31

"Allah Adem'e bütün isimleri öğretti, sonra onları(n isim oldukları varlıklar)ı meleklere gösterip: "İddianızda doğru iseniz bunları adları ile bana söyleyin" dedi.

Melekler, Hazret-i Adem ile zürriyetinin yaratılması ve yeryüzünde yerleştirilmeleri hususundaki hikmetin ne olduğunu sorup Cenab-ı Allah da (......) ifadesi ile bu husustaki hikmetin ne olduğunu kısaca haber verince, onlara daha fazla bilgi vererek bu mücmel (kısa) cevabı oçmayı muraı etti. Böylece, meleklerin bilmediği, Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'in faziletini, üstün olduğ tarafı onlara açıkladı. Bu şöyle oldu: Cenab-ı Hak Hazret-i Adem'in üstünlüğüne meleklerin ilim hususunda ondan geride olduklarını ortaya koymak için, on isimleri öğretti ve o isimlerin (eşyalarını)meleklere arzetti, sordu. İşte o mücmel (kısa) cevab, bu uzun tafsilatlı cevab ile te'kid edildi. Bu ayette birkaç mesele vardır:

Lisanlar Allah Tarafından Bildirilmiş Olup Tevkîfî midir?

Eş'arî, Cübbai ve Ka'bî, "Dillerin lafızları, manaları ve bu lafızların o manaları geldiği hususunda insanlarda zaruri (kesin) bir ilim yaratmıştır "

manasında bütün dillerin tevkifi (ilahi menşe'li) olduğu görüşündedirler. Onlar bu görüşlerine, Allah'ın âyetini delil getirmişlerdir. Bu âyeti delil olarak alma hususundaki sözü sorulu cevablı olarak, usul-ü fıkıhla ilgili kitabımızda zikrettik.

Ebu Hâşim, ise, "Başlangıçta ıstılâhî bir dilin bulunması gerekir" diyerek, "vaad"den (kelimeye mana, manaya kelime koymaktan) önce ıstılahların bulunmasının gerektiğine dair bazı deliller ileri sürmüştür:

a) Şayet, Allah'ın bu lafızları şu manalara karşılık koyduğuna, zaruri bir ilim olsaydı, bu ilim ya akıllılar için hasıl olmuş olurdu veya akılsızlar için. Bunun akıllılar için olması caiz değildir. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın bu lafızları şu manalara koyduğuna dair zaruri bir ilim olsaydı, Allah'ın zatı ancak istidlalle bilinebilmesine karşılık, sıfatları zaruri olarak bilinmiş olurdu. Bu ise imkansızdır. Bunun aklı olmayanlar için hasıl olması da caiz değildir. Çünkü kendisinde bu kadar fevkalade hikmetler bulunduğu halde, bu dilleri bilmenin akıllı olmayanlar için meydana gelmiş olması düşünülemez. Böylece dillerin tevkîfî olduğuna hükmetmenin yanlış olduğu ortaya çıkmış olur.

b) Allahü teâlâ, meleklere hitab etmiştir. Bu ise, bu hitabtan önce bir dilin varlığını gösterir.

c) Hak teâlâ'nın: âyeti, talimin (öğretimin) isimlere izafe edilmesini gerektirmektedir. Bu da bu isimlerin, bu talimden önce de o eşyanın isimleri olduğunu gerektirir. Bu böyle olunca, bütün diller, Hazret-i Adem'e öğretilmeden önce de var olmuş olur.

d) Hazret-i Adem isimleri bildiği hususunda meleklere meydan okuyunca, meleklerin, Hazret-i Adem'in bu isimleri. adları oldukları eşyaya vermede isabetli olduğunu bilmiş olmaları gerekir. Aksi halde Hazret-i Adem'in isabetli olduğuna dair bir bilgi hasıl olmaz. Bu da, bu isimlerin o eşyaya isim olarak verilmelerinin, bu öğretmeden önce olmasını gerektirir.

Tevkîfî Değil de Istılahı Olduğunu Söyleyen Ebû Hâşim'e Cevap

Ebu Haşim'in birinci iddiasına cevab: Niçin, "Cenab-ı Hak, bu va'z edenin Allah mı insanlar mı olduğunu belirtmeksizin, bir vâ'zın şu isimleri şu eşyalara ad olarak koyduğuna dair bizde zaruri bir ilim yaratmıştır" denilmesi caiz olmasın? Buna göre, Allah'ın zatının delillerle bilinmesine karşılık, sıfatlarının zaruri olarak bilinmiş olması gerekmez. Biz, bu ilmi Cenab-ı Hakk'ın akıllılarda yaratmadığını kabul etsek bile, O'nun bunu akılsızlarda yaratmış olduğunu söylemek niçin caiz olmasın? Bu makamda, meseleyi uzak bir ihtimale dayandırmak uygun görülmemiştir.

İkinci iddianın cevabı: Cenab-ı Hakk'sn meleklere, yazılı veya başka bir yolla hitab ettiğini söylemek niçin caiz olmasın?

Üçüncü iddianın cevabı: Cenab-ı Allah'ın o lafızları, o manalar için koymayı murad etmesi, Hazret-i Adem'e öğretmesinden şüphesiz öncedir. Buda, öğretimin isimlere bağlanmasında yeterlidir.

Dördüncü iddianın cevabı ise inşaallah gelecektir. Allah en iyi bilendir.

İsimlerden Maksat Eşyanın Sıfatlarıdır

Birinci görüş: Alimlerden bazıları Cenab-ı Hakk'ın "Allah Adem'e bütün isimleri öğretti" âyetini şöyle tefsir etmişlerdir. Allah Hazret-i Adem'e eşyanın sıfatlarını, vasıflarını ve özelliklerini bildirmiştir.

Bunun delili ise, şudur: "İsmin" iştikakı, ya lilü (özellikle, alamet) lâfzından, yahutta (yükselmek, ortaya çıkmak) lafzındandır. Buna göre, eğer ismin iştikakı lafzından olursa, isim alamet manasını ifade eder. Eşyanın sıfatları, vasıfları ve özellikleri eşyanın mahiyetine delalet eder. Buna göre âyetteki lafzından muradın, sıfatlar olması doğru olur. Eğer, isim (......) kelimesinin iştikakı (......) kelimesinden olursa, durum yine aynıdır. Çünkü bir şeyin delili, sanki bu şeyin üzerine yükselmiş şey gibidir. Çünkü, delili bilmek, medlulün bilinmesinden öncedir. Buna göre delil, gerçekte daha yüksek olan olmuş olur. Böylece de dilde, isim lafzından muradın sıfat olduğu hususunda herhangi bir mahzur olmadığı ortaya çıkmış olur.

Geriye, nahiv alimlerinin isim lafzını hususi bir takım lafızlarla tahsis etmeleri kalır. Ancak bu, sonradan ortaya çıkan bir örf olup, buna itibar edilmemesi gerekir. Lügavî bakımdan böyle bir açıklamanın mümkün olduğu sabit olunca, birkaç sebebe binaen, başkasının değil de bunun murad edilmesi vacib olur:

a) Eşyanın hakikatini bilmedeki üstünlük, isimlerini bilmedeki üstünlükten daha fazladır. Bu üstünlüğü ortaya koymak için, yukarda bahsi geçen sözü daha fazla üstünlüğü gerektiren şeye hamletmek; böyle olmayana hamletmekten daha evladır.

b) Tehaddî, ancak, dinleyen kimsenin bir nebze olsun mukabele edebileceği şeyle caiz ve güzel olur; çünkü dili ve fesahati bilen bir kimsenin, tehaddi yoluyla başkasına, "Fesahatta, benim sözüm gibi olan bir söz getir" demesi güzel olur. Ama, Arabça bilen bir kimsenin meydan okumak maksadıyla Arabça bilmeyen birisine, "Benim lisanımla, Arabça konuş!" demesi güzel olmaz. Bu böyledir. Çünkü akıl kesinlikle dilleri bilemez; tam aksine bu, ancak öğretme ile bilinir. Eğer ta'lim varsa, dili bilmek söz konusudur; aksi halde yoktur. Ama eşyanın hakikatini bilmeye gelince, aklın bu bilgiyi elde etmesi mümkündür. Böylece, tehaddinin eşyanın hakikatları konusunda olması doğru olur.

İsimlerden Maksat Bildiğimiz Lisanlardır.

İkinci görüş: -Ki meşhur olan da budur, - buna göre lâfzından Allah'ın muradı, O'nun sonradan yaratmış olduğu ve günümüzde insanların konuşmuş olduğu Arabça, Farsça, Rumca, vb. muhtelif dillerin isimleridir. Ademoğulları bu dillerle konuşuyorlardı; Hazret-i Adem ölüp çocukları alemin her tarafına dağılınca, onlardan her biri, bu dillerin muayyen birisiyle konuşmaya başladı. Böylece konuşulan bu dil, bu adama hakim oldu. Zaman uzayıp nesiller peşpeşe ölünce, bunlar diğer dilleri unuttular. İşte, Hazret-i Adem'in çocuklarının farklı dilleri konuşmalarının sebebi budur. "Meanî" ilminde söz sahibi olanlar, Cenab-ı Hakkın: (......) ifâdesinde, mutlaka bir takdirin yapılması gerektiğini söylemişlerdir. Buna göre, (......)den maksadın, "Ve Allah, Adem'e eşyanın isimlerini öğretti" şeklinde olması; yine bundan maksadın "Ve Adem'e, isimlerin delâlet ettiği eşyayı öğretti" şeklinde olması muhtemeldir. Bu görüşün sahipleri sözlerine devamla, birinci görüşün, Cenab-ı Hakk'ın, "Onları bana haber veriniz demesi üzerine, Hazret-i Adem de, onları onlara haber verdi" demeyip de, "Onların isimlerini bana haber verin" (Bakara, 31). "Ne zaman ki meleklere, onların isimlerini haber verdi.." (Bakara, 33) buyurmasından ötürü daha evla olduğunu söylemişlerdir.

"İsimler" Hakkında Âkillere Mahsus Zamirin Kullanılması

Eğer, Cenab-ı Hak ona, eşyanın bütün çeşitlerini öğretip, akıllı olmayan varlıklar da eşyaya dahil olunca, niçin demedi? denilirse .. denilirse, deriz ki, o müsemmeyatın içinde melek, insan ve cin, ki bunlar aklı olan varlıklardır, bulununca, en mükemmel olanlar "tağlîb" yoluyla zikredilmişlerdir. Çünkü Arabların örfü, tağlibin söz konusu olduğu zamanda, kamil olanın noksan olana üstün görülmesi şeklinde cereyan etmiştir.

Ayetin Teklif-i Mâla Yutak İle İlgisi

Alimlerden Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifâdesiyle, teklif-i mâla yutâkın (takat getirilemiyecek şeyi yüklemek) caiz olduğuna istidlal etmişlerdir. Bu zayıf bir görüştür. Çünkü Cenab-ı Hak, meleklerin aciz olduklarını bile bile, susturmak maksadıyla onlardan kendisine haber vermelerini istemiştir. Bunun böyle olduğuna yine O'nun iddianızda doğru iseniz" ayeti göstermektedir.

İsimleri Bilmesi Mû'cize Şeklinde Olabilir mi?

Mu'tezile şöyle demiştir: Hazret-i Adem'den isimleri bilmesine dair zuhur eden şey, onun o zamanda peygamber olduğuna delalet eden bir mucizedir.

Doğruya en yakın olansa, Hazret-i Adem'in Hazret-i Havva'ya peygamber olarak gönderilmiş olmasıdır. Yine peygamberliğin, melekler gibi kendilerine meydan okumanın yönelmiş olduğu kimselere de olması uzak ihtimal değildir. Çünkü meleklerin hepsi her ne kadar Allah'ın elçileri iseler de, elçilere de elçiler yollamak caizdir. Nitekim, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) de Hazret-i Lût (aleyhisselâm)'a peygamber olarak gönderilmiştir.

Onlar bu görüşlerine şu şekilde de delil getirmişlerdir: Bu ilmin Hazret-i Adem'de bulunmuş olması, adeten cari olanı nakzeden bir husustur. Bu sebeple, bir mucize olması gerekir, Bunun mu'cize olduğu sabit olunca onun o vakitte bir peygamber olduğu da sabit olmuş olur.

Bir kimse şöyle diyebilir: Biz. bu ilmin adeti nakzettiğini kabul etmiyoruz. Çünkü Allahın öğrettiği kimse için, onun o dili bilmesi veya öğretemediği bir kimsenin o dili bilmemesi adete muhalif değildir. Yine, şöyle denebilir:

Melekler, o isimlerin o eşya için konulmuş olduğunu biliyorlardı veya bilmiyorlardı: Eğer onu biliyorlardı ise, bu durumda onlar bu eşyanın isimlerini zikretmeye muktedir olurlardı.. Bu durumda da bir muâraza meydana gelir; böylece de bir meziyyet ve fazilet ortaya çıkmaz. Eğer melekler bunu bilmiyorlardı ise, onlar Hazret-i Adem'in bu isimlerden her birini o eşyadan her birine isim olarak vermesinde isabet ettiğini nasıl bileceklerdi?

Bu soruyu iki bakımdan savuşturmak mümkündür:

a) Çoğu kez her melek gurubu için, müstakil bir dil olup ve her taifenin diğerinin dilini bilmemesi söz konusudur. Sonra melek taifelerinin, hepsi bu hadisede hazır bulunmuşlardı. Hazret-i Adem (aleyhisselâm) de, bu dillerin tamamını saydı, böylece her gurup melek Hazret-i Adem'in, özellikle kendi dillerinde isabet etmiş olduğunu anladı. Böylece de, işte bu yolla Hazret-i Adem'in doğruluğunu anlamış oldular. Fakat buna rağmen onların hepsi, bu dillerin tamamını bilmekten aciz oldular. Böylece de bu, bir mucize oldu.

b) Şöyle denilmesi de imkansız değildir. Melekler Hazret-i Adem'den bu isimleri duymadan önce, Allah onlara, Hazret-i Adem'in sıdkına istidlal edecekleri şeyi öğretmiştir. Melekler Hazret-i Adem'den bu isimleri dinleyince, O'nun bu isimler konusunda sadık olduğunu anladılar ve bunun bir mu'cize olduğunu bildiler. Biz, Hazret-i Adem'de harikulade bir fiilin meydana geldiğini kabul ettik; bunun keramet nevinden veya "irhasât" (Peygemberlikten önce gösterilen harikulade şeyler)nevinden olması niçin caiz olmasın? Bize göre, bu iki durum da caizdir. Bu durumda bu meseledeki söz, bu iki husus hakkında söylenecek söze dayanır.

Hazret-i Adem'in o vakitte peygamber olmadığına kesinkes hükmedenler de, birkaç bakımdan delil getirmişlerdir.

Hazret-i Adem'in Zellesi Nübüvvetinden Öncedir

1) Eğer Hazret-i Adem o zaman peygamber olmuş olsaydı, O'nun emre muhalefeti peygamberlikten sonra sudur etmiş olurdu, bu ise caiz değildir. Bu sebeple onun, o zamanda peygamber olmaması gerekir. Mulazemete (birbirini gerektirme) gelince, bu böyledir; çünkü zellenin Hazret-i Adem'den sudûru, bilittifak, bu vakıadan sonra olmuş olmasıdır.

Zelle ise, -Allah açıklamayı nasib ederse söyleyeceğiz, - kebâir nevindendir. Kebire (büyük günah) yi işlemek ise, kovulmaya, hakaret edilmeye ve lanetlenmeye müstehak olmayı gerektirir. Bütün bunlar ise, peygamberler hakkında caiz değildir. Bu sebeple, bu olayın peygamberlikten önce vuku bulduğunu söylemek gerekir.

2) Şayet Hazret-i Adem o vakitte peygamber olsaydı, o ya bir kimseye peygamber olarak gönderilmiş olurdu veya olmazdı.. Eğer o, bir kimseye peygamber olarak gönderilmiş ise, bu durumda o, ya meleklere veya insanlara veyahut da cinlere gönderilmiş olurdu. Birincisi, batıldır, çünkü Mû'tezile'ye göre melekler insandan daha üstündür, dolayısıyla daha aşağıda olanın daha şerefli olana peygamber olarak gönderilmesi caiz değildir. Çünkü peygamber kendisine tabi olunan (metbû'), ümmet ise, tabi olandır. Daha düşük olanı daha şerefli olanın metbûu kılmak, aslın hilafınadır. Yine kişinin, kendi cinsinden olan birisinden sözü kabul etmesi daha çok mümkündür.

İşte bundan ötürü Cenab-ı Hak;

"Eğer biz onu bir melek yapmış olsaydık bile, yine bir adam suretinde gösterirdik "(Enam, 9) buyurmuştur.

Yine, Hazret-i Adem'in insanlara gönderilmiş olması da caiz değildir. Çünkü orada, Hazret-i Havvâ'dan başka hiçbir insan yoktu. Bir de Hazret-i Havva, teklifleri

Hazret-i Adem aracılığıyla öğrenmemişti. Çünkü Cenab-ı Hak;

"Ve bu ağaca yaklaşmayın"(A'raf. 19) buyurarak, bu emri onlara yüzyüze vermiş, Hazret-i Adem'i vasıta kılmamıştır. Hazret-i Adem'in cinlere peygamber olarak gönderilmiş olması da caiz değildir. Çünkü semada cinlerden hiçkimse bulunmuyordu. Sonra, onun, başka bir kimseye de peygamber olarak yollanmış olması caiz değildir. Çünkü, Hazret-i Adem'i peygamber yapmaktan amaç, tebliğde bulunmaktır. Tebliğ olunacak hiç kimse bulunulmayan yere, onun bir peygamber olarak gönderilmesinde herhangi bir fayda yoktur. Bu vech, düşünce çok kuvvetli değildir.

3) Cenâb-ı Hakk'ın : "Sonra Rabbi onu seçti" (Taha, 122) ayetidir. Bu ayet, Allah'ın Hazret-i Adem'i zelleden sonra seçtiğini gösterir. Bu sebeple, zelleden önce, o seçilmiş değildi demek gerekir. O, bu vakitte seçilmiş bulunmayınca peygamber olmaması gerekir. Çünkü "peygamberlik" ve "seçme işi" birbirinden ayrılmayan iki mefhumdur. Zira "seçme"nin, şereflendirme nevilerinden herhangi birine tahsis etmeden başka bir manası yoktur. Allah'ın, peygamber olarak göndermiş olduğu herkes, bu şerefle tahsis edilmiştir. Çünkü O: "Allah, risaletini nereye koyacağını en iyi bilendir"(Enam, 124) buyurmaktadır.

Meleklerin İddialarında Doğru (Haklı) Olmalarından Maksat

Alimler, Cenab-ı Hakk'ın "Eğerdoğru sözlü iseniz" ayeti hakkında birkaç görüş zikretmişlerdir:

a) Bunun manası "Bu bildiriminizde doğru olacağınızı, isabet edeceğinizi sanıyorsanız bunların isimlerini bana haber veriniz" demektir.

b) Bunun manası, "Bana haber veriniz; bana ancak gerçeği ve doğruyu söyleyiniz"dir. Bu takdirde bu ifadeden maksat, onlara, Cenab-ı Hakk'ın, bundan aciz kalacaklarına dikkatlerini çekme hususunda bir te'kiddir. Çünkü, onların nefislerinde, Eğer haber verirlerse, bunda isabetli olamıyacakları ve buna imkanları da olamıyacağı bilgisi yerleştiği zaman, bunun kendilerine imkansız olduğunu anlamış oldular."

c) "Eğer siz mahlûkatca yapılabilecek bütün ibadetlerde en ehil ve en dikkatli olduğunuz şeklindeki iddianızda isabetli iseniz" demektir. Bu İbn Abbas ve İbn Mesûd'un görüşüdür.

d) "Sizden daha bilgili hiç kimse yaratmadığım hususunda doğru sözlü iseniz, eşyanın isimlerini bana haber verin bakalım!"

İlmin Fazileti

Bu ayet, "ilm"in faziletine delalet eder. Günkü Cenab-ı Hak, Hazret-i Adem'i yaratmasındaki hikmetinin kemalini, ancak onun ilmini izhar etmek suretiyle göstermiştir. Şayet, herhangi bir şeyin ilimden daha şerefli olması imkan dahilinde olsaydı, Allah'ın ilim ile değil de, bu şey ile onun üstünlüğünü izhar etmesi gerekirdi. Kitab, sünnet ve nakledilmiş haberler ilmin faziletine delalet etmektedir.

İlmin Ehemmiyeti Mevzuundaki Ayetler

Kitabın delalet etmesine gelince, bu birkaç vecihtendir:

1) Cenab-ı Hak, ilmi "hikmet" diye adlandırdı ve hikmeti şerefli kıldı. Bu da ilmin şanının yüceliğine delalet eder.

Bunu Mukatil'den rivayet edilen şu haber izah eder: O şöyle demiştir: "Hikmet" Kur'an'da dört mânâya gelir:

a) Kur'an'ın vaz-u nasihatları manasına... Nitekim Cenab-ı Hak Bakara sûresinde! "Size (Allah'ın) indirdiği Kitabı (Kur'an'ı) ve hikmeti..."(Bakara.231) yani ondaki öğütleri..; Yine; Nisa süresindeki; "Allah sana Kitabı ve hikmeti yani mevızalan indirdi" (Nisa, 113) ve bir benzerini de Âl-i İmran suresinde buyurmuştur.

b) Hikmet, anlayış ve ilim manasındadır. Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur.

"Biz ona henüz çocukken hikmeti verdik"(Meryem, 12) "Andolsun ki biz lokman'a hikmeti verdik" (Lokman, 12) yani anlayış ve ilim verdik. En'am sûresinde ise şöyle buyurulmaktadır:

"İşte bunlar, kendilerine kitab ve hüküm (hikmet) verdiklerimizdir" (En'am, 89).

c) Hikmet, nübüvvet ( peygamberlik) manasınadır. Nisa suresinde;

"Biz muhakkak İbrahim soyuna kitab ve hikmet, yani nübüvvet verdik"(Nisa, 54); Sâd sûresinde: "Biz ona hikmet (yani) nübüvvet verdik"(Sad, 20); Bakara sûresinde: "Allah ona mülk ve hikmeti verdi"'(Bakara. 251) buyurulmuştur.

d) Hikmet, Kur'an manasına da gelir. Nahl sûresinde; "Rabbinin yoluna hikmetle davet et"(Nahl. 125) Bakara sûresinde :

"Kime hikmet verilmişse muhakkak ki ona çok hayır verilmiştir" (Bakara, 269) buyurulmuştur. Bütün bu vecihler incelendiğinde hepsi ilme dayanır Sonra Allahü teâlâ'nın az ilim verdiğini düşün. Nitekim o;

"Size itimden ancak pek az birşey verilmiştir"(isra. 85) buyurur. Allah'ın dünyanın hepsine "az" diye isim verdiğini de düşün. "De ki dünya metaı azdir"(Nisa, 77) Cenab-ı Hakk'ın "az" dediği şeyin kemiyetini kavramamız mümkün olmuyor. Ya O'nun "çok" dediği şey hakkında ne dersin?

