46

Bunlarsa, rablerine kavuşacaklarını ve gerçekten O'na döneceklerini zannediyorlar.

Ayette Geçen "Zan'dan Maksad

Allah'ın "Ki onlar, Rablerine kavuşacaklarını bilirler" âyetine gelince, müfessirlerin bu ayet hakkında iki görüşleri bulunmakadır.

a) "Zan" ilim manasınadır. Onlar sözlerine devamla şöyle dediler: Zan, şeyin zıddını da mümkün gören düşüncedir. Bu ise, sahibinin, kıyamet hakkında kesin inancının bulunmamasını gerektirir. Bu da küfürdür. Halbuki Allahu Teâlâ bu zannı methetmiştir. Küfrü medhetmekse caiz değildir. Bu sebeble, ayetteki zandan muradın ilim olması gerekir. Bu mecazın sebebi, ilimle zannın her birinin racih (üstün gelen, ağır basan) bir itikadda müşterek olmalarıdır. Ne var ki, ilim, zıddına mani olan bir racihtir. Zan ise, zıddına mani olmayan bir racihtir. Zan ile ilim bu bakımdan birbirlerine benzeyince, bunlardan birinin ismini diğerine vermek uygun olmuştur. Evs İbn Hacer şöyle demiştir:

"Onu, kaburga kemikleri arasında bulunan (kalbi) karmakarışık ve korku olduğunu zann-ı galible bildiğim halde salıverdim."

Yine Cenâb-ı Hak: "Ben, hesabımla karşılaşacağımı biliyordum" (Hakka, 20) ve

"Sahiden onlar diriltileceklerini bilmiyorlar mı? (Tatfif, 4) buyurmuş; Allah, bunu onlara yadırgayarak, "zanna sevk ve teşvik etmek için zikretmiştir. Allah'ın onları, zıddını mümkün gören bir inanca sevketmesi caiz değildir, bu sebeple burada zan'dan maksadın ilim olduğu ortaya çıkmıştır.

"Rab ile Karşılaşma"nın Manası

b) Lâfzı zahirine hamletmektir ki, bu hakiki anlamda zandır.

Sonra burada birkaç vecih bulunmaktadır;

1) Rabb ile karşılaşmanın ölümden mecaz kılınması.. Bu böyledir, çünkü ile karşılaşmak, ölümün neticesidir. Böylece müsebbeb (netice) zikredilmiş, ama sebep murad edilmiştir. Bu meşhur olan bir mecaz şeklidir; çünkü ölen kimseye, "o Rabbine kavuştu" denilir. Bunun böyle olduğu sabit biz deriz ki, o namaz her an ölümü göz önünde bulunduran huşu ahiplerine zor ve ağır gelmez. Bu böyledir; çünkü her an ölümü gözleyen herkesin kalbi daima huşu içindedir, onlar her halükârda tevbeye koşarlar. Çünkü ölüm korkusu, tevbe etme sebeplerini güçlendiren hususlardandır. Bir de kişi huşuyla, birlikte kendisinden çıkabilecek bir kusurdan her durumda emin olamaz... Dolayısıyla, onun bunu telafi etmesi gerekir. Kişinin durumu zikrettiğinmiz şeyler olunca, bu onu hemen tevbe etmeye yöneltir...

2) Rabb ile karşılaşmanın, Rabb'in sevabı ile karşılaşma şeklinde tefsir olunmasıdır. Bu ise, kesin olarak bilinmeyip, zannî bir husustur, çünkü abid olan bir zahit, kendisinin Allah'ın sevabıyla karşılaşacağına kesinkes hükmedemez, tam aksine o, zanneder... Ancak bu zan onu, daha mükemmel bir huşuya sevkeder.

3) Mana şudur: Onlar, günahlanyla beraber Rablerine kavuşacaklarını sanırlar... Çünkü huşu eden insan, kendisi ve amelleri hakkında sû-i zanda bulunur, böylece onun zannına, Allah'a günahlarıyla birlikte kavuşacağı düşüncesi galib gelir ve bunda da hemen tevbeye yönelir. Ki bu, övgüye şayan bir husustur.

Burada geriye iki mesele kalmıştır:

“Lika” Tabirinin Allah'ı Görmeye Delil Olup Olmadığı Konusunda Mutezile ile Münakaşa

(Bizim Ehlı Sünnet) mezhebinde olanlardan bazıları Allahü teâlâ'nın buyruğunun Allah'ın görülebileceğine delil olduğunu söylemişlerdir.

Mutezile ise "lika" lafzı rü'yeti ifade etmez demiştir. Bunun delili ise. âyet, haber ve örftür. Âyetten delile gelince, bu Allahü teâlâ'nın:

"Allah da, bunu kıyamet gününe kadar kalblerinde bir nifak yaptı" (Tevbe, 77) kavlidir. Halbuki, münafık Rabb'ini göremez. Yine Cenâb-ı Hak:

"Bunu her kim yaparsa, bir ceza ile karşılaşır" (Furkan, 68) buyurmuştur. Yine tehdit makamında olmak üzere:

"Allah'dan korkunuz ve biliniz ki siz Ona mülaki olacaksınız" (Bakara, 223) buyurmuştur. İşte bu, hem kâfire hem de mümine şâmildir. Rü'yet kâfir için söz konusu olmaz. Böylece biz "lika"nın rü'yetten ibaret olmadığını anlamış olduk. Haberden delile gelince, bu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in:

