40

Ey israîloğulları, sizlere in'âm etmiş olduğum nimetleri hatırlayınız. Benim ahdime vefa gösterin, ki ben de sizin ahdinize vefa göstereyim. Ve yalnız benden korkun" .

Benî İsraîle Verilmiş Olan Nimetler-Hakkında Söz

Bu Bölümün Mukaddimesi

Bil ki, Hak Teâla önce tevhide, nübüvvete ve âhirete dair delilleri serdedip peşinden bütün insanlara şamil olan nimetleri zikredince, bunu müteakiben, önceki nimetleri hatırlatmak suretiyle inadlarıntı ve direnmelerini kırmak, bunlar vasıtasıyla onların kalbini Hakk'a meylettirmek ve gaybden haber vermiş olmaları cihetiyle, Hazret-i Muhammet (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetine dalalet eden hususlara tenbihatta bulunmak amacıyla yahudilerin atalarına verilmiş olan nimetleri zikretmiştir.

Cenab-ı Hak bu nimetleri önce toplu olarak hatırlatmış ve şöyle buyurmuştur:

"Ey İsratioğüllan, size in'am ettiğim nimetlerimi hatırlayın ve benim ahdime vefa gösterin ki, ben de sizin ahdinize vefa göstereyim"(Bakara, 40). Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman etmeye dair emri de, bu nimetleri hatırlatmaya dayandırarak şöyle buyurmuştur:

"Ve, yanınızda olanı doğrulayıcı olmak üzere indirmiş olduğum Kur'an'a da iman edin" (Bakara, 41). Sonraysa, onları Kur'an'a iman etmekten alıkoyan şeyleri zikretmiştir. Daha sonra bu nimetleri ikinci kez toptu olarak hatırlatmış ve şöyle demiştir:

"Ey İsratioğulları, size in'am ettiğim nimetleri hatırlayın "(Bakara, 47). Ki bu, onların ne kadar fazla gafil olduklarına dikkat çekmek içindir.

Cenab-ı Hak bu hatırlatmanın peşinden:

"Öyle bir günden korkunuz ki, o günde hiç kimse başkası için bir şey ödeyemez. O nefisten, bir şefaat kabul edilmez. Onlardan bir fidye de alınmaz. Yardım edilmez onlara "(Bakara, 48) ayetindeki müessir korkutmaya bitişik olarak gelmiş olan, şu etkili teşviki ve tergîbi getirmiştir:

"Ve benim sizi, bütün alemlere üstün kıldığımı..." (Bakara. 47).

Cenab-ı Hak, bundan sonra tafsilatlı olarak nimetleri saymaya başlar. Her kim teemmül eder ve insaflı olursa, davet etmek isteyen ve dinleyenin kalbinde bir inanç meydana getirmek isteyen kimse için, bu tertibin son derece güzel olduğunu anlar. Madem ki bu mukaddimeyi bitirdik, artık Allah'ın yardımıyla, ayetin tefsiri hakkında konuşabiliriz.

"Ey İsrailoğulları, size olan nimetlerimi hatırlayın. Benim ahdime vefa gösterin ki ben de sizin ahdinize vefa göstereyim. Ve ancak benden korkun "(Bakara, 40). Bil ki bu ayette birçok mesele vardır;

İsrail Kimdir?

Müfessirler, "İsrail"in, Yakub b. İshak b. İbrahim olduğunda ittifak ettiler. Onlar şöyle derler: İsrail'in manası Abdullah (Allah'ın kulu) dır. Çünkü "İsra" İbranicede "Kul" manasında, "îl" de Allah manasındadır. "Cibril" ve "Mikail" de aynı şekilde Allah'ın kulu manasına gelmektedir. Kaffal da şöyle demiştir: "İsra" kelimesinin İbranice'de insan manasına geldiği söylenmiştir. Sanki buna göre, "İsrail" kelimesi ile "Allah'ın adamı" denilmektedir. Cenâb-ı Allah'ın (Ey İsrâiloğulları!) hitabı Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in günlerinde Medine'de bulunan Ya'kub (aleyhisselâm)'un soyundan gelmiş olan yahudi topluluğunadır.

Nimet Hakkında Açıklamalar: Nimetin Tarifi

"Nimet" şöyle tarif edilir: "Başkasına ihsan etme yolu ile yapılan faydadır." Bazıları: "Başkasına ihsan etme yolu ile yapılan, verilen güzel menfaat ve faydadır " demişlerdir. Bu tarifi yapanlar şöyle demişlerdir." Biz bu tarifte "güzel" kelimesini ilave ettik. Çünkü nimet ile, nimeti veren şükre müstehak olur. Eğer o kötü bir şey olursa, zaman şükre müstehak olunmaz." Doğrusu tarife böyle bir kayıd (ilave) gerekmez. Çünkü, yapılması mahzurlu bile olsa, ihsan yapma ile şükre müstehak olunması caizdir. Çünkü şükre müstehak olma yönü, kınamaya ve cezaya müstehak olma yönünden başkadır. Binaenaleyh bunların birarada bulunmalarında ne imkansızlık vardır? Baksana, fasık iyilik yapması ile şükre (teşekküre), günahı ile de zemme (kınamaya) müstehak olmaktadır. Öyle ise burada da durumun aynı olması niçin caiz olmasın?

Biz yine "nimet"in tarifini izaha dönelim. Biz diyoruz ki: Bizim "menfaat, fayda" sözümüze gelince, bu böyledir. Çünkü sırf zarar olan bir şeyin nimet olması caiz değildir. Yine bizim "İhsan etme yolu ile" sözümüze gelince, bu da böyledir. Çünkü şayet o bir menfaat olsa ve onu yapan da, mesela cariyesine kâr getirmesi için ihsanda bulunan kimse gibi, iyilik yaptığı kimsenin değil de kendisinin faydasını kasdetmiş olsa veya iyilik yaptığı kimseyi öldürmek için ona zehirli hurma tatlısı yediren kimse gibi, iyilik yaptığı kimsenin bir zarara girmesini ve bir tuzağa düşmesini kastetmiş olsa, bu yaptığı nimet olmaz. Ama menfaat başkasına iyilik yapma kastı ile yapılmış olursa, o zaman bu nimet olur. Nimetin tarifini iyi kavradığına göre, bununla ilgili ikinci derece meselelere geçebiliriz.

Nimetin Kısımları

1) Bil ki, gece gündüz, dünyada ahirette bize ulaşan her türlü menfaati verme ve zararı giderme, Cenab-ı Allah:

"Size olan her nimet Allah'tandır" (Nahl, 53) buyurduğu gibi Hak teâlâ'dandır. Sonra nimet üç kısımdır:

a- Sadece Allah'ın verdiği nimet; mesela yaratma ve rızık verme gibi.

b- Allah'ın o nimeti, nimet vereni yaratması, o nimeti verene nimet verme imkanı nasib etmesi, nimet verende nimet verme gücünü ve sebebini yaratması, onu buna muvaffak kılması ve iletmesi sebebi ile, Allah'tan başka biri vesilesi ile bize ulaşan nimet. Bu nimet de aslında Cenab-ı Allah'tandır. Ne var ki Allahü teâlâ, onu bir kulu vasıtası ile verdiği için, bu kula teşekkür edilir. Ancak hakikatte teşekkür edilen yine Hak teâlâ'dır. İşte bu sebeble Cenab-ı Allah : "Bana ve ana-babana şükret" (dedik)' "(Lokman, 14) buyurmuş, önce kendisini zikretmiştir. Hazret-i Peygamber "İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah'a şükretmemiş olur" Ebu Davud, edeb, 11(4/255). buyurmuştur.

c- İbadetlerimiz sebebi ile Allah'dan bize ulaşan nimetler. Bunlar da Allahü teâlâ'dandır. Çünkü Cenab-ı Hak, bizi ibadetlere muvaffak kılmasaydı, bize ibadetleri yapmada yardım etmeseydi, bizi onlara iletmeseydi ve engelleri kaldırmasaydı, biz bu nimetlerin hiçbirine ulaşamazdık. Buna göre, bütün nimetlerin, Allah'ın da (Nahl, 53) buyurduğu gibi, Allah'dan olduğu ortaya çıkmıştır.

