48"Öyle bir günden korkunuz ki, o günde hiç kimse diğer kimseye hiçbir fayda sağlayamaz. Ondan ne bir şefaat kabul edilir, ne de bir üdye alınır. Onlara yardım da edilmez ". Bil ki bu günde korkmak, o günde meydana gelecek olan Allah'ın azab ve şiddetli acılarından dolayıdır. Çünkü günün kendisinden korkulmaz. O gün cennetlik ve cehennemliklerin hepsi mutlaka Allah'ın huzuruna geleceklerdir. Buna göre ayetten maksad, bizim söylediğimiz şeydir. Sonra Cenâb-ı Hak ahiret gününü, insanları korkutmak için, en şiddetli ve azametli sıfatlarla nitelenmiştir. Bu böyledir. Çünkü Araplar, kendilerinden birisi hoş olmayan bir duruma düştüğünde ve hısım akrabası onu bundan kurtarmaya çalıştıkları zaman içlerinde hamiyetperverlik namına ne varsa hepsini harcar ve tıpkı bir babanın çocuğunun başına gelen kötülüğü defetmeye çalışması gibi, bu kötülüğü ondan savmaya uğraşırlar. Eğer o, engelini aşamayacağı bir kimseyi görürse, çeşitli tevazu yollarını ve şefaat çeşitlerini devreye sokarak, sertlikle yapamadığı şeyi yumuşaklıkla yapmaya çalışır. Eğer hem sertlik hem de yumuşaklık fayda vermez ise, geriye o kimseye ya mal veya başka çeşit bir şeyden fidye vermek kalır. Eğer bu üçü de ona bir fayda temin etmez ise, dostları ve kardeşlerinden umduğu yardıma yönelir. İşte böylece Cenab-ı Hak, Bu yollardan hiçbirinin ahirette günahkarlara fayda vermeyeceğini haber vermiştir, bu tertibe göre geriye iki sual kalır: İki Suale Cevap 1) Allah'ın âyetinin manası, âyetinin manası gibidir. Buna göre bu tekrardan maksad nedir? Buna şu şekilde cevap veririz: Cenâb-ı Allah'ın âyetinden maksadı, onun hakettiği cezayı bir başkasının çekmeyeceğini ifade etmektir. gelince, bundan maksad, o insanın bu şahsı cezalandıran (Allah'ın) hükmünden kurtarmaya çalışamayacağıdır. 2) Allahü Teâlâ, bu ayette "şefaatin kabulünü", "fidye alımı "ndan önce zikretmiş, bu âyeti bu suredeki 120. âyetten sonra tekrar getirerek orada da "fidye alma" "şefaatin kabulü"nden önce zikretmiştir. Bunun hikmeti nedir? Buna şöyle cevab verilir: Mal sevgisine olan meyli, kendisini yüceltmeye olan meylinden daha şiddetli olan kimse, şefaat edecek olanlara yapışmayı, fidye vermeye tercih eder. Aksi temayülde olan kimse ise, fidyeyi şefaatçiye tercih eder. Bundan dolayı her iki âyetteki farklı tertib, bu iki sınıf insana işaret etmek içindir. Şimdi de âyetteki lâfızların tefsirine geçiyoruz. Âyet-i Kerimedeki Bazı Lafızların Tefsiri Allahü teâlâ'nın "Hiç kimse diğer bir kimseye hiçbir fayda sağlayamaz" âyetine gelince, Kaffâl bu hususta şunu söylemiştir: Lügatcileregöre fiilinin asıl mânası (hükmetti, emretti, ifâ etti, ödedi) fiilinin manasıdır. Bu manada olmak üzere Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Bürde b. Yesâr (radıyallahü anh)'a şöyle demiştir: "(Bu kurban) sana kifayet eder, fakat senden başka kimseye kifayet etmez." Arapçacılar da bunu bu şekilde, hemzesiz olarak "tâ" harfinin fethası ile (......) şeklinde rivayet etmişlerdir. Yani "Bu, senin kurban vecibene yeter, kurban yerini tutar " demektir. Buna göre, âyetin manası "Kıyamet günü hiçbir kimse, hiçbir kimsenin hiçbir bakımdan yerine geçemez ve ona isabet edecek hiçbir cezayı onun için yüklenemez. Aksine o günde kişi, kardeşinden, annesinden ve babasından bile kaçar." Yine buna göre, bu yerini tutmanın manası, "itaat edenin itaati, günahkara vacib olmuş olan (cezayı) karşılamaz, onun yerine geçmez." Bu yerini tutma ve yerine geçme dünyada bazan olabilir. Mesela bir şahıs yakınının ve dostunun borcunu öder ve böylece onun borcunu kendi yüklenir. Âhirette ise, hakların ifast ancak hasenat (sevabları) vermekle olur. Ebu Hureyre (radıyallahü anh), Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şu hadisi rivayet etmiştir: "Yanında din kardeşinin ırzı, malı ve makamı bakımından bir hakkı bulunup da, bu hak kendisinden alınmadan ondan helallik isteyen kimseye Allah merhamet etsin. Çünkü âhirette ne bir dinar ne bir dirhem vardır. Eğer o kimsenin iyilikleri varsa, kardeşinin hakkı onun iyiliklerinden alınır. Eğer iyilikleri yok ise, o zaman da üzerinde hakkı olan kardeşinin günahlarının bir kısmı ona yüklenir. Tirmizi, Kiyame 2, (4/613). Keşşaf sahibi, âyette geçen (......) lâfzının mefûlü bih olduğunu ve mefûlu mutlak olmasının da caiz olabileceğini söylemiştir. Meful-u mutlak olması halinde âyetin takdiri (az bir cezayı) şeklinde olur. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Az bir zulüm bile görmezler"(Meryem, 60).Âyeti (......) şeklinde okuyan, bunu 'fayda verdi' manasına gelen fiilinden okumuştur. Buna göre lafzı, bu kıraatte ancak, "fayda vermek cinsinden herhangi bir şey" manasına gelir. Bu durumda bu cümle (......) kelimesinin sıfatı olarak mahallen mansubtur. Eğer, "Öyle ise mevsufa ait zamir nerededir?" denir ise, deriz ki "O mahzuftur ve takdiri şöyledir: (......) şeklindedir. Buradaki (......) kelimesinin nekre oluşunun hikmeti şudur: "Nefislerden hiçbir nefis, kendinden başka hiçbir nefse, hiçbir surette fayda veremez." Bu, hertürlü isteği kesen, tam bir ümitsizliğe düşürmedir. Allahü teâlâ'nın âyetine gelince deriz ki: "Şefaat" bir kimsenin, bir başkasından bir şey istemesi ve ondan ihtiyacını gidermesini istemesidir. Kelimenin aslı, "tek"in zıddı manasındaki "çift" demek olan (......) kelimesinden gelir. Buna göre sanki, ihtiyaç sahibi tek idi de, şefaatçi onun yanında ikinci (onun çifti) bir şahıs oldu demektir. Bil kî, Hak teâlâ'nın (......) ifâdesindeki zamîri günahkâr olan ikinci "nefs"e racidir.Bu, kendisinden hiçbir fidyenin kabul edilmediği nefistir. O nefisten şefaatin kabul olunmamasının manası şudur: Eğer o, bir şefaatçinin şefaatini getirirse bu ondan kabul edilmez. Zamirin, şu manada olmak üzere birinci nefse raci olması da caizdir: Eğer o birinci nefis .ikinci nefse şefaat edecek olsa, birincinin ikincinin yerine ceza görmeyeceği gibi, şefaati de kabul olunmaz. Allahü teâlâ âyetinin manası "Ondan fidye de kabul edilmez" demektir. (......) kelimesinin aslı bir şeyin denk olması manasına olan dendir. Sen, "Ben onun bir benzerini görmüyorum " manasında dersin. Nitekim Cenâb-ı Hak: "Sonra inkâr edenler, (başka varlıkları) Bablerine denk tutuyorlar" (En'am.1) buyurmuştur. Bu ayetin bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın: "O inkâr edip kâfir olanlar (yok mu?), eğer yeryüzünde bulunan her şey bir misli ile beraber o kâfirlerin olsa da, onlar kıyamet gününün azabından (kurtulmak için) ona fidye olarak verseler, bu fidye onlardan kabul olunmazdı" (Maide, 36); "İnkâr edenler ve kafirler olarak ölenler yeryüzü dolusu altını (azablarına karşılık) fidye olarak verseler bile, bu onların hiçbirinden kabul edilmez" (Al-i Imran, 91) ve: "O (kâfir) üdye olarak ne verirse versin, bu ondan kabul edilmez "(En'am, 70) âyetleridir. Allahü teâlâ'nın "Onlara yardım da olunmaz" âyetine gelince, bil ki yardımlaşma, ancak dünyada, beraber yaşama ve akraba olma vesilesi ile olur. Halbuki Hak teâlâ, o günde ne bir dostluk, ne bir şefaat, ne de aralarında bir akrabalık bağı kalmayacağını; insanın kardeşinden, anasından, babasından ve yakınlarından kaçacağını haber vermiştir. Kaffal, "Ayetteki "nasr"dan murad, me'ünet yani yardımdır" demiştir. Bu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Kardeşine zalim olduğu zamanda (zulmüne engel olarak) mazlum olduğu zamanda (ona yapılan zulme engel olarak) yardım ef" Buhari, Mezalim. 