelik olur, veya başkasına... Azâb görene yönelik olması imkânsızdır. Çünkü zarar vermek, faydalanmanın aynısı olamaz. Başkasına yönelik olması da imkânsızdır. Çünkü zararı defetmek, faydayı yerine ulaştırmaktan daha çok önem arzeder. Buna göre, başka bir şahsa faydayı ulaştırmak maksadıyla bir şahsa zarar vermek, değeri az olanı fazla olana tercih etmek olur ki, bu geçersizdir. Ve yine, Cenâb-ı Hakk, başkasına zarar vermeyi aracı kılmaksızın, fertlerden birine ulaştırmak istediği menfaati ulaştırmaya kadirdir. Buna göre, başkasına zarar vermeyi aracı kılmak, faydasız bir iş olur. Böylece azâb etmenin, her türlü faydadan uzak, sırf bir zarar olduğu ortaya çıkar. Yine, azâb etmenin çirkin olduğu, aklın bedâhetiyle de bilinir. Daha doğrusu, aklî bakımdan azab etmenin çirkinliği, zararlı olmayan yalanın ve zararlı olmayan cehaletin çirkin olmasından; daha doğrusu zararlı yalanın ve cehaletin çirkin olmasından daha net bir çirkinliktir. Çünkü zararlı olan bu yalan zarara götüren bir araçtır. Zarara götüren yolun çirkinlik derecesi, bizzat zarar olanın çirkin olmasından daha hafiftir. Azab etmenin çirkin olduğu sabit olunca, onun Allah'dan sudur etmesi de imkansız olur; çünkü Cenâb-ı Hakk, Hakîmdir, Hakîm ise, çirkin olan şeyi işlemez, b. Cenâb-ı Hakk, "Kâfir olanlar yok mu? Onları uyarsan da birdir, uyarmasan da, onlar iman etmezler." (Bakara, 6) ayetinde ifade ettiğine göre, kâfir kimselerin iman etmeyeceklerini biliyordu. Bunun böyle olduğu sabit olunca, O, kâfir kimseleri mükellef kıldığında, kâfir kimseden isyandan başka hiç bir şeyin zuhur etmeyeceği sabit olur. Şayet bu isyan, azâb etmenin sebebi olursa, bu teklif, azabı hak etmesi için onun hatasını aramak olur. Bu husus, azâb etme illetinin ya tamamıdır, veya illetin yarısıdır. Her ikisine göre de, bu teklif, meydana geldiğinde, peşinden kesinlikle cezanın geleceği bir iş olur. Faydadan uzak bir zarar için hata aramak ise, çirkin bir şeydir. O halde, böyle bir teklif çirkin olur. Çirkini ise, Hakîm olan Allah işlemez. Buna göre burada, iki şeyden birisi bulunmaktadır. Bu da, ya böyle bir teklif bulunmamıştır; veya bulunmuştur, ancak Cenâb-ı Hakk, azâb etmek için hata aramamıştır denilmesidir. Halbuki, maksat meydana gelmişken, bu nasıl olur? c. "Cenâb-ı Hakk, mahlukâtı ya fayda veya zarar için yaratmıştır veyahutta ne fayda ne de zarar için yaratmıştır" denilmesidir. Buna göre, şayet Cenâb-ı Hakk, mahlukâtı fayda için yaratmışsa, bile bile, maksadının zıddına yol açacak bir şeyi onlara teklif etmemesi gerekir. Şayet onları mükellef tutarsa, isyan edeceklerini bildiği için, bu teklif onları cezalanmaya götüren bir şey olur. Buna göre, Cenâb-ı Hakk onların faydasını istiyorsa, onları sorumlu tutmaması gerekir. Onları sorumlu tuttuğuna göre, bu onların isyan etmelerinin azaba hak kazanmaları için bir sebep olmamasına delâlet eder. Onları, ne faydalan ne de zararları için yaratmamıştır, denilmesi de caiz değildir. Çünkü, onları hiç yaratmayıp yoklukta bırakmak, bu iş için yeterdi. Bir de böyle farzedilmesi durumunda, bu iş abes olur. Cenâb-ı Hakk onları, zararlar için yaratmıştır, denilmesi de doğru değildir. Çünkü böyle olan zat, merhametli, cömert ve iyiliksever olamaz. Halbuki akıl ve