8

"İnsanlardan, mümin olmadıkları halde, Allah'a ve âhiret gününe iman ettik, diyenler vardır".

Müfessirler, bu ayetin münafıkların nitelikleri hakkında olduğunda ittifak etmişlerdir. Müfessirler şöyle demişlerdir: Allah, mümin, kâfir ve münafık olmak üzere, üç sınıf insandan bahsetmiştir. Buna göre, önce içleri dışları tertemiz, kalbleri imanla dolu ihlâs sahibi müminlerle söze başlamış, sonra nitelikleri inkâr ve inada dayanan kâfirleri zikretmiş, daha sonra da, kalbi söylediğinin tersi olan ve diliyle iman ettiğini söyleyen kimselerin durumunu vasfetmiştir. Burada, birkaç mesele bulunmaktadır:

Birinci Mesele

Bil ki, "nifak"ın hakikati hakkındaki söz, ancak zikredeceğimiz şu taksim ile ortaya çıkar. Buna göre biz deriz ki, kalbin halleri dörttür:

a. Delilden elde edilmiş, mutabık bir itikat ki, bu ilimdir,

b. Delilden elde edilmeyen mutabık bir itikat ki, bu da mukallidin inancıdır;

c. Mutabık olmayan itikat, kî bu cehalettir ve

d. Kalbin bütün bunlardan halî olması durumu...

İşte dört kısım bunlardır.

Lisan (dilin) durumlarına gelince,

a. İkrar (kabul etme),

b. İnkâr (kabul etmeme),

c. Sükût (suskunluk) olmak üzere, üç tanedir. Buradaki dört ile üçün çarpımından, oniki kısım meydana gelir.

Birinci nev'i: Kalbde bilgi meydana geldiğinde, bu durumda, bu bilgiye ya dil ile ikrar veya dil ile inkâr veyahutta sükût bitişir.

Birinci kısım: Dil ile ikrarla beraber, kalbte bilginin meydana gelmesi. Bu durumda, eğer bu ikrar kişinin isteğiyle olmuşsa, böyle bir kimse, ulemânın ittifakıyla, gerçek mümindir. Eğer bu ikrar ihtiyari değil de, mecburî olursa, ki bu da kalbiyle bilip, fakat içinde, korku olmasaydı ikrar değil de, inkâr edeceğine dair bir his bulması halidir ki, bu kimsenin münafık sayılması gerekir. Çünkü böyle bir kimse kalbiyle inkarcı ve yalancı durumundadır. Bu adam diliyle ikrar ve tasdik edici olduğunda da, münafık sayılması gerekir. Çünkü o, kalbiyle inkarcı ve ikrarın vücubunu da yalanlamıştır.

İkinci kısım: Kalbte, dil ile inkâr etmekle beraber, bilginin meydana gelmesidir. Bu inkâr, mecburî olursa, sahibi, Cenâb-ı Hakk'ın "Kalbi imanla dopdolu olduğu halde, zorlanan kimse hariç" (Nahl, 106) buyurduğu için, müslümandır. Eğer bu inkâr, kendi isteğiyle olursa, bu kimse İnatçı bir kâfir olur.

Üçüncü kısım: Kalbî bilgi (irfan) meydana gelir, bununla beraber kişinin dili ikrar ve inkârdan hali olur. Buna göre bu sükût işi, ya mecburî veya ihtiyari olur. Eğer mecburî ise bu mecburîlik diliyle ikrar etmeden korkma şeklinde ise, işte bu kimse gerçek müslümandır. Veyahutta şöyledir: Allah'ı delilleriyle bilip, sonra bu istidlalini tamamlar tamamlamaz ansızın ölürse, bu kimse de kesinlikle mümindir. Çünkü bu kimse, her ne kadar ikrar veya inkâr edecek bir zaman bulamadıysa da, mükellef tutulduğu her şeyi yerine getirmiştir. Bu sebeple, bu hususta mazeretli kabul edilmiş olur. Eğer bu sükût kendi isteğiyle olursa, bu kimsenin hali, Allah'ı delilleriyle tanıyıp, sonra ikrar etmeyen kimsenin hali gibidir. İşte münakaşa edilen de, böylesi bir durumdur. Gazâlî (radıyallahü anh)'nin temayülü, Hazret-i Peygamber'in: "Kalbinde zerre ağırlığınca iman bulunan kimse, ateşten çkar (orada ebedî kalmaz)" sözünden ötürü, bu kimsenin mümin olduğu istikametindedir. Bu adamın iman nuruyla dolup taşarken, nasıl ateşten çıkmaz?

