25"İman eden, bir de güzel amellerde bulunan kimselere, altlarında ırmaklar akan cennetlerin onların olacağım müjdele. Onlara ne zaman o cennetlerden, rızık olarak bir meyve yedirilse, her defasında "Haa, bu, evvelce de (dünyada) rızıklandığımız (yediğimiz) şeydi " diyecekler ve o rızık (renk ve şekil itibarıyla) birbirinin benzeri olmak üzere kendilerine sunulacak. Orada çok temiz eşler de onlarındır. Hem orada onlar daimi olarak kalacaklar." Ahiret Konusu Allah Tâla, tevhid ve nübüvvetten bahsettikten sonra ahiretle ilgili açıklamada bulunarak, kâfirin cezasını, itaat edenin de mükafaatını bildirmiştir. Allahü teâlâ'nın, va'id ifade eden bir ayet zikrettiğinde, hemen peşi sıra vaa'd ifade eden bir ayet getirmesi adetindendir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Ölülerin Haşri Bil ki haşr ve neşr meselesi dinde önemli meselelerdendir. Bu meseleden bahsetmek ya haşr ve neşrin mümkün olduğundan veyahut da bizzat meydana gelmesinden bahsetmek şeklinde olur. Mümkün olduğu hususunu bazan akıt, bazan da nakil ile isbat etmek caizdir. Meydana gelmesini bilmenin yolu ise sadece nakildir. Şüphesiz Cenab-ı Hak, kitabında bu iki meseleyi zikretmiş ve bunlar hakkındaki gerçeği birkaç yönden izah etmiştir: 1) Çoğu kez Cenab-ı Allah, münkirlerin haşr ve neşri inkar ettiklerini nakletmiş, sonra bu hususta bir delil zikretmeksizin haşr ve neşrin olacağını kesinkes beyan etmiştir. Bunun böyle beyan edilmesi makuldür. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğinin sıhhati kendisine dayanmayan herşeyin nakli delille isbatı mümkündür. Haşr ve Neşr meselesi de böyledir. Bu sebeble. bu meselenin nakl ile isbat edilmesi caiz olmuştur. Bunun misali, Cenab-ı Hakk'ın burada kâfirlere cehennem, mü'minlere de cennet ile hükmedip bu hususa bir delil getirmemesi, sırf dava ile yetinmesıdir. Ama yaratıcıyı ve nübüvvet meselesini isbat hususunda sırf dava ile yetinmeyip, bu hususlarda deliller de getirmiştir. Bu farkın sebebi anlattığımız husustur Cenab-ı Hak Nahl sûresinde: "Onlar, "ölen kimseyi Allah diriltmez " diye olanca güçleriyle Allah'a andettiler. Hayır bu, O (Allah) üzerinde hak bir vaa'ddir. Fakat insanların çoğu (bunu) bilmezler "(Neml, 38) ve Tegabün sûresinde de "O kâfirler, öldükten sonra katıyyen diriltilmeyeceklerini iddia ettiler. De ki: Hayır (öyle değil), Rabbime yemin olsun ki siz mutlaka diriltileceksiniz. Sonra de yaptığınız şeyler mutlaka size haber verilecektir. "(Tegabun, 7) buyurmuştur. 2) Cenab-ı Allah, haşr ve neşrin mümkün olduğunu, haşre ve neşre benzer birçok işlere kâdır olduğuna dayandırarak isbat etmiştir. O, bu yolu birkaç şekilde beyan etmiş ve bunu da Vakı'a suresi içinde toplamıştır. Çünkü Cenab-ı Hak burada Ashab-ı Şimâl'den (amel defterleri sollarından verilen kimselerden) naklen, onların "Biz ölüp, bir toprak ve bir yığın kemik olduğumuz zaman mı hakikaten diriltilip kaldırılacağız? Evvetop geçmiş atalarımız da mı...?" dediklerini anlatmıştır. Bunun üzerine Allah onlara: "Onlara de ki: Şüphesiz hem evvelkiler, hem sonrakiler, belli bir günün muayyen bir vaktinde mutlaka toplanacaklardır "(vakıa, 49-50) ayetleri ile cevab vermiştir. Sonra Cenab-ı Allah, hasrın mümkün olacağına, dört hususu defil olarak getirmiştir: a) "(Eğer siz bir meniden yaratıldığınızı iddia ediyorsanız), söyleyin bakalım, o halde (rahimlere) dökmekte olduğunuz (o) meni nedir? Onu siz mi yaratıyorsunuz yoksa yaratanlar biz miyiz?"(Vakıa, 58-59) ayeti. Bu ayetle şu şekilde istidlal edilmektedir: Menî, ancak hazm-ı rabiin (yani kanın) fazlasından meydana gelir. O, tıpkı uzuvların her köşesine saçılmış çiğ taneleri gibidir. Bundan dolayı, meninin bütün azalardan çözülüp gelmesi sebebiyle cinsi temasta bütün uzuvlar müştereken lezzet duyar. Sonra Cenab-ı Allah şehvet kuvvetini, bu fazlası olan meniye bağlamıştır. Böylece o, bütün uzuvlardaki çiğ tanelerini bir araya toplar. Netice olarak, meniyi meydana getiren parçalar, başlangıçta, dünyanın her tarafına dağılmıştı. Sonra Cenab-ı Allah bu parçaları bu canlının bedeninde topladı. Meni taneleri de, bu canlının bütün uzuvlarına dağılmışken, Allahü teâlâ onları meni kesesinde topladı. Sonra o meniyi, ana rahmine fışkıran bir su olarak, meni kesesinden çıkardı. Bu parçalar dağınıkken, Cenab-ı Allah onları toplayıp, onlardan böyle bir şahıs (insan) meydana getirdi. Bu parçalar ölümden dolayı daha sonra dağılırlarsa, Cenab-ı Hakk'ın onları tekrar biraraya getirmesi nasıl imkansız olur? İşte bu ayeti, haşr ve neşre delil getirmenin izahı budur. Şüphesiz Cenab-ı Allah, bu tarz hücceti Kur'an'ın birçok yerinde zikretmiştir. Mesela Hacc sûresinde: "Ey insanlar, eğer siz öldükten sonra dirilmek hususunda herhangi bir şüphe içinde iseniz şu muhakkakdır ki biz sizini asimizi) topraktan, sonra (onun züniyetint) insan suyundan, sonra rahme yapışan bir canlı, daha sonra da hilkati belli belirsiz bir lokma etden yarattık, (Ve bunları) size (kudretimizi) apaçık gösterelim diye (yaptık). Sizi dileyeceğimiz muayyen bir vakte kadar rahimlerde durduruyoruz, sonra sizi bir çocuk olarak çıkarıyoruz, daha sonra da kuvvetinize ermeniz için (büyütüyoruz.) Kiminiz (gençken) öldürülüyor, kiminiz de (evvelki) bilgisinden sonra, hiçbirşey bilemiyecek şekilde erzel-i ömre (ileri derece ihtiyarlığa) götürülüyor. Sen yeryüzünü kupkuru ve ölü görürsün..."