4; Tirmizi, Fiten, 68 (4/523). hadisi de böyledir. (......) kelimesi de aynı manadadır. Araplar yağmur almış manasına (yardım edilmiş toprak) derler. Yağmur toprakta bitki çıkardığı zaman, (Yağmur beldeye yardım ediyor) denir. Bu ifadeye göre, sanki yağmur, o belde halkına yardım etmiştir. Hak Teâla'nın; "Kim, Allah'ın kendisine yardım etmeyeceğini sanıyorsa... "(Hacc, 15) âyeti, "Yağmurun beldelere rızık verdiği gibi, Allah'ın kendisini rızıklandırmayacağını (sanıyorsa)..." şeklinde tefsir edilmiştir. İntikam alma da, bir yardım ve zalime bir karşı duruş manasında "nusre, nusret" ve "intişar" diye isimlendirmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak: kavmine karşı ona yardım (Enbiya, 77) buyurmuştur. Müfessirler bu âyetteki, nın manasının "Biz onun intikamını aldık" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifâdesi, bütün bu manalara muhtemeldir. Bu âyet, onların, kıyamet gününde azab edildikleri zaman, Allah'tan onlar namına intikam alacak birisini bulamayacakları manasına da gelebilir. Hulasa olarak, sanki "yardım", "şiddet ve belaları savuşturma" demektir. İşte bu sebeble Hak teâlâ, orada azabından o kâfirleri kurtaracak birisinin bulunmadığını haber vermiştir. Âyette bunlardan sonra geriye iki mesele kalır: Günahı Bırakmaya Etkili Bir Teşvik Âyette, günahlardan en büyük bir sakındırma ve insandan sadır olan günahları tevbe ile telafi etmesine en kuvvetli bir teşvik vardır. Çünkü insan, ölümden sonra herhangi bir tedarik şefaaf, yardım ve fidyenin olmayacağını düşündüğünde, kurtuluşunun ancak Allah'a itaatle olacağını anlar. İbâdetlerinde her an kusur yapmadan ve ömrünün uzun olacağına yakînî bir bilgisi olmadığı için tevbeye fırsat bulamamaktan emin olamayan kişi, her hâl ü kârda bir korku ve endişe içinde olur. Bu âyet, her nekadar İsrailoğulları hakkında nazil olmuş ise de, mana bakımından herkese hitabtır. Çünkü ayette bahsedilen vasıflar, Kıyamet gününün vasıflarıdır. Bu da o günde bulunacak herkese şamil olur. Hazret-i Peygamberin Şefaatinin Mahfuziyeti, Bu Konuda Mu'tezile'nin Hatası Ümmet-i Muhammed, âhirette Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şefaat etme hakkı olduğu hususunda ittifak etmiştir. Cenab-ı Allah'ın: Rabbinin seni, bir makam, Mahmuda göndereceğini ümid et” (İsra, 79) ve Sen de (Onun verdiğine) razı (memnun) olacaksın (Duha, 5 ) ayetleri şefaata hamledilmiştir. Sonra alimler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şefaatinin kimler için olduğu mevzusunda ihtilaf etmişlerdir. Bu şefaat, sevabı elde etmiş müminler için mi, yoksa azabı haketmiş büyük günah sahibi mü'minler için midir? Bu meselede Mu'tezile, şefaatin sevabı elde etmiş mü'minler için olduğunu, şefaatin tesirinin ise, mü'minlerin hakettikleri sevaba fazlalık kazandırmak olduğunu söylemişlerdir. Bizim alimlerimiz ise şefaatin tesirinin, azabı haketmiş kimselerden, azabı düşürme şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Bu şefaat, ya mahşer meydanında onlara yapılır da cehenneme hiç girmezler, veya onlar cehenneme girdikleri zaman onlara şefaat olunur ve böylece cehennemden çıkarılır, cennete girdirilirler. Alimler şefaatin kâfirler için sözkonusu olmadığında ittifak etmişlerdir; Büyük Günah İşleyene Şefaat Yok Diyen Mu'tezile İddiası Mu'tezile, büyük günah sahibi kimselere şefaatin olmayacağını birkaç bakımdan istidlal etmişlerdir. Birincisi: Delillerden biri, tefsirini yapmakta olduğumuz bu ayettir. Mu'tezile, bu ayetin üç bakımdan şefaatin olmadığına delil olduğunu söylemiştir: a) Allah "Ogünde hiç kimse, hiçbir kimseye hiçbir toyda sağlayamaz" buyurmuştur. Eğer şefaat, azabı düşürme hususunda irli olsaydı, o zaman bir kimse, diğer birine bir fayda vermiş olur. b) Allahü teâlâ "Ondan hiçbir şefaatçi de kabul edilmez" muştur. Bu ayette geçen "şefaat lafzı nefyin (olumsuz ifadenin) en gelmiş bir nekredir. Bu sebeble o, hertürlü şefaat çeşidini içine alır. c) Hak Teâla "Onlara yardım da edilmez" buyurmuştur. Eğer, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), günahkârlardan birisine şefaat edecek olsa ona, yardım edici olmuş olurdu. Bu ise âyetin aksine bir harekettir. Âyetteki sözün şu iki yönden olduğu da söylenmesi: 1) Yahudiler, atalarının kendilerine şefaat edeceklerini iddia ediyorlardı, ayet ile onlar, bu iddialarından ümidsizliğe düşürülmüşlerdir. Binaenaleyh onlar hakkında nazil olmuştur. 2) Âyetin zahiri, mutlak manada şefaatin olmadığını ifade .eder. Ancak itaat ehli olanları sevaölarını artırma hususunda, ayetin tahsis edilmesine arama konusunda ittifak ettik, demişlerdir. Ehl-i Sünnetin Cevabı Biz (ehl-i sünnet) de bu tahsisi zikredeceğimiz delillerden dolayı, büyük günah sahibi müslüman için yaparız. Çünkü biz Mu'tezile'nin birinci görüşüne şu şekilde cevap veririz: İtibar, sebebin hususi oluşuna değil, lafzın umumiliğinedir. İkinci görüşe de şöyle diyerek cevap veririz. Âyetten maksadın, sevapları artırma hususundaki şefaatin nefyi olması caiz değildir. Çünkü Hak teâlâ, o günde hiçbir şefaatin fayda vermeyeceğini bildirerek, o günden insanları sakındırmıştır. Şefaatin olmaması, sevabın artırılması Hususuna raci olduğu zaman, sakındırma tam manası ile olmaz. Çünkü artırılmamasında herhangi bir tehlike ve zarar yoktur. Bunu şu durum açıklar: Eğer Allahü teâlâ: Sevaba hak kazananların faydalarını hiçbir kimsenin şefaati ile artırmayacağı günden (kıyamet gününden) korkun" demiş olsaydı, bununla günahlardan herhangi bir zecr (sakındırma) meydana gelmezdi. Yok, eğer "İkabı haketmiş kimselerin ikabını hiçbir şefaatçinin şefaati ile düşürmeyeceğim (kıyamet) gününden korkunuz" demiş olsa idi, bu söz günahlardan sakındıncı olurdu. Böylece ayetten kastedilenin, şefaatin tesirinin sevabı artırma hususunda değil, ikabı düşürme hususunda nefyedilmesi olduğu sabit olur. Mu'tezile'nin İleri Sürdüğü Öbür Deliller İkincisi: Cenâb-ı Allah'ın: "Zalimlerin ne candan bir dostu, ne de sözü dinlenecek bir şefaatçisi vardır " (Mü'min, 18) âyetidir. Zalim, zulmeden demektir. Bu kelime kâfir ve başkası hakkında kullanılır. 'Bu ayette Cenab-ı Allah, zalimlerin sözü dinlenen şefaatçisi olmadığını beyan etti, icabet edilen bir şefaatçisi olmadığını beyan etmedi" denilemez. Biz, bu ayetin ifadesinin gereği olarak, Allah'ın, iccbet edilen bir şefaatçinin varlığını da nehyetmiş olduğunu söylüyoruz. Çünkü âhirette sözü dinlenen hiçbir şefaatçi yoktur. Çünkü sözü dinlenen kimse, sözünü dinleyen (ona itaat edenden) üstündür. Allahü teâlâ'nın üstünde ise, Allah'ın ona itaat edeceği hiçbir kimse yoktur. Çünkü biz diyoruz ki ayeti sizin söylediğiniz manaya hamletmek iki sebebten dolayı mümkün değildir. a) Allahü teâlâ'nın üstünde, Allah'ın itaat edeceği hiçbir varlığın olmadığını bilmek, bütün akıllıların ittifak ettikleri bir husustur. Bunu Allah'a nisbet eden kimseye gelince o, bununla Allah'ın hiç kimseye itaat etmediğini itiraf etmiş olur. Ama bunu kabul etmeyene gelince, menfi görüşte olmasına rağmen, onun, Allah hakkında, başka bir varlığa itaat ettiğine inanması imkansız olur. Bu sabit olunca, ayetin sizin dediğiniz manaya hamledilmesi, onu lafzın ifade etmediği bir manaya hamletmek olur. b) Allahü teâlâ, kendisine itaat olunan bir şefaatçinin olmayacağını bildirmiştir. Şefaatçi olan kimse, ancak, şefaat için kendisine başvurulandan aşağı mertebededir. Çünkü ondan üstün olan, ona emreder ve onun hakkında hükmeder. Böyle birisine ise şefaatçi denilemez. Bundan dolayı âyetteki sözü, şefaat edenin Allah'dan daha aşağı mertebede olduğunu ifade etmiş olur. Bu sebeble (sözü dinlenen, itaat edilen) sözünü, Allah'tan üstte olan kimse manasına anlamak mümkün değildir. Bunun için de âyeti, "Onlar