Sonra akli delil, dünyanın gerçekten az, hikmetin ise çok olduğunu gösterir. Çünkü dünya metaının adedi ve müddedi sonludur. İlmin ise değerinin, adedinin ve müddetinin sınırı yoktur. Hele hele onunla elde edilecek saadetlerin hiç sınırı yoktur. İşte bu da sana ilmin faziletini gösterir.

2) Cenab-ı Allah: "De ki hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?"(Zümer, 9) buyurmuştur. Hak teâlâ kitabında yedi şeyi birbirinden ayırdetmiştir. Mesela;

"De ki pis ile temiz, yani helal ile haram hiç bir olur mu?"(Maide, 100) diyerek pis ile temizin;

"De ki görmeyen ile gören hiç bir olur mu?"( Rad, 16) diyerek âmâ ile görenin;

"Yahud karanlıklarla nûr bir olur mu?"(Rad, 16) diyerek nur ile zulmeti, cennet cehennemi, gölge ile sıcak arasını ayırmıştır. Düşündüğün zaman bütün bunların alim ile cahil arasındaki farktan alındığını görürsün.

3) Cenab-ı Allah: "Allah'a, Peygambere ve sizden olan ulul-emre itaat ediniz" (Nisa, 59) buyurmuştur. Ayetteki ulu'l-emrden murad en sahih görüşe göre alimlerdir. Çünkü alimlere itaat etmek meliklere de vacibtir. Bunun aksi olmaz. Sonra şu dereceye bir bak. Cenab-ı Hak alimi Kur'an-ı Kerim'de iki yerde ikinci mevkide zikretmiştir "Allah, kendinden başka ilah olmadığına şehadet eder. Melekler ve ilim sahipleri de buna şehadet ederler "(Al-i imran, 18). "Allah'a, Resule ve sizden olan ulu'l-emre itaat ediniz" (Maide, 59). Sonra Allahü teâlâ alimi daha çok şereflendirerek, onu iki ayette de birinci mertebede zikretmiş, ' O (müteşabih ayetlerin) manasını ancak Allah ve ilimde kök salmış olanlar bilirler"(Âl-i İmran, 7); "De ki sizin ile benim aramda şahid olarak Allah ve kendisinde Kitabın ilmi olan kimse yerer"(Ra'd, 43).

4) Allahü Teâlâ:

"Allah sizden iman edenleri ve kendilerine ilim verilmiş kimseleri yüksek derecelere çıkarır. "(Mücadele, 11) buyurur.

"Cenâb-ı Allah kıyamet günü kullarını diriltir, sonra alimleri ayırır ve onlara şöyle der: Ey alimler, nurumu size ancak sizi bildiğim için koydum. İlmimi azab edeyim diye size vermedim. Hadi gidiniz, sizi bağışladım."

5) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

"Hayrı öğreten kimse öldüğü zaman, onun ardından gökteki kuşlaı yerdeki canlılar ve denizdeki balıklar ağlarlar" buyurmuştur.

6) Ebu Hureyre (radıyallahü anh) merfu olarak şu hadisi rivayet etmiştir: "Alimlerden binnın arnasmaa namaz tıuan, sanın birinin arkasında namaz kılmış gibidir."

7) İbn Ömer (radıyallahü anh) merfu olarak rivayet etmiştir:

"Alimin abide, herbir derecenin arası at koşumu yetmiş sene olan yetmt derece üstünlüğü vardır. Çünkü şeytan insanlar arasına bidatlar atar, om atim görür de giderir. Abid ise, ibadetine kapanmıştır, o bidate yönelme, ve onu tanıyamaz."

8) Hasan Basri merfu olarak, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayet etmiştir

"Allah'ın rahmetihalifelerimedir." "Halifelerin kimdir, Ya Resûlallah! denildiğinde O, (sallallahü aleyhi ve sellem) "Sünnetimi ihya edip, onu Allah'ın kullarına öğreteı kimselerdir" dedi."

9) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

"Kim, bir batılı hakka, veya bir dalaleti hidayete döndürmek için ilimden bir mesele öğrenmek gayesi ile yola çıkarsa, onun bu işi kırk yıllık ibadet gibi olur" buyurmuştur.

10) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'yi Yemen'e vazifeli olarak gönderirken şöyle buyurmuştur:

"Allah'ın, senin vasıtanla bir adamı hidayete erdirmesi senin için, güneşin üzerine doğup battığı herşeyden hayırlıdır." Benzeri hadis, Buhârî, Fedâil-i Ashab. 9.

11) İbn Mes'ud (radıyallahü anh) merfu olarak Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den şunu rivayet etmiştir:

"Kim, Allah rızası için, insanlara söylemek maksadıyla ilim öğrenirse, Allah ona yetmiş peygamber sevabı verir."

12) Âmir el-Cüheni'nin merfu olarak rivayet ettiği hadiste, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Kıyamet günü ilim öğrenen kimsenin mürekkebi ile şehidin kanı biri diğerine üstün tutulmaksızın getirilir." Bir diğer rivayette ise "Alimin mürekkebi, şehidin kanından üstün sayılır" şeklinde gelmiştir.

13) Ebu Vafid el-Leysi şunu rivayet etmiştir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) rsanlarla beraber bir gün otururken üç adam çıkageldi. Onlardan biri, da bir boşluk bulup oraya oturdu. Bir diğeri insanların gerisine oturdu, üçüncü şahıs ise dönüp geri gitti. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sözünü bitirince, Bu üç şahsın halini size haber vereyim: Birincisi Allah'a sığındı, Allah da om barındırdı. İkincisi Allah'dan utandı, Allah da ondan utandı. Üçüncüye gelince, o Allah dan yüz çevirdi, Allah da ondan yüz çevirdi" dedi. Bu hadisi rivayet etmiştir.

İlmin Faziletine Dair Âsâr

"Eser"den ilmin üstünlüğünü gösteren şeylere gelince bunlar da

a) Âlim, talebesine ana-babasından daha şefkatlidir. Çünkü anneler ve onu dünya ateşinden ve belalarından korurlar. Alimler ise onu ahiretin ien ve sıkıntılarından muhafaza ederler.

b) İbn Mes'ud, "Bu ilmi nasıl elde ettin?" denildiğinde, O, "Çok soran di ve çok akıllı bir kalb ile" cevabını verdi.

c) Bazıları da şöyle demişler: "Ahmaklar gibi sor, zeki kimseler gibi tut."

d) Mus'ab b. Zübeyr oğluna, "Evlâdım! ilim öğren. Eğer malın varsa ilim senin için bir güzellik (süs) olur. Eğer malın yoksa ilim senin için mal olur" demiştir.

e) Hazret-i Ali (radıyallahü anh) de şöyle buyurmuştur: Cehaletten ileri gelen konuşmanın hayrı olmadığı gibi, ilmi söylememede de hayır yoktur."

f) Muhakkik alimlerden biri şunu söylemiştir: "Alimler üç kısımdır: Allah'ı bilip, O'nun emirlerini bilmeyenler. Allah'ın emrini bilip Allah'ı bilmeyenler ve Allah'ı da, emrini de bilenler.

Birincisine gelince bu, kalbine marifetullah hükümran olmuş ve böylece Allah'ın nurunu müşahede etmede ve Allah'ın kibriyasının safhalarında boğulmuş kuldur. Böylece o, kendisine lazım olanların dışında ahkam ilmini öğrenmeye vakit bulamamıştır.

İkincisi, Allah'ın emrini bilip de Allah'ı bilmeyendir. Bu, helâli, haramı, hükümlerin hakikatlerini bilip, Allah'ın celalinin sırlarını bilemeyen kimsedir.

Hem Allah'ı hem de Allah'ın ahkâmını bilene gelince bu, akıl alemi ile his alemi arasındaki müşterek noktada bulunan kimsedir. Böyle biri, bazan Allah'ı sevmesi sebebiyle Allah'la birlikte, bazan da şefkat ve merhamet etmesi sebebi ile mahlukatla birlikte olur. Bu kimse, Rabbi ile olmaktan mahlukata dönünce, sanki Allah'ı hiç tanımıyormuş gibi, onlardan biri gibi olur. Rabbi ile başbaşa kalıp, O'nu zikir ve O'na ibadetle meşgul olunca da sanki mahlukatı hiç tanımıyormuş gibi olur. Bu peygamberlerin ve sıddîkların yoludur. İşte, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın "Alimlere sor, hükemaya karış, büyüklerle otur" hadisinden murad edilen de bunlardır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Alimlere sor" ifadesinden maksad: "Yani Allah'ın emirlerini bilip Allah'ı bilmeyenlerden sor" demektir. Böylece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), dini meselelerde ihtiyaç olduğunda bu kimselerden fetva sorulmasını emretmiştir. "Hükema"ya gelince bunlar Allah'ın emirlerini bilmeyen fakat Allah'ı bilen kimselerdir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunların arasına karışmayı emretmiştir. "Büyüklere" gelince bunlar Allah'ı ve ilahi ahkâmı bilen kimselerdir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunlarla da oturup kalkmayı emretmiştir: Çünkü bunlarla oturup kalkmada hem dünyevi hem de uhrevi menfaatler vardır.

Sonra Şakik el-Belhi şöyle demiştir: "Bu üç gurub alimin herbirinin üç alameti vardır: Allah'ın emrini bilenin üç alameti; kalbinin değil dilinin zikretmesi; Allah'dan değil insanlardan korkması ve zahiren insanlardan utandığı halde gizli yerde Allah'dan utanmamasıdır.

Allah'ı bilenin üç alameti, zikredici, korkan ve utanan olmasıdır. Bunun zikri lisanın değil kalbin zikridir. Korkusu, riyaen korku değil, günaha düşme korkusudur. Utanması, zahirî bir utanma değil hatırına, kalbine gelen (kötü) şeylerden utanmadır.

Hem Allah'ı hem de Allah'ın emirlerini bilen alimlerin, Allah'ı bilen alim için saydığımız üç alemetin yanı sıra şu üç alametle birlikte altı alameti vardır:

Gayb alemi ile şehadet alemi arasındaki müşterek noktada oturmuş olması; ilk iki kısma da muallim olması, ilk iki kısmın ona muhtaç olması sebebiyle onun onlardan müstağni olması, onun diğer üç alametidir."

Şakik sonra şöyle devam etti: "Hem Allah'ı hem de Allah'ın emirlerini bilen alim güneş gibidir, artmaz, eksilmez. Sadece Allah'ı bilen alim ay gibidir, bazan tamamlanır, bazan eksilir. Sadece Allah'ın emrini bilen alim kandil gibidir, kendisini yakar bitirir başkasını aydınlatır."

g) Feth el-Mevsili şöyle demiştir: "Hasta yemek yemez, su içmez ve ilaç almazsa ölmez mi? Aynı şekilde içine ilim, fikir ve hikmet girmezse kalb de ölür."

h) Şakik el-Belhi şunu da söylemiştir: "Meclisimden kalkanlar üç kısımdır: Sırf kâfir olanlar; sırf münafık olanlar ve sırf mü'min olanlar. Bu böyledir, çünkü ben Kur'an'ı tefsir edip, Cenab-ı Allah'ın ayetlerinden, Resulullah'ın hadislerinden bahsediyorum. Kim beni tasdik etmezse o sırf kâfirdir, kimin kalbi benim söylediklerimden sıkılırsa o sırf münafıktır. Kim yaptıkları kötülüklere pişman olur ve bir daha günah işlememeye azmederse o sırf mü'mindir."

Keza şöyle demiştir: "Cenab-ı Allah üç vakitteki uykuya ve üç şeye gülmeye buğzeder: Sabah namazından sonraki ve yatsı namazından önceki uyku; namaz esnasındaki uyku ve zikir meclisindeki uyku.. Cenaze arkasından gülme; mezarlıkta gülme ve zikir meclisinde gülme.."

"Sel de yüze çıkan bir köpük yüklenip götürmüştür"(Rad. 17)ayeti hakkında bazı alimler, lafzının ilim olduğunu, Allahü teâlâ'nın ilmi, beş özelliğinden ötürü suya benzettiğini söylemişlerdir.

1) Yağmur gökten indiği gibi, ilim de gökten inmiştir.

2) Yeryüzünün ıslahı yağmurla olduğu gibi, mahlukatın ıslahı da ilimle olur.

3) Ekinler ve bitkiler yağmursuz çıkmadığı gibi, ameller ve taatlar da ilimsiz çıkmaz, olmaz.

4) Yağmur, gökgürültüsü ve şimşeğin peşinden geldiği gibi, ilim de va'd ve veîdin peşinden gelir.

5) Yağmur faydalı veya zararlı olduğu gibi, ilim de böyledir. Yani ilim, kendisiyle amel eden birisi için faydalı, amel etmeyen için ise, zararlıdır.

j) Allah'ı hatırlatan nice kimse vardır ki, kendisi Allah'ı unutmuştur; Allah ile korkutan nice kimse vardır ki, Allah'a karşı cüretkârdır; Allah'a nice yaklaştıran vardır ki, kendisi Allah'dan uzaktır; Allah'a davet eden nice kimse vardır ki, kendisi Allah'tan kaçmaktadır; Allah'ın kitabını okuyan nice kimseler vardır ki, Allah'ın ayetlerinden sıyrılmışlardır.

k) Dünya beş şey ile süslenmiş bir bahçedir:

1) Alimlerin ilmi,

2) İdarecilerin adaleti,

3) Âbidlerin ibadeti,

4) Tacirlerin güvenilirliği ve,

5) Zanaatkarların doğruluğu...

İblis de bu beş şeye karşılık beş alamet getirerek, bunları bu beş şeyin yanıbaşına dikmiştir: Hasedi getirip, ilmin karşısına; zulmü getirip adaletin karşısına; riyayı getirip ibadetin karşısına; hıyaneti getirip güvenilirliğin karşısına ve aldatmayı getirip doğruluğun karşısına yerleştirmiştir.

i) Hasan Basri, tabiin içinde şu beş şey ile üstün olmuştur.

1) Kendisi bir şeyi yapmadan başkasına emretmemiştir.

2) Kendisi vazgeçmeden, başkasını o şeyden vazgeçirmemiştir.

3) Allah'ın kendisine rızık olarak vermiş olduğu ilim ve maldan isteyen herkese vermiş, cimrilik yapmamışlardır.

4) İlmiyle yetinerek, insanlardan müstağni olmuştur.

5) O'nun açığı da gizlisi de aynıydı.

m) Senin ilminin sana fayda verip vermediğini öğrenmek istiyorsan, nefsinden beş şey iste:

1) (Nefsi azdırmamak amacıyla) az gıda için fakirliği sevmek.

2) Sevap arzusuyla, taati sevmek,

3) Vakit elde etmek için dünyaya rağbetini azaltmak.

4) Kalbi İslah etmek için, hikmeti sevmek,

5) Allah'a münacaat arzusuyla yalnızlığı sevmek... n) Beş şey içinde beş şeyi ara:

1) İzzeti, malda ve aşirette değil, tevazuda ara.

2) Zenginliği çoklukta değil, kanaatta ara.

3) İlmin faydasını çok nakletmede değil, amelde ara.

4) Emniyeti burada değil, cennette ara.

5) Rahatı çoklukta değil, azlıkta ara...

o) İbnu'l-Mübarek şöyle demiştir: Bu ümmetin bozulması, ancak havas tarafından olur. Bu havas beş kısımdır:

1) Ulemâ,

2) Gaziler,

3) Zahidler,

4) Tacirler ve

5) İdareciler...

Ulemaya gelince, onlar peygamberlerin mirasçılarıdır. Zahidler, yeryüzündekilerin direkleridir. Gaziler, yeryüzünde Allah'ın ordularıdır.

Tacirler ise, Allah'ın yeryüzündeki umenası (güvenilir kulları)dır. İdareciler de, çobandırlar.

Alim, dini alçaltır malı yüceltirse, cahil kime uyacak? Zahid dünyaya arzulu olursa, tevbe eden kime uyacak? Gazi tamahkâr ve riyakâr olursa, düşmanını nasıl yenecek? Tacir hain olursa, emanet nasıl bulunacak? Çoban bizzat kurt olursa, çobanlık nasıl yapılacak?

ö) Ali b. İbn Ebi Talib (radıyallahü anh) şöyle buyurmuştur: İlim şu yedi sebepten dolayı maldan daha üstündür:

1) İlim, peygamberlerin mirası, mal ise firavunların mirasıdır.

2) İlim, harcamakla noksanlaşmaz, ama mal ise noksanlasın

3) Mal bir bekçiye muhtaçtır, ilim ise sahibini korur.

4) İnsan öldüğü zaman malı geriye kalır, ilim ise sahibiyle kabre girer.

5) Mal, mümin ve kâfir tarafından elde edilir, ilim ise ancak mümin için meydana gelir.

6) Bütün insanlar, dini işlerinde ilim erbabına muhtaç olup, mal sahib'ne muhtaç değildirler.

7) İlim, insanı sırattan geçme konusunda güçlendirirken, mal ona mani olur.

u) Fakih Ebu'l-Leys, şöyle buyurmuştur: Alimin yanında oturup, ilimden herhangi bir şey bellemeye gücü yetmeyen kimse için yedi şeref vardır.

1) O, talebelerin elde ettiği fazilete ulaşır.

2) Alimin yanında oturduğu sürece, günah işlememiş olur.

3) İlim elde etmek arzusuyla evinden çıktığı zaman, Allah'ın rahmeti onun üzerine iner.

4) İlim halkasında oturduğunda ve o halkada bulunanlara Allah'ın rahmeti indiğinde, o rahmetten o da bir hisse alır.

5) Dinlediği sürece, ona bir taat yazılır.

6) Dinleyip de, birşeyler anlamadığı zaman, ilmi anlamaktan mahrum olduğu için kalbi sıkışır da, böylece bu gam ve sıkıntı, onun Allah'ın huzurunda bulunmasına bir vesile olur. Çünkü, Cenab-ı Hak, hadis-i kudsisinde, "Ben, benim için kalbi mahzun olan kimselerin yanındayım" buyurmuştur.

7) O kimse, müslümanların bir alimi ne kadar yücelttiklerini; fasıkı ise, ne kadar hakir kabul ettiklerini görür, böylece onun kalbi fısktan vazgeçer ve tabiatı ilme teveccüh eder. İşte bu sebepten dolayı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) insanlara, salih kimselerle oturup kalkmayı emretmiştir.

ü) Hangi alim ilminde cimrilik yapar ve bu ilmin başkasında olmasını istemezse, işte bu kimse, ateşin ilk tabasında yer alır. Yine, hangi alim ilminde sultan mertebesinde olur da, ona bu kendi ilmine dair hususta bir red cevabı verilince o da kızarsa, işte o kimse ateşin ikinci tabakasında yer alır. Yine hangi alim sözünü ve ilminin inceliklerini sadece eşrafa ve zengin kimselere tahsis eder de, fukarayı buna layık görmezse, bu kimse de ateşin üçüncü tabakasında yer alır. Yine ulemadan kim kendisini beğenir de, vazettiği zaman şiddetli olur, kendisine va'zedildiğinde de burnunu kıvırırsa, bu kimse de cehennemin dördüncü tabakasında yer alır. Yine ulemadan kim kendisini fetva verme hususunda yeterli görür de, hatalı fetva verirse, bu da cehennemin beşinci tabakasında yer alır. Yine ulemadan, bâtılı benimsemiş kimselerin sözünü öğrenir de, onu dine kanştırırsa, o da cehennemin altıncı tabakasında yer alır. Yine ulemadan, kim ilmi insanlara gösteriş için öğrenirse, bu da cehennemin yedinci tabakasında yer alır.

v) Fakih Ebu'l-Leys şöyle demiştir: Şu sekiz gurup kimseyle oturana, Allah sekiz şeyi arttırır.

1) Kim zenginlerle oturur kalkarsa, Allah ona dünyayı sevmeyi ve dünyaya rağbet arzusunu arttırır.

2) Kim fakirlerle oturur kalkarsa, Allah ona şükretmeyi ve Allah'ın taksimatına razı olma meziyyetini verir.

3) Kim hükümdarlarla oturur kalkarsa, Allah ona kalb katılığı ve kibir duygusu verir.

4) Kim kadınlarla oturup kalkarsa, Allah onun şehvetini ve cehaletini arttırır.

5) Kim çocuklarla oturup kalkarsa, eğlence şaka tutkusu artar.

6) Kim fasıklarla oturup kalkarsa, günah işleme cüreti ve tevbeyi geciktirme arzusu çoğalır.

7) Kim iyi kimselerle oturup kalkarsa, taat arzusu artar.

8) Kim alimlerle oturup kalkarsa, ilmi ve takvası artar, y) Allah yedi kimseye yedi şeyi öğretmiştir:

1) Hazret-i Adem'e, isimleri öğretti.

'Ve Adem'e, bütün isimleri öğrem"'(Bakara, 31)

2) Hızır'a feraseti öğretti.

"Ve ona, katımızdan bir ilim öğrettik"(Kehf, 65).

3) Yusuf (sallallahü aleyhi ve sellem) 'a rüya tabiri ilmini öğretti.

"Rabbim, bana ilim verdin ve bana, sözleri yorumlamayı öğrettin "(Yusuf. 101).

4) Hazret-i Davud'a, zırh yapma sanatını öğretti.

"Ve biz ona, sizin için zırh yapmayı öğrettik"(Enbiya, 80.)

5) Hazret-i Süleyman'a, kuşlarla konuşmayı öğretti.

"Ey insanlar, bize kuşların konuşması öğretildi" (Neml 16).

6) Hazret-i İsa'ya Tevrat ve İncil'in ilmini öğretti.

"Ve ona, kitabı, hikmeti, Tevratı ve İncili öğretir" (Âl-i İmran, 48).