Allah'ın Nimetlerini Saymak Mümkün Değildir

2) Allah'ın kullarına olan nimetlerini, yine O'nun da: "Eğer Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız, sayamazsınız"(Hm, 18) buyurduğu gibi, saymak ve sınırlamak mümkün değildir. Bu mümkün olmaz. Çünkü, Hak teâlâ'nın bize verdiği, istifade ettiğimiz nimet ve lezzetler, menfaatleri celbetme ve zararları savuşturmada kullandığımız aza ve organlarımız, Allah'ın bu alemde yarattığı şeylerden lezzet aldığımız ve Allah'ın varlığına delil getirdiğimiz ve bu alemde gördüğümüz için günahlardan kaçınmamıza sebeb olan bütün şeyler sayısızdır. Bütün bunlar birer menfaattir. Çünkü menfaat (fayda) ya lezzettir veya lezzete vesile olan şeydir. Allah'ın yarattığı herşey de böyledir. Zira kendisinden tad alınan herşey nimettir. Kendisinden lezzet (tad) duyulan ve zararı gidermeye vesile olan şeyler de böyledir. Mevcut bir faydayı celbetmeyen ve mevcut bir zararı gideremeyen şeyler ise hakîm olan bir Yaratıcının varlığına delil getirilmeye elverişlidir. Bu gibi şeyler, Cenab-ı Hakk'ı tanımaya ve O'na itaat etmeye vesile olarak bulunmuş olur. Bunlar ise ebedi lezzetlerin vesilesidirler. Böylece Allah'ın bütün mahlukatının kullarına birer nimet olduğu ortaya çıkmış olur. Akıllar, eşyanın en küçüğündeki fayda ve hikmetleri saymaktan aciz olunca, bütün alemdeki fayda ve hikmetleri sayıp (ihata etmesi) nasıl mümkün olur? Bu izah ile, Allah'ın: âyetinin manası dosdoğru anlaşılmış olur. Eğer, "Nimetler sonsuzdur, sınırsızdır. Sınırsız olan şeyi ise kulun bilmesi imkansızdır. Daha nasıl Cenab-ı Allah: "Size in'am ettiğim nimetimi hatırlayınız"(Bakara. 40) ayetinde, nimetlerini hatırlamayı emretmiştir" denilirse, buna şöyle cevab veririz: Nimetler çeşit ve sayısı itibarı ile sınırsızdır. Ancak cinsleri itibarı ile sınırlıdırlar. İşte onların cinsleri itibarı ile sınırlı oluşları, hakîm bir Yaratıcının varlığını bulma manasındaki hatırlama (tefekkür) için yeterlidir.

Bil ki hamde, övgüye ve itaata müstehak olmak ancak nimetin verilmesi ile olduğu için, Cenab-ı Hakk'ın bütün hamdedenlerin hamdine müstehak olduğu ortaya çıkmıştır. İşte bu sebeble, Hak teâlâ, putları yerme hususunda

"O putlar sizi çağırdığınız (dua ettiğiniz) vakit duyuyorlar mı? Yahud size bir fayda ve zarar veriyorlar mı?"(Şuâra. 72-73);

"O (müşrikler), Allah'ı bırakıp, kendilerine ne fayda ne de zarar veren (putlara) ibadet ediyorlar"(Furkan. 55) ve:

"O halde hakka hidayet edecek (Allah) mı kendisine uyulmaya daha layıktır, yoksa yol gösterilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan (o sahte tanrılar) mı?"(Yunus, 35) buyurmuştur.

Hayat Nimeti Başta Gelir

3) Allahü teâlâ'nın kullarına ilk nimeti, onlara can vermesidir. Bunun delili: "Allah nasıl olup da inkâr ediyorsunuz. Halbuki siz ölüler iken, O sizi diriltti. Sonra sizi yine O öldürecek, tekrar sîzi O diriltecek ve nihayet yine Ona döndürüleceksiniz. Yerde ne varsa hepsini sizin yararınıza yaratan, sonra göğe yönelip de onları yedi gök halinde düzenleyen O'dur ve O herşeyl hakkıyla bilendir"(Bakara. 28-29) ayetidir. Bu ayet, nimetlerin asıl olanının hayat nimeti olduğunu açıkça göstermektedir. Çünkü Cenab-ı Hak, nimetlerin ilki olarak ancak hayat nimetini zikretmiş, peşinden de diğer nimetlerden bahsetmiştir. Hak teâlâ mü'minlere dünya hayatının gayesinin, ahiret hayatı ve uhrevi mükafaatlar olduğunu beyan etmek için hatırlatmada bulunmuştur. Yine O (c.c), yarattığı şeylerin faydalanan ve faydalanılan diye iki kısma ayrıldığını beyan buyurmuştur. Bu Mu'tezile'nin görüşüdür.

Ehl-i Sünnet ise şöyle demiştir: Hak teâlâ faydalı şeyleri yarattığı gibi, zararlı şeyleri de yaratmıştır. Allah'a itiraz etme hakkt yoktur. İşte bundan dolayı Cenab-ı Hak kendisini hem "Nafi" (fayda veren) hem de "Dârr" (zarar veren) diye isimlendirmiştir. Sonra Cenab-ı Hakk'a "yaptıklarından sorulmaz."

Nimet Hakkında Ehl-i Sünnet ve Mu'tezile'nin Görüşü

4) Mu'tezile şöyle demiştir: Muhakkak ki Cenab-ı Hak, bütün mükelleflere hem dünyevi hem dini nimetler vermiş ve hepsini dini ve dünyevi nimetleri hususunda eşit kılmıştır. Dini nimetlerde bunun oluşu şundan dolayıdır. Kulun gücü yeten her lütfü, muhakkak ki Allah onlara vermiş demektir. Cenab-ı Hakk'ın vermediği lutuflar ise kulun kudreti dahilinde değildir. Çünkü Allah'ın kula vermediği bir şeye, kul kadir olsaydı, o zaman mükellef (kul) bundan mes'ul olurdu. Dünyevi nimetlere gelince bu, özellikle Bağdadlı kelamcıların görüşüne göre böyledir. Çünkü onlara göre dünyevi hususta "Aslaha riayet etmek" (kulun menfaatine olan şeyi yaratması) Allah'a vacibtir. Basralı kelamcılara göre ise bu, Allah'a vacib değildir.

Ehl-i Sünnet ise "Cenab-ı Allah kâfirleri cehennem ve ahirette azab etmek için yaratmıştır" demişler ve, "Allah'ın dünyada kâfire nimeti var mıdır?" meselesinde ihtilaf etmişlerdir. Bazılan "Dünyadaki bu azıcık nimetler ahirette devamlı zarara sebeb olduğu için, dünyada kâfire bir nimet olmuş olmaz." Çünkü helvaya zehir katan kimsenin, bu işi büyük bir zarara yol açacağı için, helvayı yemeden meydana gelecek fayda nimet sayılmaz. İşte bu sebebten ötürü Allahü teâlâ:

"O kâfirler kendilerine mühlet verişimizi kendileri için sakın hayırlı sanmasınlar. Biz onlara ancak günahlarını artırmaları için mühlet vermişizdir"(Âl-i İmran, 178) buyurmuştur" demişlerdir.

Bazı alimler de: "Hak teâlâ, her ne kadar kâfire din nimeti vermemiş ise de, dünyevi nimetler vermiştir." Bu Kadı Ebu Bekr el-Bakıllânî'nin görüşüdür. Bu, en doğru görüştür. Bunun en doğru oluşuna birçok şey delalet eder.

Kâfire, Din Nimeti Verilmeyip Dünya Nimeti Verildiğinin Delilleri

a- Cenab-ı Allah:

"Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin ki takva sahibi olasınız. O (Rab) ki yeryüzünü sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı "(Bakara. 21-22) buyurmuş ve bu nimetlerden, yani yaratma ve rızık verme nimetlerinden dolayı herkese Allah'a itaat etmesinin vacib olduğuna dair tenbihde bulunmuştur.

b- Cenab-ı Hak;

"Allah'ı nasıl olup da inkâr ediyorsunuz. Halbuki siz ölüler iken, O sizi diriltti. Sonra sizi yine O öldürecek, tekrar sizi O diriltecek ve nihayet yine O'na döndürüleceksiniz "(Bakara, 28) buyurmuştur. Cenab-ı Hak bu sözü, nimetlerini sayma ve ihsanını hatırlatma sadedinde söylemiştir. Eğer Allah'ın nimetlerinden herhangi birşey kâfirlere ufaşmamış olsaydı, bu söz doğru olmazdı.

c- O:

"Ey İsrailoğulları size in'am ettiğim nimetimi ve sizi bütün insanlara üstün kılışımı hatırlayın "(Bakara, 47) buyurmuştur. Bu ayet, Allah'ın kâfirlere nimet verdiğini açıkça göstermektedir. Çünkü bu ayetle hitab edilenler ehl-i kitabtır ve bunlar kâfirlerdendir. Yine Allah'ın:

