29Yeryüzünde ne varsa hepsini siz (insanların faydasına) yaratan, sonra göğe yönelip de onları yedi gök halinde düzenleyen O (Allah)dır. O herşeyi hakkıyla bilendir". İşte bu, bütün mükelleflere şamil olan ikinci nimettir. Cenab-ı Allah'ın gözettiği bu tertib ne güzeldir! Çünkü, yer ile gökten fayadalanmak, ancak hayatın bulunmasından sonra olur. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak ilk önce, "hayat verme" işinden bahsetmiş, bunun peşinden gökleri ve yeri zikretmiştir. Hak Teâla'nın (......) sözüne gelince, bunun tefsiri: "Sizi yaratan Rabbinize ibadet ediniz "(Bakara, 21) ayetinde geçmişti. (......) sözüne gelince bu, lâzfından sonra zikredilmiş şeylerin dinî ve dünyevî hususlarda, bizim faydalanmamız için olduğuna delalet etmektedir. Dünyevî hususlardaki faydasına gelince, bu bedenlerimiz sağlıklı olsun, biz bir sebeple Cenâb-ı Hakk'a itaat etmeye güç ve kuvvet kazanalım diyedir. Dini husustaki faydalanmamıza gelince, bu şeylerle istidlal ve kıyasta bulunmaktır. Cenâb-ı Hak sözü ile, bütün faydalan kastetmiştir. Bu faydalardan bir kısmı, canlılar, bitkiler, madenler ve dağlarla ilgilidir. Bir kısmı da, insanların "istinbât" ederek, elde ettikleri bütün meslek.geçim vasıtaları ve sanatlarla ilgilidir. Cenab-ı Hak, bütün bunları ancak kendilerinden istifade olunsun diye yaratmıştır. Nitekim: "Ve, göklerdeki ve yerdeki şeyleri sizin emrinize vermiştir"(Casiye, 13) buyurmuştur. Böylece, sanki Cenâb-ı Hak, "Siz ölülerken, sizi dirilten Allah'ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Yine, Allah göklerde ve yerde bulunan herşeyi sizin için yarattığı halde, nasıl inkâra sapabiliyorsunuz?" demiştir. Veyahutda, "Allah sizin ölümünüzden sonra sizi dirilttiği halde, O'nun sizi yeniden yaratmaya (iade) dair kudretini nasıl inkâr ediyorsunuz? Bir de O, yerde ne varsa hepsini sizin için yaratmıştır; o halde sizi "iâde"den (yeniden diriltmekten) nasıl aciz olur? Sonra Cenâb-ı Hak bu faydaların tafsilatını, çeşitli sûrelerde söz konusu etmiştir nitekim; "Biz şarıl şarıl su akıttık" (Abese. 25) ve Nahl suresinin başlarında; "Davarları da sizin için yarattı."(Nahl, 5), buyurmuştur. Burada birkaç mesele vardır. Allah'ın Muayyen Maksatlar Gözetip Gözetmemesi 1) Alimlerimiz şöyle demişlerdir: Cenâb-ı Hak Subhânehu, herhangi bir maksattan dolayı bir iş yapmaz, çünkü böyle olsaydı, O kendisini bu gaye ile tamamlamış olurdu. Başkasıyla tamamlanmak isteyen, zatı itibariyle noksan demektir. Bu ise, Allah hakkında imkânsızdır. Şayet Cenâb-ı Hakk'ın fiili, kendisine değil de başkasına yönelik olan bir maksatla mu'allel (bağlı) dir denilirse, biz deriz ki, bu maksadın başkasına raci olması, Allah için, bu maksadın O'na raci olmasından daha evla mıdır, değil midir? Eğer evla ise, bu durumda Cenâb-ı Hak bu fiilden istifade etmiştir, böylece de zikredilen mahzur yeniden avdet etmiş olur. Eğer evla değilse, bu başkası için olan mezkur maksadın elde edilmesi, Allah için gaye olamaz. Böylece de, Allah o maksatta bir müessir olmaz, 2) Bir maksada mebni olarak bir iş yapan kimse, o fiil vasıta olmaksızın, o maksadı elde etmekten aciz olur. Allah için acizlik ise, imkansızdır. 