için, icabet olunacak bir şefaatçi yoktur " anlamına da hamletmek gerekir. Üçüncüsü: Hak teâlâ'nın: "Kendisinde alışveriş, dostluk ve şefaat olmayan gün gelmezden önce..." (Bakara, 254) âyetidir. Bu ayetin zahiri, hiçbir şefaatin olmadığını gösterir. Dördüncüsü: Allahü teâlâ'nın “Zalimlerin hiçbir yardımcısı yoktur" (Âl-i İmran, 192) âyetidir. Şayet, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ümmetinin fasıklarına şefaat edecek olsaydı, onlar "yardım edilmiş kimseler" diye vasfedilirlerdi. Çünkü fasık, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şefaati sebebiyle azabtan kurtulursa, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona nihai derece yardım etmiş olur. Beşincisi: Cenâb-ı Hakk'ın: "Onlar, ancak Allah'ın rızasına ermiş olanlara şefaat ederler" (Enbiya, 28) âyetidir. Cenab-ı Hak bu ayette meleklerinden haber vererek onların, ancak Allah'ın razı olduğu kimselere şefaat ettiklerini söylemiştir. Fasık ise, Allah'ın razı olduğu kimselerden değildir. Melekler, fasığa şefaat etmedikleri zaman, peygamberler de etmez. Çünkü melekler ile peygamberlerin şefaatinin farklı olduğunu söyleyen yoktur. Altıncısı: Cenâb-ı Allah'ın: "Onlara şefaatçilerin şefaati fayda vermez" (Müddessir, 48) âyetidir. Şayet şefaat, azabın düşürülmesinde müessir olsaydı, bu şefaat onlara fayda verirdi. Oysa ki ayet bunun zıddını ifade etmektedir. Yedincisi: Ümmet-i Islamiye, bizim, bizi, Hazret-i Peygamber'in şefaatine nail olanlardan kılmasını Allah'tan istememiz gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir. Onlar, bütün dualarında şöyle derler: "Allah'ım bizi O'nun (sallallahü aleyhi ve sellem) şefaatine nail olanlardan eyle." Şayet şefaate müstehak olan kimse, büyük günahlarda ısrarlı olduğu halde bu dünyadan göçmüş olan birisi olursa, o takdirde onlar Allah'dan büyük günah üzerinde ısrar etmiş olarak canlarını almasını istemiş olurlar. "Onlar, büyük günah işlemede ısrarlı oldukları halde dünyadan göçtükleri zaman, Allah'tan kendilerini, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şefaatine nail olanlardan kılmasını isterler, yoksa büyük günah işlemede ısrarlı oldukları halde canlarını atmasını değil. Nitekim onlar, dualarında, "Allah'ım bizi çok tevbe edenlerden kıl " diye de dua ederler. Oysaki onlar bu dua ile, günah işleyip sonra tevbe etmeyi kastetmiş değillerdir. Onların arzuladıkları, günah işledikleri zaman Allah'ın onları tevbeye muvaffak kılmasıdır. Bu iki arzu da bir şarta bağlıdır ki o da, önceden günahta ısrar halinin ve günahın bulunması şartıdır" denilmesi niçin caiz değildir" denilemez. Çünkü biz diyoruz ki: Buna iki yönden cevab verilir: a) Biz, "Allah'ım bizi çok tevbe edenlerden kıl" duamızı bir şarta bağladığımızda;"Allah'ım bizi şefaata nail olanlardan kıl" sözümüze de bir şart ilave etmemiz gerekmez. b) Ümmet-i Muhammed, Allah'dan bekledikleri bu iki arzusunda da, O'ndan, kendilerine arzu ettikleri şeye ulaştıracak olanı yapmasını isterler. Bu sebeble onların, "Rabbimiz bizi çok tevbe edenlerden kıl " sözü ile, kendilerini günahlardan tevbe etmeye muvaffak kılmasını; "Bizi şefaate nail olanlardan kıl " sözü ile de, sayesinde Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şefaatine nail olabilecekleri şeyi kendilerine vermesini istemiş olurlar. Eğer, şefaate ehil olabilmek, ancak büyük günahlarda ısrarlı olunduğu halde dünyadan göçmek ile olsaydt, bu durumda şefaata nail olmayı istemek dünyadan büyük günahları işlemede ısrarlı vaziyette göçmeyi istemek olurdu ki bu, icma ile caiz değildir Bizim, "şefaate nail olmak ancak, sevaba müstehak olunarak bu dünyadan göçmek ile olur" sözümüze gelince, şefaate nail olmayı bu manada istemek çok yerinde olur. Bu ikisinin farkı ortadadır. Sekizincisi: Allahü Teâlâ'nın: "Tacirler muhakkak ki cehennemdedirler. Kıyamet günü oraya girecekler. Oradan hiç ayrılamayacaklardır" (infitar, 14-16) âyetidir. Bu âyet, bütün günahkârların, cehenneme gireceğini ve oradan hiç çıkamayacaklarını gösterir. Onların cehennemden ayrılamayacakları sabit olunca, oradan hiç çıkmayacakları da sabit olmuş olur. Durum bu olunca, şefaatin ne cezanın affedilmesinde, ne de cehenneme girdikten sonra oradan çıkma hususunda bir faydası olmaz. Dokuzuncusu: Hak teâlâ'nın: "O (Allah) işi yönetendir. Ancak O'nun izin vermesinden sonra bir şefaatçi bulunabilir" (Yunus. 3) âyetidir. Bu ayette, Allahü teâlâ, şefaat etmesine izin vermediği kimsenin şefaatçi olamayacağını beyan etmiştir. Allah'ın: "Allah'ın izni olmadan O'nun yanında şefaat edecek olan kimdir?" (Bakara, 255) ve: "Onlardan ancak Rahman (Allah)'ın izin verdiği kimse konuşabilir ve doğruyu söyler "(Nebe, 38) âyetleri de aynı manadadır. Cenâb-ı Hak, büyük günah işleyenler hakkında şefaata izin vermemiştir. Çünkü böyle bir iznin olduğu şayet bilinse idi, ya akıl yolu ile ya nakil yolu ile bilinirdi. Akıl yolu ile bilinmesi meselesine gelince, bu konu aklın sahasına girmez. Nakle gelince, bu ya mütevatir ya da haber-i vahid ile bilinirdi. Ahad haberlerin bu sahada yetkisi yoktur. Zira onlar zan ifade ederler. Söz konusu mesele ise "ilim" (kesin bilme) ile ilgili bir meseledir. İlmi konularda zan ifade eden delillere tutunmak caiz değildir. Bunun mütevatir haber ile bilinmesine gelince, bu da batıldır. Çünkü, eğer bu hususta mütevatir bir haber bulunsa idi, müslümanların çoğu bunu bilirdi ve eğer müslümanlar bunu bilselerdi, bu şefaati inkâr etmezlerdi. Binaenaleyh, çoğunluk onun yokluğu hususunda ittifak ettiğine göre, böyle bir iznin verilmeyeceğini anlıyoruz. Onuncusu: Allahü teâlâ'nın: "Arşı yüklenen ve onun etrafında bulunan (melekler) Rablerini hamd ile tesbih ve takdis ler, O'na iman ederler ve müminlerin bağışlanmasını (şöylece) isterler: Ey Rabbimtz, senin rahmetin ve ilmin herşeye şamildir. O halde tevbe edenleri ve senin yoluna uyanları atfet" (Mü'min, 7) âyetidir. Şayet fasıklar için şefaat söz konusu olsaydı, şefaati tevbe ve Allah yoluna tâbi olma şartlarına bağlamanın bir manası olmazdı. Mutezilenin Hadislerden Delilleri Onbirincisi: Büyük günah işleyenler hakkında şefaatin bulunmadığına delalet eden haberler dört tanedir: a) el-Alâ İbn Abdirrahman'ın babasından, onun da Ebu Hureyre'den rivayet ettiğine göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir mezarlığa girer ve şöyle der: "Selam olsun size, ey müminler topluluğunun yurdu! Muhakkak ki biz de, insaallah sizin yanınıza geleceğiz! Kardeşlerimizi görmeyi ne kadar isterdim!" Bunun üzerine orada bulunanlar, "Ya Resulullah, biz senin kan kardeşlerin değil miyiz? deyince, Hazret-i Peygamber: Bilâkis sizler benim ashabımsınız; kardeşlerimizse henüz dünyaya gelmemiş olanlardır" dedi. Bunun üzerine onlar, Ya Resulallah, senden sonra ümmetinden gelecek olanları nasıl tanırsın? deyince Hazret-i Resul, "Söyleyin bakalım ne dersiniz, eğer bir adamın siyah at sürüsü içerisinde, alnı beyaz, ayaklan sekül biratıolsa, o adam atını tanımaz mı?" dedi. Onlar, "evet" ey Allahı'ın Resulü dediler. Hazret-i Peygamber de: "Muhakkak ki onlar kıyamet gününde abdestten dolayı yüzleri akr elleri ve ayakları bembeyaz olarak gelirler. Ben ise, havzın kenarında onların önünde olurum. İyi bilin ki, yolunu şaşırmış develerin kovulması gibi bazı adamlarda benim havuzumdan mutlaka kovulurlar da, ben onlara: "Hey! buraya gelin! buraya gelin!" diye seslenirim. Bunun üzerine, "Onlar senden sonra muhakkak ki değiştiler" denilir. Ben de, bu sebeple, onlara yazıklar olsun, yazıklar olsun!" derim" buyurur. Müslim. Taharet, 39 (1/218) . 