"Yine hatırlayın o zamanı ki (yeni doğan) oğullarınızı boğazlayıp kızlarınızı sağ bırakmak suretiyle size işkencenin en kötüsünü yüklemekte devam eden Fir'avn hanedanından sizi kurtarmıştık. Bunda sizin için Rabbinden büyük bir imtihan vardı "(Bakara, 49) ayeti ve: "Hani Musa'ya, hidayete eresiniz diye kitabi ve furkam vermiştik"(Bakara, 53) ayeti de böyledir. Bütün bunlar Allah'ın kullarına olan nimetlerini saymaktadır.

d- Cenab-ı Allah:

"Onlar görmediler mi ki biz, onlardan önce nice nesilleri helak ettik. Onlara, kendilerine vermediğimiz imkanları yeryüzünde vermiş ve gökten üstlerine bol bol (yağmur) göndermiştik(En'am, 6) buyurmuştur.

e- Allahü teâlâ:

"De ki: Karanın ve denizin karanlıkları içinden sizi kim kurtarıyor? O'na gizli olarak tazarru edip dua edersiniz: "Eğer bizi bundan selamete erdirirsen yemin olsun ki şükredenlerden olacağız" (dersiniz). De ki: Sizi ondan ve her sıkıntıdan Allah kurtarır da sonra siz yine şirk koşarsınız" (En'am, 63-64) buyurmuştur.

f- Cenab-ı Allah:

"Andolsun sizi yeryüzünde yerleştirmiş, sizin için orada bir çok geçim vasıtaları yaratmışızdır. Ne az şükredersiniz!" (Araf, 10) ve İblis'in kıssasını anlatırken (Ey Allah'ım) sen onların çoğunu şükredici bulamıyacaksm" (Arâf, 17) buyurmuştur. Eğer Allah'ın kâfirlere bir nimeti olmasa idi bu sözün bir manası olmazdı. -

g-Allahü teâlâ:"Düşünün ki Allah sizi Ad kavminden sonra hükümdarlar yaptı, yeryüzünde sizi yerleştirdi. O yerin ovalarında köşkler yapıyor, dağlarından evler yontuyorsunuz. Artık (hepiniz) Allah'ın lütuflarını anın, yeryüzünde fesadcılar olup taşkınlık yapmayın, " (A'râf, 74) buyurmuş ve Şu'ayb (aleyhisselâm)' den naklederek,

"Hani hatırlayın, siz az idiniz de Allah sizi çoğaltmıştı'(Araf, 86) Musa (aleyhisselâm)'dan naklederek de:

"O (Musa, ) şöyle dedi: "Sizi alemlere üstün kılan O (Allah) olduğu halde, ben kalkıp size başka bir ilah mı arayacağım! "(Araf, 140)buyurmuştur,

h- Allahü teâlâ:

"Bunun sebebi şudur: Bir kavim kendilerindeki (iyi hali) değiştirmedikçe, Cenab-ı Allah onlara verdiği nimeti değiştirici değildir" (Enfal. 53) buyurmuştur. Ayetin manası aşikârdır.

i- Allahü teâlâ:

"O (Allah), güneşi ziyaîı, ayı nurlu yapan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için (aya) menziller tayin edendir. Allah bunları ancak hak ile yaratmıştır" (yunus, 5) buyurmuştur.

j- Allahü teâlâ:

"İnsanlara, , kendilerine dokunan sıkıntılardan sonra bir rahmet tatdırdığımız zaman.."(Yunus, 21) buyurmuştur.

k- O şöyle buyurmuştur:

"O, sizi karada ve denizde gezdirendir. hatta sizi, gemilerde bulunduğunuz, onlar, bunlan güzel bir hava ile akar gibi götürdükleri, (yolcular da) bununla sevindikleri zaman ona şiddetli bir fırtına gelip çatar. (Denizin) her yanından kendilerine dalgalar hücum eder. Sanırlar ki onlar çepçevre kuşatılmışlardır. (İşte o zaman) onlar Allah'ın dininde halis ve samimi kimseler olarak Allah'a dua ederler. "Andolsun, eğer bizi bundan kurtarırsan seksiz, şüphesiz şükredenlerden olacağız" (derler.) Fakat (Allah) onları selamete erdirince bakarsın ki yeryüzünde yine haksız yere taşkınlıkta bulunuyorlar "(Yunus 22-23)

I- Yine O,

"O (Allah), geceyi sizin için bir örtü kılandır"'(Furkan. 47) ve "O geceyi, içinde sükûn ve İstirahat etmeniz için gündüzü de apaydınlık yaratandır" (Yunus, 67) buyurmuştur,

m- Allahü teâlâ:

"Allah'ın nimetini küfür (inkar) ile değiştiren ve kavmlerine helak yurda (cehenneme) götürüp konduranlara baksana! Onlar cehenneme yaşlanacaklardır. O ne kötü bir karar yeridir "(ibrahim. 28-29) buyurmuştur.

n- Hak teâlâ:

"Allah, gökleri ve yeri yaratan, gökten yağmur indirip, onunla sizin için rızık olarak meyveler çıkaran, size, Allah'ın izni ile denizde akıp gitsin diye gemileri musahhar kılandır "(ibrahim, 32) buyurmuştur.

o- Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Eğer Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız, onları sayamazsınız. Hakikaten insan çok zulümkâr ve çok nankördür"'(ibrahim. 34). Bu ayet, kâfirlere de Allah'ın nimetinin olduğunu açıkça göstermektedir.

Bil ki bu meseledeki ihtilaf, lafza dairdir. Bu böyledir. Çünkü, bu tür şeylerde, yani hayat, akıl, işitmek, görmek, çeşitli rızıkların Allah'tan olduğunda herhangi bir ihtilaf yoktur. İhtilaf ancak, bu tür faydaların peşinden ebedi zararlar geldiği zaman, örfe göre, bu zararlara nimet isminin verilip verilemiyeceği hususundadır. Bunun sırf lafza dair bir münakaşa olduğu bilinen bir husustur.

Mükellefin (yani kulun) lezzet almadığı şeylerin, Yaratıcının varlığı, lütfü ve ihsanı hakkında istidlalde bulunmak için yaratıldığına dair çeşitti deliller olup şunlardır:

1) "Allah kendi emrinden olmak üzere, kullarından dilediğine ruhu indirir"(Nahl, 2) ayetidir. Böylece Cenab-ı Hak, peygamberleri ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak, bir de kendisinin birliğine çağırmak ve O'nun tevhidini ve adlini tasdik için yollamıştır. Sonra Cenab-ı Allah:

"Allah gökleri ve yeri hak ile yarattı; o, şirk koştukları şeyden yüce ve münezzehtir, insanı bir nutfeden yarattı. Bir de bakarsın ki o, apaçık bir hasım oluvermiş"(Nahl, 3-4) buyurmuş, böylece, kulun içine düştüğü küfrüne rağmen onun sonradan yaratılmış olmasının Yaratıcının varlığına delalet eden en büyük delillerden olduğunu açıklamıştır. Bu delil ise, kulun bir halden başka bir hale geçişidir. Mesela onun nutfe olması, sonra tutunmuş damarlı bir parça (alaka) olması, sonra da et parçası olması, yani onun nutfe hali olan en değersiz durumundan apaçık bir hasım olma durumu olan en şerefli hale utaşması...