3) Şayet Cenâb-ı Hak, bir maksada binaen bir iş yapmış olsaydı; bu maksat eğer kadim olursa, fiilin de "kıdem"i gerekir; eğer "muhdes" olursa, bu maksatta yapılan fiil başka bir maksattan ötürü yapılmış olur. Böylece de teselsül gerekir ki, bu da muhaldir. 4) Cenâb-ı Hak, şayet bir maksattan dolayı bir iş yapmışsa, bu maksat mükelleflerin maslahatlarını gözetmek amacı olur. Allah'ın bu fiili işlemesi buna bağlı olmuş olsaydı, O, kullar hakkında mefsedet olacak şeyi yapmazdı. Fakat, Cenâb-ı Hak, iman etmeyeceğini bildiği kimseyi mükellef tutmasıyla bunu yapmıştır. Sonra alimler Cenab-ı Hakk'ın âyetindeki 'Ancak bana ibâdet etsinler diye" (zariyat. 56) ayetindeki lâm hakkında konuşarak şöyle demişlerdir: Allahü Teâlâ herhangi bir kimsenin yapması halinde maksat gözeteceği bir işi yapınca sırf bu benzerlikten ötürü o işe "maksat" demiştir. "İbahiyye" Cenâb-ı Hakk'ın âyetini O'nun "küir'ü, "kûll" için yarattığına, bu sebeple herhangi bir şeyin yalnız bir kimseye ait olmayacağına delil getirmişlerdir. Bu zayıf bir görüştür. Çünkü Cenâb-ı Hak, 'külle" (istifade edilen bütün şeyler) "kûll" (bütün insanlar) ile mukabele etmiştir. Bu, ferde ferd ile mukabele edilmesini gerektirir. "Ta'yin" yani (istifade edilen şeylerin kimlere ait olacağını bildirmek)ise, ayrı bir delil ile elde edilir. Fakîhler (radıyallahü anh) ise bu ayetle şuna delil getirmişlerdir: "Eşyada aslolan ibahedir " (Mubah olmalarıdır ).Biz bunu, usûl-i fıkıhta açıklamıştık. Denildi ki bu ayet, toprağı yemenin haram olduğuna delalet eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, yerin kendisini değil, yeryüzünde bulunanları bize yaratmıştır. Birisi şöyle diyebilir: Kendisine, "yerdedir" denilebilen herşey, "yer" ismine dahildir. Böylece bu, hem yeri, hem de yerde olanları ifade etmektedir. Şüphe yok ki madenler de bu isme dahildir; yine çorak tuzlu arazi ile, ona benzeyen her toprak parçası "yer"in bir kısmıdır. Bir de, bir şeyi hassaten zikretmek, hükmü onun dışında bulunanlardan kaldırmaya delalet etmez. Cenâb-ı Hakk'ın âyeti, Allah'ın hiçbir şeye muhtaç olmamasını gerektirir. Aksi halde, bütün bu şeyleri başkası için değil de, kendisi için yaratmış olurdu. Allahü Teâlâ'nın Gökleri Yaratması Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra göğe yöneldi ayetine gelince bunda birkaç mesel vardır: "İstiva", Arabça'da "ayağa kalktı, dikeldi"anlamlarına gelir. Bunun zıddı ise, "eğrilmek, eğilmek"dir. Bu husus cisimlerin sıfatlarında olduğu için, Allahü Teâlâ'nın bundan, istivadan münezzeh olması gerekir.Bir de, ayette bunun yanlışlığına delalet eden cihet vardır. Çünkü Allah'ın ifadesi, terahi (geri kalma, sonralık)'yi gerektirir. Şayet "istivâ"dan maksat, bir mekanda yükselmek olsaydı, önce bu yükseklik bulunurdu; eğer önce, bu yükseklik bulunmuş olsaydı, o zaman bunun yerdekileri yaratmadan sonra olmaması gerekirdi. Ancak Cenâb-ı Hakk'ın âyeti, sonralığı gerektirir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, te'vil etmek gerekir. Bu te'vilin izahı şöyledir: İstiva, dosdoğru olmak demektir; sopa düz ve dosdoğru olduğu zaman denilir. Sonra, salıverilmiş ok gibi, başka bir şeye iltifat etmeksizin birisi, bir şeye yönelip dosdoğru onu kastettiği zaman, nür, İşte bu mânadan olmak üzere, Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifâdesi istiare olarak kullanılmıştır. Yani, "yerden sonra, semâyı yarattı; aralarına bir zaman koymadı; yeri yarattıktan sonra, başka hiçbir şeye yönelmeyip, doğrudan doğruya semaya yöneldi" demektir. Göğün Ne Kadar Vakitte Yaratıldığı Cenâb-ı Hakk'ın, "yeryüzünde bulunan bütün şeyleri sizin için yaratan, sonra da hemen semaya yönelen O'dur." ayeti, yine O'nun: De ki, gerçekten siz, yeryüzünü iki günde yaratanı inkâr ediyor, Ona ortaklar mı koşuyorsunuz? O alemlerin Rabbidir. Allah yeryüzünde, onun üzerinde kazık gibi dağlar yarattı. Orada bereketler yarattı. Orada, isteyenler için dört günde müsavi gıdalar takdir effi"(Fussilet, 9-10) ayetiyle tefsir edilmiştir. Şu manada ki, yerin yaratılması iki günde, rızıkların takdir edilmesi de diğer bir iki gündedir. Nitekim birisi, "Kûfe'den Medine'ye yirmi gün, Mekke'ye ise otuz gündür" diyebilir; o, bu ifadesiyle, bu mesafelerin toplamının "otuz gün" olduğunu kastetmiştir. Sonra Cenâb-ı Hak, diğer iki günde semaya yönelmiştir. Bunun, toplamı"Allah gökleri ve yeri altı günde yaratmıştır "(Hüd, 7) ayetinde buyurduğu gibi, altı gündür. Yer ve Gökten Hangisinin Daha Önce Yaratıldığı Tahiatçılardan bazıları, bu ayetin, yerin yaratılmasının göğün yaratılmasından önce "De ki, gerçekten, iki günde yeryüzünü yaratanı inkâr ediyor, O'na ortaklar mı koşuyorsunuz? O, âlemlerin Rabbidir. Allah yeryüzünde, onun üzerinde kazık gibi dağlar yarattı. Orada bereketler var etti. Orada, İsteyenler için, dört günde müsavi gıdalar takdir etti. Sonra semaya yöneli(Fussilet 9-11) ayetinin böyle olduğunu yine Cenâb-ı Hakk'ın, Nâziat sûresinde: Sizi yaratmak mı daha güç, yoksa semayı mı? Allah onu bina etti. Onun tavanını yükseltti, derken onu iyice düzeltti. Gecesini kararttı, gündüzünü çıkarttı. Bundan sonra da, yeryüzünü yaydı "(Nâziat, 27-30) beyan etmiştir. Bu ayetler ise, yerin, semanın yaratılmasından sonra yaratılmış olmasını gerektirir, demişlerdir. Alimler buna cevaben bazı hususlar zikretmişlerdir: 1) Cenâb-ı Hakk'ın, göğü yaratmadan önce yeri yaratması caizdir. Ancak Allah, semayı yaratmadıkça, yeri yaymamıştır... Çünkü (Naziat, 30) âyetinde geçen yeri yaymak demektir. Birisi, bunun iki bakımdan müşkil bir şey olduğunu söyleyebilir: a- Yeryüzü büyük bir cisimdir; bu sebeple onun yaratılmasının döşenmesinden ayrı olması düşünülemez. Yeryüzünün yayılması göğün yaratılmasından sonra olunca, yerin yaratılması da, şüphesiz semanın yaratılmasından somu olur. b- Cenab-ı Hakk'ın: "Allah, yeryüzünde olan herşeyi sizin için yarattı. Sonra semaya yöneldi" (Bakara, 29) ayeti yeryüzünün ve yerdekilerin yaratılmasının, gökyüzünün yaratılmasından önce olduğuna delalet eder. Yerdeki şeylerin yaratılması ise ancak, yeryüzünün yayılmasından sonra mümkün olur. Buna göre, ayet, göğün yaratılmasından önce, yeryüzünün yayılmış olmasını gerektirir. Bu durumda bir tenakuz ortaya çıkar. Buna şöyle cevab veririz: Allah'ın : 'Yeryüzünü bundan sonrayaydı "(Naziat, 30) ayeti, göğün yaratılışının, yeryüzünün yaratılışından önce olmasını gerektirir, ama göğün düzenlenmesinin yeryüzünün yaratılmasından önce olmasını gerektirmez. Bu takdire göre de böyle bir tenakuz kalmaz. Birisi şöyle diyebilir: Allah'ın: Sizi yaratmak mı daha güç