'Şefaatin olmadığına dair bu haberle şöyle istidlal yapılmıştır: Şayet Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara şefaat edici olsaydı o, "yazıklar olsun, yazıklar olsun!" demezdi. Çünkü şefaat eden kimse, bunu söylemez. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onları bir yudum su içmeden bile men ederken, daimi olan azabtan kurtulmaları hususunda, onlara nasıl şefaatçi olur? b) Abdurrahman İbn Sâbât'ın, Cabir İbn Abdullah'tan rivayet ettiği göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ka'b İbn 'Ucre'ye: "Ey Ka'b İbn Ucre, sefihlerin yönetime geçmesinden seni Allah'a sığındırırım. Şüphesiz, birçok idareciler gelecek... Kim onların yanına girer, zulümlerinde onlara yardımcı olur ve onların yalanlarını tasdik ederse, o benden, ben de ondan değilim; ve o, benim havzıma da kesinlikle gelemeyecektir. Kim onların yanına girmez, zulümlerinde onlara yardımcı olmaz ve onların yalanlarını doğrulamazsa, o benden, ben de ondan olurum ve o kimse, benim havzanın başına gelir. Ey Ka'b İbn Ucre, namaz Allah'a yaklaşma verileri, oruç insanı günahlardan koruyan kalkan, sadaka ise, suyun ateşi söndürmesi gibi hataları söndürür. Ey Ka'b İbn Ucre, haramdan biten (beslenen) bir et, cennete giremez" buyurdu. Tirmizi Cuma, 433, (2, 513). Bu hadiste üç bakımdan istidlal edilir: 1) O kimse peygamberden, peygamber de ondan olmayınca, peygamber ona nasıl şefaat eder? 2) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "O benim havzıma gelemiyeçektir" ifâdesi, şefaatin olmadığına delildir. Çünkü o kimse Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ulaşmaktan men olunup Havzına gelemeyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onu göreceği azabtan kurtarmaktan kaçınması daha evladır. 3) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ifadesi büyük günah işleyenler için, şefaatin herhangi bir tesirinin bulunmadığını gösteren açık bir ifadedir. c) Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Sizden hiçbirinizi, kıyamet gününde boynunda feryad eden bir koyunla bulmayayım. O: "Ya Resulullah, imdad!" dedikçe; ben: "Bugün Allah'ın hükmünden sana hiçbir fayda sağlayamam, nitekim durumu sana tebliğ etmiştim" diyeceğim. Buhâri, Zekat, 3. bu elde etmek istediğimiz netice hakkında sarih bir ifadedir. Çünkü Hazret-i Peygamber onun için Allah nezdinde bir şey yapamayınca, onun şefaatte herhangi bir nasibi olamaz. d) Yine Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir hadiste Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Üç kişi vardır ki ben kıyamet gününde onların hasmıyım. Kimin de hasmı olduysam, onu yenmişimdir. Bana bir şey verip, sonra da haksızlık eden kimse; hür olan kimseyi satıp da parasını yiyen kimse ve bir ücretliyi çalıştırıp da, ondan işini tastamam yapmasını isteyen, ama ücretini tastamam ödemeyen kimse" Ibnu Mâce, Rühün 4 (2/816). Bununla şu şekilde istidlal edilir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onların hasmı olunca, onun onlara şefaatçi olması imkansız olur. İşte bu babda, Mûtezile'nin görüşlerinin tamamı budur. Ehl-i Sünnetin Bu Husustaki Delilleri Bizim alimlerimize gelince, onlar bu konuda birkaç hususa dayanmışlardır: a) Allah'ın Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'dan naklederek, buyurduğu şu âyettir: "Eğer onlara azab edersen, muhakkak ki onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, muhakkak ki aziz ve hakîm olan sensin" (Maide, 118). Bu âyetle istidlal tarzı şu şekildedir: Hazret-i İsa (aleyhisselâm) tarafından yapılan bu şefaatin ya kâfirler hakkında olduğu, yahut itaatkâr müslüman hakkında, veya küçük günahları bulunan müslüman hakkında ya da tevbe ettikten sonra büyük günah sahibi olan müslüman hakkında, yahutta tevbe etmeden önce ölen büyük günah sahibi müslüman hakkında olduğu söylenir. Birinci kısımdakiler hakkında olması batıldır; çünkü Cenab-ı Hakk'ın, (......) ifâdesi kâfirler hakkında uygun değildir. İkinci, üçüncü ve dördüncü kısımdakiler hakkında olması da yanlıştır; çünkü itaatkâr müslümana küçük günah sahibi müslümana ve büyük günah sahibi müslümana, tevbe etmelerinden sonra, hasımlarımızca da, azab etmek aklen caiz değildir. Bu böyle olunca Hak teâlâ'nın buyruğu, onlar hakkında uygun olmaz. Bu batıl olunca geriye, ancak, bu şefaatin tevbe etmeden önce ölen büyük günah sahibi müslüman hakkında olduğunu söylemek kalır. Bu şefaatin Hazret-i İsa (aleyhisselâm) hakkında olduğunu söylemek doğru olunca, onun, zaruri olarak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında da olduğunu söylemek doğru olur. Çünkü arada bir fark olduğunu söyleyen hiçkimse bulunmamaktadır. b) Allahü Teâlâ'nın Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'den naklederek buyurduğu şu âyettir: "Kim bana tabi olursa, o bendendir; her kim de bana asi olursa, muhakkak ki senr çok bağışlayan ve çok merhamet edensin" (ibrahim, 36). Buna göre, Cenâb-ı Hakk'ın sözünün kâfir hakkında olduğunu söylemek caiz değildir. Çünkü kâfir, ittifakla, mağfirete ehil değildir. Bu ifadenin, küçük günah sahibi ve tevbe ettikten sonra büyük günah sahibi kimse hakkında olduğunu söylemek de caiz değildir, çünkü Allah'ın onları bağışlaması, hasmımızca, aklen vacibtir. Bu sebeple, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onlara şefaat etmesine hacet yoktur. Geriye ayetin, tevbe etmeden önce ölen büyük günah sahibi hakkında olduğunu söylemek kalır. Beyhakî'nin "Şuâbu'l-îman" adlı kitabında rivayet ettiği hadis, bu iki ayetin delaletinin bizim dediğimiz şekilde olduğunu güçlendiren bir husustur. Bu hadise göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) hakkındaki Allah'ın) (ibrahim, 36) âyeti ile Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın sözü olarak hikâye edilen (Maide, 118) âyetini okudu; sonra ellerini kaldırarak, "Allah'ım, benim ümmetim, benim ümmetim!" dedi ve ağladı. Bunun üzerine, Allahü Teâla, "Ey Cebrail Muhammed'egit. -Senin Rabbin en iyi bilendir-, ama sen O'na, kendisini neyin ağlattığını sor!" Bunun üzerine Hazret-i Cebrail Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelerek O'na, sordu; bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), söylediklerini Cebrail'e haber verdi. Bunun üzerine Hak teâlâ, "Ey Cebrail, Muhammed'e git ve O'na: "Biz ümmetin hususunda serti hoşnut edecek ve seni üzmeyeceğiz" de!" buyurdu. Bu haberi Müslim de, Sahih'inde rivayet etmiştir. c) Hak teâlâ'nın Meryem sûre'sindeki âyetleridir: "Müttakileri, o Rahman (çok merhametli) olan Allah'ın huzuruna kafirler alinde toplayıp, günahkârları ise susuz olarak cehenneme süreceğimiz gün, tehman olan Allah katında bir ahdi olan hariç, onlar şefaat hakkına sahip olamıyacaklardır" (Meryem, 85-87). Biz deriz ki ayetin zahirinde, âyetten maksadın mücrimlerin başkalarına şefaatçi olamayacakları veya başkalarının onlara şefaatçi olamayacakları hususu olduğunu gösteren herhangi bir delil yoktur. Çünkü masdann failine muzaf olması caiz ve yerinde olduğu gibi, mefûlüne-muzaf olması da caiz ve yerindedir. Ancak biz ayetin ikinci ihtimale hamledilmesinin daha evla olacağını söylüyoruz. Çünkü âyetin birinci ihtimale hamledilmesi, zaten açık olan şeyin açıklanması kabilinden olur. Çünkü herkes mücrimlerin cehenneme susuz olarak sevkedilecekterini ve başkalarına şefaat edemeyeceklerini bilir. Buna göre ayeti ikinci ihtimale hamletmek gerekir. Bu sabit olunca biz deriz ki: Âyet büyük günah sahibleri için şefaatin söz konusu olduğuna delalet eder. Çünkü Hazret-i Allah bunun peşinden: "Ancak Allah'dan bir ahd (söz) almış olan müstesna..." (Meryem, 