Sonra Cenab-ı Hak, ona olan muhtelif nimetlerini zikrederek şöyle buyurur:

"Davarları da sizin için yaratmıştır; onlarda ısıtan şeylerle, birçok faydalar bulunur.. Onlardan yersiniz de;akşamleyin getirirken, sabahleyin de salıverirken, sizin için onlarda bir güzellik bulunur. Yüklerinizi yüklenir, yan canınız tükenmeden varamıyacağınız bir memlekete götürürler. Muhakkak ki Rabbiniz, çok şefkatli çok merhametlidir. Hem onlara binmeniz için, hem de zinet için atları, katırları, merkebteri yarattı... Bilmediğiniz daha neler yaratıyor! Doğru yolu bildirmek Allah'a aittir. Kimi yol ise eğridir. Allah dileseydi, hepinizi birden hidayete erdirirdi. O, sizin için gökten su indirendir. İçecekler bundan, yaymakda olduğunuz ot da bundandır" (Nahl, 5-10) Bununla Allahü teâlâ Dehriyyeye, ve tabiatçılara reddiyede bulunduğunu açıklamıştır. Çünkü Hak teâlâ, suyun ve toprağın tek olduğunu beyan etmiş, buna rağmen renkler, tadlar ve kokular farklı olmuştur. Sonra Allah;

"Geceyi ve gündüzü emrinize verdi"(Nahl, 12) buyurmuş, bununla de müneccimlere (astrologlara) reddiyede bulunduğunu beyan etmiştir. Çünkü Cenab-ı Hak, gece ve gündüzün hareketinin ve aynı düzen üzerinde olmasın bunların sonradan olduklarına delil olarak zikretmiş, böylece de O, bu ayetlerle alemde var olan herşeyin mükellef (yani başta insan olarak kullukla yükümlü) varlıklar için olduğunu bildirmiştir. Çünkü alemde bulunan ve mükellefin zatından başka olan her şeyden mükellef bir lezzet alıp, onun rahatlayıp huzur bulur. Böylece de, mükellef için bundan sevinçler meydan gelmiş olur. Veya mükellef, ondan dolayı bir külfeti yüklenmiş olur, veyahu da mükellef ondan ibret alır. Mesela eziyet veren yılan ve akreb cinsinder mahlukat gibi. Buna göre mükellef onlara bakarak, ahiretteki, çeşitli azablar hatırlar ve böylece o azaba düşmekten sakınır ve yine bunun vasıtası ile nimet veren yüce Allah'ın varlığına istidlal etmiş olur. Bu sebeple Cenâb-ı Hakk'ır mahlûkatından hiçbiri bu faydaların dışında kalmaz. Sonra Hak teâlâ, nimet verişinin büyüklüğüne ayetlerin sonunda, şöyle buyurarak dikkat çeker:

"Eğer Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız, sayamazsınız"(Nahl, 18).

2) Cenab-ı Allah:

"Allah o memleketi (size) bir ibret örneği olarak irad etti ki: O belde (daha önce) korkudan emin ve sakin idi. Rızkı da kendisine her bir yandan bol bol geliyordu. Fakat o, Allah'ın nimetlerine nankörlük etti de..."(Nahl, 112) buyurmuş ve bununla onlara ulaşan nimeti inkâr etmenin, nimetin gen alınmasına sebeb olduğuna dikkat çekmiştir.

3) Cenab-ı Allah "Karun Kıssası"nda:

"Allah'ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsanda bulun"(Kasas, 77); "Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini Allah'ın size müsahhar kıldığını açık ve gizli bir çok nimetlerini size bol bol verdiğini görmedinizmi?"(Lokman, 20).

"O attığınız meniye baksanıza! Onu siz mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratan biz miyiz?"(Vakıa, 58-59) ve tekrar tekrar geçen:

"Öyle ise Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz! (Rahman süresindeki ayetlerde geçen) bütün şeyler Allah'ın birer nimetidir. Bazısı dini bazısı dünyevi nimetlerdir. İşte bu ayetler, bu konu ile ilgili olanlardır.

İsrailoğullarına Verilen Nimetler

İsrail oğullarına has kılınmış olan nimetler hakkındadır. Ariflerden biri şöyle demiştir:“Nimetlerin kulu çoktur ama, nimet verenin kulu azdır.”

İşte bundan dolayı Allahü teâlâ İsrailoğullarına verdiği nimetleri hatırlat. niştir. İşte Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ümmeti ile ilgili olunca, ümmet-i Muhammed'e inam edeni (yani Yüce Zatını) hatırlatarak:”Beni anın ki, ben de sizi anayım "(Bakara, 152) buyurmuştur. Bu da, ümmet-i Muhammed'in diğer ümmetlerden üstün olduğunu gösterir. Bil ki Allah'ın İsrailoğullarına olan nimetleri pek çoktur:

1) Onları, içine düştükleri belalardan, Fir'avn ve kavminden kurtarmış, buna karşılık bir de onları yeryüzüne yerleştirmiş ve onları kölelikten kurtarmıştır. Nitekim şöyle buyurmuştur:

"Biz ise diliyorduk ki o yerde za'fa uğratılanlara lütfedelim, onları (hayırda) uyulan kimseler yapalım, onları (mülkün) varisleri kılalım. Onlara orada kudret verelim, Firavn'a, Hamân'a ve bunların ordularına da sakınmakta oldukları şeyi onlara gösterelim"(Kasas, 5-6).

2) Cenab-ı Hak, onları, Kıptilerin köleleri iken, peygamberler ve hükümdarlar haline getirmiş ve böylece onların düşmanlarını helak etmiş, İsrailoğullarını onların yerlerine, yurtlarına ve mallarına varis kılmıştır. Nitekim şöyle buyurmuştur: "İşte bu şekilde, biz, İsrailoğullarını onlara varis kıldık "(Şuara, 59).

3) Cenab-ı Hak, onlara, onların dışında hiçbir ümmete indirmediği büyük kitablar indirmiştir. Nitekim O,

"Hani, Musa kavmine şöyle demişti: Allah'ın size olan nimetlerini hatırlayın! Hani sizin aranızdan peygamberler yollamış, sizi hükümdarlar yaparak, başka hiçbir kimseye vermediği şeyi sizlere vermişti" (Maide, 20) buyurmuştur.

4) Hişam, İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir. Allah'ın İsrailoğullarını Firavun'un soyundan kurtarması, onlara çölde bulutu gölge tapması, yine çölde onlara kudret helvası ve bıldırcın indirmesi, onlara insan başı gibi olan, su istedikleri zaman onlara su veren, suya ihtiyaçları olmadığı zaman, yukarı kaldırıldığında suyun kesilmesiyle, geceleyin aydınlatmak için, onlara demet halinde bir ışık saçan taşı vermesi ve onların saçlarının dağılmaması ve elbiselerinin eskimemesi gibi hususlar Allah'ın İsrailoğullarına vermiş olduğu nimetlerdendir.

Beni İsraile Nimetlerin Hatırlatılma Sebebi

Bil ki Cenab-ı Hak Subhanehû, onlara bu nimetleri şu sebeblerden ötürü hatırlatmıştır.

a- Bu nimetler içinde, Hazret-i Muhammed'in sıdkına şehadet eden şeylerin bulunması;bunlar Tevrat, İncil ve Zebur'dur.

b- Nimetin çokluğu ma'siyet halinde sorumluluğun da büyük olmasını iktiza eder. Böylece Cenab-ı Hak, Hazret-i Muhammed'e ve Kur'an'a iman etmeye dair davet olundukları şeye muhalefet etmekten sakınmaları için onlara bu nimetleri hatırlatmıştır.

c- Nimetlerin çokluğunu hatırlatmak, ona muhalefet izhar etmekten haya duymayı gerektirir.

d- Nimetlerin çokluğunu hatırlatmak, nimet verenin insanlar arasından onları o nimete tahsis ettiğini gösterir. Bir kimseye çok nimet tahsis edilmişse, bunun zahiri o nimeti onlardan gidermeyeceğini gösterir. Çünkü şöyle denmiştir: İyiliği tamamlamak, onu başlatmaktan daha hayırlıdır. Buna göre geçmiş nimetleri hatırlatmak, sanki gelecek nimetler konusunda arzu uyandırmak gibidir. Bu heveslendirme, nimet verene karşı muhalefet göstermek ve düşmanlık yapmaya manidir.

Atalarına Verilen Nimetler İle Asr-ı Saadetteki Yahudilerin İlgisi

Şayet, bu nimetler, muhatap olanlara değil, tam aksine onların babalarınadır; buna göre bu nimetler nasıl onlara nimet olmuş olur ve onların günahlarının büyüklüğüne yol açmış olur? denilirse, buna birkaç bakımdan cevap veririz:

1) Şayet babalarına verilen bu nimetler olmasaydı, onlar mevcut olmazlardı. Bu nesil mevcut olduğuna göre, babalarına olan nimetler, sanki oğullarına verilmiş gibi olur.

2) Allah'ın kendilerine dini ve dünyevi nimetleri tahsis etmiş olduğu babalara mensubiyyet oğullar hakkında da büyük bir nimettir.

3) Çocuklar, itaat ettikleri, küfürden ve inattan yüz çevirdikleri için, Allahü teâlâ'nın babalarına olan bu nimetleri vermiş olduğunu duyunca, onlar da bu yola rağbet ederler; çünkü çocuk hayır işleri işleme hususunda babasını taklit etme duygusu üzerine yaratılmıştır. Bu sebeple de nimetleri hatırlatma, hayırlarla meşgul olup, kötülüklerden yüz çevirmeye bir sebep ve davetci gibi olmuştur.