İkinci nev'i: Kalbte, taklidî bir inancın meydana gelmesi. Buna göre, bu inançla birlikte ya ikrar veya inkâr veyahuttu sükût bulunur.

Birinci kısım: Bu taklidî inançla beraber ikrarın bulunmasıdır. Sonra bu ikrar, kişinin isteğiyleyse bu, "mukallid mümin midir, değil midir?" şeklindeki meşhur meseledir. Eğer bu ikrar mecburî olursa, bu birinci nevin bir kısmına göre hüküm alır. Eğer biz birinci nevin birinci kısmında kişinin küfrüne hükmetmişsek, burada söylenecek her hangi bir söz yok. Ama, eğer orada imanına hükmetmişsek, burada da nifakına hükmetmek gerekir. Çünkü, bu şekle göre, kalb biliyorsa şahıs münafık oluyordu. Taklit ettiğindey-se, burada haydi haydi münafık olur.

İkinci kısım: Dilin inkâr etmesiyle birlikte, kalbte taklidî bir inancın bulunmasıdır. Sonra bu inkâr, eğer kişinin isteğiyle olmuşsa, onun küfründe şüphe yoktur. Eğer mecbur olmuşsa ve biz de mukallidin imanının var olduğuna hükmetmişsek, burada da kişinin mümin olduğuna hükmetmemiz gerekir.

Üçüncü kısım: Sükût ile beraber, taklidî bir inancın bulunmasıdır. Bu sükût ya mecburî veya ihtiyarî olur. Bunun hükmü, şayet mukallidin mümin olduğuna hükmetmişsek, birinci nevin üçüncü kısmının hükmü gibi olur.

Üçüncü nevi: Kalbî inkârdır. Gu durum da, bu kalbî inkârla beraber, ya dilin ikrarı veya ditin inkârı veyahutta sükût bulunur.

Birinci kısım: Kalbî inkârla beraber, dilin ikrarının bulunmasıdır. Buna göre bu ikrar, eğer mecburî İse, bu münafıktır. Eğer kendi ihtiyarı ile ise, bu bir şüpheye binâen âlemin kadîm olduğuna inanıp, sonra kendi ihtiyarıyla ve diliyle âlemin muhdes olduğunu ikrar etmesi durumuna benzer. Bu ise, olabilir. Çünkü, kalbiyle bilip lisanıyla inkâr etmesi, ki bu bile bile ve inadî bir küfürdür, caiz oluyor da, kalbiyle bilmeyip diliyle ikrar etmesin için caiz olmasın? Bu kısımda, nifaktan sayılmıştır.

İkinci kısım: Hem kalbî bir inkârın ve hem de lisanî bir kabul etmeyişin bulunmasıdır ki, bu durumda olan kimse münafık değil, kâfirdir. Çünkü o, kalbindekinin aksine olan her hangi bir şey açığa vurmamıştır.

Üçüncü kısım: Lisanın sükût etmesiyle beraber, kalbin inkâr etmesidir. Bu durumda olan kimse de, münafık değil, kâfirdir; çünkü o da, kalbindekinin aksine olan bir şey izhar etmemiştir.

Dördüncü nev'i: Her türlü inançtan hali olan kalbtir. Buna göre, bu hali olmayla beraber, ya ikrar veya inkâr veyahutta sükût bulunur.