87) buyurmuştur. Buna göre ayetin takdiri şöyledir: "Günahkârlar, kendilerine başkalarının şefaat etmesine müstehak olamazlar. Ancak onlar Allah'dan bir ahd (söz) almış olurlar ise bu müstesna.." Buna göre de, Allah'dan bir söz almış olan herkesin bu müstesnaya dahil olması gerekir. Büyük günah sahibi de Allah'dan bir ahid almıştır ki bu da tevhid ve İslâm'dır. Bu sebeble büyük günah sahibinin de buna dahil olması gerekir. Bu konuda söylenecek en son söz, şöyle denilmesidir: "Yahudiler, Allah'dan bir söz (ahd) aldılar. Bu söz de, onların Allah'a iman etmiş olmalarıdır. Bu sebeble, yahudilerin de bu ahdin şümulüne girmesi gerekir." Ancak biz deriz ki, bu âyeti yahudiler hakkında kullanmamak, icmanın zaruretinden dolayıdır. Binaenaleyh, ayetin yahudiler dışında kullanılması gerekir. d) Hak teâlâ, meleklerin hususiyetleri hakkında: "Onlar, ancak Allah'ın razı olduğu kimselere şefaat ederler" (Enbiya, 28) buyurur. Bu âyetle istidlal etme şekli şöyledir: Büyük günah sahibi de Allah'ın razı olduklarındandır ve Allah'ın razı olduğu herkesin, şefaat edilmeye ehil olması gerekir. Biz, büyük günah sahibinin de Allah katında razı olunanlardan olduğunu söyledik, çünkü o, imanı ve tevhidi sebebi ile Allah katında razı olunanlardandır. Kendisine, "Bu vasıflar sebebi ile o Allah katında razı olunanlardandır" denilmesi yerinde olan herkese, "O, Allah'ın razı olduklarındandır" denilmesi de doğru olur. Çünkü, "Allah'ın razı olduğu (Allah katında razı olunmuş)" sözü, bizim "İmanı sebebiyle Allah katında razı olunmuş" sözümüzün bir parçasıdır. Mürekkeb (ifadenin bütünü) doğru olunca, müfred (ifadenin parçası) da doğru olur. Böylece sabit olur ki, büyük günah sahibi Allah'ın razı olduklarındandır. Bu sabit olunca, onun da "Onlarancak Allah'ın razı olduğu kimselere şefaat ederler" âyetinden dolayı, şefaat edilmeye ehil olması gerekir. Şefaat kendisinden razı olunan kimselerin haricindekiler için nefyolunmuştur. Menfi bir ifadeden yapılan istisna, müsbeti ifade etmek olur. Bu sebeble, kendisinden razı olunan kimselerin meleklerin şefaatına müstehak olmaları gerekir. Büyük günah sahibinin, meleklerin şefaatine dahil olduğu sabit olunca, zaruri olarak peygamberlerin ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şefaatine de dahil olmaları gerekir. Çünkü peygamberlerle meleklerin şefaati arasında herhangi bir farkın olduğunu söyleyen olmamıştır. Mu'tezile'den Bir İtiraz Buna göre, eğer: "Bu şekilde istidlal etmenin aleyhine iki bakımdan söz söylenebilir: a) Fasık, razı olunmuş bir kimse değildir. Bu sebeble onun meleklerin şefaatine ehil sayılmaması gerekir. O, meleklerin şefaatine müstehak olamayınca, Hazret-i Peygamberin şefaatine de müstehak olamaz. Biz, münafığın razı olunan bir şahıs olmadığını söyledik, çünkü o fıskı ve fücuru sebebiyle, razı olunan birisi değildir. Fıskı sebebiyle razı olunmadığı söylenen kimsenin, sizin zikretmiş olduğunuz delilin aynısıyla razı olunmuş olmadığını da söylemek doğru olur. Fasığın, razı olunan birisi olmadığı sabit olunca, onun meleklerin şefaatine müstehak olmaması gerekir. Çünkü Allah'ın: "Allah'ın kendisinden hoşnut olduğu kimse hariç, şefaat etmezler" (Enbiya, 28) âyeti, kendisinden razı olunan müstesna, herkesten şefaatin nefyine delalet eder. Büyük günah sahibi kimse kendisinden razı olunmuş birisi olmadığına göre, onun nefyin hükmüne dahil olması gerekir. b) Âyetle istidlal ancak, Hak teâlâ'nın "(Allah'ın) hoşnut olduğu hariç, şefaat etmezler" sözü; bundan muradın "Onlar, Allah'ın kendisinden hoşnut olduğu kimse hariç şefaat etmezler" şeklinde olduğuna hamledilirse, tamam olur. Ama, bu ifadeyi, bundan muradın, "Onlar ancak, Allah'ın şefaatine razı olduğu kimseler şefaatte bulunurlar" şeklinde olmasına hamledersek, bu durumda ayet, ancak Allah'ın, büyük günah sahibinin şefaatine razı olduğu sabit olursa, delalet eder ki bu da meselenin başıdır" denilirse, birinciye cevabımız şudur: Bu İtiraza Ehl-i Sünnetin Cevabı Mantıkî ilimlerde, "mühmeller birbirleriyle çelişmezler; buna göre "Zeyd âlimdir" sözümüzle "Zeyd bir âlim değildir" sözümüz çelişmezler. Çünkü, bundan muradın, "Zeyd fıkıh alimidir, fakat kelam alimi değildir" olması muhtemeldir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, bizim büyük günah işleyen razı olunmuştur, sözümüzle, büyük günah işleyen razı olunmamıştır sözümüz de böylece çelişmezler; çünkü büyük günah sahibinin dini bakımından, razı olunmuş olduğunun, fıskı bakımından da razı olunmamış olduğunun söylenmesi muhtemeldir. Ve yine, onun müslüman olması bakımından razı olunmuş olduğu her ne zaman sabit olursa, onun kendisinden raz: olunmuş olarak isimlendirilmesi de sabit olmuş olur. İstisna editen sırf onun razı olunmuş olması ve onun sırf razı olunmuş olması da, imanı bakımından kendisinden razı olunmuş olması da mevcut olunca, onun müstesnanın zımnına girmesi, "müstesna minha" dan çıkması vacib olur. Her ne zaman bu böyle olursa, onun şefaate müstehak olduğu sabit olur. İkinci suale gelince, bunun cevabı da şudur: Âyetin manasını, "Melekler ancak Allah'ın kendisinden hoşnut olduğu kimseye şefaat ederler" şeklinde hamletmek, "Melekler ancak, Allah'ın şefaatinden razı olduğu kimselere şefaat ederler" anlamına hamletmekten daha evladır. Çünkü birinci takdire göre ayet, Allahü Teâlâ'nın hoşnutluğunu elde edip, günahlarından da kaçınmaya bir teşvik ve tahrik ihtiva etmektedir. İkine; takdire göre ayet bunu ifâde etmemektedir. Şüphesiz Allah'ın kelamını, şümulünde daha çok fayda olan mana ile tefsir etmek evladır. e) Cenâb-ı Hakk'ın: "Şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez" (Müddessir, 48) âyetidir. Cenâb-ı Allah bunu sadece kafirler için söylemiştir. Dolayısıyla, hitabın delil olması meselesinden dolayı burada kâfirlersözkonusu olup, müslümanın durumunun bunun aksine olması gerekir. f) Cenâb-ı Allah'ın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e söylediği: "Kendi günahına ve mü'minlerle mü'minelerin günahına istiğfar et" (Muhammed, 19) âyeti, Allah'ın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bütün mümin erkekler ve kadınlar için istiğfar etmesini emrettiğine delalet eder. Biz: (Bakara, 3) âyetinin tefsirinde, büyük günah işleyen kimsenin de mü'min kaldığını açıklamıştık. Durum böyle olunca, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onlar için de istiğfar etmiş olduğu sabit olur. Bu sabit olunca da, Hak teâlâ'nın onları bağışlayacağı sabit olur. Aksi halde Hak teâlâ, duasını reddedeceği halde, ona dua etmesini emretmiş olurdu ki bu da sırf tahkir ve eziyet verme olurdu. Böyle bir şey ise ne Cenâb-ı Allah'a yakışır, ne de Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, lâyık olur. Bu da Allahü Teâlâ; Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bütün günahkarlar için istiğfarda bulunmasını emrettiğinde, O'nun duasına icabet ettiğine delalet eder. Bu ise ancak büyük günah sahiblerini bağışladığında tamam olur. Şefaatin de manası işte budur, g) Hak teâlâ'nın: "Bir selamla selamlandıgınız zaman, siz ondan daha güzel (bir selam) ile veya aynısı ile karşılık verin" (Nisa, 86) âyeti. Bu ayette Cenab-ı Hak, herkese, kendilerine bir kimse bir selam verdiği zaman buna daha güzel bir selam ile karşılık vermelerini veya o selamı aynı ile mukabele etmelerini emretmiştir. Daha sonra biz müslümanlara: "Ey iman edenler, O (Nebiyyi Ekrem 'e) siz de salat edin, tam bir teslimiyetle de selam verin" (Ahzab, 56) âyeti ile, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e salat ü selâmda bulunmamızı