Allah İle Benî İsrail Arasındaki Ahid

Cenab-ı Hakk'ın "Ve, siz benim ahdime vefa gösterin ki ben de sizin ahdinize vefa göstereyim" buyruğuna gelince, bilki "ahd" kelimesi hem ahdi yapana, hem de kendisiyle ahid yapılana nisbet edilir. Buradaki "ahd" hakkında alimler iki görüş zikretmişlerdir:

Onların Allah'a Karşı Ahidleri

a- Buradaki "ahid" den murad, mükellefiyetlerde bir tahsis cihetine gidilmeksizin, Allah'ın emrettiği bütün şeylerdir. Bu görüşe dair birçok rivayet vardır.

1) Cenab-ı Hak, verilen ahde ve anda vefakâr olmaları gerektiği gibi, şükrünü ifa etmeleri de gerekeceğinden; nimetlerini onlara bildirmiş olmayı, kendisinin onlara olan bir ahdi ve misakı yapmıştır. Cenab-ı Hak, "Ben de ahdinize vefa göstereyim " buyruğu ile sevabı ve bağışlamayı murad etmiştir. Böylece, ikisinin de ihlali caiz olmadığı cihetle, sevab va'dini ahde benzetmiştir.

2) Hasan el-Basrî'nin söylediğine göre, buradaki "ahd"den murad, Allahü teâlâ'nın "Ve onlardan, oniki nakib yolladık. Allah şöyle dedi: Ben, sizinleyim: Eğer namazı kılar, zekatı verir, resullerime İman eder, onlara yardıma olur ve Allah'a güzel bir borç verirseniz muhakkak ki ben, sizin günahlarınızı örter, sizi altından ırmaklar akan cennetlere sokarım"(maide, 12) ayetinde Beni İsrail'den almış olduğu ahiddir. Buna göre, her kim Allah'ın ahdine vefa gösterirse, Allah da onun ahdine vefakâr olur.

3) Müfessirlerden cumhurun görüşüdür ki buna göre, buradaki murad şudur: Benim size emretmiş olduğum taatlarla, sizi nehyettiğim masiyetlere riayet ediniz ki, ben de sizin ahdinize riayet edeyim, yani sizden razı olayım, sizi cennete girdireyim... Bu, Dahhâk'ın İbn Abbas'tan naklettiği görüş olup, tamamının tahkiki Cenab-ı Hakk'ın "Muhakkak ki Cenab-ı Hak, Allah yolunda öldüren ve öldürülen kullarının canlarını ve mallarını, kendilerine vereceği cennet mukabilinde satın almıştır. Bu, Tevrat'da, İncil'de ve Kur'an'da kendi üzerine hak bir va'ddir. Allah'dan daha fazla ahdine vefalı olan bulunabilir mi! O halde, yapmış, olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin"(Tevbe, 111).

b- Ayette geçen "ahid"den murad, daha önceki kitablarda Hazret-i Muhammed'in vasfına vb: "Allah, andolsun ki, İsrailoğullarından misak almıştı. Ve biz onlardan, oniki nakib yolladık. Allah onlara dedi ki, muhakkak ki ben sizinleyim.Eğer namazı kılar, zekatı verir, peygamberlerime iman eder, onları destekler ve Allah'a güzel bir borç verirseniz, muhakkak ki günahlarınızı örter ve sizi, altlarından ırmaklar ak, an cennetlere sokarım"(Maide, 12); ve A'raf süresindeki "Benim rahmetim ise, her şeyi kuşatmıştır. O rahmetimi, ittika edenlere, zekatı verenlere ve ayetlerime iman edenlere yazacağım. Onlar, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı bulacakları ümmî nebi olan bir peygambere tabi olurlar"(Araf, 156-157) ayetlerinde beyan edildiği gibi, onu peygamber olarak yollayacağına dair bildirdiği hususlardır.

Allah'ın Onlara Ahdi

Allah'ın İsrailoğullarına olan ahdine gelince bu, Allah'ın onlara ağır yüklerini bağışlama ve boyunlarındaki zincirleri kaldırmaya dair olan va'dini yerine getirmesidir. Allahü teâlâ:

"Allah önceki peygamberlerden, andolsun ki size Kitab ve hikmet verdim. Sonra size, doğruyu söyleyen bir peygamber gelmiştir. O'na muhakkak ki iman edecek ve onu destekleyeceksiniz, diye bir misak aldığı zaman dedi ki: İkrar ettiniz ve bu ağır yükümü uhdenize alıp kabul ettiniz mi? Onlar da "ikrar ettik!" dediler. Bunun üzerine Allah, şahit olun, ben de sizinle beraber şahidim dedi"(Al-i İmran, 81).

Keza: Hani Meryem oğlu İsâ şöyle demişti: Ey İsrailoğulları, ben Allah'ın size gönderilmiş bir peygamberiyim. Benden önceki Tevrat'ta olanı tasdik edici ve ismi Ahmed olan, benden sonra gelecek bir peygamberi de müjdeleyiciyim"(Saf, 6) buyurmuştur.

İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir:"Allah, Tevrat'ta İsrailoğullarına, İsmail oğullarından ümmi bir peygamber göndereceğim; kim ona tabi olur ve onun getirdiği nuru, yani Kur'an'ı tasdik ederse, onun günahlarını bağışlar, cennete koyar ve onun için, biri Hazret-i Musa ve diğer peygamberlerin getirdiğine tabi olmak; diğeri ise İsmailoğullarından ümmi bir peygamber olan Hazret-i Muhammed'in getirdiğine tabi olmak ücreti olmak üzere iki ücret veririm " diye söz vermiştir.

Bunun delili ise, Cenab-ı Hakk'ın: 'Vaha önce kendilerine kitap vermiş olduklarımız, buna iman ediyorlar. Onlara (Kur'an) okunduğu zaman; "O'na inandık. Muhakkak ki o, Rabbimiz katından gelen bir haktır. Biz bundan önce de müslüman idik" dediler. İşte bunlara sabretmelerine mukabil, iki defa mükafaat verilecektir"(Kasas, 52-54) âyetlerindedir.

Ali İbn İsa ise bunun delilinin, Allahü teâlâ'nın: "Ey iman edenler, Allah'dan ittika edin ve O'nun Peygamberine de inanın ki, Allah size rahmetinden iki kat nasib versin "(Hadid, 28) âyetinde olduğunu söylemiştir.

Yine bunun delili, Ebû Musa el-Eş'ârî'nin Hazret-i Peygamber'den rivayet ettiği şu hadistir:

"Üç kişi vardır ki, onlara iki kat sevab verilir: Ehl-i kitabtan olup da Hazret-i İsa'yı tasdik eden, sonra da Hazret-i Muhammed'e inanan kişiye iki ecir vardır; yine cariyesini terbiye edip, terbiyesini de güzel yapan ve onu öğretip, tâlimini de güzel yapan, sonra onu azad edip onunla evlenen kimseye de iki ecir vardır; yine Allah'a ve efendisine itaat eden kişiye de iki ecir verilir Buhari, ilim, 31 (Benzer hadis): Müslim, iman, 241(1/135). Burada geriye iki soru kaldı.

Bazı Sorular

Birinci Soru: Şayet durum sizin dediğiniz gibi olsaydı, buna göre nasıl yahudi cemaatinin onu inkar etmesi caiz olurdu? Buna iki şekilde cevap veririz:

a- Bu ilim, yahudilerin kitaplarını bilen ulema tarafından biliniyordu. Ancak ulemanın sayısı fazla değildi. Dolayısıyla onların, bu ilmi saklaması caiz olabilmiştir.

b- Bu nas, açık değil kapalıydı. Dolayısıyla o nassa, şek ve şüphenin arız olması mümkün olmuştu.

İkinci Soru: Bu kitablarda müjdelenen şahsın ya, o kitablarda, geleceği zaman, ineceği mekan ve bununla ilgili diğer tafsilatlar anlatılmış yahut da bunlardan hiçbir şey zikredilmemiştir. Bu durumda eğer nas, açık bir nas olur, kitablarda gelmiş olur ve tevatür yoluyla da ilim ehline intikal etmiş olursa, bu durumda yahudilerin bunu gizlemeleri imkansız olur ve bunun geçmiş peygamberlerin dininden olmak üzere zaruri olarak bilinmiş olması gerekir.