(Hacc, 5) buyurmuş ve sonra "Bunun sebebi şudur: Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir. Gerçekten, ölüleri O diriltecektir. O, şüphesiz herşeye hakkıyla kadirdir. Ve şüphesiz o kıyamet elbette gelecektir. Onda hiçbir şüphe yokhır. Muhakkak Allah kabirlerdekileri de diriltip kaldıracaktır "(Hacc, 6-7) diye devam etmiştir. Yine O, yaratılışın merhalelerini zikrettikten sonra Mü'minûn sûresinde "Sonra siz bunun peşisıra hiç şüphesiz öleceksiniz. Sonra da kıyamet gününde, muhakkak yeniden diriltileceksiniz "(Mu'minun, 15-16) buyurmuştur. Kıyame sûresinde: "O, (döl yatağına) dökülen meniden bir damla su değil miydi? Sonra o (meni), rahme yapışan bir canlı olmuş, derken (Allah onu) insan biçimine koyup yaratmış, (uzuvlarım) düzenlemiştir (Kıyame, 37-38); Tarık suresinde de "Şimdi İnsan hangi şeyden yaratıldığına (ibretle) baksın. O, atılıp dökülen bir sudan (meniden) yaratılmıştır. Ki o su, (erkeğin) bel kemiği ile (kadının) göğüs kemikleri arasından çıloyor. Şüphe yok ki Allah onu (tekrar diriltip) döndürmeye kadirdir " (Tarık, 5-8) buyurmuştur. b) Bu, Cenab-ı Allah'ın: "Şimdi bana ekmekde olduğunuz (tohum)u haber verin. Onu siz mi bitiririyorsunuz yoksa bitirenler biz miyiz.? Eğer dileseydik muhakkak ki onu (tohumsuz) bir kırıntısı yapardık da siz de şaşakalırdınız. (Şöyle derdiniz): "Biz hakikaten ağır borca uğratılmışız. Daha doğrusu biz (umduğumuzdan) mahrum kalmışız " (Vakıa, 63-67)ayetidir. Bu ayette şu şekilde istidlal edilmektedir: Tane ve onun, arpa, pirinç gibi yarıktı yarıksız, uzun yuvarlak, üçgen, kare ve değişik şekillerde olan başka kısımları nemli toprağa atılıp üzerini su ve toprak örtünce, aklen, bunun bozulması ve çürümesi gerekir. Çünkü su ve topraktan sadece biri bile çürümenin olması için yeterlidir. İkisi biraraya gelince çürüme haydi haydi olur. Sonra görüyoruz ki o çürümüyor, aksine korunmuş olarak kalıyor. Sonra rutubet fazlalaşınca tohum ikiye ayrılıyor, ondan iki filiz çıkıyor. Uzun olan taneye gelince, onun tepesinden bir delik açılıyor, ekinde olduğu gibi, uzun filiz oradan ortaya çıkıyor. Çekirdeğe gelince, onun kabuğu öylesine serttir ki, bu sertliği sebebi ile çoğu insan onu ikiye ayıramaz. O, nemli toprağa düştüğünde, Allah'ın izniyle yarılır. Hurma çekirdeği, üzerindeki yarıktan yarıhrak, çekirdek ikiye bölünür. Bir parçadan toprağın üstüne bir filiz yükselir, diğer parçadan da toprağın derinliklerine bir filiz dalar. Yükselen filiz yükseldikçe yükselir. Dalan filiz ise, derinlere gittikçe gider. Velhasıl, küçük bir çekirdekten iki ağaç çıkar. Aynı elemanlardan meydana gelmiş, çekirdeğin, suyun, havanın ve toprağın özelliğinin de aynı olmuş olmasına rağmen, bunlardan biri hafif ve yükselen, diğeri ise ağır ve yere dalan olmuştur. Bu tam bir kudrete ve şümullü bir hikmete delalet etmez mı? Böyle bir Kadir, cüzleri biraraya getirmekten ve uzuvları tekrar birleştirmekten nasıl aciz olur ? Bunun bir benzeri de Cenab-ı Hakkın Hacc süresindeki: "Sen, yeryüzünü kupkuru ve ölü görürsün. Fakat Biz onun üzerine yağmuru indirdiğimiz zaman o harekete geçer, kabanr... "(Hacc, 5) ayetidir. c) Bu, : "Şimdi içmekte olduğunuz suyu söyleyin bana? Onu bulutdan siz mi indirdiniz, yoksa indiren Biz miyiz "(vakı'a, 68-69) ayetidir. Bu ayetteki istidlalin takdiri şöyledir: 1) Tabiatı icabı su ağırdır. Ağır cismin, tabiatı aksine, yükselmesi, onun tabiatına galib gelen, özelliğini boşa çıkaran ve tabiatı icabı aşağı inen bir şeyi yükselten kahir bir kudretin bulunmasını gerektiren bir iştir. 2) Suyun zerreleri dağılmasından sonra biraraya gelmiştir. 3) Su zerrelerini rüzgar harekete geçirmiştir. 4) Su zerreleri, ihtiyacı olan suya susamış yerlere inmiştir. Bütün bunlar haşrin olabileceğine delalet eder. Ağır olan şeyin yükselmesine gelince, bu onun tabiatının değişmesinden dolayıdır. Bu caiz olunca, su ve toprağın karışımından hayat ve rutubetin çıkması niçin caiz olmasın? İkinci hususta, Cenab-ı Allah, su zerrelerinin dağılmasından sonra onları biraraya getirmeye kadir olunca, insan bedenlerinin topraktaki cüzlerini biraraya getirmesi niçin caiz olmasın? Rüzgarların su zerrelerini harekete geçirmesi hususunda, Cenab-ı Hak, aynı cins parçaların bir kısmını bir kısmına birleştiren rüzgarları hareket ettirmeye kadir olunca, burada bu (haşr ve neşr) niçin caiz olmasın? İnsanların ihtiyacından dolayı Cenab-ı Allah'ın bulutları yaratması hususuna gelince, burada da, hakettikleri sevab ve cezaya ulaşmaları için, mükellefleri bir kere daha yaratmaya daha çok ihtiyaç vardır. Allahü teâlâ, Kur'an'ın bir başka yerinde bu delili ifade etmiştir. Meselâ, A'raf sûresinde; "Şüphesiz ki Rabbiniz gökleri ve yeri günde yaratan, sonra 'Arşa istiva eden Allah'dır. Kendisini durmadan kovalayan gündüze, geceyi O büyüyüp örter. Güneşi ayı ve yıldızlan hepsini (emrine) musahhar olarak (yaratmıştır). Haberin olsun ki yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. Alemlerin Rabbi olan Allah'ın şanı ne kadar yücedir. Rabbinize yatvara yakara gizlice dua edin. Allah haddi aşanları sevmez, iyi bir hale getirildikten sonra yeryüzünde fesadcılık etmeyin. Allah'a korkarak ve umarak dua edin. Şüphe yok ki iyi hareket edenlere (muhsinlere) Allah'ın rahmeti çok yakındır "(A'raf, 54-56) buyurarak tevhid delilini zikrettikten sonra, şöyle buyurarak da haşrin delilini zikretmiştir: "O (Allah) rahmeti (olanları yağmur)'un önü sıra rüzgarı müjdeci gönderendir. Nihayet bu rüzgarlar, ağır ağır bulutlan kaldırıp yüklendiği zaman, (görürsün ki) biz onlan ölü bir beldeye sevketmişizdir. Derken oraya sa indiririz de orada hertüriü meyve (ve mahsul) çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkartıp (dirilteceğiz). Belki (bunları) iyice düşünüp ibret alırsınız "(Araf, 57). d- Bu: "Şimdi bana (yeşil bir ağaçtan), yakmakta olduğunuz ateşi söyleyin bakayım. Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa onu yaratan Biz miyiz ?"(Araf. 71-72) ayetidir. Bu ayetteki istidlal şekli şudur: Ateş yükselir, ağaç ise aşağı doğru düşer; Keza ateş latifdir, ağaç ise kesifdir; ateş nuranidir (aydınlatıcıdır) ağaç ise zulmânî (karanlık)dir; ateş yakıcı ve kurudur, ağaç ise soğuk ve nemlidir. Cenab-ı Hak ağacın içinde bu nurani, ateş parçalarını tuttuğuna göre, onun kudreti bu birbirine zıd olan iki şeyin arasını bulmuştur. Cenab-ı Allah bundan aciz olmadığına göre, canlıları terkib edip biraraya getirmekten nasıl aciz olur? Allahü teâlâ bu delili Yasin sûresinde şu şekilde zikretmiştir: "O, yeşil ağaçtan sizin için ateş yaratandır " (Yasin, 80). Bil ki Cenâb-ı Allah bu sûrede su ve ateşin durumunu, Neml suresinde ise şu ayetle havanın durumunu zikretmiştir.-' "Yahud o kara ve denizlerin karanlıkları içinde sizin yolunuzu buldurmakta, rahmetinin önü sıra rüzgarları müjdeci göndermekte olan (Allah) mı? Allah ile beraber bir (başka) tanrı ha...? Allah onların, koştukları ortaklardan çok yüce ve münezzehdir. Yahud halkı daima yaratmakta olan, sonra onu yeniden diriltecek olan ve sizi gökten, yerden rızıklandıran (Allah) mı? Allah ile beraber bir (başka) tanrı ha? De ki: Eğer (Allah'a ortak koşmada) sadık iseniz haydi getirin delilinizi "(Neml, 63-64). Allahü teâlâ, yeryüzünün durumunu da Hacc sûresinin 5. âyetinde zikretmiştir. Sanki Hak Teâla, bütün durumları ile dört unsunun(su, hava, ateş, toprak), haşr ve neşrin mümkün olduğuna şehadel ettiklerini açıklamıştır. Hasrın mümkün olduğuna delalet eden delillerin ikincisi Cenab-ı Allah'ın şöyle buyurmasıdır:"İlk önce yaratmaya kadir olan Ben, yeniden diriltmeye haydi haydi kadirim '. Bu delilin izahı, aklen zahirdir. Cenab-ı Hak bu delili, Kur'an'ın birçok yerinde zikretmiştir: Mesela, Bakara sûresinde. "Allah'ı nasıl olup da inkâr ediyorsunuz? Halbuki siz, ölü iken, sizi o diriltti. Sonra sizi yine o öldürecek, tekrar sizi O diriltecek ve nihayet (haşirden) sonra yine yalnız O'na döndürüleceksiniz " (Bakara. 28) ayeti; İsrâ sûresinde: "O (kâfirler) dediler ki: Biz bir yığın kemik, kırıntı ve döküntü (halinde bir toprak) olduğumuz vakit mi, hakikaten biz mi yeni bir yaradılışla diriltileceğiz." Onlara de ki: Gerek bir taş, gerek demir (gibi) olun, yahut aklınızda, içinizde büyüttğünüz herhangi bir mahlûk olun." (mutlaka diriltileceksin!?" Onlar, "O halde bizi kim (diriltip) geri çevirecek?" diyecekler. Sen de de ki: "Sizi ilk defa yaratmış ola (Allah)...." (isra, 49-51) ayeti; Ankebut suresinde: "Allah yaratmaya nasıl başlıyor, sonra onu (öldükten) sonra nasıl (diriltip) geri çeviriyor..."(Ankebut, 19) ayeti; Rum suresinde: "O (Allah önce mâhlukatı yaratıp, sonra onları tekrar (diriltip) iade edecek olandır. Ki bu, O na pek kolaydır" (Rum. 27) ayeti ve Yasin sûresinde: "De ki onu ilk defa yaratmış olan diriltecektir "(Yasin, 79) ayeti gibi... Üçüncü bir çeşit olarak Cenab-ı Hak, haşre kadir olduğuna gökleri yaratmaya kadir oluşunu delil getirmiştir.Bu husus da ayetlerde yer almıştır. Mesela, İsra suresinde: "Onlar gökleri ve yeri yaratan Allah'ın kendileri gibilerini de yaratmaya kadir olduğunu görmüyorlar mı?"(isra, 99) ayeti; Yasin sûresinde; "Gökleri ve yeri yaratan Allah, onlar gibi insanları yaratmaya kadir değil midir? Elbette kadirdir. O, (bütün kâinatı) yaratan, (herşeyi) bilendir "(Yasin, 81 ) ayeti; Ahkâf sûresinde: "Onlar halâ şu hakikati anlamadılar mı ki gökleri ve yeri yaratmış, onları yarattıktan dolayı yorulmamış olan Allah, ölüleri de diriltmeye kadirdir. Evet O, herşeye elbette kâdirdu "(Ahkâf, 33) ayeti; Kâî sûresinde "Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz zaman mı (tekrar diriltileceğiz). Bu uzak bir dönüşdür. Toprak, onlardan neleri (yiyip) eksiltmiştir, Biz muhakkak biliriz. Yanımızda da (herşeyi) muhafaza eden bir kitab vardır. Hayır, onlar, kendilerine hak gelince, onu tekzib ettiler. Şimdi onlar şaşırmış bir haldedirler. Üstlerindeki göğe bakmadılar mı, onu nasıl bina ettik. Onu (yıldızlarla) nasıl süsıedik. Onun hiçbir gediği de yoktur. Yervüzüne de (bakmadılar mı?) Onu nasıl döşedik, ona (nasıl) boyduk. Onda her türün, İçe ferahlık veren (güzel) çiftlerini bitirdik. Biz (bunları), bize taata yönelen her kulun kalb gözünü açmak ve ona ibret vermek için (yaptık). Gökden de bereketli yağmurlar İndirdik ve onunla bahçeler, biçilecek taneler bitirdik. Ve tomurcuklan birbiri üstüne binmiş uzun boylu hurma