Birinci kısım: İkrarın bulunması durumunda, bu ikrar ya ihtiyarî veya izdırarî (zorunlu) olur. Eğer ihtiyarî olursa, bu durumda o kimse, ya, araştırmaya devam ediyordur ki, ona kâfir hükmünü vermek gerekmez; ancak o, caiz olmayan bir şeyi yapmaktadır. Zira o, kendisi hakkında doğru konuşup konuşmadığı bilinmeyen bir durumdan haber vermektedir. Eğer o kişi bir vıroasele tartışmalıdır. Eğer bu ikrar ızdırarî (zorlamalı) olursa, sahibi küfre nisbet edilmez. Çünkü kendi ihtiyarıyla ikrar etmeyişi, araştırmak içinse ve bu kimse de kendisinin ikrarı terketmesinden endişelenmiyorsa, bunun bu işi çirkin sayılmaz.

İkinci kısım: Dil ile inkâr etmekle beraber, her şeyden hali olan kalbin durumudur. Bunun hükmü ise, dördüncü nevin birinci kısmının hükmünün aksinedir.

Üçüncü kısım: Hem kalbin hali olması, hem de dilin hiç bir beyanda bulunmaması.... (yani sükût etmesi). Eğer bu kimse bir araştırma içindeyse, burada böyle bir araştırma vâcibtir. Eğer, bu kimse araştırmada değilse, onun kâfir olduğuna hükmetmek gerekir; ona kesinlikle münafık hükmü verilmez. Bu konuda, yapılabilecek sınıflama bundan ibarettir. Bütün bunlardan nifakın ne olduğu; münafıkın, kalbinde ister zahirine zıt bir şey bulunsun veyahutta içi zahirinin ifade ettiği her şeyden hali olsun, dışı içine (kalbine) uymayan kişi olduğu ortaya çıkmış olur. Bunu iyice kavradığında, "İnsanlardan, Allah'a ve ahiretgününe îman ettik! diyenler vardır." (Bakara, 8) sözünden muradın, münafıklar olduğu anlaşılmış olur. Allah en iyi bilendir.

İkinci Mesele

Alimler, aslî kâfirin küfrünün mü daha çirkin, yok- sa münafıkın küfrünün mü daha çirkin olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bir kısmı, aslî kâfirin küfrünün çirkin olduğunu söylemişlerdir. Çünkü onlara göre, kâfir olan kimse, kalben cahil, lisanen de yalancıdır. Münafık ise kalben cahil, lisanen ise, sadıktır. Diğerleri ise, münafık da lisanen yalancıdır, demişlerdir. Çünkü münafık, o inanç üzere olmadığı halde, imanının olduğunu söylemiştir. İşte bu sebepten ötürü Cenâb-ı Hakk, "Bedevi Arablar, iman ettik, dediler, de ki: Siz iman etmediniz. Ama, müslüman olduk deyin. Çünkü, iman henüz kalbinize girmedi " (Hucurat) ve "Allah şehadet eder ki, münafıklar muhakak yaylanıctdirlar. (Münafikun, 1) buyurmuştur. Sonra münafık, kâfire nisbetle, çirkin olan bazı şeylerle de muttasıfdır.

a. O, insanların düşüncelerini karıştırmaya yeltenmişken, kâfir ise buna yönelmemiştir.

b. Kâfir, erkeklik tabiatı üzerinedir. Münafık ise, kancıktık tabiatı üzerinedir.

c. Kâfir kendisinin yalan söylemesine razı olmamış, bundan kaçınmış ve sadece doğruyu söylemeye razı olmuşken, münafık ise yalan söylemeyi tercih etmiştir.

d. Münafık, aslî kâfirin aksine, küfrüne bir de alay etmeyi ilâve etmiştir. Küfrünün fazla olmasından ötürü de, Cenâb-ı Hakk, "Muhakkak ki münafiklar, ateşin en alt tabakasındadırlar." (Nisa, 145) buyurmuştur.

e. Mücâhit, Cenâb-ı Hakk'ın dört ayette müminleri zikrettiğini, sonra ikinci olarak iki ayette kâfirlerden bahsettiğini, üçüncü olarak da, onüç ayetle münafıklardan bahsettiğini; bunun ise, münafıkların suçlarının daha büyük olduğuna delâlet ettiğini söylemiştir. Bu, uzak bir görünüştür. Çünkü, münafıkların haberlerinin çok anlatılması, onların günahlarının büyük olmasını gerektirmez. Eğer bunların suçları büyükse, bu başka sebeplerden dolayıdır. Bu da, onların, küfürlerine, başkalarını aldatmak, alay etmek ve buna mümasil başka gailelerin peşinden koşmak gibi günahları eklemeleridir. Buna şu şekilde cevap vermek de mümkündür: Onların haberlerinin çokça anlatılması, bunların serlerini savuşturmaya verilen ehemmiyetin kâfirlerin serlerini savuşturmaya gösterilen çabadan daha fazla olduğuna delâlet eder ki, işte bu onların günahlarının kâfirlerinkinden daha büyük olduğuna delâlet eder.