emretmiştir. "Salat" Allah'dan olur ise rahmet manasınadır. Şüphe yok ki bu da bir tür selamdır. Biz Hak teâlâ'dan, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için rahmet taleb ettiğimizde, "Siz o (selamdan) daha güzeli ile veya aynısı ile karşılık verin" âyetinin gereğince, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in da aynısı ile mukabele etmesi gerekir. Bu da, O'nun bütün müslümanlar için Allah'dan rahmet taleb etmesidir. Şefaatin manası da işte budur. Hem sonra biz, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in duasının reddolunmadığında ittifak ettik. Bu sebeble, Hak teâlâ'nın, O'nun herkes hakkındaki şefaatini kabul etmesi gerekir ki, zaten istenen de budur, h) Allahü teâlâ'nın: "Onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelip de Allah 'dan mağfiret dileselerdi, onlara (sen) Peygamber de mağfiret dilemiş olsaydı elbette Allah 'ı tevbeleri çok kabul eden ve çok merhametli bulacaklardı" (Nisa, 64) âyetidir. Bu ayette, "tevbe" ismi geçmemektedir. Ayet-i kerime, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ne zaman günahkar ve kendi nefislerine zulmedenler için istiğfarda bulunsa, Allah'ın onları muhakkak bağışlayacağını göstermektedir. Bu da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in büyük günah işleyenler hakkındaki şefaatinin bu dünyada kabul edildiğine delalet eder. Binaenaleyh onlarla ilgili şefaatinin ahirette de kabul edilmesi gerekir. Çünkü bu iki şefaatin birbirinden farklı olduğunu söyleyen yoktur. i) Biz, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şefaatinin mutlaka kabul edileceği hususunda icma ettik. Öyle ise O'nun şefaatinin tesiri, ya sevabı artırmak şeklinde olur ya da günahı düşürmek şeklinde olur. Birincisi olamaz. Aksi halde biz, diyerek, Allah'dan, Peygamberin fazlını artırmasını taleb ettiğimizde, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bir nevi şefaatçi olmuş olurduk. Birinci kısım batıl olunca, ikinci kısım ortaya çıkar ki istenen de budur. Mu'tezile'den Bir İtiraz Eğer denilirse ki: "Bizim Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şefaatçi olduğumuz şu iki sebebten dolayı söylenemez: 1) Şefaat edenin, kendisine şefaat edilenden daha yüksek mertebede olması gerekir. Biz ise, mertebe yönünden Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den daha aşağıda olduğumuz için, O'na hayır duada bulunduğumuzda, ona şefaat etmiş kimseler vasfını almayız. 2) Ebu'l-Huseyn şöyle demiştir: "Başkası için hayır istemek, ancak onun arzusundan ötürü olduğu zaman "şefaat" olur. Şayet onun bu arzusu olmasaydı, bu hayırla tahakkuk etmeyecekti. Yahut da onun bu arzu ve isteğinin, o hayırların yapılmasında bir tesiri olacaktır. Ama ister arzu etsin, ister arzu etmesin, bunlar tahakkuk ettiği, isteyenin maksadının istediğine ulaşmasında ve bu istek ile kendisinden istekte bulunan şahıs da fazladan bir fayda temin etmediği zaman bu o şahıs için bir şefaat olmaz. Görmez misin, bir hükümdar oğluna saltanatı vermek istediğinde, bir dostu onu buna teşvik etse, o buna teşvik etse de etmese de, hükümdar istediği şeyi yapar. Bu dostun bu teşvikten maksadı ise, onun katında bir mertebe elde edip sultana yakınlık kazanmaktır. Bu sebeble, onun hükümdarın oğlu için şefaatte bulunduğu söylenemez. İşte kendisi için Allah'dan istediğimiz rahmet hususunda, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem'.)'e karşı durumumuz budur. Bu sebeble biz, bu salat ile Peygamber'e şefaatçi olmuş olmayız." Ehl-i Sünnetin Cevabı Birinci hususa şöyle cevab veririz: Biz, şefaatte rütbenin geçerli olduğunu kabul etmiyoruz. Buna delilimiz ise şudur; (şefaat eden) kelimesi (çift) kelimesinden alınmış olarak böyle isim olmuştur. Bu manada ise rütbe geçerli değildir. Bu sebeble onların iddiaları düşer. Bu izah ile ikinci sual de düşer. Ama biz yine, ona da şöyle cevap veririz: Biz, her nekadar Allahü teâlâ'nın, ümmet bunu istesin istemesin Resulüne ikramda bulunduğunu söylüyorsak da, şayet ümmetinin istemesi olmasa idi bu fazilet meydana gelmeyecek bir şekilde ümmetinin istemesinden ötürü Allah'ın Peygambere daha fazla ikramda bulunmuş olmasının caiz olamayacağını da kesin olarak söyleyemiyoruz. Bu ihtimal caiz olduğuna göre, bizim de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için şefaatçiler olmamız ihtimali söz konusu olur. Bu ümmetin ittifakı ile batıl olunca, onların görüşleri de geçersiz olur. j) Cenâb-ı Allah'ın meleklerin özelliğinden bahseden şu âyeti: "Arşı taşıyan ve onun etrafında bulunan (melekler) Rablerini hamd ile tesbih ve takdis ederler, O'na iman ederler ve mü'minlerin affedilmesini isterler" (Mü'min, 7), Büyük günah işleyen kimse mü'minler cümlesindendir. Bu sebeble, meleklerin kendileri için istiğfarda bulunduğu kimseler zümresine onun da dahil olması gerekir. Bu hususda söylenecek en son söz ise, ayetin sonunda Hak teâlâ'nın: "O halde tevbe edenleri ve senin yoluna uyanları bağışla" (Mü'min, 7) buyurmasıdır. Ancak ne var ki bu ikinci kısım, umumi olan birinci kısmın tahsisini gerektirmez. Çünkü Usul-ü Fıkıh'da şöyle bir kaide vardır: "Umumi bir lafızdan sonra, o umumi lafzın cüzlerinden biri zikredilir ise, bu, o umumi lafzın bu hususi lafız ile tahsisini gerektirmez." Büyük Günah İşleyenler İçin Şefaat Olacağına Dair Hadisler k) Büyük günah işleyenler için şefaatin bulunduğunu gösteren haberlere gelince, biz bunlardan üçünü zikredeceğiz: 1) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu hadisi: "Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenler içindir. " Ebu Davud, Sünnet, 21 (2/236); Tirmizi, Kıyamet. 11 (4/625): İbn Mace. Zühd 37 (2/144). Mu'tezile şöyle demiştir: Bu hadise üç yönden itiraz edilir: a) Bu, Kur'an'ın aksine gelen bir haber-i vahiddir. Çünkü biz, birçok ayetin bu şefaatin olmayacağını gösterdiğini açıklamıştık. Haber-i vahid Kur'an'ın hilafına olunca, onu kabul etmemek (sahih saymamak) gerekir. b) Bu hadis, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şefaatinin ancak büyük günah işleyenler için olduğuna delalet eder. Bu ise caiz değildir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şefaatine nail olmak büyük bir makamdır. Binaenaleyh şefaati, sadece büyük günah işleyenlere tahsis etmek, sevab ehli olan diğer kimseleri bundan mahrum etmek olur. Bu ise caiz değildir. Çünkü en azından eşit olmaları gerekirdi. c) Bu mesele, amelî meselelerden değildir. Bu sebeble bu konuda zan ile yetinmek caiz değildir. Haber-i Vâhid ise ancak zan ifade eder. Bundan dolayı, bu konuda bu hadîse yapışmak caiz değildir. Sonra biz, bu hadisin sahih olduğunu kabul etsek bile, onda üç ihtimal söz konusudur: a) Hadisten murad, inkâr etme manasında istifham (soru) dur. Yani "Şefaatim ümmetimin büyük günah işleyenleri için midir?" demektir. Nitekim, Allahü teâlâ'nın: Bu Rabb'im' (En'am, 77) âyeti de, "Bu mu benim Rabb'im?" anlamındadır. b) lâfzı, ne dilin aslında, ne de örfde günah olarak tahsis edilmemiştir. Aksine, bu kelime günphı içine aldığı gibi, taati de içine almaktadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, namazı vasfederken: "Huşu duyanlar hariç, o ağır ve meşakkatlidir" (Bakara, 45) buyurmuştur. Durum böyle olunca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sözünden muradın, "büyük günah işleyenler" olması gerekmez; aksine belki de murad, "büyük taatler işleyenler içindir" şeklindedir. Eğer, "Farzedelim ki, lafzı hem günahları hem de taatleri içine alıyor. Fakat, sözü ise, eliflâma bitişik olarak gelmiştir ve umum ifade eder. Bu durumda da, haber