ağaçları (yetiştirdik). Ki (bunlar), kullarına rızık olmak için (yaratilmışlardır). Biz o yağmurla ölü bir memlekete can verdik. İşte (kabirlerden) çıkış (diriliş de) böyledir "(Kaf, 3-11) ayeti ve bundan biraz sonra gelen: "Yâ biz, ilk yaratışta acz mi gösterdik ki (tekrar diriltemeyelim.) Hayır, onlar bu yeni yaratıştan şüphe ediyorlar " (kaf, 15) ayeti gibi... Dördüncü bir çeşit olarak, Cenab-ı Hak, hasrın olacağına, iyilik yapanın mükafaatlandırılmasının isyan edenin azablandırılmasının ve bunların birbirinden ayırdedilmesinin gerekli olduğunu delil getirmiştir. Mesela, Yûnus süresindeki: "Hepinizin dönüşü ancak O'nadır. Allah (bunu size) bir gerçek olarak va'd etmiştir. Mahlukatı ilk defa dirilten, sonra iman edip salih amellerde bulunanlara adaletiyle mükâfaat vermek için (yine kendisine) geri çevirecek olan şüphesiz ki O'dur " (Yunus; 4) ayeti; Tahâ süresindeki "Kıyamet muhakkak kopacaktır. Ben onun vaktini hemen açıklayasım geliyor ki herkes neye çalışıyorsa kendisine onunla karşılık verilmiş olsun " (Taha, 15) ayeti ve Sâd süresindeki "O göğü, yeri ve bunların arasındaki herşeyi Biz boşuna yaratmadık. Bu, o kâfirlerin zannıdır. Bu yüzden kâfir olanlara cehennemde helak vardır. Yoksa biz, imân edip sâlih ameller işleyenleri, yeryüzünde fesadçıkaranlar gibi mi sayacağız? Yahud muttakileri, doğru yoldan sapanlar gibi mi kabul edeceğiz" (Sad, 27-28) ayeti gibi... Beşinci bir çeşit olarak, Cenab-ı Allah, haşr ve neşrin olacağına, daha dünyada iken ölüleri diriltmesini delil getirmektedir. Mesela, Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'ı hiç yoktan yaratması ve şü ayette bahsettiği Bakara Kıssası gibi: "Onun için biz; "O (öldürülen adama), (Kesilen ineğin bir) parçasıyla vurun." demiştik. (Onlar vurunca, Öldürülen adam dirilmişti.) İşte Allah, böylece ölüleri diriltir. "(Bakara. 73). Ve mesela, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)ın "Ey Rabbim, ölüleri nasıl diriltiyorsun?" (Bakara, 260) ayetindeki kıssası; "Yahud o kimse gibisini (görmedin mi) ki binalarının çatılan çökmüş, duvarları üstüne yıkılmış bir kasabaya uğramış..." ayetindeki mesele; Yahya ve İsa (aleyhisselâm)'nın kıssaları gibi... ki Allah bunların olabileceğine, hasrın olabileceğine dair delilinin aynısı ile istidlal ederek: "Andolsun ki Ben, seni, sen hiçbir şey değilken yarattım "(Meryem, 9) buyurmaktadır. Ashab-ı Kehf'in kıssası da bu çeşittir. Bundan dolayı Cenâb-ı Allah: "Allah'ın vaa'dinin hak olduğunu ve Kıyametin kopacağında şüphe olmadığını bilsinler dîye... "(Kehf, 21) buyurmuştur. Eyyub (aleyhisselâm) un kıssası da bu çeşittir. Bu hususta Cenab-ı Allah: "Biz ailesini ona verdik "(Enbiya, 84) demiştir. Bu ayet, Cenab-ı Hakk'ın, Hazret-i Eyyübün ailesini, ölümlerinden sonra, yeniden dirilttiğine delalet eder. Cenab-ı Allah'ın, (Hazret-i İsa(aleyhisselâm)'nın bir mucizesi olarak, onun eliyle ölüleri diriltmesi de bu çeşittendir. Cenab-ı Hakk'ın: "Ben (İsâ), ölüleri diriltiyorum (Âl-i İmran. 49) ve: 'Hani Sen (Ey İsa), benim iznimle çamurdan bir kuş suretinin benzerini tasarlıyordun, içine ütlüyordun da Benim iznimle bir kuş oluveriyordu "(Ma'ide, 110) ayetleri bununla ilgilidir.Şu ayet de bu çeşittendir: "İnsan, daha evvel, o hiçbirşey değilken, onu hakikaten Bizim yarattığımızı düşünmez mi?"(Meryem. 68). İşte bu, Cenâb-ı Allah'ın haşrin olacağına dair, Kur'an-ı Kerim'de zikrettiği delillerin asıllarına işarettir. Eğer Allahü teâlâ dilerse, herbirinin ayrı ayrı derinlemesine tefsiri sıra o âyetlere geldikçe yapılacaktır. Sonra Allahü teâlâ, Kur'an'da haşr ve neşri inkâr edenlerin kâfir olduklarını açıkça belirtmiştir. Bunun delili: "O, kendisine zulümde devamlı ve (kâfir) olarak bağına girdi ve dedi ki: Bu bağın helak olacağını hiç zannetmiyorum. Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. (Bununla beraber), eğer ben Rabbime döndürülüp götürülürsem, yemin olsun ki bundan daha iyisini (orada da) bulurum." Arkadaşı ona cevaben, "Seni topraktan yaratan Allah'ı inkâr mı ediyorsun?" dedi "(Kehf, 36-37) ayetidir. Hasrı ve neşri inkar edenlerin, inkarlarının gerekçesi şudur: Birşeyin var oluşu, onun mümkinü'l-vucûd olduğunu gösterir. Çünkü onun meydana gelmesi imkansız olsaydı, birinci defada meydana gelmezdi. Madem ki birinci defada meydana gelmiştir, öyleyse, biz onun mümkinü'l-vucûd olduğunu anlarız. Şayet bunu, Allah'ın meydana getirmesi doğru olmasaydı bu, haddizatında varlığı caiz olan şeyi icad etmeye kadir olamadığı için, ya Allah'ın -haşa- aczine veya cehline delalet ederdi. Çünkü mükelleflerden herbirinin beden parçalarını diğerlerinin beden parçalarındanayırdetmesi imkansız olmuştur. Allah'ın âciz ve cahil olduğunu söylemekle de nübüvveti isbat etmek doğru olmaz, böylece de bu kesinkes küfrü gerektirir. Allah en iyi bilendir. Cennet ve Cehennemin Mevcut Olmaları Bu ayetler (Bakara 24-25), cennet ve cehennemin yaratılmış varlıklar olduklarını açıkça gösterir. Cehennemin yaratılmış olduğuna, Allah'ın onun hakkında O, Kafirler için hazırlanmıştır " buyruğu (Bakara. 