Üçüncü Mesele

a. Allah'ı tanımayan, fakat O'nu tanıdığını diliyle ikrar eden kimsenin Cenâb-ı Hakk'ın "Onlar mümin değildirler" (Bakara, 8) ifadesinden dolayı, mümin olmadığına delâlet eder. Kerrâmiyye ise, böyle kimsenin mümin olacağını söylemiştir.

b. Bu ayet, her mükellefin Allah'ı bildiğini, Allah'ı bilmeyen kimsenin mükellef olamıyacağını iddia eden kimsenin görüşünün batıl olduğuna delâlet etmektedir. Bu iddiada yer alan, "her mükellef Allah'ı bilir" sözünün batıl olmasına gelince, deriz ki, şu münafıklar şayet Allah'ı bilseler ve O'nu ikrar etselerdi, onların bunu ikrar etmelerinin iman olması gerekirdi. Çünkü, Allah'ı tanıyıp O'nu ikrar eden kimsenin, mutlaka mümin olması gerekir. İkincisine gelince, Allah'ı tanımayan kimse, şayet mazur görülseydi, bu tanımayışlarına karşılık, Allah onları kınamazdı. Buna göre, kelâmcılardan, "eşyayı tanımayan kimse mazur olur" diyen kimsenin görüşü batıl olmuştur.

Dördüncü Mesele

1. İbn Abbas'tan şöyle dediği rivayet edilmistir: İnsan, insan diye adlandırıldı. Çünkü, ondan bir ahid alındı da, ama o bu ahdini unuttu. Şair ise, "sen insan olarak isimlendirildin, çünkü sen ahdini unuttun" demiştir. Ebû'l-Feth el-Besti: "Ey insanların insanlara en fazla İhsanda bulunanı; ve insanların, insanlara en fazla lütufta bulunanı! Sen, ahdini unuttun, "unutmaksa bağışlanmıştır" O halde, sen de bağışla; çünkü ilk unutan, ilk insandır" demiştir.

2. İnsan, kendi gibi insanlarla ünsiyet kazandığı için, insan diye adlandırılmıştır.

3. Âlimler, "insan, aşikâr olduğu ve görüldüğü için, insan diye adlandırılmıştır. Nitekim, Cenâb-ı Hakk'ın, "Tür dağı tarafından bir ateş gördü" (Kasas, 29) sözü de bu manadadır. Cinlere de, görülmedikleri için "cin" ismi verilmiştir. Her lafzın başka bir şeyden müştak olması gerekmez. Aksi halde, teselsül gerekir. Buna göre, insan lâfzını başka bir kelimeden türetmeye ihtiyaç yoktur.

Beşinci Mesele

İbn Abbas, bu ayetin ehl-i kitabın münafıkları hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Abdullah b. Ubeyy, Mu'teb b. Kuşeyr ve Cedd b. Kays bunlardandır. Bunlar, müminlerle karşılaştıklarında iman ve tasdik ettiklerini söyleyerek, "Şüphesiz biz, kitabımızda O'nun niteliklerini ve sıfatlarını görmekteyiz" diyorlar; halbuki, başbaşa kaldıklarındaysa, böyle olmuyorlardı.

Altıncı Mesele

(......) lâfzı, ikil, çoğul ve tekil olmaya eleverişli bir kelimedir. Tekil için kullanılmasına gelince, bunun ayetteki delili, Onlardanr seni dinleyen vardır" (Muhammed, 16) ayeti; çoğul için kullanılmasına ayetten delili; "Onlardan seni dinleyenler vardır" (Yûnus, 42) ayetidir. Bunun sebebi, lâfzının müfret (tekil), manasının ise çoğul oluşudur. Müfred olduğu zaman lâfzina, cemi olduğu zaman da manasına başvurulur. Bu ayette, her iki durumda bulunmaktadır. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın "diyor" lâfzı müfret, "iman ettik" lâfzı da cemîdir. Ayetin konularından, geriye birkaç sual kalmıştır.