dinin emirleri, Cenâb-ı Hakk'ın Rahim, Kerim ve pek güzel mevlâ ve pek güzel yardımcı olduğu hususunda mutabıktırlar. Bütün bunlar, cezanın yokluğunu gösterir. d. Cenâb-ı Hakk Subhanehû, günahları gerektiren sebepleri yaratandır. Bundan dolayı bizzat O, günah işlemeye mecbur edendir. Bu nedenle günahlardan ötürü azab etmesi, onun için çirkin bir şey olur. Biz, o sebepleri yaratan bizzat Cenâb-ı Hakk'tır, dedik. Çünkü, fiilin, kulun kudretinden sadır olmasının, Cenâb-ı Hakk'ın yarattığı bir sebebin o kudrete eklenmesine dayandığını, bununsa cebri gerektirdiğini açıklamıştık. Zorlanmış olan şahsa azâb etmekse, aklen çirkin bir iştir. Bu hususu başka bir şekilde de anlatarak şöyle demişlerdir: Dinî emir ve yasaklar, insanlardan iki kimseye gelse; bunlardan birisi bu emir ve yasakları kabul etse, diğeri de bunlara muhalefet etse; böylece onlardan biri mükâfatlandırılır, öteki ise cezalandırılır. Buna göre şöyle sorulur: Beriki niçin kabul etti de, diğeri niçin kabul etmedi? Cevap olarak şöyle denilir: Kabul eden kimse, sevabı sevdi; cezadan kaçındı da itaat etti. Diğeri ise, mükâfatı sevmediği, cezadan kaçınmadığı için, isyan etmiştir. Veyahutta şöyle denilir: Bu, kendisine nasihatta bulunanı dinlemiş, ne dediğini iyice anlamış, böylece de itaat etmiş; beriki ise, nasihati dinlememiş, anlamamış, böylece de isyan etmiştir. Bu cevabı müteakiben, şöyle denilebilir: Bu, niçin kulak vermiş ve anlamış; beriki ise, niçin kulak vermemiş ve anlamamış? Biz deriz ki, bu akıllı, becerikli ve zekî, öteki ise, ahmak, cahil ve darakıllıdır.. Bu cevaba karşılık, şöyle sorulur: Bu niye akıllı, becerikli ve zekî de, berikisi değil? Şüphesiz zekî olmak veya ahmak olmak, yaratılıştan ileri gelen bir durumdur. Çünkü insan ahmaklığı tercih etmez. Bunları isteyerek yapmaz. Bütün sebepler mecburî olarak Cenâb-ı Hakk'ın yarattığı şeylere dayanınca, bütün bu işlerin Allah'ın hükmetmesiy-le olduğunu anlamış olduk. Birisi itaat eden, diğeri ise isyan etmiş olan iki şahsı, her türlü nitelikte, yani akıl ve cehalette, zekîlik ve ahmaklıkta, beceriklilik ve beceriksizlikte, öğretici, teşvik edici ve men edici olmak gibi hususlarda müsavî tutmak mümkün değildir. Yine, bütün bunlarda, şayet müsavi olduklarını söylemen münkün olsa bile, itaat ve ma'siyet hususunda eşit olduklarını söylemen mümkün değildir. Buna göre, şahıslarda itaat ve isyanın sebebi, Cenâb-ı Hakk'ın yaratması ve hükmetmesiyle meydana gelen bir takım işlerdir. Bu durumda, şöyle denilir: Günahkârı katılık, atılganlık, ahmaklık, sertlik, akıl azlığı ve beceriksizlik gibi huylar ile yaratıp, sonra da bunlardan dolayı onu cezalandırması nerede, O'nun adaleti ve rahmeti nerede? Keşke onu da, itaatkârı yarattığı gibi zekî, becerikli, bilgili ve âlim olarak yaratsaydı yal Kalbini kaynatması, kızgınlığını güçlendirmesi, dimağını alevlendirmesi, ahmaklığını çoğaltması, ve ona, başkasına nasib etmiş olduğu edîb bir terbiyeci, bilgili bir öğretici ve tebliğ edici bir nasihatçıyı nasîb etmemesi; bundan da öteye fiillerinde ve davranışlarında bütün bu kimselerin zıddını ona musallat edip de, böylece onlardan kötü şeyleri öğrenerek sonra da, onun, becerikli bir akıllının, âlim kişinin, aklı başında birisinin, kalbi