7) Hazret-i Muhammed'e şeriatı ve tevhidi öğretti. "Ve sana, daha önce bilmediğin şeyleri öğretti."(Nisa, 113); Size, Kitabı ve hikmeti öğretir. (Cuma, 3);

"O Rahman, Kur'an'ı öğretti"(Rahman, 1-2). Hazret-i Adem'in ilmi, ona, secde ve tahiyyenin (selam) yapılmasına; Hızır (aleyhisselâm)'ın ilmi, Hazret-i Musa ve Yuşa (aleyhisselâm) gibi talebelerin bulunmasına; Hazret-i Yusuf'un ilmi, ehlinin ve memleketinin bulunmasına; Davud (aleyhisselâm)'un ilmi, reislik ve üstün bir derecenin elde edilmesine; Hazret-i Süleyman'ın ilmi, Belkıs'ın bulunup ona galib gelinmesine; Hazret-i İsa'nın ilmi, annesinden töhmetin kalkmasına ve Hazret-i Muhammed'in ilmi de, şefaatinin bulunmasına bir sebep olmuşlardır. Sonra biz deriz ki, mahlukatın isimlerini öğrenen kimse meleklerden ta'zim gördü. Buna göre, yaratıcının zatını ve sıfatlarını gören kimse, meleklerden ta'zim görmez mi? Bundan öte, Rabbinin ta'zimine bile layık olur.

"Merhametli bir Rabden sözlü bir selâm "(Yasin, 58)

Htzır, feraset ilmi sebebiyle, Hazret-i Musa'ya arkadaş oldu. Buna göre, ey hakikat ilmini sevenin ümmeti, sizler nasıl olur da Hazret-i Muhammed'in arkadaşlığını elde edemezsiniz?

"İşte bunlar Allah'ın kendilerine nimetler vermiş olduğu peygamberlerle beraberdir"(Nisa, 69). Hazret-i Yusuf, rüyaları yorumlamasıyta, dünya hapsinden kurtuldu. Allah'ın kitabının yorumunu bilen bir kimse, nasıl olur da şehvet bağından kurtulamaz ?

"Ve o dilediğini sıratı müstakime hidayet eder" (Yunus 25)Yine Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm), Allah'ın kendisine olan lütfunu hatırladı da şöyle dedi:

"Ve bana rüyaları te'vil etmeyi öğrettin'"(Yusuf. 101). Buna göre ya sen ey atim, Allah kitabının açıklamasını sana öğrettiği için, Allah'ın sana olan lütfunu hatırlamaz mısın? Hangi nimet, Cenâb-ı Hakk'ın sana verdiği nimetten daha yücedir? Çünkü O, seni kelâmının müfessiri, kendisinin temsilcisi, peygamberlerinin varisi, mahlûkatının Hakk'a davetçisi, kullarının nasihatçısı. beldelerinde bulunanların ışığı; mahlûkatını, cennete ve mükafaatına sevkedeni ve onları ateşinden ve azabından men edeni kıldı. Nitekim bir hadiste şöyle varid olmuştur:

"Âlimler seyyid, fakihler komutandır; onlarla oturup kalkmak iser bir üstünlüktür."

Z-1) Mümin, nefsinde altı hasleti görmedikçe ilim talep etmeye arzulu olmaz:

a) Allah, bana farzları emretti, ben ise onları ancak ilimle eda etmeye kûdir olabilirim, demesidir.

b) Allah beni, günah işlemekten nehyetti. Bense, onlardan, ancak ilim ile kaçınabilirim, demesidir.

c) Cenab-ı Hak, nimetlerine şükretmeyi vacib kılmıştır. Ben ancak ilim ile bunlara şükredebilirim.

d) Bana mahlûkata adil davranmamı emretti. Bense, onlara, ancak ilim sayesinde adil davranabilirim.

e) Allah, bana belalara karşı sabretmemi emretti. Bense, buna, ancak ilimle kadir olabilirim.

f) Allah bana, şeytana düşman olmamı emretti. Ben bu düşmanlığa ancak ilimle kadir olabilirim.

Z-2) Cennetin yolu dört kişinin elindedir:

a) Âlim,

b) Zâhid,

c) Âbid

d) Mücahıd.

Buna göre zâhid, davasında samimi olursa, Allah ona, emniyet ve güven duygusunu verir. Âbid, davasında samimi olursa Allah ona kendinden korkmayı (havfullah) nasib eder. Mücahid, davasında samimi olursa.Allah ona övgü ve hamdi verir. Alim ise, davasında sadık olduğu zaman, Allah ona hikmeti verir.

Z-3) Dört şeyden şu dört şeyi iste:

a) Yerden emniyeti.

b) Arkadaşından, kerameti.

c) Maldan, feragati ve

d) İlimden de, faydayı iste..

Yerde bir emniyet bulamadığın zaman, hapishane ondan daha hayırlıdır.

Arkadaşında bir fazilet, bir değer bulamadığın zaman, köpek ondan daha hayırlıdır.

Malından, ibadete boş vakit bulamadığın zaman, balçık ondan daha hayırlıdır. İlimden bir fayda bulamadığın zaman, ölüm ondan daha hayırlıdır.

2-4) Dört şey ancak dört şeyle tamamlanır: Din takva ile; söz fiil ile; şahsiyet tevazu ile ve ilim amel ile...

Buna göre din takvasız olursa tehlikededir. Fiilsiz söz boşa gitmiş gibidir.

Tevazusuz şahsiyet meyvesiz ağaç gibidir.

Amelsiz ilim de yağmursuz bulut gibidir.

Z-5) Hazret-i Ali (radıyallahü anh) Cabir b. Abdullah (radıyallahü anh)'a şöyle demiştir. "Dünya dört şey ile ayakta durmaktadır: İlmi ile amet eden alim; öğrenmekten kaçınmayan cahil; malından cimrilik yapmayan zengin ve dünyasına karşılık ahiretini satmayan fakir.

Âlim ilmi ile amel etmediğinde, cahil öğrenmekten kaçınır. Zengin meşru malında cimrilik ettiğinde, fakir dünyasına karşılık ahiretini satar. Onlara yetmiş kere yazıklar olsun, kahrolsunlar.

Z-6) Halil şöyle demiştir: İnsanlar dört kısımdır.

1) Bilen ve bildiğini de bilen insandır ki alim budur, buna tabi olunuz.

2) Bilen ve fakat bildiğinin farkında olmayan kimsedir ki bu kimse uykudadır, onu uyandırınız.

3) Bilmeyen fakat bilmediğini bilen kimsedir ki bu doğruya ulaşmayı ister, siz onu hakka ulaştırınız. Ve ;

4) Bilmeyen ve fakat bilmediğini de bilmeyen kimsedir ki bu şeytandır, ondan kaçınınız.

Z-7) Dört şey vardır ki şerefli bir kimsenin, -padişah bile olsa- onlardan kaçınması uygun değildir:

1) Mecliste babasına ayağa kalkması;

2) Misafirine hizmet etmesi;

3) İlim öğrendiği alime hizmette bulunması;

4) Bilmediği bir hususu kendisinden daha bilgili olan bir kimseye sorması.

Z-8) Âlimler helal olan şeyleri toplamakla meşgul olunca, halk da şüpheli şeyleri yer oldu. Âlimler şüpheli şeyleri yemeye başlayınca, halk haram şeyleri yemeye başladı ve alimler haram olan şeyleri yemeye başlayınca, halk kâfir oldu yani haramları helal saymaya başladı.

İlmin Üstünlüğüne Dâir Aklî Deliller

İlmin üstünlüğünü gösteren aklî delillere gelince bunlar da çoktur:

1) İşler dört kısımdır:

a) Aklın razı olduğu fakat şehvetin razı olmadığı işler.

b) Şehvetin razı olduğu, fakat aklın razı olmadığı işler.

c) Hem aklın hem de şehvetin razı olduğu işler.Ve;

d) Aklın da, şehvetin de razı olmadığı işler. Birincisi, dünyadaki hastalık ve kötülüklerdir. İkincisi, bütün günahlardır.

Üçüncüsü, ilim;

Dördüncüsü ise cehalettir.

Buna göre İlmin cehalet karşısındaki durumu cennetin cehennem karşısındaki durumu gibidir. Akıl ve şehvet cehenneme razı olmadıkları gibi cehalete de razı olmazlar.

Akılla şehvet cennete razı oldukları gibi ilme de razı olurlar. Buna göre cehalete razı olan kimse mevcud bir ateşe razı olmuş; ilimle meşgul olan kimse de hazır bir cennete dalmış demektir.

İlmi cehalete tercih eden herkese "Cennette durmayı alışkanlık haline getirdin. Onun için gir cennete" denilir. Cehaletle yetinen kimseye de "Cehennemde durmayı alışkanlık haline getirdin. Onun için cehenneme gir" denilir. İlmin Cennet, cehaletin ise cehennem olduğuna şu delalet eder: Lezzetin kemali sevgiliye ulaşmada, elemin kemali ise sevgiliden uzaklaşmadadır. Yaralamak, şüphesiz acı verir; çünkü yaralamak, bedende birbiriyle kaynaşmış cüzlerden birini diğerinden ayırır. Kaynaşmaktan maksat, cüzlerin bir arada bulunmasıdır. Bu yaralama, bu bütünlüğün kaybolmasını gerektirince, böylece o sevilenin de gitmesini ve uzaklaşması neticesini verir. Bu da muhakkak ki, elem verici bir hadise olur. Ateşle yakmak, yaralamaktan daha fazla acı verir; çünkü yaralamak ancak belirli bir parçanın diğer parçadan uzaklaşmasını ifade eder. Ateş ise, bütün parçaların içine nüfuz edip dalar. Böylece ateş, bütün cüzlerin birbirinden uzaklaştırılmasını gerektirir. Ateş ile yanmadaki ayrılıklar daha şiddetli olunca, oradaki acı da çok çetin olur.

Lezzete gelince, bu sevilene vasıl olmaktan ibarettir. Buna göre yeme lezzeti bedene uygun düşen yiyecekleri almadan ibarettir. Bakma lezzeti de böyle meydana gelir. Çünkü görme kuvveti, görülen şeyleri idrak etmeye düşkündür. Bu sebeble görülen şeyleri idrak etmek görme kuvveti için bir lezzettir. Böylece bununla, lezzetin sevilen şeyi idrak etmekten; elemin sevilmeyen şeyleri idrak etmekten ibaret olduğu ortaya çıkmış olur.

Bunu iyice kavradığında biz deriz ki idrak ne kadar şümullü ve ne kadar güçlü olur ise idrak edilen şey de ne kadar şerefli, ne kadar mükemmel, ne kadar temiz ve ne kadar kalıcı olursa, bunu idrakten elde edilen lezzetin de daha kıymetli ve daha mükemmel olması gerekir.

Şüphesiz ilmin yeri ruhdur. Ruh bedenin en kıymetli unsurudur.

"Allah göklerin ve yerin nurudur" (Nur, 35) ayetinin tefsirinde izahı geleceği gibi, aklî İdrakin en derin ve en kıymetli idrak olduğunda şüphe yoktur. Şüphesiz malum (yani bilinen şeyler de) kıymetlidir. Çünkü malum, alemlerin Rabbi olan Allahü teâlâ ile O'nun, melekler, felekler, unsurlar, cansızlar, bitkiler, ve hayvanlardan müteşekkil mahlukatı ve bütün ahkâmı, emirleri ve yüklediği mükellefiyetlerdir. Bunları bilmeden daha yüce hangi malum vardır. Böylece ilmin kemalinin ve lezzetinin üstünde başka bir kemal ve lezzet; cehalet bahtsızlığının ve onun noksanlığının üstünde başka bir bahtsızlık ve noksanlık olmadığı ortaya çıkmış olur. Bu söylediklerimizin doğruluğunu şu da göstermektedir: Birimize ilmi bir mesele sorulduğunda eğer onu bilir ve doğru cevab vermeye muktedir olursa bundan dolayı sevinir ve sürür bulur. Eğer onu bilemezse utancından başını yere eğer. Bu, ilimden hasıl olan lezzetin, tadın, lezzetlerin en mükemmeli, cehaletten hasıl olan şekavettn (bahtsızlığın) da bahtsızlıkların en ilerisi olduğuna delalet eder.

Burada ilmin üstünlüğünü gösteren başka naslar (ayet ve hadisler) da var. Fakat biz onları daha önce zikretmeyi unuttuk. Burada onları zikretmemize bir mani yoktur.

1) İlk nazil olan ayet:"Yaratan Rabbinin ismi ile oku. O, insanı bir alakadan yaratmıştır. Oku. Senin Rabbin, kalemle (yazı yazmayı öğreten) kerem sahibidir. İnsana bilmediğini o öğretti"'(Alak, 1-5) ayetleridir. Bu ayetler arasında tenasübün gözetilmesi gerektiği söylenmiştir. Buna göre: ayeti ile: âyeti arasında ne münasebet vardır? Buna şöyle cevab verilmiştir: Bu ayetler arasındaki münasebetin vechi şudur: Cenab-ı Hak insanın, alaka olan ilk durumunu zikretmiştir. Bu alaka (yani ana rahmine tutunan meni zerresi) en değersiz şeydir. Yine Cenab-ı Hak insanın son durumundan bahsetmiştir ki bu insanın alim olma durumudur. Bu da en yüce mertebedir. Bu tertib ile sanki Cenab-ı Hak şöyle demiştir: Ey insan sen itk durumunda en değersiz derecede idin de son durumunda derecelerin en şereflisine ulaştın. Bu en şerefli dereceye ulaşmak, ancak ilmin en şerefli derece sayılmasıyla mümkündür. İlimden daha şerefli birşey olsaydı bu makamda onun zikredilmesi daha uygun olurdu.

2) Cenab-ı Hak; "Oku. Senin Rabbin kalemle (yan yazmayı) öğreten kerem sahibidir" (Alak, 5) buyurmuştur. Usul-ü fıkıhta, bir hükmün bir vasfa dayanması, o vasfın hükmün illeti olduğunu hissettirir. Bu, Cenab-ı Allah'ın "ekrem" olma vasfına ilmi vermesiyle müstehak olduğuna delalet eder. Eğer ilim başka şeylerden daha şerefli olmasaydı, onu vermek başkasını vermekten daha şerefli olmazdı.

3) Cenab-ı Allah: "Allah'dan ancak alim kulları hakkıyla korkar"(Fatır. 28) buyurmuştur. Bu ayette, ilmin faziletine delalet eden birçok husus vardır;

a- Ayet cennet ehli olan bir guruba delalet eder. Bu böyledir, çünkü, alimler Allah'dan korkanlardandır. Kim de Allah'dan korkarsa cennetliklerden olur. O halde alimler cepnet ehlindendir. Âlimlerin haşyet ehli olduklarını (Allah'dan korktuklarını): (......) âyeti gösterir. Haşyet ehlinin cennet ehlinden olacaklarını da: Onların Rableri katındaki mükafaatlan, altlarından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Onlar orada ebedi kalıcıdırlar. Allah bunlardan razı olmuştur, bunlar da O'ndan hoşnûd olmuşlardır. İşte bu (mükafaat) Rabbinden korkanlara mahsustur."(Beyyine, 8)ayeti ile;

"Rabbisinin huzurunda durmaktan korkan kimseler için iki cennet vardır "(Rahman, 46) ayeti gösterir. Buna Cenab-ı Allah'ın şu hadis-i kutsisi de delalet eder:

"İzzetime ve Celalime yemin ederim ki hiçbir kuluma iki emniyeti veya iki korkuyu aynı anda vermem. Eğer o dünyada benden emin olur (korkmazsa), kıyamet günü onu korkuturum. Eğer dünyada iken benden korkarsar kıyamet günü onu emin kılarım."

Bu delilin iki önermesini akılla isbat etmek mümkündür. Allah'ı bilmenin Allah'dan korkmayı gerektirdiği meselesinin izahına gelince, bu böyledir. Çünkü bir şeyi bilmeyen kimsenin o şeyden korkması imkansızdır. Sonra bir şeyin sadece zatını (varlığını) bilmek ondan korkmada yeterli olmaz. Bununla beraber üç şeyi daha bilmek gerekir:

a) Kudretini bilmek. Çünkü hükümdar, halkının kendi çirkin işlerine muttali olduklarını bilir ama onlardan korkmaz. Çünkü o, onların buna karşı çıkmaya kudretleri olmadığını da bilir.

b) Bildiğini bilmek. Çünkü hükümdarın malından çalan kimse, onun kudret sahibi olduğunu bilir. Ancak onun, kendisinin ona ait maldan çaldığını bilemeyeceğini de bilir de hırsızlığından dolayı ondan korkmaz.

c) Hüküm sahibi olduğunu bilmek. Çünkü hükümdarın emrindeki kimse, onun kendisini menetmeye kadir olduğunu, kendisinin çirkin fiillerini bileceğini bilir. Ancak O'nun, kendisinin uygunsuz fiillerine göz yumacağını Dildiği için, bunlardan dolayı hükümdardan korkmaz. Ama hükümdarın, Kendisinin kötü işlerine muttali olduğunu, kendisini men' etmeye kadir olduğunu ve uygunsuz fiillerine göz yummayan bir hüküm sahibi olduğunu bildiğinde, bunlar o kimsenin kalbinde korkunun meydana gelmesine sebeb olur. Böylece kulun Allah'dan korkması ancak, Allah'ın herşeyi bildiğini, herşeye kadir olduğunu, hoş olmayan ve haram olan şeylere razı olmayacağını bildiği zaman hasıl olur. Bu sebeble de korkunun, Allah'ı bilmenin ayrılmaz arkadaşı olduğu ortaya çıkmış olur.

Biz, korkunun cenneti elde etmenin sebebi olduğunu söyledik. Bu böyledir, çünkü kul için dünyevi bir lezzet meydana gelir, bu lezzet emr-i ahi'nin aksine olur ve kul da bunu isteyerek yaparsa, bu fiil hem bir zarar hem de bir faydayı ihtiva etmiş olur. Akl-ı selim üstün olan tarafın diğer tarafa tercih edilmesi gerektiği hükmünü verir. İnsan imanının nuru ile bu dünyevi lezzetin, ahiretteki elem karşısında çok önemsiz kaldığını bilince, bu iman bu dünyevi lezzetten kaçmasına sebeb olur ki işte bu haşyet (korku)'dir. Yine insan haram olanı bırakıp vacib olanı yaptığında sevaba ehil olur. Nakli ve akli delillerle, Allah'ı bilen kimsenin, Allah'dan korktuğu, Allah'dan korkanın ise cennetliklerden olduğu böylece ortaya çıkmış oldu.

d) Ayetin zahiri ancak alimlerin cennet ehli olduğunu gösterir. Çünkü lafzı hasr (ancak, sadece) manası ifade eder. Böylece bu ayet, ancak âlimlerin Allah'dan korktuğuna delalet eder. İkinci olarak zikredilen

"Bu Rabb'inden kimseyedir "(Beyyine, 8) âyeti de cennetin Allah'dan korkanlar için olduğuna delalet eder. Cennetin Allah'dan korkanlar için olması, başkaları için de olmasını nefyeder. Bu sebeble bu iki ayet birden cennet ehlinin sadece alimler olduğunu gösterirler.

Birinci ayette şiddetli bir korkutma vardır. Çünkü Allah'dan korkmanın, Allah'ı bilmenin ayrılmaz bir vasfı olduğu sabit olmuştu. Buna göre Allah'dan korkmamak, Allah'ı bilmemeyi ifade eder. Bu incelik de Allah'a yaklaştıran ilmin O'ndan korkmayı gerektiren ilim olduğu hususunda senin dikkatini çeker. Bir de, ne kadar ince ve ne kadar derin olursa olsun, Allah korkusu vermeyen hertürlü ilmî mücadele, kınanmış ilimlerdendir.

e)Âyet "Allah ancak âlim kullarından korkar" şeklinde, İl lafzının merfû, lafzının mansub olmasıyla da okunmuştur. Bu şu demektir. Şayet Cenâb-ı Hakk'ın saygı duyması caiz olsaydı, o ancak âlimleri sayardı. Çünkü onlar caiz olanla caiz olmayanı bilirler. Cahil ise bu ikisini birbirinden ayıramaz. Bu nedenle cahile ne değer verilsin, hangi iltifat yapılsın. Ayetin bu şekilde kıraatine göre, alimlere son derece kıymetli ve yüce bir mevki verilmiştir.

4) Cenab-ı Allah Ve ki: Ya Rabb ilmimi artır"(Taha.114) mı buyurmuştur. Bu ayette ilmin kıymetine, yüce mertebesine ve Allah'ın onu çok sevdiğine en kuvvetli delil vardır. Çünkü Allahü teâlâ, Peygamberine başka şeyi değil de bilhassa ilmini artırmasını istemeyi emretmiştir. Katade de şöyle demiştir. "Eğer bir kimse az bir ilimle yetinseydi Allah'ın Peygamberi Hazret-i Musa (aleyhisselâm) yetinir de (Hızır aleyhisselâm'a),

"Sana doğru yol olarak öğretilen ilimden bana da öğretmen için sana tabi olayım mı?"(Kehf, 66) demezdi.

5) Hazret-i Süleyman, dünyevi her türlü mülke sahibti. Hatta O, "(Ya Rabbi), benden sonra hiç kimseye layık olmayacak bir mülk bana nasib et" (Sad. 35) demişti. Sonra O, kendisine verilen bu mülk ile iftihar etmemiş, fakat ilmi ile iftihar etmiş ve "Ey insanlar! Bize kuşların dili öğretildi ve her şey verildi" (Neml, 16) diyerek kuşların dilini bilmekle öğünmüştü. Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın bu ilimle iftihar etmesi güzel olunca, mü'minin alemlerin Rabb'ini bilmesi ile iftihar etmesi daha yerindedir. Bir de Hazret-i Süleyman ilmini, "Bize her şey verildi" ifadesinden önce söylemiştir. Cenâb-ı Allah da onların durumlarının iyiliğinden bahsederken önce ilmi zikrederek:"Davud'u ve Süleyman'ı da (hatırla). Hani onlar ekin (meselesi) hakkında hüküm veriyorlardı. Hani kavmin davarı (gece ekin) içinde yayılmıştı. Onların hükmünün biz şahidleri idik. Biz onun (fetvasını) hemen Süleyman'a öğretmiştik. Zaten biz, herbirine hüküm ve ilim vermiştik" (Enbiya, 78-79) buyurmuştur. Allahü teâlâ bundan sonra dünya ile ilgili şeylerden bahsetmiştir ki bu da ilmin daha kıymetli olduğunu gösterir.

6) Bazıları, hüdhüd kuşunun son derece zayıf olmasına ve gayet ileri bir azarlanma durumunda kalmasına rağmen Süleyman (aleyhisselâm)'a "Ben senin bümediğin birşeyi biliyorum "(Neml 22) demişti. Şayet İlim en şerefli şey olmasaydı, hüdhüd Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) 'a: meclisinde nasıl bu şekilde söz söyleyebilirdi. İşte bundan dolayı değersiz bir adamın, ilim öğrendiği zaman, hükümdarlar yanında sözü geçen bir kimse olduğu görülür.

7) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Bir saatlik tefekkür, altmış senelik ibadetten daha hayırlıdır" buyurmuştur. Tefekkürün böyle üstün görülmesinin iki sebebi vardır:

a) Tefekkür seni Allah'a ulaştırır. Halbuki ibadet seni Allah'ın mükafaatına ulaştırır. Allah'a ulaştıran şey ise, Allah'dan başka şeye ulaştırandan daha hayırlıdır.

b) Tefekkür kalbe ait bir iştir, taat ise uzuvların işidir. Kalb azalardan daha kıymetlidir. Buna göre kalbin ameli azaların amelinden daha şereflidir. Bu izahımızı, Cenab-ı Allah'ın "Beni zikretmek (anmak, düşünmek) için namaz kıl" (Taha, 14) ayeti de te'kid eder. Allah, bu ayette namazın kalbin zikrinin vesilesi olduğunu bildirmiştir. Gaye ise vesileden daha kıymetlidir. Bu sebeble bu, ilmin daha kıymetli olduğunu gösterir.

8) Cenab-ı Allah "(Allah) sana bilmediklerini öğretti. Allah'ın sana lutf-u ihsanı çok büyükdür" (Nisa, 113) buyurarak ilmi "azim" (büyük) diye, hikmeti de fazl (çok hayr) diye isimlendirdi. Buna göre hikmet ilim demektir. Allahü teâlâ keza "Rahman Kur'an'ı öğretti" (Rahman, 1-2) buyurarak, Kur'ân'ı öğretme nimetini bütün nimetlerden önce saydı. Bu da ilmin başka şeylerden daha üstün olduğunu gösterir.

9) Diğer semavi kitablar da ilmin faziletini ifade etmektedirler. Tevrat'ta Cenab-ı Hak, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya şöyle buyurmuştur: "Hikmeti büyük gör. Çünkü onu hangi kulumun kalbine koydumsa onu bağışlamayı murad etmişimdir. Binaenaleyh sen hikmeti öğren, onunla amel et, sonra onu dünyada da ahirette de ikramımı elde etmek için herkese öğret." Zebur'da Allahü teâlâ, , "Ey Davud, İsraibğlunun din adamlarına ve zahidlerine şöyle de: İnsanların muttaki olanlarıyla konuşunuz. Eğer muttaki kimse bulamazsanız, alimleriyle konuşunuz. Eğer alim de bulamazsanız akıllı olanlarıyla konuşunuz. Çünkü takva, ilim ve akıl, kendisini yok etmek istediğim bir kimseye hiçbirini nasib etmediğim üç derecedir." Ben de derim ki Allah takvayı ilimden önce zikretmiştir, çünkü ilimsiz takva olmaz. Nitekim Allah korkusunun ancak ilimle olabileceğini yukarda anlatmıştık. İki vasfı olan bir vasfı olandan daha kıymetlidir. Bu incelik, yine alimi akıllıdan önce zikretmede de vardır. Çünkü alimin mutlaka akıllı olması tazım, akıllı ise alim olmayabilir Buna göre akıl, tohum; ilim, ağaç; takva da meyve gibidir.

İncil'de de Cenab-ı Hak, onyedinci bölümde şöyle demiştir: "İlmi duyup da onu öğrenmek istemeyen, cehennemde cahillerle beraber nasıl haşrolunacak? İlmi arayınız ve öğreniniz. Çünkü ilim, sizi sâid kılmasa bile şakı de kılmaz, derecenizi yükseltmese bile düşürmez, sizi zengin leşti rmese bile fakirleştirmez de, size fayda vermese bile zarar da vermez. "Öğrenip de amel edememekten korkuyoruz" demeyin. Ancak "İlmi öğrenmeyi ve onunla amel etmeyi umuyoruz deyiniz."

İlim, sahibine şefaat eder. Allah'a yakışan ilmi bu şefaati hususunda utandırmamasıdır. Cenab-ı Hak, kıyamet gününde şöyle der: "Ey alimler! Rabbiniz hakkındaki kanaatiniz nedir?" Onlar "Rabbimizin bizi rahmet edip bizi bağışlayacağını sanıyoruz" derler. Bunun üzerine O, "Muhakkak ki ben de affettim. Şüphesiz ben hikmetimi, size yapmak istediğim bir serden dolayı bırakmadım. Aksine sizin için bir hayır murad ettiğim için bıraktım. O halde salih kullarım arasında, rahmetimle cennetime giriniz" der.

Mukatil b. Süleyman, "İncil'de Allah'ın, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'ya şöyle buyurduğunu gördüm: "Ey İsa alimlere saygı göster, onların faziletlerini bil. Çünkü ben, güneşin yıldızlara, ahiretin dünyaya ve benim herşeye üstün oluşum gibi onları, nebiler ve resuller dışındaki bütün mahlûkata üstün kıldım."

İlmin üstünlüğüne ait haberlerden delilimiz şudur.

1) Abdullah, İbn Ömer'den rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Cenab-ı Hak alimlere şöyle dedi: Ben size ilim vermişsem, size azab etmeyeceğim. Siz, sizde olan ilme binaen cennete girin."

2) Ebu Hureyre ve İbn Abbas şöyle buyurmuşlardır. Hazret-i Peygamber (s aleyhisselâm) vefat etmezden önce, bize beliğ bir hutbe irad etti. Bu, O'nun Medine'de îrad ettiği hutbelerin sonuncusu idi. O, şöyle buyurdu:

"Kim İlim öğrenir, ilminde mütevazi olur ve onu Allah'ın sevabını umarak Allah'ın kullarına öğretirse cennette ondan daha çok sevab alan, daha büyük dereceye ulaşan olmaz. Yine cennette hiçbir yüce ve kıymetli makam ve terece yoktur ki onda nasibi en çok ve en ileri olan o kimse olmasın."

3) İbn Ömer, Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm)'den merfu olarak şu hadisi rivayet ediştir:

Kıyamet günü üzerinde, inci, yakut ve zümrüt kakmalı gümüş kubbeler onan altın tahtlar sıra sıra dizilir, bunların örtüsü ince ve kalın ipektendir. Sonra Allah'ın münadisi şöyle nida eder: Nerde bu, Allah'ın rızâsını gözeterek Muhammed'e ilim taşıyanlar? Şu minberlerin üzerine oturunuz. Cennete girinceye kadar size korku yoktur."

4) Hazret-i İsa'dan rivayet edildiğine göre, Hazret-i Muhammed'in ümmeti, ulema ve hukemadır. Sanki onlar, fıkhi yönden bir nebi gibidirler. Allah'ın kendilerine verdiği az rızka razı olurlar. Allah da onlardan az amele razı olur. Onlar, "Lâ ilahe illallah" dedikleri için, cennete girerler.

5) Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Kim ayaklarını ilim talebi yolunda tozlandırırsa Cenab-ı Allah onun vücudunu cehenneme haram kılar ve ona melekler istiğfar ederler. Eğer o ilim taleb ederken ölürse, şehid olarak ölmüş olur, kabri cennet bahçelerinden bir bahçe olur. Kabri ona gözünün görebildiği kadar genişletilir. O kabirde sağ tarafından kırk, sol tarafından kırk, arka tarafından kırk ve ön tarafından kırk komşusunu aydınlatır. Alimin uykusu ibadet, İlmi müzakereleri tesbih, nefesleri sadaka sayılır. Onun gözlerinden süzülen her damla cehennemin bir ateş denizini söndürür. Kim alime ihanet ederse ilme ihanet etmiş olur. Kim ilme ihanet etmiş olursa Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ihanet etmiş olur. Peygambere ihanet eden, Cebrail (aleyhisselâm) 'a ihanet etmiş; Cebrail (aleyhisselâm)'a ihanet eden de Cenab-ı Allah'a ihanet etmiş olur. Kim de Allah'a ihanet eder ise, Cenab-ı Allah da kıyamet günü onu yardımsız bırakır."

6) Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Size cömertlerin en cömerdini haber vereyim mi? "Evet Yâ Resûlallah" dediler. O da bunun üzerine şöyle der: "Allahü teâlâ cömertlerin en cömerdidir. Ben de ademoğlunun en cömerdiyim. Benden sonra onların en cömerdi de ilmîni yayan alimdir. O kıyamet günü tek başına bir ümmet olarak haşrolunur. Bir de Allah yolunda, öldürülünceye kadar cihad eden kimsedir."

7) Ebu Hureyre (radıyallahü anh)'nin merfu olarak rivayet ettiği hadiste Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Kim, bir müminin dünya sıkıntılarından bir sıkıntısını giderirse, Allah da onun ahiret sıkıntılarından birisini giderir. Kim darda kalan birisine kolaylık gösterirse, Allah da ona dünyada ve ahirette kolaylık göstert. Kul, kardeşinin yardımında olduğu sürece, Allah da o kulun yardımına koşar. Kim, kendisiyle bir ilim elde etmeyi istediği bir yola girerse, Allah cennete giden yolu ona kolaylaştırır. Allah'ın kitabını okumak ve onu aralarında müzakere etmek için bir topluluk, Allah'ın mescidlerinden birinde bir araya gelirse, onların üzerine Allah'ın sekinesi iner, Allah'ın rahmeti onları bürür, melekler onları kuşatır ve Allah onlan yanındakiler arasında zikreder." Bu hadisi Müslim, Sahih'inde zikretmiştir.

8) Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Kıyamet gününde üç kimse şefaat eder. Peygamberler, sonra alimler ma da şehidler." Ravi, mertebelerin en büyüğünün, şehadetle nübüvvet arasında bulunan ilim mertebesi olduğunu söylemiştir.

9) Muaz İbn Cebel, Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

"İlmi öğreniniz. Çünkü onu Allah için öğrenmek, Allah'tan korkmaktır.

Onun peşine düşmek bir ibadettir. Onu müzakere etmek tesbihdir, ondan bahsetmek bir cihaddır. Onu başkasına öğretmek bir sadakadır ve onu ehli olanlara bol bol vermek Allah'a bir yakınlaşmadır." Çünkü ilim helali ve haramı gösteren yollar, cennet yollarının aydınlatıcısı, nızlıktan kurtaran samimi dost, yalnız başına kalındığında arkadaş, tek sohbet eden, sevinç ve sıkıntı günlerinde yol gösteren, düşmana karşı tfı, ihtilafa düşüldüğünde dindir. Allah onunla bazı milletleri yükseltir de arı hayır hususunda önderler, kendileri ile hidayete erilen rehberler; yine yır konusunda peşlerinden gidilen, fiillerine uyulan ve fikirlerine başvurulan imamlar (önderler) yapar. Melekler onların ilim halkalarına gıbta eder, kanatları ile onları okşar ve dualarında onlara istiğfar eder, hatta kuru yaş denizdeki balıklar, böcekler, yeryüzündeki bütün vahşi hayvanlar, arlar, gökyüzü ve gökteki yıldızlar bile onlar için istiğfar eder. Çünkü ilim karşı kalblerin hayatı, zulmete karşılık gözlerin nuru, zayıflığa karşılık senlerin kuvvetidir; ilim köleyi dünya ve ahirette hür kimseler mertebesine, idarların meclisine ve üstün derecelere yükseltir. İlim üzerinde tefekkür oruç tutmaya; ilmi öğrenmek namaz kılmaya bedeldir. Onunla Allah'a a: ve ibadet edilir, onunla Allah yüceltilir ve birlenir; onunla sıla-ı rahimdir ve onunla haram ile helal bilinir.

10) Ebu Hureyre (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayetetmiştir: însan öldüğü zaman üç şey hariç bütün amelleri sona erer:

a) Sadaka-i Cariye, veya,

b) Kendisinden faydalanılan ilim veya,

c) Babasına hayır dua eden salih evlat.

11) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

"Siz ihtiyaçlarını istediğiniz zaman, insan olanlardan isteyiniz. Sahabe "Gerçek insanlar kimlerdir?" dedi. O, "Kur'an ehlidir" buyurdu. "Sonra daha kim?" denildi "İlim ehli" buyurdu. "Sonra daha kim?" denildi. O da "Yüzleri aydınlık olan kimseler" dedi." Râvi Kur'an ehlinden maksad, onur manalarını öğrenip belleyen kimsedir" der.

12) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Kim emri bil-maruf nehy-i anil münker yaparsa o, Allahü teâlâ yeryüzündeki halifesi kitabullah'ın ve Resulullahın halifesidir. Dünya Allah'ın kulları için öldürücü olan bir zehridir. Dünyadan, ilaçlardı kullandığınız zehir gibi az alınız ki kurtulasınız." Ravi, alimlerin de buna dahi olduğunu söyler. Çünkü onlar insanlara "Şu haramdır ondan kaçınınız, şu helaldir öyleyse onu alınız" derler.

13) Bir haberinde şöyle varid olmuştur: Âlim, kendisine vahyolunma yan bir peygamberdir.

14) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Ya alim, ya öğrenci ya dinleyici veya bunları seven birisi ol beşine, bir şey olma yoksa helak olursun". Ravi şöyle demiştir: Bu rivayet ile Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem);

"Gerçek insanlar iki çeşittir; Alim ve öğrenen. Bunların dışında kalanlar ise bir sürüdür. Onlarda hiçbir hayır yoktur" hadisini şöyle uzlaştırırız İlmi dinleyen ve ilmi seven kimse adeta ilim öğrenen kimse gibidir. Baz Arapların çocuklarına söylemiş olduğu şu söz ne kadar güzeldir: "Ya ansızır gelen vahşi bir hayvan, ya sinsi bir kurt ya da sahibini bekleyen bir köpedi, ama eksik bir insan olma."

15) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Kimin eline bir alim dayanırsa, (kim bir alime yardım ederse) Allah her adımına karşılık o kimseye bir köle azat etmiş sevabı yazar. Her kim alimin başından öperse, Allah o kimseye her saç mukabilinde bir iyilik yazar."

16) Ebu Hureyre (radıyallahü anh)'nin rivayet ettiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Yedi kat gök, içindekiler ve üzerindekilerle yedi kat yer, içindekiler ve üzerindekiler zillete düşen aziz kimseye, fakir düşen, zengine ve kendisiyle cahil kimselerin oynadığı alime ağlar.

17) Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem),

"Kur'an hafızlan cennetliklerin başkanlarıdır; şehidler, cennetliklerin önderleri, peygamberler de cennetliklerin efendileridir" buyurmuştur.

18) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Alimler, cennetin anahtarları ve peygamberlerin halifeleridir." Ravi, insan anahtar olmaz; binaenaleyh bunun manası, onlarda ilimden meydana gelmiş cennetin anahtarları vardır demektir, demiştir. Bunun delili ise, bir kimse rüyasında cennetin anahtarlarının elinde olduğunu görürse, bu o şahsa dinde bir ilim verileceğine işarettir.

19) Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur.

"Allah'ın hergün ve her gece gafîl, baliğ ve gayr-i baliğ kullarının tamamına bir rahmeti yardır. Bu rahmetin dokuzyüzdoksandokuzu alimler, ilim talebinde bulunanlar ile müslümanlaradır. Bu rahmetin biri ise, diğer insanlaradır."

20) Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Cebrail'e, hangi amel ümmetim için daha faziletlidir diye sordum; ilim, dedi. Dedim ki, sonra hangisi? Âlime nazar etmek, dedi Sonra hangisi, dedim; âlimi ziyaret etmek dedi ve şöyle devam etti: Kim Allah için ilim kazanır ve onunla kendisini ve müslümanlan ıslah etmeyi diler de, dünyadan bir geçimlik istemezse, cennete gireceğine dair ben onun kefiliyim."

21) Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"On kişi vardır ki, onların dualarına icabet edilir: Âlim, öğrenci, güzel ahlak sahibi, hasta, yetim, Allah yolunda savaşan, hacı, müslümanlara öğüt veren kimse, anne ve babasına itaat eden çocuk ve kocasına İtaat eden kadın. 22) "Hazret-i Peygamber'e, ilim nedir? diye sorulunca, amelin kılavuzudur; akıl nedir? diye sorulunca, hayra yol gösteren; heva nedir? diye sorulunca, günahların bineğidir; mal nedir diye sorulunca, büyüklerin cübbesidir ve dünya nedir? diye sorulunca da, ahiretin pazarıdır, buyurdu.

23) Yine Hazret-i Peygamber birisiyle konuşurken, Allah kendisine vahyederek, o adamın ancak bir saatlik ömrü kaldığını bildirdi. Bu olay, ikindi vakti meydana geldi. Bunun üzerine, Hazret-i Peygamber durumu o adama bildirdi. Bu sebeple adam, rahatsız oldu ve "Ey Allah'ın Resulü, bana şu saatte yapılması en uygun olan işi göster, dedi. Hazret-i Peygamber de, ilim öğrenmekle meşgul ol, dedi. O kimse de bununla meşgul oldu ve akşamdan önce canını teslim etti. Ravi şöyle demiştir. Şayet ilimden daha faziletli bir şey olsaydı, muhakkak ki Hazret-i Peygamber, o vakitte o kimseye onu emrederdi.

24) Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "İnsanların hepsi, ölüler gibidir: âlimler bundan müstesna!" Bu haber, meşhurdur.

25) Enes (radıyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Yedi şey vardır ki, kulun ölümünden sonra da (o kula sevap kazandırmaya) devam eder: İlim öğreten; su, çeşme akıtan; (kazarak) bir kuyudan su çıkaran; mescid inşa eden; mushaf miras bırakan; kendisine hayır dua eden hayırlı evlad bırakan veya ölümünden sonra da devam edecek bir sadaka-ı cenye bırakan (kimsenin amelleri)."

Böylece Hazret-i Peygamber, ilim öğretmeyi bütün faydalara takdim etmiştir; çünkü bu, manevi bir hususiyettir. Manevi nitelikli olanlar ise, cismani olanlardan daha çok kalıcıdır.

26) Yine Hazret-i Peygamber, şöyle buyurmuştur:

"Sizi beş şeyden beş şeye davet etmedikçe, alimlerle oturmayınız; Şüpheden kesin inanca, kibirden tevazuya, düşmanlıktan nasihate, riyadan ihlâsa ve dünyaya rağbetten zühde.."

27) Hazret-i Peygamber Hazret-i Ali'ye vasiyyet ederek şöyle buyurmuştur:

"Ey Ali, tevhidi muhafaza et; çünkü o benim sermayemdir; amele yapış, çünkü o, benim mesleğimdir; namazı dosdoğru kıl, çünkü o, gözümün aydınlığıdır; Allah'ı an, çünkü zikir, benim kalb gözümdür ve ilmi kullan, çünkü o benim mirasımdır."

28) Ebû Kebşete'l-Ensarî, Hazret-i Peygamberin bir mesel irad ederek, şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

"Dünyanın hali şu dört gurup insanın haline benzer: Allah 'in kendisine bir ilim ve bir mal verdiği kimse; bu kimse malında ilmine göre amel eder. Allah'ın kendisine bir ilim verip der bir mal vermediği kimse ki, bu kişi şöyle der: Allah eğer bana, falancaya vermiş olduğu kadar mal verseydi ben de onda, falancanın amel ettiği gibi amel ederdim. İşte bu iki kimse, ecir ve mükafaat hususunda müsavidirler. Allah'ın kendisine bir mal verip de bir ilim vermemiş olduğu kimse, bu kimse, malını haktan men eder, fakat onu batıl yollarda harcar. Bir de, Allah'ın kendisine ne bir ilim ne de bir mal vermemiş olduğu kimse.. Bu kimse de, şöyle der: Eğer Allah bana, falancaya vermiş olduğu kadar mal verseydi, ben de o malda o falancanın harcamada bulunduğu gibi harcamada bulunurdum., İşte bu iki kimse de, günahta müsavidir."

İlmin Faziletine Dair Sahabe Sözleri:

1) Kümeyi İbn Ziyad şöyle demiştir: Hazret-i Ali elimden tutarak, beni çöle götürdü. Çöle vardığımız zaman O, derin bir nefes aldı. Sonra dedi ki; "Ey Kümeyi İbn Ziyad! Bu kalblerimiz var ya, onlar birer kabdırlar. Bunların en hayırlısı, en çok muhafaza edendir. Bu nedenle söyleyeceklerimi iyi dinte. İnsanlar üç kısımdır. Kendini Rabbine vermiş alim; kurtuluş yoluna girmiş öğrenci ve her sese uyan ve her rüzgarla eğilen, ilmin nuruyla aydınlanmayan sağlam bir esasa sığınmayan, kavgacı ve velveleci insan..

Ey Kümeyi!, İlim maldan daha hayırlıdır; zira ilim senin bekçiliğini yapar, sen ise malın bekçiliğini yaparsın. Harcamak malı noksanlaştınrken, ilim harcamayla çoğalır. Malın sana sağladığı iyilik, malın yok olmasıyla yok olur. Ey Kümeyi, ilim kendisiyle bezenilen bir süs, insanın hayatında kendisi vasıtasıyla taati elde ettiği bir vasıta ve ölümünden sonra söylenecek meziyyetlerin en güzelidir. İlim hâkim, mal ise mahkûmdur."

2) Ömer İbnu'l-Hattâb (radıyallahü anh)'dan: Adam, üzerinde Tihâmenin dağları kadar günah olduğu halde evinden çıkar. İlim dinler, Allah'tan korkar ve günahlarına tevbe eder, pişman olursa, üzerinde hiçbir günah kalmaksızın evine döner. Binaenaleyh, ilim meclislerinden ayrılmayın. Çünkü Allah yeryüzünde, alimlerin meclislerinden daha şerefli bir toprak yaratmamıştır.

3) İbn Abbas'dan şu rivayet edilmiştir; "Hazret-i Süleyman, hükümdarlık ve mal ile ilim arasında muhayyer bırakılınca, o ilmi tercih etti. Böylece, hem ilim hem de hükümdarlık beraberce ona verildi".

4) Hz, Süleyman, Hüdhüd'e ancak ilminden dolayı muhtaç oldu. Çünkü Nafi İbnu'l-Ezrak'dan rivayet edildiğine göre O, Abdullah İbn Abbas'a şöyle demiştir. Hazret-i Süleyman, suyu aramak için niçin Hüdhüd'ü tercih etti? İbn Abbas şöyle cevap verdi: Çünkü yer, içi dışından görülen bir cam gibidir

Nafi, bunun üzerine, peki nasıl olur da, tuzak kurulup üzerine bir parmak kalınlığında toprak serpilince, niçin kuş o tuzağı göremeyip, tuzağa yakalanıyor? deyince İbn Abbas, o kader gelip çattı mı, gözler kör olur, diye cevap verdi.

5) Ebu Saîd el-Hudrî, şöyle buyurmuştur. Cennet onbin parçaya ayrılır: Bunlardan 9999'u Allah'ın emrini akıllarını kullanarak yerine getirenlerdir. Bu, cennette onlar kendi makamlarını bölüşürlerken, Allah'ın kendilerine taksim etmiş olduğu aklın miktarına göre olan sevablarıdır. Bu cennetin bir cüzü de, akıl gücü az, fakir ve salih müminler içindir.