Eğer ikinci ihtimal söz konusu olursa, bu nas Hazret-i Muhammed'in peygamberliğine delalet etmez. Çünkü onların yahudi çoğunluğunun görüşü olmak üzere, "Bu müjdelenen şahıs, bundan sonra gelecektir" demeleri muhtemeldir. Buna cevabımız şudur: Hak teâlâ'nın: "Ve benim ahdime vefa gösterin ki, ben de sizin ahdinize vefa göstereyim "(Bakara, 40) ayetini, birinci görüşte de izah ettiğimiz şekilde tevhide ve nübüvvete delalet eden deliller hususunda tefekkürle ilgili emre hamledenler, bu hamletmeyi bu sualin güçlülüğünden ötürü tercih etmişlerdir. Ama ikinci görüşe destek sağlamayı isteyenlere gelince, buna şu şekilde cevap verilir: Zaman ve mekanı tayin etmek, herkesin bilebileceği bir şekilde, açık bir nas olarak bildirilmemiştir. Tam aksine bu, gizli bir nas olarak bindirilmiştir. Bu sebeple şüphesiz bunun geçmiş peygamberlerin dininden, zaruri olarak bilinmiş olması gerekmez.

Mevcut Tevrat ve İncil'den Peygamberimizin Geleceğine Deliller

Biz şu anda geçmiş peygamberlerin kitablarında, Hazret-i Muhammed'in geleceğine dair müjdelerden bir kısmını zikredelim.

1) Tevrat'ın ilk bölümünün 9.faslında şu hususlar yer almaktadır: Hacer'e Sare kızınca, Hacer'e Allah tarafından bir melek göründü ve ona şöyle dedi: Ey Hacer, nereye gidiyorsun ve nereden geldin? Hacer, hanımefendim Sâre'den kaçıyorum deyince, melek ona, hanımefendine dön ve ona itaat et; onunla iyi geçin, çünkü Allah senin ziraatini ve zürriyetini çoğaltacak ve sen hamile kalacak, bir oğlan çocuğu doğuracaksın. Allah senin kendisine yönelmeni ve huşu etmeni duyduğu için, O'na İsmail adını vereceksin. O, insanların göz bebeği olacak ve O'nun eli herkesin üzerinde, herkesin eli ise, itaat ederek O'na doğru açık olacaktır. O ise, bütün kardeşlerinin boyun eğnesine mukabil, teşekkür edecektir.

Bil ki bu sözle istidlalde bulunmak, bu sözün müjde yerinde varid olmasından ötürüdür. Çünkü Allah tarafından yollanan meleğin zulmü, haksızlığı ve ancak Allah'a iftira ile tamamlanacak bir şeyi müjdelemesi caiz değildir. Yine İsmail ve onun şu çocuklarının, dünyanın ve ümmetlerin büyük bir kısmında, ancak İslâm ile tasarruf sahibi olacakları ve yine ancak İslam ile onlara hükümran olabilecekleri malumdur. Çünkü onlar İslam'dan önce çöllerde mahsur idiler. Irak ve Şam topraklarının sınırlarına ancak korkuyla yöneliyor ve korkuyla oralara girebiliyorlardı. İslam gelince, onlar Doğuya ve Batıya İslam ile hükümran oldular; ümmetlere karıştılar, toplumların yurtlarına girdiler ve ümmetler onlarla karışarak, onların "Ev"lerini ziyaret ettiler ve, Kâ'be'ye komşu "olmak için onların çöllerine girdiler. Şayet Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sadık olmasaydı, onların ümmetlere, ümmetlerin de onlara karışması, Allah'a isyan olup, O'na itaattan çıkarak şeytanın itaatine girmek olurdu. Halbuki Allah, böyle birşeyi müjdelemekten çok yücedir.

2) Tevrat'ın beşinci bölümünün 11. faslında şu husus yer almıştır:

"Şüphesiz İlahınız Rabb, sizin ve kardeşlerinizin arasından olmak üzere, benim gibi bir nebiyi size getirecek.." Bu fasılda Rabb Teala, Hazret-i Musa'ya şöyle demiştir: " Ben, onlara kardeşleri arasından, senin gibi bir nebi getireceğim; benim adıma tebliğ edeceği sözlerimi kim dinlemezse, ben ondan intikam alırım." Bu söz, Allahü teâlâ'nın getireceği peygamberin, İsrail oğullarından olmayacağına delalet eder. Nitekim birisi Haşimoğullarına, "Kardeşlerinizden bir önder olacak derse, o, bu önderin Haşimoğullarından olmayacağını kastetmiş olur. Sonra Yakub (aleyhisselâm), İsrail'dir; O'nun 'iys ten başka kardeşi yoktur. İys'in, Eyyüb (aleyhisselâm)'den başka, peygamber olan çocuğu yoktur. Ve o, Hazret-i Musa'dan öncedir. Dolayısıyla Hazret-i Musa'nın onu müjdelemesi caiz değildir. Ama İsmail (aleyhisselâm)'e gelince, bu Yakûb (aleyhisselâm)'un babası olan İshak'ın kardeşi idi. Sonra Hazret-i Musa'dan sonra gönderilen her peygamber İsrailoğullarındandır. Bu sebebledir ki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), İsrailoğullarından değildir. Ancak onların kardeşlerindendir. Çünkü Hazret-i Peygamber İshak (aleyhisselâm)'in kardeşi olan İsmail (aleyhisselâm)'ın zürriyetindendir.

Şayet, "sizin aranızdan" sözü, burda kastedilenin Hazret-i Muhammed olmasına manidir; çünkü Hazret-i Muhammed onların arasından gelmemiştir denilirse biz deriz ki, Hazret-i Muhammed onların arasından çıkıp gelmiştir. Çünkü Hazret-i Peygamber Hicaz bölgesinde ortaya çıkmış, Mekke'de peygamber olmuş ve Medine'ye hicret etmiştir, ve burada, peygamberliği tamamlanmış, kemale ermiştir. Halbuki, Medine'nin etrafında Hayber, Benu Kaynuka, Nadir ve emsali yahudi şehirleri bulunmaktaydı. Yine Hicaz, Şam'a yakındır; yahudilerin çoğu Şam'da idiler. Hazret-i Muhammed Hicaz'da zuhur edince, bu demektir ki O, onların arasından çıkıp gelmiştir. Yine O. onların kardeşlerindendir. Bu demektir ki, O onların arasından çıkıp gelmiştir. Bu sebeple peygamber, onlardan pek uzak sayılmaz.

3) Tevrat'ın bölümlerinden 20. fasılda şu bulunmaktadır: Rabb Teala, Turu Sînâ'ya geldi, Sâîr'den bize göründü, Fârân dağlarında zuhur etti. Sağından temiz olan müminlerin niteliklerini bildirdi; onlara şeref ve izzet bağışladı; onları halklara sevdirdi ve hepsini bereketle mümin halis kullarına davet etti. Bununla şu şekilde istidlal edilir: Fârân dağları, Hicaz'dadır. Çünkü Tevrat'ta İsmail(aleyhisselâm)'in, Faran topraklarında atıcılığı öğrendiği yer almıştır. İsmail (aleyhisselâm)'in Mekke'de ikamet ettiği de malumdur. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki, O'nun "onlara izzet verdi." sözünden maksat, İsmail (aleyhisselâm)'in olması caiz değildir. Çünkü İsmail (aleyhisselâm)'in Mekke'de ikametini müteakib izzet meydana gelmemiş ve orada da müminler henüz teşekkül etmemişti. Bu sebeple onu Hazret-i Muhammed'e hamletmek vacib olmuştur.

Yahudi şöyle der: Maksat şudur: Turu Sina'dan bir ateş zuhur edince, Sâîr'den ve Fârân dağlarından da ateşler zuhur ederek, o bölgelere yayıldı... Biz deriz ki bu doğru değildir. Çünkü "Allah bir yerde, şayet ateşi yaratmış olsaydı, bu olaya tabi olan bir vahiy veya bir ceza vb. şeyler bulunmuş olsaydı, o zaman Allah oradan geldi denilmezdi. Halbuki size göre, ateşin peşinden ancak Turu Sina'da bir vahiy ve söz meydana gelmiştir. O halde Rabb ancak Sâîr'den ve Fârân dağlarından zuhur etti, denilmesi caiz olur. Halbuki, İlkbahar günlerinde meydana geldiği gibi bulutta bir ışık ve ateş meydana geldiğinde, "Allah buluttan geldi" denilemiyeceği gibi, Rabbın vürudu da caiz değildir.