24) delalet eder. Bu ayet, cehennemin yaratılmış olduğunu göstermede de sarihdir. Cennetin yaratılmış olduğunu, Cenab-ı Allah'ın, bir başka ayette "O, muttakiler için hazırlanmıştır, (Âl-i İmran 133) buyurması gösterir. Bir de Allahü teâlâ buradaki ayette, "İman eden, bir de güzel amellerde bulunan kimselere, altlarından rmaklarakan cennetlerin onların olacağını müjdele "(Bakara, 25) buyurmuştur. Bu ayet, mü'minlerin cennete malik olduklarını haber vermektedir. Şu anda bulunan mülkiyet, yine şu anda kendisine malik olunan şeyin mevcud amasını gerektirir. Bu nedenle, bu ayetler, cennet ile cehennemin, şu anda yaratılmış olduklarına delalet ederler. Cennet Ni'metleri Bütün lezzetler şunlarda toplanmıştır: Evde, yiyecekte ve evlilikde. Bu sebeble Cenab-ı Allah sözü ile, yiyeceği sözü ile, evliliği ise sözü ile belirtmiştir. Sonra bu şeyler meydana gelip, bu şeylere kaybolacakları korkusu bitişince, bu şeylerden nimetlenme arzusu kederli bir hal alır. Şöylece Cenâb-ı Hak, bu korkunun cennetliklerden zail olup gittiğini beyan ederek "Ve onlar orada ebedî olarak kalındırlar" buyurmuştur. Bu sebeple bu ayet, nimet ve sürürün tam ve mükemmel olduğunu göstermektedir. Şimdi ise, ayetlerin lafızlarını teker teker ele alıp inceleyelim. Cenâb-ı Hakk'ın ayeti hakkında birkaç soru vardır. a) Bu emir neye atfedilmiştir? Buna birkaç yönden cevap verilir: 1) Atfın dayandığı şey emir değildir ki, kendisine atfedileceği benzeri emir ve nehiy araştırılsın.. Burada atf ile kendisine dayanılan, müminlerin sevablarını vasfeden bir cümledir; bu nedenle bu cümle, kâfirlerin cezasını vasfeden bir cümleye matuftur. Nitekim, Zeyd, hapsolunma ve döğülmekle cezalandırılacak; Amr'a da afvolunduğunu ve salıverildiğini müjdele" dersin.. 2) Bu cümle cümlesine atfedilmiştir. Nitekim sen, "Ey Temîm oğulları, işlediğiniz cinayetin cezasından korkun; ey falanca, Esedoğullarını da, onlara olan ihsanımla müjdele" dersin. 3) Zeyd İbn Ali “” lâfzına atfederek, meçhul sîgasıyla (......) şeklinde okumuştur. b) Cenâb-ı Hakk'ın "müjdele!" sözüyle emredilen kimdir? Bunun cevabı şudur: Bu emredilenin Hazret-i Peygamber ve herkesin olmast, mümkündür. Nitekim Hazret-i Peygamber "Gecenin karanlığında mescidlere giden kimseleri, kıyamet gününde kusursuz bir nûr ile müjdele " Ebû Davul, Salât. 49 (1/154) buyurmuş, bu, herkese verilmiş bir emirdir. Bu açıklama son derece güzel ye uygundur. Çünkü bu açıklama, büyüklüğü ve yüceliğinden müjdeyi, müjdelemeye gücü yetecek herkesin vermesinin uygun olduğunu bildirir. c) Müjde nedir? Bunun cevabı şudur: (müjde), sevinci ortaya çıkaran bir haberdir, işte bundan ötürü fukahâ şöyle demiştir: Bir adam, kölesine, "Bana .sizden hanginiz falancanın geldiğini müjdelerse, o hürdür." dese; köleleri de teker teker bu müjdeyi verse, onlardan en önce müjdeyi vermiş olan azad edilir; çünkü sevinci temin eden, o ilk kölenin haberidir; eğer kölenin sahibi, "kim bana müjde verirse..." değil de, "kim bana haber verirse" demiş olsaydı, o zaman haberi veren bütün kölelerin azad edilmesi gerekirdi, zira onların hepsi bu haberi vermişlerdir. Cilt için kullanılan ve, sabahın ilk ışıklarım ifade-eden kelimeleri de aynı köktendir. Cenab-ı Hakkın, "Onları elim bir azab ile müjdele" (Al-i İmran, 21) sözüne gelince, bu ifade kendisiyle, istihza edilenle şiddetli bir istihzada bulunma, kastedilen söz nevinden bir sözdür. Nitekim insanın, düşmanına "Müjde; çotuğun çocuğun öldürüldü, malın yağmalandı!" dediği gibi... İman ve Âmel-i Salih "İman ve amel-i salih işleyen kimselere altlarından ırmaklar akan cennetler vardır " (Bakara, 25) lâfzına gelince, burada birkaç mesele vardır: İman-Amel Münasebeti Bu ayet, amellerin imana dahil olmadığına delalet eder. Çünkü Cenâb-ı Allah bu ayette imanı zikredip, sonra da amel-i salihi ona atfettiği için, bu durum ikisinin birbirinden farklı ve ayrı oluğunu göstermiştir. Böyle olmasaydı, tekrar olmuş olurdu ki, tekrar da aslın hilafına bir şeydir. İkinci Mesele Bazı alimler, ayeti zahirine hamlederek şöyle demişlerdir: "Her iman edip salih amel işleyen kimseye cennet vardır..." Ona, "İmanedip salih amel işleyen; sonra da kâfir olan kimse için ne dersin?" denildiğinde, o, Bu imkansızdır, çünkü iman ve taat, daimi bir sevaba müstahak olmayı; ir de devamlı bir azaba müstehak olmayı gerektirir; bu ikisinin bir arada bulunması ise imkansızdır. Yine, amellerin boşa çıkmasına hükmetmek de ansızdır. Geriye, sizin olmasını tasavvur ettiğiniz takdiriniz ve sayımınızın imkansız olduğunu söylemekten başka bir yol kalmaz" der şöyle devam eder: "Biz amellerin boşa çıkmasının imkansız olduğunu, birkaç sebepten dolayı söyledik: a) Hakedilen iki şey, ya birbirlerine zıddır, veya değildir. Eğer zıd iseler, sonradan olanın meydana gelmesi, mevcut olanın gitmesine bağlıdır. Mevcut olanın gitmesi, eğer sonradan gelenin gelmesi sebebiyle olursa bir devir lazım gelir ki, bu da imkansızdır. b) İki taraf ararasında zıtlık bulunmaktadır. Bu sebeple, sonradan olanın gelmesinden ötürü, mevcut olanın gitmesi; mevcut olanın kalmasıyla sonradan olanın savuşturulmasından daha evla değildir. Bu durumda, ya her ikisi bir anda bulunurlar ki, bu imkansızdır veya birbirleriyle mücadele ederler; böylece amellerin boşa çıktığını söylemek imkansızdır. c) Hakedilen iki şey, ya birbirlerine denktirler veya önce olan daha çok veya daha azdır. Eğer birbirlerine denk