6) İbn Abbas (radıyallahü anh) oğluna şöyle demiştir: "Evladım! edebli ol. Bu, şahsiyetin delilidir. Yalnızlıkta ünsiyettir, garib kalınca dosttur, ikamet sırasında arkadaştır, meclislerde öne geçme sebebidir, çareler bittiği noktada çaredir, yoklukta zenginliktir. Cimri için bir yücelik, şerefli kimse için olgunluktur, melik için ise bir azamettir."

7) Hasan el-Basri'den de şöyle rivayet edilmiştir: Alimlerin kalemlerinin cızırtısı tesbih; ilmi yazmak ve onu düşünmek ibadettir. Yazı yazdığı mürekkebden elbisesine sıçrasa, sanki üzerine şehid kanı bulaşmış gibi olur. O mürekkeb yeryüzüne damlayınca nuru ışıl ışıl parıldar. O, kabrinden kalktığı zaman bütün mahşerdekiler ona bakar. Bunun üzerine "Bu, kendisine Allah'ın ikramda bulunup peygamberleri ile hasrettiği kullarındandır" denilir.

8) Kelile ve Dimne kitabında şöyle yer aimıştır: Hakları hiç hafife alınmayacak kimseler üçtür: Alim, sultan ve kardeşler. Kim alimi hafife alırsa, dinini; kim sultanı hafife alırsa dünyasını; ve kim dekardeşlerini hafife alırsa kişiliğini helak etmiş olur."

9) Sokrat şöyle demiştir: İlmin faziletlerinden biri de, diğer şeylerde kendine hizmet edecek bir kimse bulduğun gibi, ilim hususunda sana hizmet edecek kimse bulamamandır. Aksine sen ona hizmet edersin. Keza hiç kimse onu senden alamaz.

10) Feylosoflardan birisine, bakma, denildi de, o iki gözünü kapattı; dinleme, işitme denildiğinde, iki kulağını birden tıkadı; konuşma denildiğinde de, ağzını yumdu; ama ona, bilme, denildiğinde o; "Buna gücüm yetmez" dedi.

11) Feylosoflardan birisi şöyle demiştir: Ölü arazileri bitki ve ağaçlarla dirilttiğiniz gibi, kardeşlerinizin kalblerini de, yol gösteren açıklamalarınızla İhya ediniz; çünkü şehvet ve şüphelerden uzaklaştırılmış olan bir kimse, ziraata elverişli hale getirilmiş bir topraktan daha üstündür. Şair şöyle der: "Cehalette, onun sahibi için ölümden önce bir ölüm vardır. Onların bedenleri kabre girmeden önce de bir kabirdir."

"Muhakkak ki ilimle hayat bulmamış olan bir kişi, ölüdür. Kıyamet günündeki neşre kadar, onun için bir diriliş yoktur."

İlmin Fazileti Hakkında Nükteler (İncelikler)

İlmin fazileti hususundaki nüktelere gelince, bunlar birkaç yöndendir;

1) Cehalet içinde yapılan isyanların son bulması beklenemez; ama şehvetten ötürü yapılan günahlar son bulabilir. Hazret-i Adem'in zeltesine bak. O ilmi sayesinde Allah'dan bağışlanmasını istedi. Halbuki şeytan azdı ve cehaleti sebebiyle bu azgınlığı içinde ebediyyen kaldı.

2) Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm) vezir olunca, bir muavine ihtiyaç duydu. Rabbinden bunu istedi de, bunun üzerine Hazret-i Cibril O'na, Rabbin ancak falancayı tercih etmeni söyledi, dedi. Bunun üzerine Hazret-i Yusuf, o kişiyi en kötü bir vaziyette gördü de, Hazret-i Cibril'e, o kimse şu haliyle beraber bu önemli işe nasıl uygun olabilir, dedi. Cibril (aleyhisselâm), Rabbin o kimseyi bu işe tayin etti; çünkü o:

"Eğer Yusurun gömleği arkadan yırtilmışsa, o kadın yalan söylemiş, Yusuftse yalan söylememiştir, demektir" (Yusuf, 26) diyerek, seni müdafaa etmiştir, dedi. Buradaki nükte şudur: Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm)'u müdafaa eden kimse, onun mülküne ortak olmaya hak kazanmıştır. Öyle ise bu güçlü dini doğru delillerle müdafaa eden kimse hiç Allah'ın ihsanı ve ikramına müstehak olmaz olur mu?

3) Birisi, bir hükümdara hizmet etmek istedi. Bunun üzerine o hükümdar o adama: "Bana hizmet edebilmen için git ilim öğren" dedi. O da ilim tahsiline başlayıp, ilmin lezzetini tadınca, hükümdar ona haber yollayarak: "İlim öğrenmeyi bırak! Artık bana hizmet edebilirsin" dedi. Bunun üzerine o: "Sen, beni kendi hizmetine liyakatli görmediğin zaman, ben sana hizmet etmeye ehildim; sen beni kendi hizmetine ehil gördüğünde ise, ben kendimi (sana değil), Allah'a hizmet etmeye ehil gördüm; çünkü cehlimden ötürü, kapımın senin kapın olduğunu zannetmiştim, şu anda ise, varacağım kapının Allah'ın kapısı olduğunu anladım" dedi.

4) İlim tahsilinde bulunmak dünyayı çok sevdiğin için sana güç gelir. Çünkü Cenab-ı Hak, sana göz bebeği ve bir de kalbdeki siyah noktayı (gönül gözü) verdi.. Şüphesiz, göz bebeği manasına gelen (......) kelimesi lâfız bakımından, kalbteki siyah nokta anlamına gelen (......) kelimesinden daha büyüktür. Çünkü (......) kelimesi, (......) kelimesinin ism-i tasgiridir. Sonra sen göz bebeğinin üzerine, dünyadan bir parça koyduğun zaman, hiçbir şeyi göremezsin.. Kalbdeki o noktanın üstüne bütün dünyayı koyduğun zaman, durum nasıl olur; bu kalbinle herhangi bir şeyi nasıl göreceksin?

5) Bir feylesof, şöyle demiştir: Kalb ölüdür. Onun hayatiyyeti alim sayesinde olur. İlim de ölüdür. Onun hayatiyyeti ise, talep etmekle olur. Talep zayıftır, onun kuvveti ise, ilmi müzakere etmekledir. Müzakere ile ilim kuvvetlenince, o kapalı olur. Bunu açmak ise, münazara ile olur. Münazara ile açıldığında ise İlim, kısırdır; bunun doğurması ise, amel ile olur. İlimle amel birleştirildiğinde, bu ikisinden nihayeti olmayan sonsuz bir mülk meydana gelir..

6) "Bir karınca şöyle dedi: Ey karıncalar! yuvalarınıza giriniz; Süleyman ve ordusu, farkına varmadan, sizi ezip geçmesin "(Neml. 18). Karıncanın diğerlerine reis olması, tek bir meseleyi bilmiş olmasından ötürüdür ki, o da, lafzının ifade ettiği manadır. Buna göre karınca sanki şöyle demiştir: Hazret-i Süleyman masumdur. Masum olanların, suçsuzlara eziyyet vermesi caiz değildir. Ne var ki, o şayet sizi ezerse, bu iş ondan bilmeyerek sadır olmuş demektir. Çünkü o, sizin durumunuzu bilmiyor. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın ifadesi, peygamberlerin günah işlemekten münezzeh olduklarına delildir. Bu nedenle, bu karınca tek bir meseleyi bildiği için, riyasete hak kazanmıştır. Mevcudat ve ma'dumat (var olmayanlar)a dair eşyanın hakikatini bilen kimse, dinî ve dünyevi hususlarda nasıl o riyasete .hak kazanmasın?

7) Köpek, eğitilip, sahibi onu Allah'ın isnr.ıi anarak avının üstüne salıverdiği zaman, onun pis olan avı, temiz olur. Buradaki nükte şudur: Burada ilim, köpeğe kazandırılınca, ilmin bereketiyle pis olan şey temiz olur. Buna göre, nefisle ruh fıtraten temizdirler. Ne var ki bunlar, günah pisliklerine bulaşmışlardır. Sonra onlara Allah'ın sıfatlarını bilme ilmi eklenince, biz Allah'ın umumi olan lütfundan, bu pis olan şeyi temize, bu reddolunmuş olun şeyi makbul hale çevirmesini bekliyor ve umuyoruz.

8) Kalb, uzuvların reisidir. Sonra, bu başkanlık kuvvetinden ötürü değildir, çünkü kemik ondan daha kuvvetlidir. Büyüklüğü sebebiyle de değildir; çünkü uyluk ondan daha büyüktür. Keskinliğinden ötürü de değildir, çünkü tırnak ondan daha keskindir. Bu riyaset, ancak ve ancak ilim sebebiyledir. Böylece bu da, ilmin en kuvvetli bir sıfat olduğuna delalet eder.

İlmin Fazileti Konusunda Hikayeler:

1) Anlatıldığına göre Harun er-Reşid ile birlikte pekçok fukaha bulunuyordu. Bunların arasında Ebû Yusuf da vardı. Derken bir adam getirildi.

Diğer bir adam onun geceleyin evinden malını aldığını iddia ediyordu. Alan adam da o mecliste bunu ikrar etti. Oradaki fakihler onun elinin kesilmesine ittifakla hükmettiler. Ama Ebu Yusuf "Onun eli kesilmemeli" dedi. Alimler "Niçin?" dediler, bunun üzerine Ebu Yusuf, "O, aldığını ikrar etti. Almak ise, elini kesmeyi gerektirmez. Elinin kesilmesi için o malı çaldığını itiraf etmesi lazım" dedi. Böylece bütün fakîhler onu tasdik ettiler.

Sonra alan adama "O malı çaldın mı?" diye sordular. O da "Evet" dedi. Bunun üzerine onlar yeniden onun elinin kesilmesi gerektiğine hükmettiler. Çünkü çaldığını ikrar etmişti. Ebu Yusuf, yine "Onun eli kesilmez. Çünkü o, aldığını ikrar etmesinden dolayı kendisine o malı tazmin vacib olduktan sonra, hırsızlık yaptığını ikrar etmiştir. Bundan sonra hırsızlığını ikrar ettiği için, bu ikrarından ötürü o malı ödemesi de gerekmez. Dolayısı ile onun ikrarı hesaba katılmaz" dedi.

2) Şâbî'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:

Haccac'ın yanında idim, derken Horasan'daki Belh şehrinin fakihi olan Yahya b. Ma'mer, elleri kelebçeli olarak getirildi. Haccac, ona "Sen Hasan ile Hüseyin'in Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in neslinden olduğunu iddia ediyorsun (değil mi?)" dedi. O: "Evet" diye cevab verdi. Haccac, "Ya Kitabullah'dan apaçık bir delil getirirsin veya seni parça parça ederim" dedi. Bunun üzerine Yahya: "Sana Allah'ın kitabından apaçık bir delil getireceğim Ey Haccac!' dedi. Ben, Yahya'nın "Ey Haccac" diye hitab etme cüretine şaştım. Haccac,

"Sakın bana: "Biz oğullarımızı siz oğullarınızı çağıralım" (Al-i imran, 61) ayetin delil getirmeyesin?" dedi. Bunun üzerine Yahya, "Allah'ın kitabından o hususta daha açık bir ayet getireceğim. O da Cenab-ı Hakk'ın:

"Daha evvel de Nuh'u ve onun neslinden Davud'u, Süleyman'ı, Eyyûb'u, Yusufu, Musa'yı ve Harun'u hidayete (nübüvvete) kavuşturduk. Biz muhsinleri işte böyle mükâfaatlandınnz. Zekeriyya, Yahya ve İsa'yı da (hidayete kavuşturduk)" (En'am.84-85) ayetidir. Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın babası kimdi ki Allah onu Hazret-i Nuh (aleyhisselâm)'un zürriyyetinden saymıştır?" dedi. Haccac bunun üzerine uzun süre başını önüne eğdi. Sonra başını kaldırarak: "Sanki bu ayeti Kur'an'da daha önce hiç okumamışım. Bunun bağlarını çözün ve ona şu kadar mal verin" dedi.

3) Hikaye edilir ki Medinelilerden bir gurup, imamın arkasında cemaatle namaz kılarken Kur'an okuma hususunda münazara etmek ve onu susturup kötülemek için Ebu Hanife'nin yanına geldiler. Ebu Hanife de: "Hepinizle birden münazara etmem mümkün değil. Onun için, bunu en iyi bileninize bırakın" dedi. Bunun üzerine onlar, içlerinden birisine işaret ettiler. Ebu Hanife "İçinizde en iyi bilen bu mudur?" dedi, Onlar "Evet" diye cevab verdiler. Ebu Hanife: "Bununla münazara etmek, sizin hepinizle münazara etmek sayılır mı?" dedi. Onlar da "Evet" dediler. Yine Ebu Hanife, devamla: "Onu susturmak, sizin hepinizi susturmak sayılır mı?" dedi. Onlar: "Evet" dediler. Sonra Ebu Hanife : "Onunla münazara eder ve delilimle onu susturursam, sizi delille susturmuş olur muyum?" dedi. Onlar yine: "Evet" dediler. Ebu Hanife: "Niçin böyle olur?" dedi. Onlar: "Çünkü biz ona imam olarak razı olduk. Dolayısıyla onun sözü bizim sözümüz olmuş olur" dediler. Ebu Hanife şöyle buyurdu: "Biz namazımızda imamı seçtiğimiz zaman, onun kıraati bizim için de kıraat olur. Onun kıraati, bizim okumamızın yerine de geçer." Böylece onlar Ebu Hanife (rh.)'nin kendilerini susturduğunu kabul ettiler.

4) Ferezdak birisini şöyle diyerek hicvetti:

"Halisa'nın (güzelliği) yanında bir incinin kaybolması gibi, sizin kapınızda benim de şuurum kayboldu." Halisa, Süleyman b. Abdulmelik'in sevgilisi idi. O, son derece akıllı ve edip idi. Süleyman b. Abdulmelik'in heybeti Mervanoğulları'nın hepsininkinden fazla idi. Bu beyt Halise'nin kulağına ulaşınca çok zoruna gitti ve Süleyman'ın huzuruna çıkıp Ferezdak'ı şikayet etti. Bunun üzerine Süleyman, Ferezdak'ın eli ayağı bağlanmış olarak en korkunç bir şekilde, getirilmesini emretti. Süleyman'ın heybetinden dolayı, onun huzuruna geldiğinde Ferezdak'ın ancak ayakta duracak kadar dermanı vardı. Süleyman b. Abdulmelik ona beytini sen mi söyledin?" dedi. O da "Bsn bunu böyle söylemedim. Benim kötülüğümü isteyen birisi bu beyti değiştirmiş. Ben şu şekilde söylemiştim:

"İncinin Halisa'nın üzerinde parlaması gibi, benim şuurum da sizin kapınızda parladı" dedi. Halisa bu sözleri perde arkasından dinliyordu. Halisa'nın kızgınlığı geçti ve kendisine hakim olamıyarak perdenin arkasından çıktı, üzerindeki bütün zinet eşyalarını Ferazdak'a verdi. Bunların değeri bir milyon dirhemden daha fazla idi. Süleyman b. Abdulmelik, Ferezdak huzurundan çıkınca, onun peşine, zinet eşyalarını ondan yüzbin dinara satın alması için perdedarını gönderdi. Sonra o zinetleri Halisa'ya geri verdi.

5) Halife Mansur, bir gün Ebu Hanife'yi çağırdı. O esnada Ebu Hanife'nin düşmanı olan er-Rebi "Ey mü'minlerin emiri, -Ebu Hanife'yi kastederek- Bu adam senin dedene karşı çıkıyor. Zira deden 'İstisna-i munfasıl caizdir' dediği halde 'Ebu Hanife cevazını inkâr ediyor"dedi. Bunun üzerine Ebu Hanife şöyle dedi: 'Bu Rebi' var ya, bu, insanların sana bi'at etmelerinin vacib olmadığını iddia ediyor' dedi. Bunun üzerine Mansur, 'Nasıl?' dedi. Ebu Hanife de: "Bunlar sana biat ediyor, sonra evlerine döndüklerinde "inşallah" diyorlar (istisna yapıyorlar) böylece biatları batıl oluyor" dedi. Mansur buna güldü ve şöyle dedi: "Ey Rebi, Ebu Hanife'den sakın." Halifenin huzurundan çıkışta Rebi: "Ey Ebu Hanife, sen canıma kastettin" dedi. Ebu Hanife de: "Bunu başlatan sensin, ben kendimi müdafaa ettim" dedi.

6) Anlatıldığına göre bir müslüman, bir zımmîyi kasten öldürdü. Ebu Yusuf, zırnmıye karşılık müslümanın öldürülmesine hükmetti. Bu Zübeyde'nin kulağına ulaştı. Bunun üzerine Ebu Yusuf'a gelerek:"Müslümanı öldürmekten sakın" dedi. O, müslümanların işi ile çok ilgilenirdi. Ebu Yusuf ve fakihler bir araya toplandılar ve zımmi ile müslümanın velileri huzura getirildiler. Harun Reşid, Ebu Yusuf'a: "Bu müslümanın (kısasen) öldürüleceğine mi hükmedildi?" dedi. Ebu Yusuf da: "Ey mü'minlerin emiri, o benim görüşümdür. Ne var ki ben, zımmînin müslüman tarafından öldürüldüğü gün cizye verdiğine dair kuvvetli bir delil bulunmadıkça müslümanın öldürülmesine hükmetmem" dedi. Zımminin akrabaları bunu getiremediler. Böylece de onun kanı boşa gitmiş oldu.

7) el-Gadban, Haccac'ın düşmanı olan Abdirrahman b. Muhammed el-şaş'e: "Haccac seni akşam yemeği yapmadan önce, son onu sabah yemeği yap. (O senin hesabını görmeden sen onun hesabını gör) dedikten sonra Haccac'ın huzuruna girerek ona: "Esselamü Aleyke"nin cevabı nedir?" dedi. O da "Ve aleykümüsselam" dedi ve hemen durumu anladı. Sonra şöyle dedi: "Ey Gadban Allah senin canını alsın. Benim sana selamı iade etmemle kendin için bir eman almış oldun. Ama Allah'a yemin olsun ki, eğer vefa ve keremin hakkı olmasaydı, şu andan itibaren soğuk su içemezdin." Bu hâdisede ilmin faydasına bakın. İlim ne güzel şey. İlimle süslenenlere ne mutlu! Cehalete ve cahillik vadisine yuvarlananlara yazıklar olsun.

8) Ubdulmelik b. Mervan şairin

"Bizde Süveyd, Butayn ve Ka'neb vardır. Yine bizde (içimizde) toy olan Emirü'l-Mü'minin vardır" beytini duyduğu zaman, onun getirilmesini emretti. Onu getirip huzuruna çıkarttılar. Abdulmelik ona beytini sen mi söyledin? dedi. O da: Ben ancak "emir" kelimesindeki "ra" harfinin nasbi ile "Yine bizde, Ey mü'minlerin emiri toy olanlar vardır" diyerek sana nida ettim, senden yardım istedim" dedi. Bunun üzerine Abdulmelik'in kızgınlığı gitti, adam da bilgisi ile ortaya koyduğu az bir sanat sayesinde ölümden kurtuldu. Bu az iş de zammeyi fethaya çevirmektir.

9) Devlete hâkim olan Ebu Müslim, Süleyman b. Kesir'e şöyle dedi: Kulağıma geldiğine göre, sen bir mecliste imişsin. Yanında benim adım geçince, "Ey Allah'ım! onun yüzünü kara çıkar, boynunu kopar ve bana onun kanından içir." demişsin, doğru mu?" Süleyman b. Kesir: "Evet, bunu dedim fakat, olgunlaşmamış üzüme baktığım zaman bunu üzüm için söyledim" dedi. Bu söz Ebu Müslim'in hoşuna gitti ve onu affetti.

10) Adamın birisi Ebu Hanife'ye "Benimle konuşmadıkça hanımımla konuşmamaya yemin ettim. Hanımım da ben onunla konuşmadıkça eğer benimle konuşursa, sahib olduğu herşeyini sadaka olarak dağıtmaya yemin etti" dedi. Fakihler bu meselede şaşırdılar. Süfyan şöyle dedi: "İkisinden hangisi diğerine konuşursa yeminini bozmuş olur." Ebu Hanife ise adama: "Git ve hanımına konuş. Bu takdirde hiçbiriniz için de yeminini bozma sözkonusu olmaz" dedi. Bunun üzerine adam Süfyan'a gidip, Ebu Hanife'nin dediklerini haber verdi. Süfyan da kızgın bir şekilde Ebu Hanife'nin yanına gelip; "Sen namusları mubah kılıyorsun" dedi. Ebu Hanife: "Bu ne demek oluyor?" dedi. Süfyan, "Ebu Hanife'ye meseleyi yeniden sorunuz" dedi. Onlar meseleyi yeniden sordular, Ebu Hanife aynı fetvayı verdi. Bunun üzerine Süfyan: "Bunu nerden çıkarttın?" diye sordu. O da şöyle dedi: "Erkek yemin ettikten sonra, kadın da yemin ile ona karşılık vererek onunla konuşmuş oldu. Böylece adamın yemini düşmüş oldu. Eğer adam şimdi kadınla konuşursa ikisi de yeminlerini bozmuş olmazlar. Çünkü erkek kadınla yeminden sonra konuşmuş olur. Bu sebeble her ikisinin de yemini düşmüş olur." Süfyan bu cevaba karşılık: "Allah sana, ilim hususunda bizim hiçbirimizin farkında olmadığı şeyleri açıyor" dedi.

11) Hırsızlar bir adamın evine girip onun bütün malını alarak, hiç kimseye bunu söylememesi için üç talak üzerine ona yemin ettirdiler. Sabah oldu. Adam hırsızları, kendi malını satarlarken görmesine rağmen, yemin ettiği için kimseye birşey söyleyemedi. Adam bu meseleyi sormak üzere Ebu Hanife'ye geldi: Ebu Hanife de ona mescidinizin imamını ve mahalle halkını toplayıp bana getir" dedi. O da hepsini Ebu Hanife'nin yanına getirdi. Ebu Hanife onlara: "Siz, Allah'ın, şu adamın malını ona geri vermesini istiyor musunuz?" dedi. Onlar: "Evet" cevabını verdiler. Bunun üzerine Ebu Hanife: "Herkesi toplayıp bir eve doldurun. Sonra onları birer birer evden çıkarıp, o adama: "Seni soyan bu mudur?" diye sorunuz. Eğer o, malını çalan hırsız değilse "hayır" desin, eğer hırsız ise sesini çıkarmasın. Eğer adam sesini çıkarmazsa siz o hırsızı yakalayın" dedi. Onlar da Ebu Hanife'nin kendilerine emrettiği şeyi yaptılar, Allah da o adama çalınan mallarını geri verdi.