"Her kim, müslüman bir kimsenin malını alarak kendisine mal etmek için yemin ederse. O, Allah'la, Allah ona kızgın olduğu halde karşılaşır" şeklindeki hadisidir. Hadiste geçen "lika" dan maksat Allah'ı görmek değildir. Çünkü bu hal cehennemliklerin niteliğidir. Örften delillere gelince bu, müslümanların ölen kimse hakkında, "O Rabbine kavuştu" deyip, bununla onun, Allah'ı görmüş olduğunu kastetmem eleridir. Yine "lika" ile kastedilen, aradaki engeli kaldıracak bir biçimde, kendisiyle karşılaşmış olduğu kimseye yaklaşmaktır. İşte bundan dolayı, hükümdarın huzuruna çıkarılmayan adam, onu görse bile, "Onunla henüz karşılaşmadım" der. Ama ona, emirin huzuruna girmeye izin verildiğinde, o kimse kör bile olsa, onunla karşılaştım der. Yine, "falanca çok çetin güçlüklerle karşılaştı"; "falancadan büyük hile ile yüzyüze geldim"; "falanca ölümüyle karşılaştı" denilir. Bütün bunlar "lika"nın görmekten ibaret olmadığına delalet eder. Yine buna Allahü Teâla'nın: "Allah'ın takdir ettiği bir vakte kadar sular birleşti" (Kamer, 12) âyeti delalet eder. Bu ancak cisimler hakkında doğru olur da, Allah hakkında doğru olmaz.

(Sünni) âlimlerimiz ise, "lika" Arabça'da iki cisimden birinin, diğerinin yüzeyine temas edecek biçimde ona ulaşmasından ibarettir, demişlerdir. Birisi, bir başkasına dokunup ona bitiştiğinde "Bu ona mülâki oldu" denilir. Mülakat, idrak edilen iki cinsin arasında idrakin meydana gelmesine sebep olunca, bu durumda lafzı da dokunmaya hamletmek imkansız olursa, o lafzı idrake hamletmek gerekir. Çünkü sebebin lafzını, müsebbebe vermek mecaz şekillerinin en kuvvetlilerindendir. Bu sebeple kişinin "lika" lafzını idrake hamletmesinin vacib olduğu ortaya çıkar.

Bu konuda söylenenlerin ekserisi şudur: Bu mana, bazı durumlarda kendisini tahsis eden bir delilden dolayı bırakılır. Bu sebeple diğerlerinde "lika" kelimesinin idrak manasına verilmesi vacib olur. İşte bu izaha göre, bütün sualler kendiliğinden ortadan kalkar. Allahu Tealâ'nın: "Allah da, bunu, kıyamet gününe kadar kalblerinde bir nifak yaptı" (Tevbe, 77) âyetine ve münafığın Rabbini göremiyeceği hususuna gelince, biz deriz ki işte bu zaruretten ötürü, buradaki maksat, "Onlar Allah'ın hesabı ve hükmüyle karşılaşacakları güne kadar." şeklindedir. Ancak böyle bir takdir, delilin hilafına, aksine olan bir görüştür.

Buna ancak, zaruret esnasında başvurulur. İşte burada, kendisine müracaata muhtaç olduğumuz için, ona başvurduk. Halbuki, Allahü teâlâ'nın ifadesinde lafzı zahirinden çevirip, böyle bir ziyade takdir etmede bir zaruret yoktur. İşte böylece, "lika"nın Allah'ın hükmüne değil de, O'nun kendisine talik edilmesi, şüphesiz gerekmiştir. Onlar, Allah'ın görülmesine mani olacak akli delilleri zikretmekle meşgul oldularsa da, biz o delillerin zayıf olduğunu açıkladık. İşte bu durumda, bu yönden zahire sımsıkı tutunmak doğru ve isabetli olmuştur.

Allah'a Rücû Etmenin Mânası

Allah'a rücû etmekten maksat, insanların Allah'tan başka bir sahibi olmadığı, O'ndan başka hiç kimsenin onlara herhangi bir fayda ve zarar veremediği bir yere rucu etmektir. Nitekim onlar, ilk yaratılışlarında da böyleydiler. Böylece onların ilk önce oldukları hale döndürülüşleri, Allah'a rücu kabul edilmiştir. Çünkü onlar, hayattayken, her ne kadar Allah bütün hallerde onların sahibleri idiyse de, O'ndan başka varlıklar hükmediyor ve onlara (zahiren) zarar ve fayda verebiliyordu.

Bu âyetle, batıl fırkalardan olan iki gurup ihticâc etmiştir.

1) Mücessime şöyle demiştir: Cisim olmayana rücû etmek muhaldir. Allah'a rücû edileceği sabit olunca, Allah'ın cisim olması gerekir.

2) "Tenasüh"e inananlar da şöyle demişlerdir; Bir şeye rücû, daha önce o şeyin yanında bulunmuş olmayı gerektirir. Bu sebeple bu âyet, ruhların kadîm olmasına ve onların ruhlar aleminde bulunduğuna delalet eder. Buna cevabımız, daha önce anlatılmış olan şeylere göre verilmiş demektir.

46 ﴿