yoksa göğü yaratmak mı? O, göğün boyunu yükseltti, derken ona bir nizam verdi" (Nazıat 27-28) ayeti, gökyüzünün yaratılıp düzene koyulmasının, yeryüzünün döşenmesinden önce olduğunu gösterir. Ne var ki yerin döşenmesi, yerin yaratılmasından ayrılmayan bir hususdur. Buna göre göğün yaratılıp düzenlenmesi, yeryüzünden öncedir. Bu durumda da mesele geri gelir. c) En doğru cevab şudur: lafzı, bu ayette tertibi göstermez, sadece nimetleri saymak için getirilmiştir. Bunun misali: Birisinin başkasına "Sana büyük nimetler verip sonra senin kıymetini yüceltip, sonra düşmanlarını senden uzaklaştırmadım mı?" demesi gibidir. Adamın daha sonra zikrettiği şeylerin, daha önce yapmış olması muhtemeldir. En iyi Allah bilir. (Onları düzenledi) zamir, müphem (kapalı) bir zamirdir. "Yedi Gök" ifadesi onu tefsiretmektedir. (Onu adam olarak yetiştirdi, onu adam etti) sözünde olduğu gibi. Zamiri müphem getirip sonra tefsir etmeninfaydası, müphemin sonra açıklanmasının, önce açıklanmasından daha kıymetli olmasıdır. Çünkü zamir müphem bırakıldığı zaman, insanlar onun kim veya ne olduğunu öğrenme arzusu duyar. Bu müphemden sonra onu açıklamada, nefislerin arzu duydukları şeyi tatmin vardır. Zamirin ya râcî olabileceği de söylenmiştir. . cins ismi manasınadır. (......) kelimesinin (......) kelimesinin çoğulu olduğu da söylenmiştir. Arapça'ya uygun olan izah, birincisidir. "Gökyüzünün düzenlenmesi" nin manası, onların yaratılışlarını nizama koymak, onları eğrilik ve çatlaklıklardan azade kılmak ve yaratılışlarını tastamam yapmaktır. Kur'an bu ayette, "yedi gök" bulunduğunu göstermiştir. Astronomiciler bize en yakın olansemanın, Ay küresi; onun üzerindeki semânın Utarid küresi; sonra Zühre küresi; sonra Güneş küresi; sonra Merih küresi, sonra Müşteri küresi, daha sonra da Zühal küresi olduğunu söylemişlerdir. Onlar, sözlerine devamla şöyle demişlerdir: "Bu sırayı ancak iki şekilde bilebiliriz. Birincisi: Setr (yıldız tutulması) meselesidir. Çünkü aşağıda olan yıldız, bizimle daha yukarıda olan bir yıldızın arasına girip, her İkisi tek bir yıldız gibi olunca ve aşağıdaki yıldız (tutan), tutulandan, -mesela Merih gezegeninin kırmızılığı, Utarid'in sarılığı, Zühre'nin beyazlığı, Müşteri'nin maviliği ve Zuhal yıldızının bulanıklığı gibi-, bir vasıfla daha ileri olur. Nitekim eskiler, Ayın altı yıldızı; Utarid'in Zühre'yi; Zühre'nin Merih'i tuttuğunu (setrettiğini) keşfetmişterdir Bu şekildeki tertîb, ay ile tutulduğu için güneş'in ayın üstünde olduğunu gösterir. Ancak, güneşin diğer yıldızların altında mı üstünde mi olduğunu göstermez. Çünkü güneş, doğarken diğer yıldızlar koybolduğu için, bunlardan herhangi biri ile tutulmaz. Güneşin böyle oluşunda iki açıklamadan bahsedilmiştir: a) Onlardan bazıları, Zühre yıldızını, güneş üzerinde bir leke gibi gördüklerini söylemlerdir Bu görüş zayıftır. Çünkü onlardan diğer bazdan, ayın yüzünde silikliğin oluşu gibi, güneşin yüzünde de lekelerin meydana geldiğini İddia etmişlerdir. b) Görünümün değişikliği, Ay, Utarid ve Zühre yıldızlarında görülür, fakat Merih, Müşteri ve Zuhal yıldızlarında görülmez. Bu durum güneşte ise gerçekten pek azdır. Bu sebeble güneşin her iki kısım arasına girmiş olması gerekir. Bu ekseri astronomilerin