12) Ebu Hanife'nin çevresinde, meclislerine devam eden bir genç vardı Birgün Ebu Hanife'ye: "Falancanın kızıyla evlenmek istiyorum. Hatta istettim Fakat onlar benden, gücümün üstünde mehir istediler" dedi. Ebu Hanife de: "Çaresini bul, borç al ve onunla evlen. Çünkü Allahü teâlâ ondan sonra işini kolaylaştıracaktır" dedi. Sonra Ebu Hanife kendisi mehir miktarınca ona borç verdi ve evlendikten sonra o gence şunu söyledi: "Sen bu beldeden çıkıp, uzak bir beldeye gitmek ve yanında hanımını da götürmek istediğim açıkla" dedi. Genç bunu açıkladı. Bu durum kadının ailesine güç geldi ve şikayet edip fetva sormak için Ebu Hanife'nin yanına geldiler. İmam onlara: "Bu onun bileceği iştir" dedi. Onlar da: "Bunu savuşturmanın yolu nedir?" dediler. Bunun üzerine Ebu Hanife: "Bunun yolu, ondan aldığınız mihri ona geri vermek suretiyle onu hoşnud etmenizdir" dedi. Onlar da Ebu Hanife'nin bu tavsiyesine uydular. Ebu Hanife bunu gelinin kocasına anlatınca, o: "Ben onlardan, bundan başka birşey daha istiyorum" dedi. Ebu Hanife de şöyle dedi: 'Bu kadar parayı alırsan al, yoksa karın bir adama borçlu olduğunu söyleyecektir Sen de söylediği borç miktarını onun yerine ödemedikçe hanımınla beraber gidemeyeceksin. Hangisini istersin?" Adam bunun üzerine: "Allah Allah! Aman bunu duymasınlar. Ben onlardan başka şey istemiyorum" dedi ve mihir kadar paraya razı oldu. İşte Ebu Hanife'nin ilminin bereketiyle her iki tarafın da sıkıntısı giderilmiş oldu.

13) El-Leys b. Sa'd'dan rivayet edildiğine göre, adamın biri Ebu Hanife'ye şöyle dedi: "Benim huyu güzel olmayan bir oğlum var. Birçok para verip ona bir cariye alıyorum, o ise onu azad ediyor. Büyük bir mihir karşılığında onu bir kızla evlendiriyorum, o ise kalkıp onu boşuyor" dedi. Bunun üzerine Ebu Hanife ona, "Onunla beraber köle pazarına git. Eğer gözü bir cariyeye kayarsa, onu kendi malın olarak satın al ve oğlunla onu evlendir. Eğer oğlun onu boşarsa, o cariye mülkün olarak sana döner. Eğer azad etmek isterse, azad edemez" dedi. El-leys şöyle devam etti: "Allah'a yemin ederim ki hiçbir şey Ebu Hanife'nin hazır cevablılığı kadar beni hayrete düşürmemiştir.

14) Ebu Hanife'ye Ramazanda, gündüz hanımıyla cinsi münasebette bulunmaya yemin eden bir adamtn durumu sorulunca, kimse buna cevap veremedi. Bunun üzerine Ebu Hanife şöyle cevab verdi: "O adam karısı ile Ramazanda yolculuğa çıkar ve gündüz onunla münasebette bulunur."

15) Bir adam Haccac'a geldi ve "Benim dörtbin dirhemim çalındı " dedi. Haccac: "Kimden şüpheleniyorsun?" dedi. O: '"Hiç kimseyi itham etmiyorum" diye cevab verdi. Haccac ona: "Belki de hanımın çalmıştır, ne dersin?" dedi. Adam: "Subhanallah! Hanımım böyle şey yapmayacak kadar iyidir" dedi. Haccac attarına (kokucusuna): "Bana, benzeri olmayan çok kokan bir esans yap" dedi. Attar da ona böyle bir koku yaptı. Sonra Haccac, o adamı çağırdı ve ona: "Şu kokudan sürün, başka kimse bundan sürünmesin" dedi. Daha sonra Haccac, kapıcılarına: "Mescidlerin kapılarında oturun" dedi ve o kokuyu onlara göstererek, "Kimde bu kokuyu duyarsanız, onu hemen yakalayın" dedi. Böylece onlar, kendisinden bu koku fazlaca duyulan bir kişiyi görüp yakaladılar. Haccac, ona: "Bu kokuyu nereden aldın?" dedi. Adam da: "Onu satın aldım" dedi. Haccac: "Bana doğru söyle yoka seni öldürürüm " dedi. O adam da doğruyu söyledi. Bunun üzerine Haccac, parası çalınan adamı çağırdı ve: "İşte dörtbin dirhemini çalan adam! Sen hanımına dikkat et ve onu güzel terbiye et" dedi ve sonra dörtbin dirhemi o adamdan alıp sahibine verdi.

16) Harun Reşid bir gün Ebu Yusuf'a şöyle dedi: "Cafer b. İsa'nın çok hoşuna giden bir cariyesi var. O bunu sevdi de o cariyeyi satmayacağına, hibe etmeyeceğine ve azad etmeyeceğine yemin etti. Şimdi ise bu yemininden kurtulmak istiyor, ne dersin?" Bunun üzerine Ebu Yusuf: "O, cariyenin yarısını satsın, yarısını da hibe etsin. Böylece yeminini bozmasın" dedi.

17) Muhammed b. Hasan şöyle dedi: "Bir gece uyuyordum. Ansızın kapım çalındı. "Kapıya bakın, kimmiş o?" dedim. Kapıya bakanıar: "Halifenin habercisi seni çağırıyor" dediler. Canımdan korktum, kalkıp halifeye gittim. Yanına girince O: "Sana birşey sormak için çağırdım. Muhammed'in annesi yani hanımım Zübeyde'ye "Ben adil hükümdarım. Adil hükümdarlar ise cennete gireceklerdir" dedim. O da "Senzâlim ve asisin. Çünkü sen kendinin cennetlik olduğuna şahitlik ettin. Böylece, Allahü Teâlâ hakkında yalan söylemiş olduğundan kâfir oldun. Binaenaleyh ben de (müslüman olarak) sana haram oldum. "Bana yaklaşamazsın" dedi. Bunun üzerine Harun Reşid'e: "Ey mü'minlerin emiri bir günah işlediğin zaman o esnada veya daha sonra O'ndan korkar mısın?" dedim. O: "Evet, vallahi çok korkarım" dedi. Ben de: "Sana bir cennet değil iki cennetin verileceğine şehadet ederim dedim ve "Rabbinin huzurunda duracağından (hesab vereceğinden) korkan kimse için iki cennet vardır"(Rahman, 46) ayetini okudum. Bunun üzerine bana iltifat edip mülatefe yaptı, geri dönmemi emretti. Evime döndüğüm zaman atiyye keselerinin hemen bana gönderildiğini gördüm.

18) Anlatıldığına göre Ebu Yusuf'a bir gece Harun Reşid'in elçisi gelip, kendisini hükümdarın acele istediğini söyledi. Ebu Yusuf canından korkup, cübbesini giyerek, endişeler içerisinde halifenin yanına gitti. Huzura çıkınca selam verdi, halife de selamını alıp, yanına oturttu. O esnada Ebu Yusuf'un korkusu dindi. Harun Reşid: "Sarayda bir zinet eşyası kayboldu. Sarayın bir cariyesini suçladım ve "Ya ithamımda beni tasdik (çaldığını itiraf) edersin, ya da seni öldürteceğini" diye yemin ettim. Ama sonra pişman oldum. Bana bir çare (çıkış yolu)bul!" dedi. Bunun üzerine Ebu Yusuf: "Müsaade et onun yanına gireyim" dedi. Harun Reşid, Ebu Yusuf'a müsaade etti. O da içeri girince ay parçası gibi olan bir cariye gördü. Ebu Yusuf odadakileri dışarı çıkardı ve sonra cariyeye: "O çalınan zinet sende mi?" dedi. Cariye: "Hayır, vallahi" dedi. Bunun üzerine Ebu Yusuf cariyeye, sana söyleyeceklerimi iyi öğren, ne eksik'ne de fazla söyleme. Halife seni çağırıp: "Zineti sen mi çaldın?" dediğinde "Evet" de. Yine o sana: "Onu ver" dediğinde: "Ben onu çalmadım" de. Sonra Ebu Yusuf, Harun Reşid'in huzuruna tekrar girdi ve cariyeyi getirtmesini söyledi. Cariye huzura gelince de Ebu Yusuf halifeye: "Ona zineti sor" dedi. Halife cariyeye: "O zineti sen mi çaldın?" deyince pariye: "Evet" dedi. Sonra Halife: "Onu ver" deyince de cariye: "Vallahi ben onu çalmadım" dedi. Ebu Yusuf: "Ey mü'minlerin emiri, o ya çaldığını itiraf ederken veya inkar ederken seni tasdik etmiş oldu. Sen de böylece yemininden kurtuldun" dedi. Harun Reşid'in kızgınlığı geçti ve Ebu Yusuf'un evine 100.000 dirhem götürülmesini emretti. Yanındakiler: "Hazine memurları şimdi burada değil, bunu yarına ertelesek olmaz mı?" dediler. Harun Reşid, "Kadı Ebu Yusuf bizi bu gece vakti kurtardı, biz onun mükâfaatını yarına nasıl erteleriz?" dedi ve emretti de on kese altın yüklenip Ebu Yusuf ile beraber evine götürüldü.

19) Bişr el-Merisi İmam Şafii'ye "Sen icmanın olduğunu iddia ediyorsun. Halbuki doğudaki ve batıdaki kimselerin bir hususta icma ettiklerini bilmek mümkün değildir" dedi. Bu münazara Harun Reşid'in yanında yapılıyordu. İmam Şafii, "Şu oturanın halife olduğuna bütün müslümanların icma ettiğini bilmiyor musun?" eleyince Bişr korkusundan bunu kabul etti ve sesi soluğu kesildi.

20) Bir bedevi Hazret-i Hüseyin b. Ali (radıyallahü anh)'nin yanına gitti, ona selam verip bir istekte bulundu ve: "Deden (Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini duydum: "Bir ihtiyacınız olduğu zaman bunu dört kimseden isteyiniz. Ya şerefli bir bedeviden, ya cömert bir efendiden, ya Kur'ân'ın hafızından veya ay yüzlü kimselerden." Arablar senin ceddinle şeref buldu. Cömertlik sizin adetiniz ve huyunuzdur. Kur'an sizin evinizde indi. Ay yüzlü kimseye gelince ben Allah'ın Resulünden şöyle dediğini duydum: "Bana bakmak istediğinizde (Hazret-i ) Hasana ve (Hazret-i ) Hüseyn'e bakınız." Bunun üzerine Hazret-i Hüseyin: "İhtiyacın nedir?" dedi. Adam ihtiyacını yere yazdı. Hazret-i Hüseyin de: "Babam Ali'nin şöyle dediğini duydum: "Herkesin kıymeti yaptığı iyiliğe göredir."

Yine dedemin de şöyle dediğini duydum. Bağış, karşıdakinin bilgisine göredir. Ben sana üç soru soracağım. Eğer bunlardan birine cevab verirsen, elimde olanın üçte biri; eğer ikisini cevaplarsan üçte ikisi; eğer üçüne de cevap verirsen elimdekinin hepsi senin olacak. Bana Irak'tan ağzı kapalı bir kese gönderildi" dedi. Bunun üzerine bedevi: "Sor Güç kuvvet ancak Allah'ındır" dedi. Hazret-i Hüseyin "Hangi amel daha üstündür?" diye sordu, bedevi: "Allah'a iman" dedi. Hazret-i Hüseyin "Kul, tehlikelerden nasıl kurtulur?" diye sordu, bedevi: "Allah'a son derece güvenerek" dedi. Hazret-i Hüseyin: "İnsanı süsleyen nedir?" diye sordu; bedevi: "Hilimle beraber olan ilimdir" cevabını verdi. Hazret-i Hüseyin: "Şayet ilmi Yoksa.?" diye sordu, o da: 'Cömertlikle beraber bulunan mal' dedi. Hazret-i Hüseyin "Ya bu da yoksa..?' dedi, bedevî: "Beraberinde sabır olan fakirlik" cevabını verdi. Hazret-i Hüseyin: "Ya bu da yoksa..?" dedi. O "Gökten düşüp onu yakan bir yıldırım" cevabını verdi. Bunun üzerine Hazret-i Hüseyin güldü ve keseyi ona attı.

İlmin Faziletine Dair Aklî Deliller

İlmin üstünlüğünün akli delilleri hususunda deriz ki: İlmin bir şeref ve kemal sıfatı, cahilliğin de bir noksanlık sıfatı olduğunu akıllı kimselerin zaruri olarak bildiği bir gerçektir. Bu sebeble yalan olduğunu bilse dahi alim bir kimseye: "Ey cahil!" denilse, bu onu rahatsız eder.

Yine aksini bile bile, cahil bir kimseye "Ey alim" denilse, o bundan hoşlanır. Bunlar ilmin bizzat kıymetli ve bizzat sevimli; cehaletin de bizzat eksiklik olduğuna delildir.

Keza ilim nerede bulunursa bulunsun ilim sahibi saygı ve ta'zim görür Hatta hayvanlar bile insanı gördüğü zaman onu sayar ve ona İtaat eder. Her ne kadar bu hayvan insandan çok güçlü olsa da...

İdareciler bile kendi içlerinde, daha akıllı ve daha faziletli birisini gördükleri zaman isteyerek ona itaat ederler.

Âlimler de, inadlaşmadıkları müddetçe, tabii olarak, ilimde kendilerinden geride olanların reisi olurlar. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e karşı çıkıp onu öldürmek isteyen kimselerden bir çoğunun gözleri Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iliştiğinde Allah onların kalbine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in heybet ve korkusunu düşürdü de onlar onu çok heybetli görüp, ona boyun eğdiler. Bundan dolayı şair şöyle demiştir:

"Onun hakkında apaçık ayetler olmasaydı bile O'nun görünüşü sana, birşey sorma ihtiyacını hissettirmezdi."

Keza şüphe yok ki insan diğer canlılardan daha faziletlidir. Bu fazilet ve üstünlük, insanın güç ve kuvvetinden dolayı değildir. Çünkü hayvanlardan çoğu onun kadar hatta ondan daha fazla kuvvete sahibtir. Bu durumda insanın bu üstünlüğü, ancak onun nurânî bir meziyete ve kendisi ile eşyanın hakikatini anlayıp ona muttali olmaya, Allah'ın:

"Cinleri ve insaman sadece bana ibadet etsinler diye yarattım " (zariyat, 56) ayetinde buyurduğu gibi ibadetle meşgul olmaya müsait hale geldiği Rabbani latifeye sahib olmasından dolayıdır.

Keza câhil, sanki hiçbir şeyi göremediği, kesif bir karanlık içindedir. Halbuki alim sanki, kainatın bucaklarında uçuyor, makûlâtın denizlerinde yüzüyor, böylece mevcud ve ma'dumu, vacib, mümkün ve muhali mütalaa ediyor, sonra mümkinin cevher ve araza; cevherin basit ve mürekkebe bölündüğünü kavrıyor ve bunlardan herbirinin türlere, türlerin de kendi alt türlerine, cüzlere, cüzlerin de kendi alt cüzlerine ve başkası ile ortak olduğu cüzlerle, başkası ile ortak olmadığı cüzlere bölündüğünü ileri derecede görüyor ve herşeyin eserini müessirini, malûlünü, illetini, lazımını, melzumunu, küllisini cüzisini ve tekini çoğunu tanıyor, hatta aklı, bütün malûmatı detayları ve kısımları ile üzerine yazdığı bir levha gibi oluyor. Bu derecenin üzerinde daha üstün bir saadet olabilir mi? O böyle olduktan sonra, bilgisiz nefislerin alim olması gibi, bu nefis ruhlar aleminin bir güneşi gibi oluyor ve diğer nefislerin ebedi hayatlarına sebeb oluyor. Çünkü bu nefis önce kendisi kamil oldu, sonrada başkalarını müken.n.elleştirdi ve böylece de Allah ile kulları arasında bir vasıta oluverdi. İşte bu sebebten ötürü Cenab-ı Hak; "Allah melekleri, emrinden olan ruh ile "(Nahl, 2) buyurmuştur. Müfessirler bu "ruhu", "ilim ve Kur'an" diye tefsir etmişlerdir. Ruhsuz beden ölü ve bozuk olduğu gibi, ilimsiz ruh da ölüdür. Bunun bir benzeri de Cenab-ı Hakk'ın: İşte bu şekilde biz sana emrimizden bir ruhu sana vahyettik"(Şura, 52) ayetidir. Buna göre, ilim, ruhun da ruhu; nurun da nuru; özün de özüdür.

Bu saadetin devamlı olup, zeval ve değişmeden uzak olması da özelliklerinden biridir. Çünkü külli tasavvurlara yok olma ve değişiklik arız olamaz. Bu ilim saadeti, zatı bakımından yüceliğin zirvesinde, sonra da ebedilerin en ebedisi, yaşayanların en uzun yaşayanı olunca, saadetlerin en mükemmeli olmuştur.

Keza peygamberler (sallallahü aleyhi ve sellem) ancak hakka davet için gönderilmişlerdir. Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:

"Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et ve onlarla en güzel bir şekilde mücadele et. Hiç şüphesiz Rabbinr yolundan sapanları ve hidayete erecek olanları en iyi bilendir"(Nahl, 125), ve:

"De ki: Bu benim yolumdur. Ben Allah'a açık hüccet ile davet ediyorum. Ben ve bana tabi olanlar (böyleyiz.)" (Yusuf, 108) buyurmuştur. Sonra işi başından al, o zaman göreceksin ki Cenab-ı Hak; "Ben muhakkak yeryüzünde bir halife yaratacağım "(Bakara, 30) buyurup, melekler de :

"Orada bozgunculuk yapacak kimsefler) mi yaratacaksın "(Bakara, 30) deyince, Allahü teâlâla "Ben sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum"(Bakara. 30) buyurmuş ve onlara kendisinin bilmesi ile cevab vererek, kudret, irade, sem'î, basar, vucüd, kıdem ve mekan ile cihetten münezzeh olma gibi diğer celal sıfatları ile onlara cevab vermemiş ve onları bu sıfatlarla susturmamıştır. Ancak O, ilim sıfatı ile onlara cevab vermiştir. Bu da cemal ve kemal sıfatlarının hepsi her nekadar son derece şerefli iseler de, ilim sıfatının onlardan daha şerefli olduğunu gösterir. Cenab-ı Hak, Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'in üstünlüğünün de ilimle olduğunu beyan etmiştir. Bu da ilmin, başka şeylerden daha şerefli olduğunu gösterir. Sonra Cenab-ı Hak, Hazret-i Adem'in ilmini ortaya koyunca onu meleklerin secdegâhı ve yeryüzünün halifesi kıldı. Bu da Hazret-i Adem'in bu mertebeye ancak ilmi ile müstehak olduğuna delalet eder. Sonra melekler, tesbih ve takdisleri ile övünmüşlerdir. Bunlarla öğünmek ise ancak, bunlar ilimle birlikte olurlarsa yerinde olur. Bu ikisi ilim olmadan yapılırsa, bu nifak olur. Nifak ise, en aşağı mertebedir. Nitekim Cenab-ı Hak: "Hiç şüphesiz münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar"(Nisa. 145) buyurmuştur. Veya, ilimsiz tesbih ve takdis bir taklid olur, taklid ise kınanmıştır. Bu sebeble meleklerin tesbih ve takdislerinin, ancak ilmin bereketi ile, övünmeyi gerektirdiği ortaya çıkmış oldu. Sonra Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'e, ileride izahı geleceği gibi, içtihadı bir meselede hata ettiği için "günah işledi" denildi. Ufacık bir hatadan dolayı, başına gelen başına geldi. Birşeyin önemi ne kadar çok olursa, şerefi de o nisbette fazla olur. Bu da, ilmin ne kadar yüce olduğunu gösterir. Sonra Hazret-i Adem ilmin yüceliğinin bereketiyle tevbe edip, pişman olarak hakka dönüp, günahta ısrarı ve kibirlenmeyi bırakınca peygamber olarak seçilme elbisesini giydi.

Sonra Cenab-ı Hakk'ın: "Gece kararınca bir yıldız gördü. '(Enam, 76) buyurduğu gibi, İbrahim (aleyhisselâm) 'in, daha işin başında nasıl ilim talebi ile meşgul olduğuna bir bak. Sonra o, yıldızlardan aya, aydan güneşe geçti de, tefekkürü ile, birşeyden başka bir şeye geçe geçe, onu maksadına götüren açık bir delil parlak bir burhana ulaşıncaya kadar buna devam etti. Böylece de şirkten yüz çevirerek,

"Ben benliğimi, gökleri ve yeri yaratan (Allah'a) döndürdüm "(Enam, 79) dedi. Hazret-i İbrahim bu dereceye ulaşınca, Allah onu en güzel şekilde medhedip, en mükemmel şekilde yüceltti de, bir keresinde: "İşte biz böylece İbrahime göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk"(En'am, 75); bir başka defa da:

"İşte bunlar, kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz hüccetlerdir. Biz kimi dilersek onu derece derece yükseltiriz'.En'am, 83) buyurmuştur. Sonra Hazret-i İbrahim mebde' (ilk yaratılış) bilgisine ulaştıktan sonra me'ad (ahiret) bilgisi ile meşgul olarak: "Mani İbrahim: Ya Rabbi, ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster" demişti. "(Bakara, 260). Sonra O, öğrenme işini bitirince, bir keresinde "Duymayan ve görmeyen (putlara) niçin tapıyorsun?"(Meryem 42) diyerek babasına; bir keresinde:

"Sizin ibadete kapandığınız bu putlar da ne oluyor ?"(Enbiya. 52) diyerek kavmine; ve bir keresinde de:

"Rabbi hususunda İbrahim ile tartışan adama baksana?"(Bakara, 252) diyerek de zamanın hükümdarına, delil getirip onları irşad etmekle meşgul olmuştur. Yine Hazret-i Salih, Hûd ve Şuayb (aleyhisselâm)'a bak; onlar işlerinin başında ve sonunda nasıl öğrenmek, öğretmek ve insanları ilahi deliller hususunda düşünmeye irşad etmek ile meşgul olmuşlar?