dengeli, kendisine şefkatli bir terbiyeci ve olgun ahlâklı bir öğretmeni verdiği temiz ruhlu kimsenin sorumlu tutulduğu şeylerle sorumlu tutulması, adaletle bağdaşmaz. Bunun adalet, merh'amet, keremli olma ve şefkatle hiçbir ilgisi yoktur. Böylece, bütün bu açıklamalarla, azabın varlığına hükmetmenin aklın kurallarının hilâfına bir şey olduğu ortaya çıkmıştır. e. Cenâb-ı Hakk, neticesi bize ait olduğu için, faydalı şeylerle bizi mükellef kılmıştır. Çünkü O; "İyilik yaparsanız, kendiniz için yaparsınız, kötülük yaparsanız, yine kendinize yapmış olursunuz." (isrâ. 7) buyurmuştur. Biz isyan ettiğimizde, lehimize olan bu faydaları kaçırmış oluruz. Hakîm olan bir zâtın, bir insanı karşısına alıp, sorumlu tutması ve ona: "bazı yar olan şeyleri nefsin aleyhine olmak üzere kaçırdığın için sana çok şiddetli azâb edeceğim" demesi aklen güzel olur mu? Çünkü, o zaman Allah'a şöyle denilir: Faydayı elde etmek, zararı defetmeye nisbetle daha az kıymetlidir. Farzet ki ben, elde edilmek istenen iki şeyin en aşağı derecede olanını, nefsimin aleyhine olarak, kaçırdım. Bundan ötürü, arzulanan iki şeyin en büyüğü olan zararı savuşturmayı, benim aleyhime olarak sen kaçırır mısın? Efendinin, kölesine: "Sen, kendine ait olmak üzere bir dinar kazanıp onu istediğin gibi kullanabilirsin. Bu kazancında, benim asla bir menfaatim de olmayacaktır. Ama bu dinarı (altını) kazanmaz ve ondan yararlanmazsan seni tutup azalarını parça parça keserim" demesi hiç doğru olur mu? Şüphe yok ki, bu akıl hafifliğinin en ileri derecesidir. O halde Hakîmler Hâkimi olan zata, bu nasıl yakışır? Sonra onlar sözlerine devamla şöyle dediler: Farzet ki, böyle bir azabın var olduğunu kabul ettik. Böyle bir azabın devamlı olduğuna dair delil nerde? Bu böyledir, çünkü insanların en katı kalplisi, en kaba olanı ve hayırdan iyiden iyiye uzak olanı, kendisine kötülük yapmadan çok ileri gittiği kimseyi muaheze ederek, ona, bir gün veya bir ay veyahutta bir sene azâb ettiğinde, azâb eden kimse bu azâb etmeden bıkar ve usanır... Eğer azâb etmeye devam ederse onu herkes kınar. Ve yine farzet ki o odam, sana zarar verme hususunda aşırı davrandı. Ancak, bu azâb verme, ne zamana kadar sürecek? Ya o seni öldürecek, ve böylece seni rahata kavuşturacak veyahutta senin yakanı bırakacak. İntikam almaktan son derece haz duyan insandan böyle bir şeyin sudûru çirkin olunca, bütün bunlardan münezzeh olan zâtın, iddia edildiği üzere devamlı azâb çektirmesi nasıl yakışır? f. Cenâb-ı Hakk, kullarını, ziyadesiyle yapılan şeyi çok ileri götürmekten nehyederek "O, katilde aşırı gitmesin. Çünkü ona zaten yardım edilmiştir." (isrâ, 33) ve "Kötülüğün cezası, misli olan bir kötülüktür" (Şuarâ. 40) buyurur. Sonra, farzet ki kul, ömür boyu Allah'a isyan etmiştir. Ama, onun ömrü nerde, ebedîlik nerde? O halde, ömür boyu azâb etmek zulüm olur. g. Kul, ömür boyu küfre devam etse, sonra da tevbe ederek ölse, Allah onu bağışlar, duasına icabet eder ve tevbesini kabul eder. Sen, bu büyük kerem sahibi Allah'ın ahirette olmayacağını, veya bu azâb gören kimselerin akıllarının kalmıyacağım mı sanıyorsun? Öyleyse onlar günahlarından niçin tevbe etmesinler? Onlar tevbe ettiklerinde Allah onların tevbelerini niçin kabul etmesin? Onların