ister büyük taatler işleyenler, isterse büyük günahlar işleyenler olsun, kebair ehlinden olan herkes için şefaatin bulunduğuna delalet eder" denilirse, deriz ki: lâfzı her ne kadar umum ifâde ediyorsa da, muzaf olan (......) kelimesi müfred (tekil)dir; bu sebeple de umum ifâde etmez. Bunun için, haberin doğruluğu hususunda, kebair ehlinden olan tek bir şahts yeterlidir. Biz de bu tek şahsı, bütün taatleri işleyen kimseye hamlediyoruz. Çünkü, hadisin muktezasıyla amel etmek hususunda, onu buna hamletmek kafidir. c) Farzedelim ki, "kebair ehli" ifâdesini büyük günah işleyenlere hamletmek vaciptir. Fakat "büyük günah işleyenler" ifadesi, "tevbeden sonra veya tevbeden önce büyük günah işleyenler" ifadesinden daha umumidir. Bu sebeple biz haberi, "tevbeden sonra büyük günah işleyenler" manasına hamlettik... Haberin sizin görüşünüze delâlet ettiğini kabul edelim, ama bu yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayet olunan, "Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenler için mi?" haberiyle çelişmektedir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu, inkâr tarikiyle olmak üzere, istifham hemzesiyle beraber zikretmiştir. Keza Hasan el-Basri Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den.onun şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Ben şefaatimi ancak, ümmetimden büyük günah sahiplerine ayırdım, sakladım." Bil ki, insaflı olmak, böyle bir meselede, sadece bu habere tutunmayı değil, ama şefaat konusunda varid olmuş olan haberlerin tamamına tutunmayı mümkün kılar. Bunun dışındaki diğer haberlerse, bu nevi tevillerin tamamını düşürür, geçersiz kılar. b) Ebû Hureyre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Her peygamberin icabet olunan bir duası vardır. Bütün peygamberler, bu dünyada isteyeceklerini istediler. Ama ben, ümmetime şefaat olmak üzere, isteğimi kıyamet gününe sakladım. Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmadan ümmetimden ölen herkes, insaallah benim şefaatime nail olacaktır." Bu hadisi, Müslim Sahih'inde rivayet etmiştir. Bu hadisle şöyle istidlal edilir: Hadis, ümmetinden, Allah'a şirk koşmadan ölen herkesin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şefaatine nail olacağı hususunda, gayet sarih ve nettir. Büyük günah işleyen kimse de böyle olduğu için, onun da bu şefaate nail olması gerekir. c) Ebu Hureyre'den rivayet olunduğuna göre, o şöyle demiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün elinde bir et parçası olduğu halde geldi; onu kendisine doğru bir dirsek boyu yükseltti. Et onun hayranlığını celbediyordu; derken ondan bir çiğnem ısırdı ve sonra şöyle dedi: "Ben kıyamet gününde, insanların efendisiyim. Bunun niye böyle olduğunu biliyor musunuz?" Orada bulunanlar, "Hayır ya Resulallah" deyince, O şöyle buyurdu: "Cenâb-ı Allah, Önceki ve sonraki bütün insanları (ahiretgünü) dümdüz bir yerde toplar. Bir münadi, sesini herkese duyurur ve bir göz onların hepsini bir bakışta görür. Bir de güneş yaklaşır, artık insanların gamı ve meşakkati, dayanamayacakları ve tahammül edemiyecekleri bir dereceye varır. Bu sırada insanlar birbirlerine: "İçinde bulunduğumuz şu faciayı görmüyor musunuz? Size erişen bu faciayı görmüyor musunuz? Size Rabb'iniz yanında şefaat edecek bir şefaatçiye niçin gitmiyorsunuz?" derler. Diğerleri, "Babanız 1 Âdem (aleyhisselâm) var" derler. Bunun üzerine Hazret-i Âdem 'e gelirler ve ona "Ey Âdem, (aleyhisselâm) sen insanların babasısın. Cenâb-ı Hak seni eliyle yarattı ve sana ruhundan üfledi. Meleklere de emretti onlar sana secde ettiler. Cenâb-ı Hakk yanında bize şefaatçi ol. İçine düştüğümüz hali, başımıza geleni görmüyor musun?" dediler. Hazret-i Âdem (aleyhisselâm) onlara "Hiç şüphesiz Rabb'im bugün, daha önce gazablanmadığı, bundan sonra da hiç gazablanmayacağı bir şekilde gazablanmıştır. O, beni bir ağaçtan (yemekten) menetmişti, ama ben Ona asi olmuş (günah işlemiştim). Vay nefsim, vay nefsim! Siz, benden başkasına gidin. Nuh'a gidin" dedi. Bunun üzerine insanlar Nuh (aleyhisselâm)'a gelirler ve ona "Ey Nuh (aleyhisselâm), sen yeryüzündekilere gönderilmiş peygamberlerin ilkisin. Allah seni şükreden bir kul olarak da İsimlendirdi, sen bize Allah katında şefaatçi ol; içinde bulunduğumuz durumu görmüyor musun?" derler. Bunun üzerine Nuh (aleyhisselâm) onlara: "Bugün Rabbim, daha önce hiç gazablanmadığı ve bundan sonra da hiç böylesine gazablanmayacağı bir şekilde gazablanmıştır. Benim, bir isteğim vardı; onu da kavmim için kullandım. Siz başkasına gidin, siz İbrahim (aleyhisselâm)'in yanına gidin" der. Onlar da Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in yanına gelirler ve ona, "Sen İbrahim (aleyhisselâm)'sin, Allah'ın nebisi ve yeryüzü halkından seçtiği dostu... Bize Rabbin yanında şefaatçi ol içinde bulunduğumuz durumu görmüyor musun?" derler. Bunun üzerine İbrahim (aleyhisselâm) onlara: "Bugün Rabbim, daha önce hiç gazablanmadığı ve bundan sonra da hic böylesine gazablanmayacağı bir şekilde gazablanmıştır ve yalanlarını zikrederek, "Vay nefsi, vay nefsi; siz benden başkasına gidin, siz Musa (aleyhisselâm)'ya gidin" der. Bunun üzerine onlar, Musa (aleyhisselâm)'nın yanına gelirler ve ona şöyle derler: ' Ey Musa (aleyhisselâm) sen Allah'ın Resulüsün, Allah seni, risaleti ve kelamıyla diğer insanlara üstün kıldı. Rabbin yanında bize şefaatçi ol! İçinde bulunduğumuz durumu görmüyor musun?" Musa (aleyhisselâm) onlara şöyle cevap verir: "Bugün Rabbim, daha önce hiç gazablanmadığı ve bundan sonra da hiç böylesine gazablanmayacağı bir şekilde gazablanmıştır. Ben öldürmekle emrolunmadığım bir kişiyi öldürdüm. Vay nefsi vay nefsi!. Siz benden başkasına gidin, siz Meryem oğlu İsa (aleyhisselâm)'ya gidiniz..." Bunun üzerine onlar İsa (aleyhisselâm)'nın yanına gelirler. Ve ona, "Sen Allah'ın Resulü, Meryem'e ilka ettiği (......) kelimesi ve O'ndan bir ruhsun. Sen beşikte iken insanlarla konuşmuştun, Rabbin yanında bize şefaatçi oh içinde bulunduğumuz bu durumu görmüyor musun?" derler. İsa (aleyhisselâm) onlara şöyle cevap verir: "Bugün Rabbim, daha önce hiç gazablanmadığı ve bundan sonra da hiç böylesine gazablanmayacağı bir şekildegazablanmıştır." Kendisi için bir günah zikretmeksizin, "Vay nefsim, vay nefsim; siz benden başkasına gidin, siz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gidin." Bunun üzerine onlar dar bana gelir ve şöyle derler: "Ey Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem). Sen Allah'ın Resulü ve peygamberlerin sonuncususun. Cenâb-ı Allah senin geçmiş ve gelecek bütün günahlarım atfetmiştir. Bize Rabbin yanında şefaatçi ol. İçinde bulunduğumuz durumu görmüyor musun?" Bunun üzerine ben de gider, Rabbimin huzuruna girmek için izin isterim. Bana izin verilir, vanp Rabbimi görünce secdeye kapanırım. Cenab-ı Allah, dilediği müddet beni o halde bırakır ve sonra şöyle der: "Ey Muhammed başını kaldır! Söyle icabet olunasın, iste sana verilsin; şefaat eyle, şefaatin kabul olunsun!" Ben de Rabbime, bana öğretmiş olduğu hamdlerle hamdederim. Sonra şefaat ederim. Derken, Cenâb-ı Hakk bana bir sınır çizer. Ben de (o sınır içinde) bulunanları cennete sokarım. Sonra tekrar döner, Rabb Teâlâ'yı görünce yine secdeye kapanırım. Rabbim beni, dilediği müddet o hâlimde bırakır. Sonra, "Başını kaldır, söyle, icabet olunsun, İste sana verilsin; şefaat eyle, şefaatin kabul olunsun" der. Ben de Rabbime, bana öğretmiş olduğu hamdlerle hamdederim. Sonra şefaat ederim. Derken, Cenâb-ı Hakk bana bir sınır çizer. Ben de (o sınır içinde) bulunanları cennete