Yine Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın Firavun ve ordusu ile olan durumları ve Hazret-i Musa'nın onlara getirmiş olduğu çeşitli deliller de böyledir. Nihayet, efendimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bir bak; Allah O'na peşpeşe nasıl ilimle lütfetmiş de, şöyle buyurmuştur: "Seni yitmiş buldu da, yola iletmedi mi? Seni yoksul buldu da, zenginleştirmedi mi?"(Duha, 7-8). Böylece Cenab-ı Hak, ilimle olan lütfunu mal ile olan lütfundan daha önce zikretmiştir.

Yine, Cenab-ı Hak, "Sen daha önce Kur'an nedir, iman nedir bilmiyordun" (şura, 52) ve "Bunu sen ve kavmin, bundan önce bilmiyordunuz" (Hud, 49) buyurmuştur. Sonra ilim, Hazret-i Peygamber'e ilk vahyolunan şeydir. Allah: "Rabbinin ismiyle oku!"(Alak, 1) buyurmuştur.Keza Allahü Teâla daha sonra:"Ve sana, bilmediğin şeyleri öğretti"(Nisa, 113) buyurmuştur. Yine, Hazret-i Peygamber devamlı "rabbim, bana eşyayı, nasıl iseler öylece göster" derdi. İnsanlara, bu zikrettiğimiz akli ve nakli delillerle ilmin kıymeti gösterilememişse, artık onlar için bundan sonra hiç bir şeyin ortaya çıkması mümkün olamaz.

Kur'an-ı Kerimde İlmin Tavsîfi

Yine Cenab-ı Hak, ilmi Kur'an-ı Kerim'de şerefli isimlerle isimlendirmiştir.

1) Hayat 'Ölü iken dirilttiğimiz kimse"(Enam. 122).

2) Rûh "İşte böylece biz sana, emrimizden bir ruhu vahyediyoruz"(Şura, 52).

3- Nûr, "Allah göklerin ve yerin nurudur" (Nûr, 35).

Yine Cenab-ı Hak, Talût (aleyhisselâm)'un niteliği hakkında: "Allah içinizden onu seçti ve ona, ilimde ve bedende bir üstünlük verdi(Bakara, 247) buyurmuş, ilmi de bedene takdim etmiştir. Diğer nimetlerden amaç, muhakkak ki bedenin mutluluğudur; bedenin mutluluğu ise, malca mutluluktan daha üstündür. İlmî saadet, cismani saadetten daha üstün olunca, malca saadetten haydi haydi üstün olur.

Yine Hazret-i Yusuf, "Beni memleketin hazineleri üzerinde görevlendir. Çünkü benr iyice koruyan ve iyi bilen birisiyim" (Yusuf, 55) demiş, ama "Ben soyluyum, şerefliyim, fasihim, güzel yüzlüyüm" dememiştir.

Yine haberde: "Kişi iki küçük uzvuyla değerlendidirilir: Kalbi ve lisanı." Kişi konuşursa lisanıyla konuşur, dövüşmek istediğinde de kalbiyle dövüşür. Nitekim Şair:

"Gencin lisanı onun bir yarısı, kalbi de diğer yarısıdır; geriye ise, sadece bir et yığını ve kan kalır" demiştir.

Yine Cenab-ı Hak, cehaletin azabını, cehennemin azabına takdim ederek; "Hayır, muhakkak ki onlar, o vakit Rablerinden mahrumdurlar. Sonra onlar muhakkak ve muhakkak o alevli cehenneme yaslanacaklar"'(Mutaffifin. 15-16) buyurmuştur.

Bazıları, ilmin kaynağının üç olduğunu söylemiştir: Tefekkür eden kalb, ifade eden dil ve tasvir eden bir beyan, ifade gücü..

Ali İbn Ebi Talib de, "ilm" lafzındaki ayn harfinin yücelikten ('uluvv); lam harfinin lütuftan; mim harfinin de mürüvvetten alındığını söylemiştir.

Yine, on çeşit ilim olduğu söylenmiştir: Dinler için tevhid ilmi; şeytanları reddetmek için sır ilmi; kardeşlik münasebetlerini ayarlamak için muaşeret ilmi; farzları ve vacibleri (erkân) bilmek için şeriat ilmi; zamanları tayin için yıldız ilmi; süvariler için kılıç döğüşü ilmi; hükümdarlar için yönetim ilmi; ta'bir etmek için rüya ilmi; delil getirmek için feraset ilmi; bedenler için tıb ilmi ve Rahman'ı tanımak için hakikat ilmi...

Yine ilim, suya benzetilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak "Gökten bir su indirdi"(Rad, 17) buyurmuştur. Sular dört kısımdır: Yağmur suyu; sel suyu; kanal suyu ve göze (kaynak) suyu.. İlimler de bunun gibi dört kısımdır:

1) Bulanmaması için, karıştırılması doğru olmayan göze (kaynak) suyu gibi olan "tevhid ilmi, " küfrün meydana gelmemesi için Allah'ın nasıl olduğunu anlamayı istemek caiz değildir.

2) Eşmekle artan kanal suyuna benzeyen, istinbat yoluyla ziyadeleşen fıkıh ilmi.

3) Saf olarak inip, sonra havanın toz zerreleriyle bulanan yağmur suyuna benzeyen "zühd" ilmi. Zühd ilmi de saftır, ancak açgözlülükle bulanır.

4) Canlıları öldüren ve mahlûkatı helak eden sel suyuna benzeyen, bid'at ilmi. Bid'at da böyledir. Allah en iyi bilendir.

İlmin Tarifi

Âlimlerin ilmin tarifi hakkında söyledikleri sözlere dairdir.

Ebu'l-Hasan el-Eşarî: İlim, bir şeyin bilinmesine vesîle olan şeye denilir. Çoğu kez de; "İlim: Kişinin kendisiyle alim, bilici olduğu şeydir" demiştir.

Eş'ariye; "Bilici (alim) ve bilinen (ma'lum) ancak İlim ile bilinirler; bu sebeple, ilmi bu iki şeyle tarif etmek devirdir. Bu ise, caiz değildir" diyerek itiraz etmişlerdir.

Eş'ari buna şu şekilde cevap vermiştir: "İnsanın, kendisinin nefsini, elemini ve lezzetini bilmiş olduğuna dair bilgisi, zaruri bir ilimdir. Eşyayı bildiğine dair bilgisi ise, ilmin aslını bilmektir. Çünkü mahiyyet, mukayyet olan mahiyyete dahildir. Böylece onun, ilmin ilim olduğunu bilmesi, zaruri bir ilim olmuş olur; böylece de devir (devr-i fasit) düşmüş olur. Bu konunun iyice izahı, inşaallah, bu husustaki tercihimizi zikrettiğimizde gelecektir.

Kadî Ebû Bekr ise şöyle demiştir: "İlim, malumu, nasıl ise öylece bilmektir." Yine o, çoğu kez, "ilim, bir bilmedir" demiştir.

Onun birinci tarifine şöyle itiraz edilmiştir: "Ebu Bekr'in, "İlim, malumu bilmektir" sözü, ilmi malumla tarif etmektir. Böylece, yine devir avdet eder. Buna göre bilmek, ancak bilinen şeye mutabık olduğu zaman doğru olur. Bu sebeple Ebu Bekr'in, marifet sözünü zikrettikten sonra, "onu nasıl ise öylece" sözü, bir haşv (faydadan hâli fazla söz) olur.

O'nun, "ilim, ma'rifettir" (bilmektir), şeklindeki tarifine gelince, bunda birçok yönden bozukluk bulunmaktadır:

a- İlim, bilmenin kendisidir. Bu sebeple ilmi, bilmekle tarif etmek, birşeyi kendisiyle tarif etmek olur ki, bu muhaldir.

b- Bilmek, karışıklıktan sonra ilmin meydana gelmesinden ibarettir. Bu sebepten ötürü, "Ben falancayı tanıyamadım; ama onu şu anda tanıdım" denilir.

c- Allah, kendisini alim olarak vasıflandırmış, ama arif diye vasıflandırmamıştır. Çünkü ma'rifet (bilmek), kendisinden önce bir bilinmezliğin geçmesini, bulunmasını gerektirir ki, bu Allah için düşünülemez.

Üstad Ebu İshâk el-İsferayini de şöyle demiştir: "İlim, bilineni ortaya koymak ve beyan etmektir." Çoğu kez ise O, şöyle demiştir: "İlim, hakikatlerin ortaya konulmak istenmesidir." Çoğu kez ise; "Tebyîn" ( = açıklama, ortaya koyma) sözüyle yetinerek: "İlim, tebyîndir" demiştir ki, bu da zayıftır. O'nun, "ilim, tebyindir" demesinde, ancak bir lafzı ondan daha kapalı olan bir lafızla değiştirme vardır. Bir de. tebyîn ve istibane (ortaya koymak istemek), gizlilikten sonra bir şeyin ortaya çıkışını ihsas ettirirler ki, bu, ilmullâh hususunda daima aynı olmaz.

İsferayini'nin "Malumu, nasıl ise öylece açıklamadır", sözüne gelince, bu söze de Kadî Ebu Bekr'in sözüne yönelen bütün itirazların tamamı yönelir.

Üstad Ebu Bekr İbn Fûrek de, şöyle demiştir: "İlim, fiilin muhkem ve sağlam olarak nitelenmesini sağlayan şeydir."

Bu görüş zayıftır; çünkü vaciblerin vacibliğini, imkansızların imkansızlığını bilmek, bir sağlamlık ve muhkemlik ifade etmez.

Kâffal ise: "İlim, malumu nasıl ise aynen öyle isbat edip, göstermektir" demiştir.

Çoğu kez; "İlim, malumu, nasıl ise o şekilde tasavvur etmektir" denilmiştir.

Yukarda yazmış olduğumuz itiraz şekilleri bu söz için de geçerlidir.

İmamu'l-Haremeyn ise: "İlmin mahiyetini tasavvur etmeye ve o mahiyeti başka mahiyetlerden ayırdetmeye imkan veren yol, bizim şöyle söylemem izdir. Biz, kendiliğimizden, zorunlu olarak, kendimizin bazı şeylere inandığımızı görüyoruz. Diyoruz ki, bizim o şey hakkındaki inancımız ya katidir veya değil; eğer kati ise, ya vakıaya mutabıktır veya değildir; eğer mutabık ise, o şey ya, mevzu ve mahmul taraflarının aynı olan bir mucibden (gerektirici sebebten) ötürü olurki bu "bedihi ilim"dir; veya zaruri ilimlerin terkibinden hasıl olan bir mucibden ötürü olur ki bu da " nazarî ilim"dir.

Veyahutta, böyle bir mucibden dolayı meydana gelmemiştir ki, bu da mukallidin inancıdır. Vakıaya mutabık olmayan kati inanca gelince, bu cehalettir. Kati olmayan inanca gelince, bu durumda ya iki tarafta eşit olur, ki bu sektir; veya iki taraftan biri diğerinden daha fazla tercihe şayan olur ki, racih olan zan, mercuh olan (bırakılan) ise, vehimdir " demiştir. Bu tarif de birçok bakımdan bozuktur:

1) Bu tarif, ancak bizim, "itikadın mahiyetini bilmemiz bedihi bir itimdir" diye iddia ettiğimiz zaman tamam olur. Bu caiz olunca, ilmin mahiyetini bilmenin bedihi olduğunu ileriısürmerniz neden mümkün olmasın?

2) Bu, ilmi, zıdlarının bulunmamasıyla tarif etmektir. Halbuki onun zıdlarını bilmek, ilmi bilmekten daha güçlü değildir ki, zıd olmayan zıd olanı tarif edici kılınsın!.. Böylece işin neticesi, bir şeyi kendi misliyle veya daha kapalı olanla tarif etmeye vanp dayanır.

3) İlim, bazan tasavvur, bazan da tasdik olur. Tasavvura, ne katiyyet ne tereddüt, ne kuvvet ve ne de zayıflık arız olamaz. Durum böyle olunca, tasavvuri olan ilimler, bu tarifin dışında kalmış olur.

Mu'tezile de şöyle demiştir: İlim, nefsin sükunetini sağlayan inançtır. Çoğu kez onlar şöyle de derler: İlim, nefsin itminanını (sükûnetini) gerektiren şeydir. Onlar sözlerine devamla, sükun lafzı burada her ne kadar mecazi olsa da, ancak ondan kastedilen açık olunca, onun zikredilmiş olması maksada ters düşmez.

Arkadaşlarımız şöyle demişlerdir: İtikad, ilme muhalif olan bir cinstir, bu sebeple ilmi o cinse dahil etmek caiz olmaz.

Onlar şöyle de diyebilirlerdi: "Şüphesiz ilimle mukallidin inancı arasında müşterek bir nokta vardır. Biz itikad sözüyle bu ortak noktayı kastediyoruz. Ashabımız; Allah'ın ilminin bu tarifin dışında kaldığını, çünkü Allah'ın ilmi hakkında, "O ilim nefsin sükûnetini gerektirir "denilemiyeceğini söylemişlerdir.

Felsefeciler ise: "İlim: Maluma mutabık olarak insan nefsinde meydana gelen bir şekildir " demişlerdir. Bu tarifte de, birçok kusur bulunmaktadır:

a- Şekil lafzını ilme vermek, muhakkak ki, mecazidir. Bu sebeple, bu tarifte hakikati mecazdan ayırmak gerekir. "Aynada yüzün şeklinin meydana gelmesi gibi, zihinde de malumun şekli meydana gelir " biçiminde söylenen söze gelince, bu zayıf bir fikirdir, çünkü biz dağı ve denizi düşündüğümüzde zihinde bunlar meydana gelirlerse, zihinde dağ ve deniz var demektir ki bu da, imkansızdır. Eğer, zihinde onlar meydana gelmez de, zihinde bulunan sadece onların şekilleri olursa, bu durumda malum olan o suret olur. Zihinde meydana gelen suret, o şeyin kendisi değil sureti olunca, onun bilinmemiş olması gerekir. Eğer suret meydana geldi ve onun yeri de zihindedir, denilirse bu durumda dağın ve denizin zihinde bulunduğu sözüne döneriz.

b- Felsefecilerin, "o, maluma mutabıktır" sözü ise, devri (devr-i fasid)'i gerektirir.

c- Onlarca, bilinen şeyler bazan hariçte var olur, bazen de hariçte bulunmaz; ki, onlar bu şeyleri itibari durumlar, zihni suretler ve ikinci dereceden akli şeyler diye isimlendirirler. Tarifte zikredilen mutabakat, bu kısım şeylerde makul değildir.

d- Biz bazen yok olanı düşünebiliyoruz. Ama, bu akli tasavvur, yok olan şeye mutabıktır, denilemez. Çünkü mutabakat uyuşan iki şeyin bulunmasını gerektirir. Ma'dum ise, sırf yokluktur. Bu nedenle burada bir uygunluğun meydana gelmesi imkansız olur.

Keza Gazzali, felsefecilerin, ilmin tarifi hususundaki sözlerini izaha çalışarak şöyle demiştir: Kalb gözümüzle idrakimizi, zahiri gözümüzle mukayese etmek suretiyle anlarız. Zahiri gözümüzün manası görülen şeyin suretinin görme kuvvetinde şekil almasından ibarettir; nitekim, aynada suretin şekillendiğini de, bu şekilde anlamaktayız. Nitekim göz, görülen şeylerin şeklini alır, yani o gözde görülen şeylerin aynısı olmayan, ama onlara mutabık olan şekiller belirir. Çünkü, meselâ ateşin kendisi gözde beliremez; aksine, ateşin suretine mutabık bir şekil belirir... Bunun gibi akıl da, üzerinde makûlatın şekillerinin belirdiği bir ayna gibidir. Makulat ile, onların hakikat ve mahiyetlerini kastediyorum.

Aynanın yapısında üç unsur bulunmaktadır: Demir unsuru, parlaklık ve onda şekillerin belirmesi.. İnsanoğlunun cevheri demir, aklı parlaklık, malumatı da suretler gibidir. Gazzali'nin bu sözü gerçekten sakıttır, çünkü O'nun: "Zahiri gözün manası, görülen şekillerin görme kuvvetinde belirmesidir " görüşü, bir kaç bakımdan batıldır.

a- Çünkü o, görmenin tarifinde görenle görüleni zikretmiştir ki, bu bir devirdir (devr-i fasittir).

b- Şayet görme, bu şekil almanın bizzat kendisi olsaydı, o zaman biz ancak gözün alabileceği kadar görürdük. Çünkü büyük bir şeyin küçük birşey içinde şekil alması mümkün değildir. Şayet şekillenen küçük suretler, hariçteki büyük şeylerin görülebilmesi için şarttır, denilirse biz deriz ki, şart meşruttan başkadır. O halde görmek, şekil alan bu suretlerden başkadır.

c- Biz görülen şeyi, olduğu yerde görüyoruz; şayet görülen şey beliren şekil olsaydı, biz onu bulunduğu yerde ve mekanda göremezdik.

Gazzali'nin, "akıl da böyledir; çünkü onda da, makufatın suretleri belirir" sözüne gelince, bu da zayıftır. Çünkü, akılda hararetten ötürü şekillenen suret, mahiyet itibariyle ya müsavidir veya değildir... Eğer birincisi olursa, o zaman aklın, harareti düşündüğü zaman hararetli olması lazım. Çünkü hararetli olmak, ancak hararetle vasıflandığında anlamlı olur. İkincisi olursa, o zaman mahiyet, mahiyeti bakımından hararete ters olan bir şeyin zihinde meydana gelmesinden ibarettir. Bu ise, Gazzali'nin görüşünü geçersiz kılar.

Suretlerin aynada şekil alması hususuna gelince, muhakkik felsefeciler, görülen şeyin suretinin aynada şekillenmediğinde ittifak etmişlerdir. Böylece onların görüşleri hususunda Gazzali'nin zikretmiş olduğu şeyin onların görüşüne uymadığı ve asıllarıyla bağdaşmadığı ortaya çıkmış olur.

Alimlerin ilim hususunda yaptıkları tariflerin batıl olduğu ortaya çıkınca, bil ki tarif edememek, bazen elde edilmek istenen şeyin çok gizli ve kapalı olmasından, bazen de o şeyin çok açık olup, kendisini tarif için daha iyi belirgin ve açık bir şey bulunamamasından ileri getir. İlmi tarif etmekten aciz kalmak, bu ikinci husustan ileri gelmiştir. Gerçekten ilmin mahiyyeti çok açık ve çok net bir şekilde tasavvur edilmiştir. Bu sebeple onu tarif etmek için, bir tanımlayıcıya ihtiyaç yoktur. Bunun delili ise şudur: Herkes zaruri olarak, kendisinin varlığını, göklerde olmadığını, denizlerin karanlıklarında da bulunmadığını bilir. Onun bunları bilmesine dair hasıl olan zaruri ilmi, onun zatının bu ilimlerle muttasıf olduğuna dair bir ilimdir. Bir şeyin birşeye nisbet edildiğini bilen kimse, şüphesiz her iki tarafı da biliyor demektir. Bu mensubiyyetle ilgili zaruri ilim hasıl olunca, ilmin mahiyyetiyle ilgili zaruri ilim de meydana gelir. Bu böyle olunca, ilmi tarif etmek imkansız olur. Burada şimdilik du kadar yeter; diğer tedkikat ise akli meselelerle ilgili diğer kitablarda zikredilmiştir. Allah en iyi bilendir.

İlim Kelimesinin Müradifleri (Eşanlamlıları)

İlmin muradifi olduğu sanılan lafızlardan bahsetme hakkındadır.

Bu lafızlar, otuz tanedir:

1) İdrâk: bu, karşılaşma ve ulaşma (vusul) demektir. Meselâ, (çocuk kemale erdi, ulaştı; meyve olgunlaştı) denilir. Nitekim Cenab-ı Hak, "Hazret-i Musa'nın yanındakiler, "muhakkak ki erişilip yakalandık! dediler" (Şuara, 61) buyurmuştur. Akleden kuvvet akledilen şeyin mahiyetine ulaşıp, o şeyin mahiyetini elde ettiğinde, bu, bu cihetten bir idrak olmuş olur.

2) Şuur: İsbata kalkışmaksızın, idraktir. Bu, malûmun, akleden kuvvete ulaşma mertebelerinin ilkidir. Bu, sallantıda olan bir idraktir. İşte bu sebeple Cenab-ı Allah hakkında, O şunu biliyor denildiği gibi, o şunun şuurundadır. hissediyor denilemez.

3) Tasavvur: Akli kuvvet manaya vukuf hasıl edip onu tamamiyle idrak ettiğinde, işte bu tasavvur olur. Bil ki tasavvur, suret lafzından alınma bir lafızdır. Suret lafzı da her nerede kullanılmışsa, şekil alan cisimlerde meydana gelen cismani durumlar için vaz olunmuşdur. Ancak İnsanlar, şekil ve durumların cismani şeylere hulul ettikleri gibi, malumatın hakikatlerinin de akli kuvvette bir hal olduğunu tahayyül ettiklerinde, bu manada olmak üzere tasavvuru da ilme itlak etmişlerdir.

4) Hıfz: Akılda şekil meydana gelip, bu suret güç kuvvet bulup hatta bu suret yok olmaya yüz tuttuğunda akli kuvvet onu geri döndürmeye ve geri getirmeye muktedir olacak bir duruma geçince, bu durum "hıfz" diye adlandırılır. Hıfz, zayıflıktan sonra kuvvetlenmeyi hissettirdiği için, şüphesiz Allah'ın ilmi "hıfz" olarak adlandırılamaz. Bir de, zevali caiz olan şeyler hıfza muhtaç olduğu için, yine Allah'ın ilmi "hıfz" olarakjadlandınlamaz Allah'ın ilminde böyle bir şeyin olması mümkün olmayınca, O'nun ilmine "hıfz" denilemez.

5) Hatırlamak: Zabtolunan suretler akıl kuvvetinden kaybolup, aklî kuvvet de bunu geri getirmeye çalışınca, işte bu iş "hatırlama" olarak isimlendirilir. Bil ki hatırlamanın, Allah'tan başka kimsenin bilemiyeceği bir sırrı vardır. O da şudur: Hatırlama, bu silinip zail olan şekillerin geri döndürülmek istenmesinden ibarettir. Bu suret, eğer hissediyorsa o hazır ve var demektir. Hazır ve var olanın ise, yeniden elde edilmesi imkans;zdır. Bu sebeble onun geriye döndürülmesini istemek imkansız olur. Eğer bu suretler sezilemiyorsa, zihin ondan habersiz ve gafil demektir. Zihin ondan gafil olunca da, onun geriye dönmesini istemesi imkansız olur. Çünkü tasavvur olunamıyan şeyi istemek, imkansızdır. Bu her iki duruma göre de, "geri döndürme arzusu" diye açıklanan hatırlama işi imkansız olur. Şu da var ki biz, kendimizin bazen onu talep ettiğini ve bazen onu geriye döndürmeye uğraştığını görüyoruz. Bu sırlara insan daldıkça ve onları düşündükçe, insanlar nazarında en açık seçik şeylerden olmasına rağmen, onların o sırların künhünü bilemediğini anlar. Akıllara ve zihinlere en fazla kapalı ve çözülmesi en zor olan işleri sen bir düşün...