Birinci sual: Münafıklar, Allah'a ve ahiret gününe inanmışlardı. Ne var ki onlar, Hazret-i Peygamber'in nübüvvetini inkâr ediyorlardı. O halde Cenâb-ı Hakk, onların Allah'a ve âhiret gününe iman etmek iddialarında, onları niçin yalanlamıştır? Cevabımız şudur:Bu ayetimüşriklerinye münafıklarına hamlettiğimizde, her hangi bir güçlük kalmaz. Çünkü onların çoğu, Allah'ı tanımıyor, öldükten sonra dirilmeyi ve biraraya getirilmeyi inkâr ediyorlar. Şayet bu ayeti ehl-i kitabın -ki bunlar yahudîlerdir- münafıklarına hamledersek, işte, onların Allah'a inanmaları bir İman sayılmadığı için, Allah onları yalanlamıştır. Zira'onlar, Cenâb-ı Hakk'ın, cisimolduğuna inanıyorlar ve "Uzeyr, Allah'ın oğludur" (Tevbe, 30) diyorlar. Onların âhiret gününe inanmaları da iman değildir. O halde onlar "Allah'a iman ettik" dediklerinde, onların kötülükleri kat kat fazlalaşmış olur. Çünkü onlar kalbleriyle, bu batıl yol üzere Allah'a inanıyor; lisanlanyla da, bu sözleriyle, "muhakkak ki biz de, sizin imanınız gibi Allah'a iman ettik!" diyerek, müslümanlara böyle bir vehim veriyorlardı. İşte bu sebepten dolayı, Cenâb-ı Hakk onları bu hususta yalanlamıştır.

İkinci sual: Cenâb-ı Hakk' "Onlar mümin değildirler" sözü, yine Allah'ın "Biz Allah'a iman ettik" sözüyle nasıl mutabık olur. Birincisi, failin değil de fiilin durumunu zikretmek hakkındadır; ikincisi ise, fiilin değil de failin durumunu zikretmek hakkındadır. Böyle bir soruya da şöyle cevap veririz: Bir kimse, "falanca, filan meselede tartıştı" dediğinde, sen, şayet "O, o meselede tartışmadı" dersen sen onu yalanlamış olursun. Ama, sen, şayet "O, münakaşa edenlerden değildir" dersen, onu tekzib etme hususunda mübalağa etmiş olur. Yani, o kimse, böyle münazara edecek cinsten bir adam değildir, bu onun hakkında nasıl düşünülebilir? Burada da durum böyledir; onlar, "Allah'a iman ettik" dediklerinde, şayet Cenâb-ı Hakk, "Onlar iman etmediler" deseydi bu onları tekzib etmek olurdu. Ama Cenâb-ı Hakk, "Onlar mümin değildirler" deyince, bu onları tekzib etme hususunda mübalağa ifade eder. Bunun bir benzeri de, Cenab-ı Hakk'ın "Onlar ateşten çıkmak istiyorlar, oysa ki onlar oradan çıkıa değillerdir." (Maide, 37) ayetidir, (......) sözü senin, "Onlar oradan çıkmıyorlar" sözünden daha mübalağalıdır.

Üçüncü sual: "Ahiret günü"nden murat nedir? Bu soruya cevabımız şu olur: Bununla, sınırı olmayan bir vaktin kastedilmesi caizdir. Bu vakit de, müddeti bitmeyen, kesintisiz bir ebedîliktir. Ve, yine bununla, nüşûr (dirilme) dan başlayan cennet ehlinin cennete; cehennemliklerinse cehenneme gireceği vakitle sınırlanan bir zamanın murat edilmesi de uygundur. Çünkü bu, sınırlanan vakitlerin en sonuncusudur, bundan sonra ise, her hangi bir tahdit söz konusu değildir.

8 ﴿