söylediği şeydir. Ancak Ebu Reyhan, El-Fergân'nîn Fusûl adlı eserine yaptığı Telhis'te şöyle demiştir: Görünümün değişikliği sadece ayda hissedilir. Böylece diğer vecihler geçersizdir güneşte bunun görülmesi ise şüphelidir. Bil ki rasathaneciler ve astronomikler, feleklerin dokuz tane olduğunu iddia etmişlerdir. Buna göre, dokuzun yedisi şu yukarıda saydıklarımızdır. Sekizincisi sabit yıldızların bulunduğu felektir. Dokuzuncusu ise en büyük olanıdır ki bu yaklaşık hergûn ve gecede bir devir yaparak hareket eder. Sekizinci feleği isbat için şu delili getirmişlerdir. Sabit yıldızların çok yavaş hareket ettiklerini gördük. Yıldızların hareketlerinin, içinde bulundukları feleklerinin bereketine bağh olduğu sabittir. Bu gezegenleri taşıyan felekler çok hızlı hareket etmektedirler. Bu sebebten, çok yavaş hareket eden ve sabit yıldızlan taşıyan başka bir varlığın (feleğin) olması gerekir. Bu delil birkaç bakımdan zayıftır: 1) Başka bir cisimde yerleşmiş olmaksızın yıldızların kendi kendilerine hareket ettiğini söylemek niçin caiz olmasın? Bu ihtimal ancak muhtar (seçici) olanın bozması ile bozulur ki bu ise çok zordur. 2) Bunu kabul etsek de, "Bu yıldızlar gezegenler, gezegenler de hamillerinde yerleşmiştir" denilmesi niçin caiz olmasın? Bu durumda sekizinci feleğin isbatına ihtiyaç kalmaz. 3) Bu feleğin, Kamer (ay) feleğinin altında olması niçin caiz olmasın? Böylece o, bütün gezegen kürelerinin üstünde değil de altında dur. Şayet "Biz gezegenlerin, bu sabit yıldızlan tuttuğunu görüyoruz. Tutan ise, şüphesiz tutulanın altındadır" denirse, biz deriz ki: Bu gezegenler, ancak bölgesine yakın olan sabit yıldızları tutabilir (setreder). Kutuplara yakın olan sabit yıldızları ise tutamaz. Buna göre, "Bölgesine yakın olan sabit yıldız, Zühal küresinin üstünde olan sekizinci felekte yer atmıştır. Gezegenlerle tutulması mümkün olmayan kutuplara yakın sabit yıldızlar da kamer (ay) küresinin altında olan bir başka kürede yeralmıştır. Bu ihtimale mani olan birşey de yoktur" demek niçin caiz Olmasın? Sonra biz deriz ki: "Farzedin ki siz bu dokuz feleğin varlığını isbat ettiniz. Onuncu bir feleğin olmadığına ne delalet ediyor?" Bu konuda söylenecek en son söz, "Rasat (gözetleme) feleklerin dokuz tane olduğunu göstermiştir. Ancak delilin olmaması medlulün yokluğunu göstermez" demektir. Bunu ortaya koyan şey ise, bazı muhakkik rasatçıların (gözlemcilerin) söylediği şu sözdür: "Şimdiye kadar anladığım, sabit kürelerin, bir küre, bir kısmı bir kısmının içinde olan birkaç küre olmasıdır." Ben derim ki Bu, mümkün olan bir ihtimaldir. Çünkü sabit kürelerin tekliğine delil getirilen şey, sadece onların hareketlerinin birbirine benzediğinin söylenmesidir. Durum böyle olduğu zaman, bu küreler tek bir küre (felek) içinde yer almış (merkûz) olur. Bu iki mukaddime de yakînî birer mukaddime değiller. Birincisinin yakînî olmayışı şundandır: Bu kürenin hareketi her nekadar görünüşte tek ise de, belki de hakikatte tek değildir. Çünkü, mesela o kürelerden birinin devrini otuzaltıbin senede tamamladığını, bir diğerinin ise bu müddeti bir yıl eksiği ile tamamladığını, bu bir senelik noksanı diğer senelere dağıtsak, bu tek bir senenin hissesi, senenin 13/1200 kadar olur ki, bu