Keza, Habakkûk kitabında bu anlattığımız şeyler izah edilmektedir: "Allah Turu Sina'dan, Kuddûs de Fârân'dan geldi. Hazret-i Muhammed'in güzelliğiyle gökler açıldı, yer onun hamdiyle doldu. Onun görünüşünün ışıkları, nur gibiydi; beldesini izzetiyle koruyor, felaketler onun önünde yürüyor, yırtıcı kuşlar onun ordularına arkadaşlık ediyordu. Kalktı ve yeryüzünü dolaştı; ümmetleri düşündü, onlardan bahsetti, eski dağlar parçalandılar, ebedi tepeler baş eğdiler... Midyan beldesinin halkının etekleri titredi, atlara bindin, yardım ve inkiyâd bineklerine yükseldin, yapını büsbütün sıyırdın, ey Muhammed, senin emrinle sadaklar iyice doldu, yeryüzünü ırmaklarla yardın, dağlar seni görüp sancıyla kıvrandılar, senin sebebinle seller uğultuyla akıp geçti, develer korku ve dehşetle kaçıştılar; korku ve ürperişle ellerini kaldırdılar. Güneş ve ay yörüngelerinde durdu; askerler, senin oklarının parıltısında ve beyanının ışığında hareket ettiler, yeryüzünü gazabla dolaştın, milletleri öfkeyle kırıp geçirdin, kendi ümmetini kurtarmak ve ecdadının topraklarını geri almak için ortaya çıktın." İbn Rezin et-Taberi'den bu şekilde rivayet edilmiştir.

Hristiyanlara gelince, Ebu'l-Huseyn (radıyallahü anh) "Gurer" adlı kitabında şöyle demiştir: Ben onların anlattıklarında şunu gördüm: Rabb Fârân'dan zuhur etti, sema Mahmûd olan Muhammed'in güzelliğinden paramparça oldu. Mahmud olan ey Muhammed, oklar sadaklarına doldu; çünkü sen ümmetini ve Mesihini kurtarmak için ortaya çıktın." Bizim anlattıklarımızla, Hak teâlâ'nın Tevrat'ta "Rabb, Fârân dağlarından zuhur etti" sözünün manasının "Oradan ateş zuhur etti" olmayıp tam aksine bu sıfatlarla nitelenmiş bir şahıs zuhur etti" demek olduğu meydana çıkmıştır. Bu da ancak bizim Resulümüz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)' dir. Eğer onlar; "Bundan maksat Allah'ın gelmesidir, işte bundan ötürü de, sözün sonunda "Mesihini kurtamak için demiştir" derlerse, biz deriz ki: Allah'ı atlara binmeyle, görünüşünün güzelliğinin nur gibi olmasıyla ve eski Kurallarla kaideleri çiğnemiş olmakla nitelenmesi caiz olmaz. Ama onun, "Mesihini kurtarmak için" sözüne gelince, bu böyledir; çünkü Hazret-i Muhammed, Meşini yahudi ve hristiyanların yalanından kurtarmıştır.

4) Tevrat'ın İsa'ya kitabının 22. faslında şu bulunmaktadır: Mekke'yi murad ederek, "Kalk, lamban ışıklarla dolsun! senin zamanın yaklaştı, Allah'ın ikramı ve izzeti sana doğmaktadır. Yeryüzünü karanlıklar bürüdü, o ümmetleri keler istila etti; bir nur gibi Rabb sana doğuyor ve sana keramet ve şerefini izhar ediyor. Ümmetler senin nuruna yürüyor, krallar senin doğuşunun ışığına yöneliyor, gözünü döndererek etrafındakilere uzat ve düşün: Onlar senin yanında biraraya geliyor. Onlar seni ziyaret ediyor ve uzak beldelerden çocukların sana geliyor! Çünkü sen, Ümmül-Kura (Başşehir)sın; diğer beldelerin çocukları, sanki Mekke'nin çocuklarıdır. Senin örtülerin, koltukların ve divanların üzerinde süsleniyor, sen bunu gördüğün zaman mesrur oluyor, denizlerin harp malzemeleri sana yöneldiği, ümmetlerin askerleri sana haccettiği, Medyen koçları sana gönderildiği Sebe halkı sana geldiği ve Allah'ın nimetlerinden bahsedip, Allah'ı yücelttikleri ve Fârân koyunları sana sürüldüğü, beni hoşnut edecek kurbanlar sana sunulduğu ve evime de övgüler söylendiği için, sen sevin!..." Bundan şu şekilde istidlal edilir: Bütün bu sıfatlar Mekke için mevcuttur. Çünkü bütün milletlerin orduları ve denizdeki gemiler oraya yönelmiştir. Onun "Evime de övgüler söylendiği için" sözünün manası; Araplar İslam'dan önce telbiye ederek: "Emrine amadeyiz. Senin şerikin yoktur. Ancak şerik koşulan, hiç bir şeye sahib olmayan ve senin mülkün olan bu şerîkin vardır" derlerdi.Sonra bu telbiye islamiyette şu şekli almıştır: "Allah 'ım, emrine amadeyim, senin bir ortağın yoktur, emrine amadeyim." İşte bu Allah'ın övülmüş evi Kâ'be için, yenilediği hamd şeklidir. Şayet "Bu evden maksad, Beytu'l-Makdis'dir ve daha sonra o, böyle olacaktır" denilirse, biz deriz ki: Hakîm olan Allah'ın yaklaşmadığı halde, "Senin vaktin yaklaştı" demesi caiz olmaz. Aksine yaklaşan şey Allah'ın rızasına uygun olmayan fakat kendisinden de sakınılmayan bir iştir. Yine İsaya kitabı çöl tasviri ve sıfatları ile doludur. Bu da onların görüşlerini ibtal eder.

5) Semman, Tevrat'ın birinci bölümünün tefsirinde şunu rivayet etmiştir: Cenab-ı Allah, İbrahim (aleyhisselâm)'e vahyederek şöyle buyurdu: "İsmail (aleyhisselâm) ile ilgili duanı kabul ettim ve onu mübarek kıldım, onu nesil be nesil ululadrm ve yücelttim. O'ndan oniki büyük soy çıkacaktır ve O'nu büyük bir ümmet için yarattım." Bununla şöyle istidlal edilir: İsmail (aleyhisselâm)'in çocukları (torunları)arasında, büyük bir ümmete gönderilen bir peygamber Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. İbrahim (aleyhisselâm) ve İsmail (aleyhisselâm)'in dualarına gelince bu, onların Kâ'be'nin inşasını bitirince, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) İçin yaptıkları şu duadır:

"Ey Rabbimiz, onların içinden onlara senin ayetlerini okuyacak, Kur'an'ı ve hikmeti öğretecek ve onları (şirkten) temizleyecek bir peygamber gönder. Şüphesiz yegâne galib ve hikmet sahibi sensin "(Bakara. 129) İşte bundan ötürü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ben babam İbrahim'in duası isâ'nın müjdesiyim." El Camiû's-Sağîr, 1/108. Ebu Davud, edeb, 11(4/255). buyurmuştur. Bu müjde de Allah'ın:

"Benden sonra gelecek bir peygamberi (ki, ismi Ahmed'dir) müjdeleyici olarak (geldim)(saf, 6) ayeti ile beyan ettiği husustur. Çünkü "Ahmed", 'hamd masdarından türemiştir. "Hamd" lafzından türemiş bir isim ancak bizim peygamberimiz olabilir. Çünkü Muhammed, Ahmed ve Mahmud O'nun isimlerindendir. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Tevrat'ta yer alan sıfatının şu şekilde geldiği de zikredilmiştir: O'nun doğum yeri Mekke, kalacağı yer Taybe (Medine), mülkü Şam, ümmeti ise hammâdün (çok hamdedenler)'dür.

6) Hazret-i İsa (aleyhisselâm), havarilerine şöyle demiştir: "Ben gidiyorum. Size kendi kafasından konuşmayan, Hakk'ın ruhu olan Faraklit gelecektir. O, ancak kendisine söylenildiği (vahyedildiği) şekilde konuşur. Bunun delili ise, Cenab-ı Hakk'ın: "Ben, ancak bana vahyolunana uyanm"(Ahkâf, 9) ve:

"De ki O (Kur'an 'ı) kendiliğimden değiştirmem benim için olmayacak şeydir. Ben, ancak bana vahyolunana uyanm"(Yunus, 15) ayetleridir.