yakarışlarını niçin duymasın? Ve, onların ümitlerini niçin boşa çıkartsın? Bu dünyada "Bana duâ ediniz, size icabet edeyim" (Mümin, 60) ve "Yoksa, kendisine dua ettiği zaman, bunalmışa icabet eden mi?" (Neml, 62) diyecek kadar merhametli ve lütuf kâr olan zât, Ahirette, kulların kendisine yalvarıp yakarmalarının en yoğun olduğu bir sırada, onlara ancak; "Susun orada, 'benimle konuşmayın! "(Müminûn, 108) şeklinde niçin hitap etsin ki! Onlar sözlerine devamla, bütün bu izahların, azabın kesinlikle ol-Tiayacağt hususunda hüküm vermeyi gerektirdiğini söylemişlerdir. Sonra onlardan Kur'ân-ı Kerîm'e iman edenler şöyle demişlerdir: "Kur'ân-ı Kerîm'de, çeşitli azâblardan bahseden nasların bulunması konusunda şu mazeretleri öne sürebiliriz: 1) Lafzî delillere sarılmak, yakîn ve kesinlik ifade etmez. Halbuki aklî deyakîni ifade ederler. Bu bakımdan zannî olan bilgi kat'î olana karşılık olamaz. Biz, lafzi delillerin kesinlik ifade etmeyeceklerini söyledik. Çünkü, lafzı deliller, tamamı zannî olan bir takım kaidelere dayanır. Zanna dayanan şey zannîdir. Yine biz, lafzî delillerin, zannî bir takım kaidelere dayandığını söyledik; çünkü bu kaideler, kelimelerin, nahvin ve sarfın nakline dayanır. şeyleri rivayet edenlerin sayısının, tevatür derecesine ulaştığı bilinemez. O halde onların bu rivayetleri zannîdir. Ve yine bu kaideler, müşterekin, me-:-azın, tahsisin, ilâve ve eksiltmek suretiyle bir takdirin ve takdim ve tehirin olmamasına dayanırlar. Bütün bu hususlar ise, zannîdirler. Ve yine bu kaideler, akli bir muarızın olmamasına istinat ederler. Böyle bir muarazanın bulunmasının kabulü durumunda, "her ikisinin de ne doğru, ne de yalan olmasına hükmetmek mümkün olmaz. Naklî, akla tercih etmek de mümkün değildir. Çünkü akıl, naklin aslıdır. Akla ta'n etmek, hem akla hem de nakle birlikte ta'n etmeyi gerektirir. Fakat, aklî bir muarızın (engelin) olmaması, zannî bir durumdur. Bunun böyle olması, bir muarız olmadığı zaman söz konusudur. Ama burada, zahirin hilâfına olan aklî delilleri bulmuşken, ya durum nasıl olur? Bu sebeple, bu naklî delillerin delâletinin zannî olduğu ortaya çıkar, zannî delilin kat'î delile karşı koyamayacağı, şüphe götürmez bir gerçektir. 2) Vaîdden vazgeçmek, insanlar arasında da hoş karşılanır. Nitekim şair: "Ben tehdit ettiğimde veya güzel bir vaatte bulunduğumda, tehdidimden vaz göçerim, ama vaadimi de yerine getiririm" demiştir. Bundan da öte, tehdidi yerine getirme hususunda ısrarlı olmak, âdeta kınanmıştır. Bu böyle olunca, böyle bir şeyin Allah'tan sudur etmesi, hiç uygun olmaz. Bu, bir metoda dayanmaktadır ki, o da şudur: Ehl-i sünnet, kendisine uyma müddeti bitmeden önce, fiilin mensuh olmasını caiz görmüşlerdir. Onların, bu husustaki metodlarının sonucu şudur: Emr bazen, bizzat emredilen şeyden neşet eden bir hikmete mebnî olarak, uyulan bir kural haline gelir; bazan da, "emr"in bizzat kendisinden neşet eden bir hikmetten ötürü uyulan bir kural haline gelir. Meselâ, efendi, kölesine bazan, yarın onu yasaklayacağını o anda bilmesine rağmen, "yarın falanca işi yap!" der. Efendinin bu emrinden maksadı, kölesinin kendisine bu hususta uyduğunu ortaya koyması ve onu, efendisine itaate alıştırmak istemesidir. Tıpkı bunun gibi, Allah