hissedilebilecek bir fark değildir. Hatta on, yüz, bin sene bile kesinlikle hissedilmez. Bu ihtimal dahilinde olunca, sabit yıldızların müstevî hareketlerinin (birbirine eşit) olduğuna kesin hükmedilemez. İkincisinin yakînî olmayışı işe şundandır: Sabit yıldızların harekette birbirlerine eşit olmaları, farklı kürelerde (feleklerde) yer almış olmaları ihtimalinden ötürü, her ne kadar hareketçe eşit olsalar da, bütün bu yıldızların tek bir kürede olmalarını gerektirmez. Bu tıpkı onların, yıldızların birçoğunun felekleri hakkında söyledikleri gibidir. Çünkü bunlar hareketlerinde, sabit yıldızların feleğine eşittirler. Burada da böyledir. Ben derim ki: Bu söylenen ihtimal, sabit yıldızların bulunduğu feleğe has değildir. Belki de hergün hareket eden kütleler tek bir kütle değil, birarada olan birçok kütledirler. Ya bu kütlelerin hareketleri arasında o kadar az bir fark vardır ki onları anlamaya ne ömürlerimiz ne de rasatlarımız kifayet eder. Ya da bunların hareketleri mutlak manada birbirine eşittirler. Ancak, hareketteki eşitlikleri tek bir bütün olmalarını gerektirmemektedir. Astronomicilerden, bu dokuz feleğin dışında başka feleklerin de bulunduğunu kesin bir ifade ile söyleyenler vardır. Çünkü insanlardan bazıları, sabit kürelerin üzerinde ve en büyük feleğin altında olan başka kürelerin (feleklerin) olduğunu söylemiş ve bu hususta birçok delil getirmişlerdir: 1) En büyük meyli gözetleyenler, bu meylin mikdarını farklı farklı bulmuşlardır. Gözetlemesi daha eskiye dayanan herkes, bu meylin mikdarını daha fazla bulmuştur. Çünkü Batlamyus bu meyli (49) derece olarak bulmuştur. Me'mun zamanında bu, (63) derece olarak; Me'mun'dan sonra bundan bir dakika eksik olarak bulunmuştur. Bu, iki mıntıkanın meylinin bazan arttığını bazan da eksildiğini gösterir. Bu ise ancak, retu'l-Küll ile Küretu's-Sevabit'in (sabit yıldızlar küresinin) arasında kutublar, Küretu'l-Küll'un iki kutbu etrafında dönen bir başka küre (yıldız) bulunduğundan ve Küretu's-Sevabit'in iki kutbunun da o kürenin iki kutbu etrafında döndüğünde mümkün olur. Bundan dolayı, bu sabit yıldızların kutubları bazan kuzeye doğru alçalır, bazan da güneye doğru yükselir. Böylece de muaddelu'n-nehar'ın (gündüzün dönüşünün) burç noktasına yani mıntıkatu'l-bürûca denk gelmesi ve bazan sabit yıldızların feleklerinin kutubları güneye yükseldiği zaman, bu burçtan ayrılıp güneye dönmesi bazan da kuzeye dönmesi gerekir. Nitekim şimdi de böyledir. 2) Rasatçılar (gözlemciler), yıldızlardan (astronomiden) bahseden kitablarda yazılanlara göre, güneşin hareketinin mikdarını tesbit etme hususunda çok gayret sarfettiler. Hatta Batlamyus, Ebrahis'den şunu nakletmiştir: O, bu dönüşün birbirine eşit zamanlarda mı farklı zamanlarda mı olduğunda şüphe etmiş ve bir görüşünde bunun farklı zamanlarda olduğunu, bir görüşünde ise bunun eşit zamanlarda olduğunu söylemiştir. Sonra astronomiciler, güneşin farklı zamanlarda dönüşünün sebebi hususunda iki görüş belirtmişlerdir: a) Güneşin, dünyadan en uzak olduğu noktayı hareketli kabul eden kimse bu cihetten güneşin hareketinde bulunan farklılığın, güneşin dünyadan en uzak olduğu noktadan uzaklığının değişmesinden ötürü i'tidâl noktasında meydana çıktığını iddia etmiştir. İşte