iseler, meselâ, on derece sevap hak edildi buna karşılık, on derece de ceza meydana geldi denilmesi gibi ; bu durumda, deriz ki, hak edilen her bir derece ceza, hak edilen her bir derece sevabı götürür. Böyle olunca da, bu parçanın şu parçayı götürmesi taasusundaki tesiri, onun beriki ve öteki parçayı götürme hususundaki tesirinden daha evla değildir. Sonradan meydana gelen bu cüzlerden her birinin, önceden meydana gelen cüzlerden her birini giderme hususunda müessir olmasına gelince, bu durumda her illetin bir çok ma'lulü, her ma'lülün de müstakil birçok illeti bulunması gerekir ki, bütün bunlar imkansızdır. Veya bir tahsis edici olmadan, sonradan olan cüzlerin herbirisinin mevcut olandan birisine hâs olması gerekir ki, bu da imkansızdır; çünkü müreccih olmadan mümkinin iki tarafından birinin diğerine üstün gelmesi imkansızdır. Eğer önce olan daha çok olursa, sonradan meydana gelen, ancak mevcut olanın cüzlerinden bir kısmını götürür, izale eder. bu durumda da, mevcut olanın cüzlerinden bir kısmının sonradan olafila zail olması, diğer cüzlerinin zail olmasından evla değildir. Bütününün zail olmasına gelince, bu da İmkansızdır, çünkü zail olan ancak nakısla zail olur. Veya bir tahsis edici olmadan onun bir kısmının zail olması gerekir ki, bu da imkansızdır. Veyahutta ondan hiç bir şey zail olmaz ki, elde edilmek istenen netice de budur. Ve yine sonradan meydana gelen, mevcut olanın cüzlerinden biı kısmını izale ederse, bu durumda sonradan olan ya durur ya da zail olur Sonradan olanın duracağını hiç kimse söylemez. Onun zail olacağına dair hüküm vermek de yanlıştır. Diğerinin zail olmasında bu ikisinden her birinir tesiri ya beraberce olur, veya sırayla olur. Birinci durum yanlıştır, çünkü izale eden şeyin, izale ettiği esnada mutlaka bulunması gerekir. Şayet zail olar iki şey ayni anda bulunursa, iki izale eden de ayni anda bulunur. Bu durumd; da, bu iki şeyin yok oldukları esnada mevcut olmaları gerekir ki, bu di imkansızdır. Eğer sırasıyla olursa, üstün gelinilen şeyin galibiyyet vasfın, haiz olması imkansızdır. Önce olanın daha az olması durumuna gelince, öncı olanın, sonradan olanın cüzlerinden bir kısmını gidermede müessir olmas gerekir ki, bu da imkansızdır. Çünkü sonradan olan şeyin cüzlerinin tamamı giderilebilir. Bunun bir kısmının giderilmesi, müreccih olmaksızın bir terci' olur ki, bu da imkansızdır. Tamamının izale etmede müessir olma halindeyse, , bir malûl üzerinde müstakil birçok illetlerin bulunması gerek ki, böylece de bütün bu akli izahlar sayesinde, amellerin boşa çıkacağın dair hüküm vermenin bozukluğu ortaya çıkmış olur." Bu durumda, İki türlü cevap şekli ortaya çıkar: a) Bu, ölümü göz önünde bulunduran kimsenin görüşüdür. Buna gör imanın bulunmasının şartı, ölürken kâfir olarak ölmemektir. Eğer kişi, kâf olarak ölürse, onun o ana kadar yapmış olduğu bütün şeylerin küfür olduğun anlamış oluruz. Bu ise, zahirine itibar edilmemesi gereken bir görüştür. b) Kul, ne taatine karşı bir sevaba; ne de günahına karşı herhangi bir cezaya, aklî ve vacib olan bir istihkakla, müstehak olmaz. Bu Ehl-i Sünnet görüşü ve bizim de tercihimizdir. İşte ancak bu görüş ile, karanlıklarda kurtulunabilir. Cennet Anlayışında Mu'tezile'nin Farklı Görüşü Mu'tezile, itaat etmenin sevabı gerektirdiğini öne sürmüştür. Çünkü, Cenâb-ı Hak müminleri cennetle müjdelediği sırada, müminler için müjdelenen cennet mükâfatı henüz fiilen vaki değildi. Bu manaya hamletmek mümkün olmayınca, ayeti, ileride gerçekleşecek mükâfata hak kazanmaya hamletmek gerekir; çünkü, vaki olabilecek bir şeyden, vaki olmuş gibi bahsetmek bir mecaz olup caizdir. Cennetin Dildeki Manası Cennet, dalları birbirine girmiş, kesif, gölgeli ağaçlardan ve hurmalıklardan meydana gelmiş bir bahçedir. "Cennet" lafzının manası, örtmekanlamındadır. Buna göre, sanki o, sıklığından ve gölgeliğinden ötürü, bir şey bir şeyi örttüğünde Arabların söylediği (onu örttü, bürüdü) fiilinin masdanndan "masdar binâ-i merre" (işin kaç kere yapıldığını gösteren masdar) olan "cennet" lafzıyla isimlendirilmiştir. Sanki cennet, ağaçlarının çok sıklığından dolayı, tek bir örtü gibidir. Ahiret de, kendisinde cennetler bulunduğu için, cennet diye adlandırılmıştır. Eğer, "cennetler niçin nekre (belirsiz); nehirler ise ma'rife (belirli) getirilmiştir?" denilirse, buna cevaben deriz ki: Cennet, mükâfat yurdunun tamamının adıdır; bu yurt, mükafata hak kazanmış olanların derecelerine göre tertib edilmiş, bir çok cenneti ihtiva etmektedir:mükafata hak kazanmış her tabakadaki insan için, bu cennetlerden bir cennet vardır. "Nehirler"in, ma'rife oluşuna gelince, bununla nehir -cinsi murad edilmiştir. Nitekim, muhatabın bilgisi dahilindeki cinslere işaret edilerek; "Falancanın, içinde akan sular, incir ve üzüm bulunan bir bahçesi vardır" denilir. Yahutta, elif lam ile, şu ayette zikredilen nehirlere işaret edilmektedir: "O cennette, hiçbir vasfi bozulmayan sudan nehirler ve tadı değişmeyen sütten ırmaklar bulunmaktadır" (Muhammed, 15). Cennet Meyveleri ile Dünya Meyvelerinin İlgisi Cenâb-ı Hakk'ın "Her ne vakit rızıklandırıldıklarında... " ifâdesine gelince, aynı şekilde bu, âyette geçen ctâr lafzının sıfatıdır veya mahzûf bir mübtedanın haberidir, yahutta müste'nef bir cümledir. Müste'nef olmasının sebebi şudur: Onlar için cennetler vardır denilince, bunu duyan kimsenin hatırına bu cennet meyvelerinin dünya meyvelerine benzeyip benzemediği hususu gelir. Burada birkaç soru vardır: a) Âyette geçen (......) lâfzının terkibdeki yeri nedir? 