kulunun yarın öleceğini bilmesine rağmen, O'nun, "Yarın yaşarsan, namaz kıl!" demesi, Ehl-i sünnete göre uygun bir şeydir. Bu emirden, Cenâb-ı Hakk'ın maksadı, emrolunan şeyi meydana getirmek değildir, çünkü böyle bir işin olması imkânsızdır. Daha bundan maksat, bizzat sadece emrin kendisinden kaynaklanan bir hikmettir ki, o da, bağlılığın, itaatin ve inadı terketmenin meydana gelmesidir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, Kur'ân'da verilmiş olan haberlerin de böyle olduğunu söylemek niçin caiz olmasın? Buna göre, haberlerdeki hikmetin kaynağı bazan haber verilen şeyin kendisi olur, bu da vaat hususunda carîdir. Bazan da, hikmetin kaynağı haber verilen şey değil, ama bizzat haberin kendisi olur. Nitekim bu hususta vaîdler (tehditler) de geçerlidir. Buna göre, tehdit üslubuyla gelen haberler, günah işlemekten men etmeyi ve taatlere yönelmeyi ifade etmektedirler. Vaîdlerde olduğu gibi, böyle bir şey meydana geldiğinde, haber verilen şeyin bulunmaması caizdir. İşte bundan ötürü, Ehl-i sünnet âlimleri, "Allah'ın mükâfat hususundaki vaadi, haktır ve vâcibtir; ama cezalandırmaya dair tehditlerine gelince, bunu " tahakkuk etmesi zorunlu değildir. Cenâb-ı Hakk, bununla sadece, onları kapsayan rahmetiyle birlikte, mükelleflerin iyiliğini murat etmiştir. Bu, tıpkı çocuğunu öldürmekle, aozünü çıkarmakla, kesmekle ve döğmekle tehdit eden bir babanın durumuna benzer. Eğer, çocuk babasının bu emrini kabul ederse, şüphesiz bundan faydalanmış olur. Ama, babasının dediklerini yapmazsa, babanın kalbinde bulunan şefkat çocuğunu öldürmesine ve onu cezalandırmasına mâni olur. Şayet, "bütün bu takdirlere (farz-ı muhallere), göre, bu yalan olur. Yalansa, çirkindir" denilirse, biz "her yalanın çirkin olduğunu kabul etmiyoruz. Aksine, çirkin olan yalan, ancak zararlı olan yatandır. Faydalı olan yalana gelince, bu çirkin değildir" deriz. Sonra bunu kabul etsek bile, onun yalan olduğunu kabul edemeyiz, zira, Kur'ân'ın umumî lâfızlarının tamamı tahsis edilmiş değil midir? Oysa ki bu, yalan olarak adlandırılmamıştır. Yine, müteşabih ayetlerin hepsi, zahiri manalarından tevil edilmemiş midirler? Halbuki bu da, yalan diye adlandırılmamıştır. Burada da böyledir. 3) İsyankârlar hakkında ilâhî tehdidi ifade eden ayetler, her ne kadar bu nassın açık ifadesiyle zikredilmemişse de, tevbe etmeme şartına bağlanmış değ Mermidir? Bunlar yine bize göre de, her ne kadar bu, nassın sarih ifadesiyle zikredilmemişse de, affetmeme şartına bağlanmıştır. Veya şöyle deriz: Bunun manası şudur: Günahkâr kimse, bu tür cezalara hak kazanır. Buna göre, cezaların vaki olacağını haber vermek, günahkârın, cezanın vuku bulmasını hakettiğini haber vermeye hamledilir. Bu görüşü açıklama hususunda söylenilen şeylerin tamamı, işte bu anlatılanlardır. Azabın meydana geleceğini kabul edenler ise, "bu azabın vuku bulacağı, Hazret-i Peygamber'den tevatür yoluyla bize kadar naklolunmuştur; bu sebeple azabın olacağını inkâr etmek, Hazret-i Peygamber'i tekzip etmek olur. Cezanın olmadığı hususunda kendisine yapıştığınız şüpheli şeylere gelince, bu, "hüsün ve kubuh meselesi" ne dayanır ki, bu mesele de bizim benimsediğimiz bir prensip değildir" demişlerdir. Allah en iyi bilendir. |
﴾ 7 ﴿