Faraklit'e gelince bunun izahı hususunda iki görüş vardır:

a- "O, şefaat eden ve şefaati makbul olan" demektir. Bu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sıfatıdır.

b- Hristiyanlardan bazıları Faraklit'in, hak ile batıl arasını ayıran demek olduğunu, bu kelimenin aslının süzgece denilen "râvük" kelimesi gibi, Faruk olduğunu söylemişlerdir. "Faraklit"teki "leyt" lafzına gelince bu, işin aslını araştırıp ortaya koyma manasındadır. Nitekim ve kelimeleri de aynı vezindedir. Bu da bizim dinimizin niteliğidir. Çünkü bizim dinimiz hak ile batılın arasını ayırır.

7- Buhtunnasır, Danyal (aleyhisselâm)'a, gördüğü rüyayı anlatmadan, ne gördüğünü sorunca o şöyle dedi: "Ey hükümdar, sen rüyanda korkunç bir put gördün. Onun başı halis altından, kolları gümüşten, karnı ve uylukları bakırdan, bacakları demirden, ayağının biri demirden, biri de tuğladan idi. Bir de bir keseni olmadan kendisi kesilen bir taş gördün. Bir adam o taşı puta vurdu ve putu iyice parçaladı. Put darmadağınık oldu, demiri, bakırı, gümüşü ve altını iyice dağıldı ve çerçöp oldu. Rüzgarlar onun parçalarını göğe savurdu. Ortada hiçbir izi kalmadı. Adamın yere çaldığı putun taşları adeta bir dağ gibi yığıldı ve yeryüzü onunla doldu. Hükümdar! Senin rüyan işte budur. Bunun tabirine gelince bu, şöyledir: Altın olarak gördüğün baş sensin. Senin devrinden sonra, senin olmadığın bir krallık meydana gelecek. Bakıra benzeyen üçüncü memleket ise yeryüzünün tamamına yayılacak. Dördüncü memleketin kuvveti demir gibi olur. Putun tuğladan olan ayağına gelince bu, bazı memleketlerin üstün, bazı memleketlerin de zelil, padişahın sözünün darmadağınık olması ve o günlerde göklerin ilahının yok olmayan ve değişmeyen, aksine bütün memleketleri yok eden, gücü bütün saltanatları yıkan ebedi olarak kalacak olan bir ülke kurmasıdır. İşte bu, keseni olmadan, dağdan kesilen ve demiri bakırı ve tuğlaları un ufak eden taşın izahı budur." Allah ahir zamanda olacak şeyleri en iyi bilendir. İşte Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, peygamber olarak gönderileceğine dair önceki kitaplarda yer alan müjdeler bunlardır.

Allahü teâlâ'nın Ahdini Yerine Getirmesi Vacib Değildir

Cenâb-ı Hakk'ın "Ben de size olan ahdimi yerine getireyim" âyetine gelince, Mu 'tezile bununla ilgili olarak şöyle demiştir: Bu ahd, aklın, Allah'a, kendisine itaat edenlere sevab vermesinin vacib olduğuna delalet etmesidir. Bu vacib oluşu "ahd" diye nitelemek yerinde olur. Çünkü, "ahde vefa" vacib olduğu için bu, yemin ve nezir ile ifası zaruri hale getirilen ahidden daha kuvvetlidir. Bizim alimlerimiz, kula karşı Allah'a hiçbir şeyin vacib olmadığını söylemişlerdir. Bu ayette de buna delalet eden hususlar vardır. Çünkü Allahü teâlâ, önce nimetlerini zikredip sonra da ahde vefayı buna bağlayınca bu, geçmiş nimetlerin kulluk ahdine vefayı gerektirdiğine delalet eder. Hal böyle olunca, ibadetleri ifa etmek, geçmiş nimetler sebebi ile vacib olan şeyi yerine getirmek olmuştur. Vacibi yerine getirmek ise, bir başka vücuba sebeb olamaz. Böylece mükellefiyetleri yerine getirmenin, Allah'ın mükafaat (sevab) vermesini icab ettirmediği ortaya çıkar ve Mu'tezile'nin görüşü de batıl olur. Doğrusu ayetin gerçek tefsiri iki yönden yapılabilir:

1) Hak teâlâ sevabı ve va'dettiği şeyleri va'dedince, onları meydana getirmemesi imkansız hale gelmiştir. Şayet Allah onları vermeyecek olsaydı, doğru haberi yalana dönüşmüş olurdu. Allah hakkında yalan ise muhaldir. Muhal olan şeye götüren şeyler de muhaldir. Böylece bunun mutlaka meydana gelmesi gerekir. Bu ise, yemin ve adak ile pekiştirilenden daha kuvvetli bir ahiddir.

2) Ahdin, emir; kulun da onunla memur (emredilmiş) olduğunu söylemek caizdir. Ancak Allah'ın me'mur olması caiz değildir. Fakat Hak teâlâ, bu ayette, lafza uygun gelsin diye (muvafaka) böyle buyurmuştur. Tıpkı: "Onlar Allah'a hile yaparlar, Allah da onlara hile yapar"(Nisa. 142) ve "Onlar Allah'a hile ederler, Allah da onlara hile eder." (Yani hilelerinin cezasını verir)" (Âl-i İmran. 54) âyetlerinde olduğu gibi.

Allah'dan Korkma Ne Demektir?

Allahü teâlâ'nın "Ancak benden korkunuz "(Bakara, 40) sözüne gelince, bil ki "Rehbet" korkmaktır. Kelamcılar, Allahü teâlâ'dan korkmanın, O'nun cefasından korkma manasına olduğunu söylemişlerdir. Bazan mükellef hakkında, iki manada korktuğu söylenir:

Birincisi: ilim ile (bilerek) korkmak, diğeri ise zann ile korkmak. İlim ile olan korkmaya gelince bu, insanın kendisine emredilen herşeyi yaptığına, yasaklanan bütün şeylerden de kaçındığına kesin inanırsa, onun korkusu ancak gelecekle ilgilidir. İşte melekleri ve peygamberleri bu korku çeşidi ile niteliyoruz. Cenab-ı Allah, melekler hakkında: "Kendilerine hükümran olan Rablerinden korkarlar"(Nahl, 50) buyurmuştur.

Zann ile olan korkuya gelince bu, kul emredilen şeyleri yapmış olduğunu, nehyedilenlerden de sakınmış olduğunu kesin olarak söyleyemediği zaman, onun sevab ehlinden olamamaktan korkmasıdır. Bil ki dünyada korkusu çok olan kimse kıyamet gününde emin olur ve dünyada emin olan, kıyamet günü korkar. Rivayet edildiğine göre bir münadi, kıyamet günü şöyle seslenir: "İzzetime ve celalime yemin ederim ki kulumda iki korkuyu (dünya ve ahiret) ve iki emniyet halini bir arada bulundurmam. Dünyada kim benden emin olursa, kıyamet günü onu korkuturum. Kim de dünyada iken benden korkmuş ise, kıyamet günü onu emin kılarım."

Arifler şöyle demişlerdir: "Korku iki çeşittir, cezadan korkmak, celal-i ilahiden korkmak. Birincisi zahir ehlinin nasibidir, ikincisi ise gönül ehlinin nasibidir. Birincisi yok olabilir ama ikincisi yok olmaz. İyi bil ki, ayet-i kerimede şu hususlara delalet vardır: Nimetlerin çok olması, yapılan günahın büyüklüğünü de o nisbette artırır; ahdin önceden bildirilmesi, ona muhalefetin günahını büyütür; Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Araplara gönderildiği gibi, İsrailoğullarının da peygamberidir."

"Ancak benden korkunuz" (Bakara, 40) âyeti insana, Allah'dan başka hiçbir şeyden korkmaması gerektiğini gösterir. Bu, korku hususunda sözkonusu olduğu gibi, ümid ve arzu hususunda da aynıdır. Bu ayet ayrıca, herşeyin Allahü teâlâ'nın kaza ve kaderi ile olduğuna delalet eder. Çünkü kul, eğer kendi fiili nususunda tamamen hür olsaydı, Allah'dan korktuğu gibi kendisinden de korkması gerekirdi. Çünkü o zaman "Ancak benden korkunuz " âyetinin ifade ettiği hasr manası (ancak benden manası) batıl olurdu. Hatta o zaman sadece kendisinden korkması gerekirdi. Çünkü bu durumda sevab ve ikabının anahtarları Allah'ın elinde değil kendi elinde olmuş olurdu ve böylece de Allah'dan hiç korkmaması gerekirdi. Bu ayette mükellefe, ibadetlerini korku ve ümid sebebi ile yapması gerektiğine ve ibadetlerin sıhhati için bunun lüzumlu olduğuna delalet vardır. Allah en iyi bilendir.

Yahudileri Kur'an'a İnanmaya Davet

40 ﴿