1) Bu tıpkı, "Her ne zaman bahçenden bir nar yediğimde, sana teşekkür ettim" demen gibidir. Buna göre, (......) kelimesinin ayetteki yeri senin, (......) sözünün yeri gibidir. Bu sebepte, âyette yer alan lâfızlarındaki her iki (......) de, ibtitâ lilgâye (başlangıç ifade eden min)'dir; çünkü, rızık, cennetten baştamıştır. Cennetteki rızıkda, meyveden başlamıştır. Bu açıklamaya göre "meyve"den murad, tek bir elma veya tek bir nâr değildir. Burada murad edilen, tam aksine herhangi bir meyve nevidir. 2) "Sen arslansın!" anlamını murad ederek, "Senden bir arslan gördüm" sözündeki gib, lâfzının beyâniyye olmastdır. Bu açıklamaya göre, lafzıyla meyvelerin nevi veya tek bir meyvenin murad edilmesi doğru olur. b) "Şu anda rızık olarak bize verilen şey, daha önce bize verilen şeydir " demeleri nasıl doğru olur? Bu soruya şu cevabı veririz: Bunlar adet bakımından farklılık arzetseler de, mahiyet itibariyle aynı oldukları için, "bu şudur" demeleri, mahiyet bakımından doğru olmuştur. Çünkü tür birliğine, zatlardaki çokluk ters düşmez; işte bu sebepten dolayı, babasına son derece benzeyen oğul için Arablar, "O, tıbkı babasıdır" derler. c) Bu ayet, cennetliklerin, cennette kendilerine verilen rızkı, bundan önce kendilerine verilen bir başka rızka benzettiklerine delalet eder. Bu durumda, kendisine benzetilen şey, dünya rızıklarından mıdır, yoksa cennet azıklarından mıdır? Bu soruya, iki şekilde cevap verilebilir: 1) Bu, dünya rızıklarındandır. Buna da iki husus delalet eder. Birinci husus: İnsan, alışılmış şeylere kendini daha yakın ve kendince silinen şeylere daha mütemayil hisseder. Alışkın olmadığı bir şeyi gördüğünde, insanın ruhu ondan kaçar; sonra daha önce tanıdığı ve bildiği şeyler cinsinden bir şey elde edip, onu daha önce yakınlık kesbetmiş olduğu peylerden daha kıymetli görürse, onun neşesi çoğalır, sevinci artar. Buna göre, cennet ehli dünyadaki narları görüp, sonra o narı ahirette de görerek, cennetin narını dünyadakilerden daha güzel ve daha kıymetli bulduklarında, onların bu âhiret narından elde ettikleri sevinç, dünyada bir şeyi müşahade etmeleriyle elde edilen sevinçten daha fazla ve yoğun olur. İkinci husus: Cenâb-ı Hakk'ın (......) sözü, bütün kerreleri, böylece ilk kerreyi de içine alır. Buna göre, onlar için daha ilk defada, bu, "bu daha önce rızıklandırıldığırnız şeydir" demeleri gereken cennet rızıklarından bir şeyle rızıklandırılmış olmaları söz konusudur. Halbuki, bu ilk kerreden önce onlara cennet rızıklan verilmemiştir ki, bunu ona benzetebilsinler!.. Bu sebeple, bunun dünya rızıklarına hamledilmesi vacib olmuştur. 2) Müşebbehinbih yani kendisine benzetilen şeyin, yine cennet rızkı olmasıdır. Bundan maksat, cennet ehlinin rızıklarının birbirine benzemesidir. Sonra ulemâ bu hususta meydana gelen benzerlik hususunda iki şekilde ihtilâf etmişlerdir: a- Cennetliklerin mükâfatlarının, gerek mikdar gerekse kalite bakımından daima eşit olduğu, bir fazlalık veya ziyadeliğin bulunmadığı... b- Görünüşteki benzerliktir. Buna göre, ikinci kerre verilen rızık, sanki birincisi gibidir. Nitekim Hasan-ı Basrî'den de böyle bir rivayet gelmiştir. Bu ikinci görüşte olanlar da kendi aralarında ihtilaf ederek, bir kısmı şöyle demiştir: Bu benzerlik görünüşte olduğu gibi, tadda da bulunmaktadır. Çünkü birisi, bir şeyden lezzet alıp ondan hoşlandığında, canı ancak o şeyin aynisin' ister; ona, her yönden öncekine benzeyen birşey verildiğinde, bu son derece lezzetli ve hoş olur. Bir kısmı ise, şöyle demiştir: Her ne kadar renk bakımından bir benzerlik söz konusuysa da, ancak, o rızık tad bakımından farklıdır. Nitekim Hasan-ı Basri şöyle demiştir: Cennettekilerden birisine bir tabak rızık getirilir ve onu yer. Sonra diğer tabak getirilince o kimse bunun üzerine "bu, bize daha önce getirilen şeyin aynisi" deyince, tabağı getiren melek "Yemene bak! Renkleri aynıysa da tadları değişiktir" der. Âyet hakkında, mutasavvıfların söyledikleri üçüncü bir görüş bulunmaktadır. Bu da şudur: Mutluluğun tamamı, ancak Allah'ın zâtını sıfatlarını ve kerübiyyûn, melekleri, ruhani melekler, ruhlar tabakasıyla gökleı alemi vasıtasıyla meydana gelen fiillerini bilmektedir. Netice olarak, insan ruhunun kudsi alemin karşısındaki bir ayna gib olması gerekir. Sonra bu bilgiler dünyada meydana gelir, ancak bu bilgilerle tam bir lezzet ve sürür elde edilemez; çünkü bedenî ilgiler bu tür lezzet ve mutlulukların meydana gelmesine mani olurlar. Bu engeller ortadan kalkınca, en büyük saadet ve en güzel hat meydana gelir. Netice olarak, ölümden sonre taddığı her ruhani saadet hakkında insan der ki: "Bu, ben dünyada iken de tattığım bir saadettir." Bu da ahirette meydana gelecek nefsani kemâlata işarettir ki onlar dünyada da mevcuttur. Ne varki onlar dünyada, bu tür lezze ve sevinci ifade etmemişlerdir. Ahirette, engeller kalkınca, onlar böylesine lezzet ve sevinci ifade etmişlerdir. Ve o