6) Zikr: İnsan, zail olan şekilleri geriye döndürmeye çalışır, onlar da geriye dönüp, bu çabadan sonra meydana gelirlerse, işte bu bulunmaya "zikr" denilir. Eğer idrakten önce, bir kaybolma (zeval) söz konusu değilse, bu idrak bir zikr olarak isimlendirilemez. Bu sebepten ötürü şair:

"Allah biliyor ki, ben onu hatırlamadım (zikr); nasıl hatırlayayım ki; çünkü hiç unutmadım!." demiş, unutmanın meydana gelmesini, hatırlamanın şartı kılmıştır. Mananın nefiste meydana gelmesinin sebebi olduğu için, söz de zikr diye isimlendirilir. Nitekim Cenab-ı Hak;

"Muhakkak ki zikri biz indirdik, onun koruyucuları da ancak biziz" (Hicr, 9) buyurmuştur.

Burada bir tefsir inceliği vardır ki, o da şudur: Cenab-ı Hak;

"Beni hatırlayınız, Ben de sizi hatırlayayım" (Bakara, 152) buyurmuştur. Bu emir kula, unutma meydana geldiği zaman mı teveccüh eder, yoksa unutma olmadığı zaman mı? Eğer birincisi olursa, bu durumda kul unutma halinde, verilen emirden habersizdir; unutma halinde ona nasıl teklif teveccüh edebilir? Eğer ikincisi olursa, o kul Allah'ı zaten hatırlıyor demektir ve zikr bulunmaktadır. Var olanı yeniden meydana getirmekse, muhaldir. O halde Cenab-ı Hak, bunu ona nasıl teklif etmiştir? Ayni şeyler:

"Bil ki Allah'dan başka hiçbir ilah yoktur" (Muhammed, 19) ayeti için de söz konusudur. Ancak Allah'ın sözünün cevabı, bu ayette emredilenin tevhidi bilmek olduğudur. Bu ise, tasdikat nevindendir; dolayısıyla ondaki bu müşkillik fazla güçlü değildir.

Zikre gelince, bu tasavvurat nevindendir; buradaki müşkil çok güçlüdür. Buna mutlak olarak, vereceğimiz cevap şudur:

Biz kendimizde hatırlamanın mümkün olduğunu görüyoruz. Bu mümkün olunca, senin söylediğin şey zarûriyyatta (yani kafi hususlarda) şüphe uyandırmaktan ibarettir. Binaenaleyh cevap vermeye müstehak olamaz. O zaman da şöyle denilebilir: Nasıl hatırlanıyor? Biz deriz ki: Nasıl hatırlandığını bilemiyoruz. Fakat senin, bir nebze olsun içtihadla meşgul olmanın kafi geleceğini, fakat bu keyfiyyeti idrâkten aciz kalacağını bilebileceğine dair ilmin, bu tefekkürün seninle ilgili olmadığı, fakat burada başka bir sırrın bulunduğunu anlaman hususunda, sana kâfi gelecektir.

Bu sır da şudur: Tezekkür ve anma, senin sıfatın olmakla beraber, sen onların mahiyyetini idrakten aciz kalınca, sana münasebeti bakımından en uzak şey olan mezkurun (Allah'ın) künhüne nasıl vakıf olabilirsin? Kul, kendisinin künhüne vasıl olmada aczini anlayıp, son derece noksan olduğunu anlasın diye eşyanın en açığını en kapalı kılan zat-ı Barî'yi noksan sıfatlardan tenzih ve takdis ederim. Bu durumda kul Allah'ın zahir ve batın olmasındaki sırların mikdarının başlangıçlarına dair az bir şey mütalaa eder.

7) Marifet: Bu lafzın yorumuna dair, çok çeşitli söz vardır. Alimlerden bir kısmı, "marifet, cüziyyatı; ilim ise, külliyatı idrak etmektir " demişlerdir. Diğerleri ise, "marifet, tasavvur; ilimse tasdiktir" demişlerdir. Bunlar irfanı, ilimden daha büyük bir derece kabul ederek şöyle demişlerdir: Hissedilen eşyanın (mahsusatın) vacibu'l-vucud olan bir yaratıcıya istinad ettiğini tasdik etmemiz zaruri olarak bilinen bir durumdur. Ama o yaratıcının hakikatini tasavvur etmek, insan gücünün üstünde bir iştir.

Bir de, birşeyin varlığı bilinmediği sürece onun mahiyeti araştırılamaz. Buna göre her arif alimdir, ama her alim arif değildir. Bu sebebten ötürü de insan "arif" diye isimlendirilemez. Ancak ilme dalar ve başlangıcından zirvesine, gayesine beşer nisbetinde ulaşırsa, bu müstesna. Gerçekte de beşerden hiç kimse Allah'ı hakkıyla tanıyamaz. Çünkü O'nun kim olduğunun künhüne, uluhiyetinin sırrına muttali olmak imkansızdır. Diğer bazıları da şöyle demişlerdir: Bir kimse birşeyi idrak eder ve onun izini zihninde muhafaza eder, sonra o şeyi ikinci kez idrak eder ve bunun daha önce idrak ettiği şey olduğunu anlarsa işte buna marifet denir. Buna göre "Ben şu adamı tanıdım. O, falan vakitte kendisini gördüğüm falancadır" denir. Sonra insanlar arasında ruhların kadim olduğunu söyleyenler vardır. Yine kimileri, ruhların bedenlerden önce olduğunu, Adem (aleyhisselâm) sulbünden çıkarılmış zerreler olduğunu, Cenab-ı Allah'ın uluhiyyet ve Rububiyyetini ikrar ettiklerini, ne varki bedenî karanlık alakadan ötürü Mevtasını unuttuklarını, bedenin zulmetinden ve cismin uçurumundan kurtulup da kendilerine döndüklerinde Rablerini yeniden tanıyıp O'nu daha önce de tanımış olduklarının farkına vardıklarını ve bu idrakin "irfan" olduğunu söylemişlerdir.

8) "Fehm" (anlamak): Bu, muhatabın sözünden birşeyi tasavvur etmektir. "İfhâm" ise, lafızda bulunan mananın dinleyenin anlayışına ulaşmasıdır.

9) "Fıkh": Muhatabın maksadını hitabından anlamaktır. Mesela "sözünü anladım" yani "şu hitabından ne kastettiğine vakıf oldum" denilir. Sonra Kureyş kâfirleri şüphe ve şehvet erbabı oldukları için, Hak teâlâ'nın verdiği mükellefiyetlerde yüce menfaatlere vakıf olamayınca, Cenab-ı Haki "Onlar neredeyse sözü anlamazlar "(nisa, 78)."Yani onlar asıl maksada ve gayeye vakıf olamıyorlar " buyurmuştur.

10) "Akletmek": Bu, eşyanın güzel, çirkin, tam ve noksan olması hususlarındaki sıfatlarını bilmektir. Çünkü sen herşeyin fayda ve zararını, her ne zaman bilirsen; birşeyin faydalı oluşunu bilmen seni onu yapmaya, zararlı oluşunu bilmen ise seni onu yapmamaya sevkeder. Böylece bu ilim bazan yapmaya, bazan yapmamaya mania teşkil eder. Bu sebeble bu ilim adeta devenin yuları gibi olur. İşte bundan dolayı bir salih kimseye "akıl" sorulduğunda "O iki hayırlı şeyden daha hayırlı olanını ve iki şerli şeyden daha şerli olanını bilmektir." dedi. Ona "Akıllı kimdir?" denildiğinde de, "O, Allah'ın emrini ve nehyini tutan kimsedir " dedi. Bu kadar malumat burada kifayet eder. Bu hususta daha geniş izah inşaallah başka bir yerde gelecektir.

11) "Dirayet": Bu, bir çeşit çareden meydana gelen bir biigidir. Bu çare de, bazı mukaddimeler ortaya atmak ve tefekkür etmektir. Dirayet lafzının aslı (Avı hile ile yakaladım) ifadesindendir. Kendisine atış yapılan hedef tahtası için "deriyye" ismi verilmesi, saç taramak için kullanılan alete "Midrâ" ismi verilmesi, bu köktendir. Cenab-ı Allah hakkında, tefekkür edip çare arama manası düşünülemiyeceği için, bu kelimeyi O'nun hakkında kullanmak doğru olmaz.

12) "Hikmet": Bu, bütün güzel ilimlere ve salih amellere verilen isimdir. Nazari bir bilgi ile elde edilen hikmetten ameli (pratik) bir bilgi ile elde edilen hikmet daha hususidir. "Hikmet" kelimesinin amel hakkında kullanılışı, ilim hakkında kullanılışından daha fazladır. Bir işi birisi güzel yaptığında ve onun güzel olduğuna hükmettiğinde "işi iyice muhkem yaptı " denilir. Allah'ın hikmeti, O'nun, o anda veya gelecekte kullarının faydasına olacak şeyi yaratması manasınadır. Kulun hikmeti de bu manadadır. Hikmet çok değişik ifadelerle tarif edilerek şunlar denilmiştir: "Eşyanın (herşeyin) hakikatini bilmektir." Bu ifade, cüziyyatı idrak etmenin mükemmellik olmadığına işarettir. Çünkü cüziyyatı idrak, değişebilen bir idraktir. Bir şeyin mahiyetini, hakikatini idrak etmek ise değişmeden ve değişikliğe uğramaktan uzaktır ve devamlıdır. Hikmet, neticesi iyi olan bir işi yapmaktır. Yine hikmet, idare etmede insanın beşeri gücü nisbetinde yaratıcıya uymasıdır. Bu, onun ilmini cehaletten, işini zulümden, cömertliğini cimrilikten, aklını da akılsızlıktan temizlemeye çalışması ile olur.

13) "İlme'l-Yakin", "Ayne'l-Yakin" ve "Hakka'l-Yakin": Âlimler, "Yakın, birşeyin öyle olduğuna ve onun inandığının aksine olmasının imkansızlığına inanmasıyla meydana gelir. Ancak bu itikadının, ya fıtrî bedahet veya aklî muhakeme gibi bir mucip bulunmalıdır."

14) Zihin: Bu, meydanda olmayan ilimleri kesbetme hususunda, nefsin sahip olduğu güçtür. Bu hususta söylenebilecek hakikat şudur: Allah'ın

"Allah, sizler hiçbir şey bilmiyorken, sizi analarınızın karnından çıkardı "(Nahl, 78) buyurduğu gibi, ruhları eşyayı incelemek ve onu bilmekten uzak olarak yaratmıştır. Ancak Cenab-ı Hak, ruhları "Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım "(Zariyat, 56) buyurduğu gibi, kendisine itaat etmeleri için yaratmıştır. Taat, ilimle kayıtlanmıştır. Bir başka yerde de Cenab-ı Hak,

"Beni anmak için namaz kıl. (Taha. 14) buyurmuş ve ilimden ötürü kendisine taatı emrettiğini açıklamıştır. İlim, her halükârda bulunması gereken bir şeydir. Bu sebeple nefsin bu bilgileri ve ilimleri elde etmesinin mümkün olması lazımdır. İşte bundan ötürü, Cenab-ı Hak insana, bu maksadını gerçekleştirmesine yardımcı olacak duyu organlarını vererek duyma hususunda "Biz ona iki yolu da gösterdik"(Beled, 10); görme hususunda, "Biz onlara afakda ve nefislerinde, onlara delillerimizi göstereceğiz"(Fussilet.53) say, tefekkür hakkında "Kendi nefisleriniz hakkında iyiden iyiye düşünmez misiniz?"(Zariyat. 21) buyurmuştur. Bu kuvvetler birbirleriyle uyumlu bir şekilde kulda bulunduklarında, cahil olan ruh alim haline! gelir ki, bu da Cenab-ı Hakk'ın

"Rahman, öğretti Kur'an "(Rahman, 1-2) ayetinin ifade ettiğidir. Netice olarak diyebiliriz ki, bu bilgileri elde etmek için nefsin yararlandığı yetenek, işte zihindir.

15) Fikir: Fikir, ruhun hazır olan tasdikattan, hazır hale getirilmeye çalışılan tasdikata geçişidir. Bazı muhakkikler ise, fikir, Allah'ın katından ilimlerin inmesini bekleme konusunda Allah'a yakarış yerine geçer, demişlerdir.

16) Hads (Sezgi): Şüphesiz fikrin ameli, ancak, meçhul olan şeyin malum hale gelmesi için, meçhulün iki tarafın arasına giren bir şeyin bulunmasıyla tamamlanır. Çünkü nefis cahil olması durumunda, sanki bir zulmet içerisindedir. Onu yönetecek bir yöneticinin ve yönlendirecek bir yönlendiricinin bulunması gerekir. Bu ise, meçhulün iki tarafı arasına giren vasıtadır. Meçhulün, bu her iki tarafa da hususi bir nisbeti bulunmaktadır. Dolayısıyla bu ikisine nisbetinden iki mukaddime meydana gelir. Bu sebeple her meçhulü bilmek, ancak bilinen iki mukaddime vasıtasıyla olur. Bu iki mukaddimenin ikisi de adeta iki şahid gibidir. Nasıl ki, şeriatta iki şahidin bulunması gereklidir, akılda da iki şahidin bulunması zarureti böyledir. Bu iki mukaddime, neticeyi verirler. İşte, bu "mutavassıt" elde edebilmesi için nefsin faydalandığı yetenek, "hads" tir.

17) Zeka: Hadsin (sezgi) çok güçlü olması ve en mükemmele varmış halidir. Bu böyledir, çünkü zeka bir iş ve onun hakkında doğruyu çok çabuk ve kesin olarak belirleme konusunda aydınlatıcı bir yoldur. Kelimenin aslı, ateş alevlendi' "Rüzgâr şiddetlendi ve yayıldı" ve keskin bir bıçakla boğazlanmış koyun için söylenilen sısu. iu. kullanışlarından gelmektedir.

18) Fıtnat: Tariz kasdiyle kapalı bırakılan ifadelerdeki mananın yakalanmasıdır. Bu sebeple daha ziyade semboller ve bilmeceleri çözümleme hususunda kullanılır.

19) Hatır: Nefsin bir şeyin delilini ortaya çıkarmak için harekete geçmesidir. Gerçekteyse, bu hareket, bilinen bir şeyin kalbte meydana gelip ruhta bulunmasıdır. Bu sebeple, "Bu hatırıma geldi" denilir. Ancak nefis, bu hatıra gelen mananın mahallini teşkil ettiği için, hatır kelimesi "hâil" (bir yerde bulunan, oraya hulul eden) olanın "mahalle" isim verilmesi kabilinden kabul edilmiştir.

20) Vehm: Bu, başkası kendisine tercih edilmiş, yani mercûh itikaddır. Bazen şöyle de denilir: Vehm, hissi olmayan cüzi işleri, cismani ve cüzi olan şahıslara vermekten, hükmetmekten ibarettir. Kuzunun, annesinin dostluğuna, kendisine eziyyet edenin de düşmanlığına hükmetmesi gibi.

21) Zann: Raciholan (ağır basan)itikaddır. İtikadın kuvvet ve zayıflığı kabul etmesi bir düzen içinde olmayınca, zannın dereceleri de mazbut değildir. İşte bu sebepten dolayı zann kalben itikad edilen şeyin taraflarından birini, diğerinin de caiz görülmesiyle birlikte, diğerine tercih etmekten ibarettir. Sonra, zann kuvvet itibariyle sınırlı olunca, bazan ona ilim ismi da verilebilir. Yine hiç şüphesiz ilme de zann ismi verilebilir. Nitekim bazı müfessirler Cenab-ı Hakk'ın 'Rablerine kavuşacaklarını bilenler"(Bakara, 46) ayetini tefsir ederken, şöyle demişlerdir. Burada "zann" arzı, iki sebepten dolayı ilme itlak edilmiştir.

a- İnsanların, çoğunun, ahiretteki bilmelerine nisbetle, dünyadaki bilmelerinin, ilmin yanında zann durumunda olduğuna dikkat çekme.

b- Dünya da gerçek ilim, nerdeyse ancak, "Allah'a ve Resulüne iman edip, sonra da şüphe etmeyenler yok mu.."(Hucurat, 15) ayetinde bahsi geçen nebiler ve sıddîk kullara münhasırdır.

Bil ki zan, eğer güçlü bir emareden ileri gelmişse, bu kabul edilir ve övülür. Bu ilmin çoğu hallerinin dayanağı da, zann-ı galibtir. Eğer zayıf bir emareden meydana gelmişse, bu, Cenab-ı Hakk'ın: "Muhakkak ki zan, gerçek karşısında birşey ifade etmez" (Necm. 28) ve "Muhakkak ki zannın bir kısmı günahtır "(Hucurât, 12) buyurduğu gibi kınanır.

22) Hayâl: Hissolunan şeyin kaybolup gitmesinden sonra, ondan geriye kalan şekilden ibarettir. Sevgilinin cemalinden, hayal olarak, uykumuzda görünen görüntü... de bu manayla alakalıdır. Hayal, bazan uykuda, bazan da uyanıkken meydana gelen şekillere denir. "Tayf" (hayal) ise, ancak uyku halinde görülen hayeller için kullanılır.

23) Bedahet: Nefiste, düşünme vasıtasıyla değil de, doğrudan meydana gelen bilgidir. Mesela, birin ikinin yarısı olduğunu bilmen gibi..

24) Evveliyyât: Bu, bedihi olanların bizzat aynısıdır. Bu şekilde isimlendirilmelerinin sebebi şudur: Zihnin kaziyyenin mahmulünü mevduuna, başka bir şeyin aracılığı olmadan, doğrudan katmasıdır. Başks bir şeyin tavassutuyla olan şeye gelince, bu mutavassıt önce mahmuldür

25) Reviyye: Uzunca bir tefekkürden sonra meydana gelen bilgidir. (düşündü ve tefekkür etti) den alınmadır.)

26) Kiyaset: Nefsin, daha faydalı olanı bulup çıkarabilmesidir. İşte bu sebepten dolayı Hazret-i Peygamber, "Zeki kimse, nefsini zelil edip, ölümden sonraki hayat için çalışan kimsedir" buyurmuş. Çünkü, insan için, ölümden sonra ulaşacağı hayırdan daha üstür bir hayır yoktur.

27) Tecrübe (hıbre): Bu da, kendisine tecrübe yoluyla ulaşılan bilgidir Nitekim şöyle dinilir: (Onu sınadım, denedim, tecrübe ettim). Ebu'd-Der dâ (radıyallahü anh)'da şöyle demiştir. İnsanların, tecrübelerine dayanarak (iyi kimselerin) az olduğunu haber verdiklerini gördüm... Yine bunun, Arabların sözünden, yani "sütü bol deve" deyişinden iştikak ettiği de söylenmiştir Buna göre haber, bilgisi bol olan şey demektir. Yine bunun Arabların demelerinden alınmış olması da mümkündür. Yani, sütünün bol olduğı söylenmiş olan deve...

28) Re'y: Kendisinden matlubun meydana gelmesi umular mukaddimelerin "hatır" tarafından ihata etmesidir. Bazan re'yden elde edilen hükümlere de re'y denilir. Fikre nisbetle re'y, ustaya nisbetle aletin durumu gibidir. Bu sebepten ötürü "Ham ve çiğ görüşten sakın!" denilmiştir. Yine, "Fikri bırak, isabet edersin" denilmiştir.

29) Firaset; Bu, görünen hak ile görülmeyen ahlaka istidlal etmek (yani dıştaki şekilden içteki durumu çıkarmaktır). Cenab-ı Hak, bu yolun doğruluğuna şu ayetlerle dikkat çekmiştir:

"Bunda, Üraseti olanlar için birçok ayet vardır"(Hicr, 75),

"Onları yüzlerinden tanırsın" (Bakara, 273) ve "Onları sen, sözlerinin üslûbundan tanırsın "(Muhammed, 30). Bu kelimenin iştikakı, Arabların "Vahşi hayvan, koyunu parçaladı" sözlerinden alınmıştır. Buna göre firaset, sanki bilgilerin söküp alınmasıdır. Bu da iki kısımdır.

a- Sebebi bilinmeksizin, insanın hatırında meydana gelen nev', ki bu ilhamdan ya da vahiyden bir çeşittir. Nitekim Hazret-i Peygamber şu sözüyle bunu kastetmiştir. "Muhakkak ki, ümmetim içinde İlham ile konuşanlar vardır ki, Ömer de bunlardandır.". Feraset, keza, kalbe üfleme diye de isimlendirilir.

Ferasetin ikinci kısmı ise, öğrenme yoluyla elde edilendir ki, bu apaçık şekillerden batini olan huylara istidlalde bulunmaktır. Ma'rifet ehli, Cenab-ı Hakk'ın "Rabbinden açık bir delil üzerinde olan ve ardınca Ondan bir şahid gelen..."(Hûd. 17) ayetindeki beyyinenin ferasetin birinci kısmına dahil olduğunu; bununsa rûh cevherinin seçkinliğine işaret olduğunu; şahidin ise, ikinci kısım feraset olduğunu, ki bunun da şekillerle iç durumlara istidlalde bulunmak olduğunu söylemişlerdir.

Allah'ın "Muallim" Olduğu Söylenebilir mi?

Cenâb-ı Hakkın: "Ve Adem'e bütün isimleri öğretti "(Bakara 31), "Bizim, senin bize öğrettiğinden başka hiçbir ilmimiz yoktur "(Bakara, 32) "Rahman, öğretti Kur'an "(Rahman. 1-2) ayetleri, Cenab-ı Hakk'ın muallim olarak isimlendirilmesini gerektirmez. Çünkü bu lafızda, Allah'a itlak edilmesi caiz olmayacak tarzda, karşılıklı öğrenme ve öğretme manası vardır. Bu da, ta'limi ve telkini sanat haline getiren kimse, yani öğretmendir. Ders veren kimseye de mutlak olarak muallim denilmez, hatta muallimlere bir vasiyyet edilse, bu vasıyyete müderris dahil olmaz. İşte bunun gibi Allah'a, ancak kayıtlanarak "muallim" denilebilir. Bu karşılıklı öğrenme ve öğretme olmasaydı, bu kelimenin Cenab-ı Hakk'a itlakı güzel olurdu. Bundan da öte, ancak O'nun için kullanılması vacib olurdu. Çünkü muallim, başkasında ilmi meydana getiren demektir ki, buna da Allah'dan başka kimsenin gücü yetmez.

31 ﴿