bu sebebten dolayı güneşin hareketinin mikdarının farklılığı ortaya çıkmış olur. b) Bu, Hintliler, Çinliler, Babilliler ve Rum, Mısır, Şam'ın iler gelen astronomicilerinin bir çoğunun görüşüdür ki, onlara göre bunun sebebi; feleku'l-bürûcun (burçlar feleğinin) intikali ve kutbunun alçafcp yükselmesidir. Yine Ebrahis'in de bu görüşte olduğu nakledilmiştir. Bâryâi İskenderânî tılsım yapanların (büyücülenn) da buna inanıp feleku'l-bürûç noktasının yerinden sekiz derece ileri geri gidip geldiğine inandıklarını ve hareketin başlangıcının balık burcundan koç burcuna kadar yirmiiki derece olduğunu söylediklerini zikretmiştir. Bu şaşkınlık, insan, aklının bu gibi şeyleri anlayamayacağına ve ancak bunları yaratıcısının ve yoktan varedicisinin ilminin kuşatacağına seni ikaz etmelidir. Bu sebeble bu konuda sem'i (nakli) delillerle yetinmen gerekir. Şayet, biri Kur'an'da göklerin sayışının yedi olduğunu ifade eden bu naslar, daha fazla olmasını nefyeder mi'" derse, deriz ki, gerçek olan şudur ki: Sayının zikredilmiş olması, fazlasının olmayacağına delalet etmez. İlm-i İlâhî (Allah'ın İlmi) Hakkındaki Görüşler (Allah) herşeyi bilir "ayeti, Cenab-ı Hakkın yeri, yerdekileri, gökleri ve gökteki harikulade varlıkları yaratmasının ancak onları bildiği ve cüzisi ile küllisi ile onları çepeçevre ilmiyle ihata etmesiyle mirukün olabileceğini gösterir. Bu ise birçok şeye dcalet eder: 1) Allah cüziyyatı bilemez diyen felsefecilerin görüşlerinin fasit; kelamcıların görüşlerinin ise doğru olduğu manasına gelir. Çünkü kelamcılar, Allahü teâlâ, bu alemi muhkem ve yerliyerinde yaratmıştır. Bu şekilde vapan Yaratıcı'nın yaptığı şeyi mutlaka, bütün detayı bilmesi gerekir' diyerek Allah'ın cüziyyatı bildiğine delil getirmişlerdir. İşte bu delilin aynısını Cenab-ı Allah bu ayette zikretmiştir. Çünkü O, göklerin ve yerin yaratılmasından bahsettikten sonra kendisinin alim olduğunu belirtmiştir. Böylece bu konuda ve bu istidlal şeklinde, kelamcıların görüşünün Kur'an'a uygun olduğu ortaya çıkmış olur. 2) Bu, Mutezile'nin görüşünün fasit olduğuna delildir. Bu böyledir. Çünkü Cenab-ı Hakk, birşeyi ölçüp biçip, sınırlarını belirleyip yaratan kimsenin, o şeyi ve onun detayını bilmesinin gerektiğini açıklamış? . Çünkü onu yaratan, şu kadarla değil de bu kadarla sınırlandırarak yakmıştır. Belirli bir mikdar ile sınırlamanın, mutlaka bir irade ile olması gerekir. Aksi halde mureccih bulunmaksızın bir üstünlük meydana gelmiş olur. Birşeyi irade etmek, onu bilmeye bağlıdır. Bu sebeble birşeyi yaratanın, mutlaka onu tafsilâtlı bir şekilde bilmesi gerekir. Şayet kul kendi fiillerinin yaratıcısı olsaydı, hem o fiilini hem de fiilinin adedini, kemiyetini ve keyfiyetini bilmiş olması gerekirdi. Kulun böyle bir ilmi olmayınca anladık ki o, kendisinin yaratıcısı değildir. 3) Mu'tezile şöyle demiştir: Bu ayetle;"Her bilenin üstünde daha iyi bir bilen vardır" (Yusuf. 76) ayeti birarada mütalâa olununca Cenab-ı Hakk'ın zatı gereği alim olduğu ortaya çıkar." Buna cevabımız şudur: âyeti umumidir, "Allah o Kur'an'ı ilmi ile indirdi"(Nisa, 166) ayeti ise hasdır. Has olan ifade ise, umumi ifadeden daha önce gelir. En iyi Allah bilir. Allahü teâlâ nın İnsanı Halife Olarak Yaratması |
﴾ 29 ﴿