rızık birbirinin benzeri olmak üzere kendilerine sunulacak" ayeti ile ilgili iki soru vardır: 1) (......) sözündeki "hû" zamiri neye racidir? Cevab: Eğer biz, "Müşebbehün bih dünya rızkıdır" dersek, zamir, dünya ve ahirette verilmiş olan rızka raci olur. Yani "onlara cennette, cennet meyveleri verildi. Fakat bunlar öyle meyvelerdir ki dünyadakilere de benzemektedir." Yok eğer"müşebbehün bih yine cennet rızkıdır" dersek (......)deki zamir, cennetten rızık olarak verilen şeye raci olur. Yani cennette bu çeşit rızık onlara birbirine benzer biçimde verilmiş olur. 2) Cenâb-ı Hakk'ın (......) sözünün söz dizisindeki yeri nedir? Cevab: Cenâb-ı Hak, cennetliklerden, kendilerine verilen rızkın birbirine benzemiş olduğunu "Bu, daha önce bize rızık olarak verilendir, dediler" âyetinde nakledince Allah onları bu iddiallarında sözüyle doğrulamıştır. Cennetteki Eşler Cenâb-ı Hakk'ın "Orada onların temiz eşleri vardır." ayetindeki maksadı, onların bedenlerinin hayız, "istihâda" (hayız ve nifâsın dışında, bir mazeretten dolayı kan gelme hali), her türlü pislikten; kocalarının da her türlü kötü hasletlerden, hele hele kadınlara mahsus, kadınca hallerden temiz olmalarıdır. Biz (......) lâfzını hem kadınlara hem de erkeklere göre mânalandırdık, çünkü iki taraf da bazı hususlarda müşterektirler. Tasavvuf ehli şöyle demiştir: Bu, birkaç meseleye dikkat çekmenin gerekli olduğuna delalet eder: a) Kadın hayız olduğunda, Allah seni onunla cinsi münasebetten: "De ki o bir eziyyettir; o halde, hayız zamanlarında kadınlara yaklaşmayın "(Bakara, 222) sözüyle men etmiştir. Allah seni, kadının kusuru olmayan bir necasetten dolayı bu dünyada ona yaklaşmaktan men edince; cennetteki zevceler tertemiz olduğu zaman, mazur sayılmayacağın günah pislikleriyle lekelenmiş olduğun halde, o tertemiz kadınlardan seni men etmesi haydi haydi beklenebilir... b) Helâl yoldan şehvetini teskin eden kimse, yıkanmaksızın, herkesin girmiş olduğu camiye giremez; öyleyse, haram yoldan şehvetini teskin eden kimse, ancak temiz olanların bulunduğu cennete nasıl girebilir? İşte bundan dolayı Cenab-ı Allah, Hazret-i Adem (aleyhisselâm) bir zelle (hata) işlediğinde onu cennetten çıkarmıştır. c) Şafii (radıyallahü anh)'ye göre, elbisesinde zerre mikdarınca pislik bulunan kimsenin namazı sahih olmaz. O halde kalbinde, dünyadan daha büyük olan günah pislikleri bulunan kimsenin namazı nasıl kapul edilebilir? Burada iki soru vardır: 1) Sıfat da mevsufu gibi çoğul getirilmeli değil miydi? Cevab: Bu iki kullanış da doğru bir kullanıştır. Nitekim, denildiği gibi, "Kadınlar yaptı" da denilir. Hamâse'nin şu beyti de bu kabildendir. "Bir de gördüm ki, bekâr genç kızlar dumanı yüzlerine peçe gibi örtmüşler, aceleyle tencereleri ateşin üzerine koymaya çalışarak, kızgın kül ve ateş üzerinde yemek pişirmeye uğraşıyorlar!." Buna göre mana, "temiz zevcelerden bir topluluk, gurup" olur. Zeyd İbn Ali, bu kelimeyi Ubeyd İbn Ömer de, aslı olmak üzere (......) şeklinde okumuşlardır. 2) (......) yerine (......) denilseydi ya? Cevab: lâfzında bir temizleyicinin onları temizlediği, bunun ise Allah'dan başkası olmadığını hissettirmek söz konusudur. Bu da, cennetliklerin durumunun yüceliğini ifade eder. Bu ifadeyle sanki, "Cenâb-ı Allah o pak zevceleri hassaten bu cennetlikler için süslemiştir", demek istenmiştir. Cennetin Ebedîliği Konusu "Ve onlar orada ebedi olarak kalıcıdırlar" ifâdesine gelince, Mu'tezile: "Burada ebedi kalış, ardı arası kesilmeyen devamlı kalmayı ve durmayı ifade eder" demiş ve buna, ayet ve şiirden deliller getirmiştir. Onların âyetten delili.' "Biz senden önce hiçkimseye ebedilik vermedik.Eğer sen ölürsen, onlar ebedi kalacaklar mı ki?"(Enbiya, 34) kavlidir. Cenâb-ı Hak bir kısım insanlara çok uzun ömür vermiş olmakla beraber, bu ayette (Enbiya, 34) insanlardan ebediliği nefyetmiştir. Menfi, müsbetten başkadır. O halde, ebedilik, devamlı kalmak anlamındadır. Mu'tezile'nin şiirden delili ise, İmriu'l-Kays'ın şu beytidir: "Korku içerisinde evlenmeyen, kederi az, ebedi bahtiyar olan kimseden başka, kimse o kadınlara lütufta bulunmaz." Bizim alimlerimiz ise, "Huld (ebedilik), ister devamlı olsun ister olmasın, uzun süre durma manasınadır " dediler ve buna ayetten ve örften şahid getirdiler. Âyetten delilleri "Orada ebedi kalıcı olarak"(Nisa, 122) ayetidir. Eğer "Ebedi" sözünün manası, " kelimesinin manasında bulunsaydı, âyette geçen sözü tekrar olurdu. Alimlerimizin örften getirdikleri delil ise, (falanca, falancayı uzun müddet (muhalleden) habsetti) denilmesidir. Bir de, vakıf senedlehne (Bunu, falanca muhalled (devamlı) olarak vakfetti) şeklinde yazılmış olmasıdır. İşte bu, huld lafzının, mükafaatın devamlılığına delalet edip etmediği meselesindeki sözdür. Başkaları da şöyle demişlerdir: "Akıl, cennetteki mükafaatın devamlı olacağını gösterir. Çünkü, akıl bunun devamlı olduğunu göstermeseydi, insanlar onun kesilebileceğini söylerlerdi. Böylece de mükafaatın kesilmesi korkusu, bu nimeti onların boğazında bırakırdı. Çünkü nimet ne kadar büyük olursa, o nimetin sona ereceği korkusu, o nisbette büyük olur. Bu da, cennetliklerin devamlı keder ve üzüntü içinde olmalarını gerektirirdi. Allahü teâlâ en iyi bilendir. |
﴾ 25 ﴿