sokarım. Sonra tekrar döner, Rabbimi görünce yine secdeye kapanırım. Rabbim beni, dilediği müddet o hâlimde bırakır. Sonra şöyle der: "Ey Muhammed, başını kaldır! Söyle, icabet olunsun; iste, verilsin; şefaat eyle, şefaatin kabul olunsun." Ben de, Rabbime, bana öğretmiş olduğu hamdlerle hamdederim. Sonra şefaat ederim. Derken bana bir sınır çizilir, ben de (o sınır içinde) bulunanları cennete sokarım. Sonra da döner ve şöyle derim: Ya Rabbi, cehennemde sade Kur'ân'ın hapsettikleri, yani ebedî olarak cehennemde kalmaları gerekenler kaldı" derim". Bu hadisin çoğu bu lafzıyla, Sahîhayn'da bulunmaktadır. Mutezilenin Bu Hadislere Cevabı Mu'tezile şöyle demiştir: Bu ve benzeri hadisler hakkında söylenecek söz, birkaç yöndendir: a) Bu haberler, uzun haberlerdir; bu bakımdan, Hazret-i Peygamber'in lafzıyla, söylediği biçimde zabtedilmesi mümkün değildir. Binaenaleyh, hadisi rivayet eden onu kendi sözleriyle rivayet etmiştir. Bu takdire göre de, hadîsin hiçbir tarafı hüccet olmaz. b) Bunlar bir tek vakayla ilgili haberlerdir, fakat eksiklikleri ve fazlalıklarıyla beraber, çeşitli şekillerde rivayet edilmişlerdir. Bu da yine töhmete yol açar. c) Hadîs, "teşbihler" ihtiva etmektedir. Bu da batıldır, çünkü bu da töhmete yol açar. d) Hadîs, Kur'ân'ın zahirinin hilâfına olmak üzere varid olmuştur. Bu da töhmete yol açar. e) Bu, rivayet edilmesinde birçok sebepler bulunan, büyük bir olaydan haber vermektedir; eğer bu haber sahih olsaydı, hadîsin tevatür derecesine ulaşması gerekirdi. Böyle olmadığına göre, bu hadis töhmet altında kalmıştır. f) Kati meselelerde, zandan başka birşey ifâde etmeyen haber-i vahide itibâr etmek caiz değildir. Ehl-i Sünnetin Buna Cevabı Bizim âlimlerimiz bu ta'n noktalarına, şöyle cevap vermişlerdin Bu haberlerden her biri, her ne kadar haber-i vahid olarak rivayet edilmişlerse de, pek çok sayıdadır ve aralarında hepsinde ortak olan bir nokta vardır ki, o da şefaat sebebiyle cehennemden, cezayı hak etmiş olan insanların çıkacağıdır. Buna göre bu husus tevatür yoluyla rivayet edilmiş olur. Binâenaleyh, hüccet sayılır. Allah en iyi bilendir. Mu'tezile'nin bütün delillerine bir tek sözle cevap verilir. O da şudur: Onların şefaati reddetme hususundaki delilleri, bütün şefaat çeşitlerinin yokluğunu ifâde eder. Bizim şefaatin varlığı hususundaki delillerimiz ise, hususî olarak şefaatin varlığını ifâde eder. Umum ile husus ifâdeler birbirleriyle çeliştikleri zaman, hâs olan ifâde umumî olana takdim edilir. Buna göre, bizim delillerimiz onlarınkine göre öncelik kazanır. Sonra biz, onların zikrettikleri hususların herbirine tek tek şöyle cevap vereceğiz: Mufassal Cevabın Birinci Vechi Bu, onların Cenâb-ı Hakk'ın: "Ondan bir şefaat de kabul edilmez" (Bakara, 48) âyetine tutunmalarıdır. Farzedelim ki, itibâr, sebebin husûsî oluşuna değil, lâfzın umumiliğinedir... Ancak, şu kadar var ki, böyle umumî bir lâfzın, bu şekilde hususi bir sebeple tahsis edilmesi, bu hususta en küçük bir delil olarak yeter. Şefaatin varlığna delâlet eden deliller mevcut olunca, bu âyeti tahsis etmek vâcib olur. Cevabın İkinci Vechi İkinci vecih ki o, Cenâb-ı Allah'ın: "Zalimlerin ne bir dostu, ne de itaat edilecek bir şefeâtçisi yoktur" (Mümin, 18) âyetine tutunmalarıdır. Buna şöyle cevap verilir: (......) âyeti, bizim "zalimlerin bir dostu ve şefaatçisi vardır" sözümüzün zıddıdır. Fakat, zalimlerin şefaatçisi ve dostu vardır sözümüz, "mûcibe-i külliye"dir. Bunun zıddı ise, "sâlibe-i cüz'iyye" dir. "Salibe'nin doğruluğu hususunda, bu olumsuzluğun bir tek şekilde bile bulunması kâfidir. Onun doğruluğu hususunda, bunun bütün şekillerde bulunmasına ihtiyaç yoktur. Buna göre biz, bunun gereği olan şeyi söylüyoruz; çünkü bize göre, bazı zâlimlerin dostu ve kendisine icabet edilen bir şefaatçisi bulunmamaktadır, bu zâlimler de kâfirlerdir. Ama, zalimlerden hiçbirinin dostu ve şefaatçisi olmadığına hükmetmeye gelince, bunu kabul etmiyoruz. Cevabın Üçüncü Vechi Üçüncü vecih'e gelince, bu Mu'tezile'nin, Allahü Teâla'nın: Hiçbir alışverişin, dostluğun ve şefaatin bulunmadığı bir gün gelmeden önce" (Bakara, 254) âyetine tutunmalarıdır ki, buna, birinci vecihte verilen cevâbın aynısiyle cevap verilir. Cevabın Dördüncü Vechi Dördüncü vecihe gelince, ki bu Cenâb-ı Hakk'ın: "Zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur" (Al-i İmrân, 192) âyetine tutunmaktır, buna şöyle cevap veririz: Bu söz, bizim "Zâlimlerin yardımcıları vardır" sözümüzün zıddıdır. Bu, mûcibe-i külliyye" dir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Zalimlerin hiçbir yardımcısı yoktur" âyeti ise, sâlibe-i cüz'iyye"dir. Bu sebeple onun delâleti, umûmun selbidir. Umûmun selbi ise, selbin umumîliğini ifâde etmez. Cevabın Beşinci Vechi Beşinci vecihe gelince, ki bu; "Onlara, şefaatçilerin şefaati fayda vermez" (Müddessir, 48) âyetine tutunmaktır, bu âyet kâfirler hakkında varid olmuştur. Bu sebeble, tahsisten dolayı, müminler hakkında bu hükmün aksinin söz konusu olduğuna delalet eder. Cevabın Altıncı Vechi Altıncı vecihe gelince, ki bu Cenâb-ı Hakk'ın: "O melekler ancak, Allah'ın hoşnut olduğu kimselere şefaat ederler" (Enbiya, 28) âyetidir. Bu husustan daha önce söz edilmişti. Cevabın Yedinci Vechi Yedinci vecihe gelince, ki bu müslümanların, "Allah'ım, bizi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şefaatine nail olanlardan eyle!" şeklindeki dualarıydı, buna şöyle cevap veririz: Bize göre, şefaatin tesiri, arzu edilen bir şeyi celb etme hususundadır. Bununla, hak edilmiş miktara ziyade olan faydaların celbedilmesiyle, günahlardan dolayı müstehak olunan zararları savuşturma arasında müşterek olan miktarı kastediyorum. Bu ortak husus ise, kulun günahkâr olmasına bağlı değildir. Bu sebeple de, sual ortadan kalkar. Cevabın Sekizinci Vechi Sekizinci vecihe gelince, bu Cenâb-ı Hakk'ın: "Muhakkak ki günahkârlar, alevli bir ateştedirler" (Infitar, 14) âyetine tutunmaktır, bununla ilgili söz inşaallah "vaid" meselesini anlatırken gelecektir. Cevabın Dokuzuncu Vechi Dokuzuncu vecihe gelince, ki bu Mu'tezile'nin, "Cenâb-ı Allah'ın büyük günah sahiplerine şefaat edilmesine izin verdiğine delalet eden bir şey yoktur" demesidir.bunun cevabı şöyledir: Bu görüş kabul edilmez. Bunun delili, bu şefaatin bulunduğuna delalet eden, daha önce sunduğumuz delillerdir. Cevabın Onuncu Vechi Onuncu vecihe gelince, bu Cenâb-ı Allah'ın meleklerden naklederek, buyurmuş olduğu: "Tevbe edenleri bağışla" (Mümin, 7) âyetidir, bunun cevabı şöyledir: Beyan etmiş olduğumuz gibi, bu âyetin son tarafının has olması, baş tarafının umumiliğine zarar vermez. Hadîsler Hakkında İtirazlara Cevaplar Hadislere gelince, onlar Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) 'in bazı insanlara ve kıyametin bazı konaklama yerlerinde şefaat etmediğine delalet eder. Fakat bu, O'nun büyük günah sahiplerinden hiç kimseye şefaat etmediğine ve kıyametin bütün konaklarında imkansız olduğuna delalet etmez. Kesin olarak söylediğimiz şudur ki, Cenâb-ı Allah, şefaat edenlerden hiçbir kimsenin, kendi izni olmaksızın, şefaatte bulunamıyacağını beyan etmiştir. Buna göre belki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bazı yerlerde ve bazı zamanlarda şefaat etmeye mezun değildi; bundan dolayı da bu yer ve zamanlarda şefaat etmedi.. Daha sonra başka bir yerde ve başka bir zamanda, şefaatte bulunmaya mezun oldu ve burada da şefaat etti... Allah en iyi bilendir. Şefaat Hakkında Feylesofların Görüşü Şefaatin izahı konusunda feylesoflar şöyle demiştir: Vacibu'l-Vûcud olan Allah'ın feyzi bereketi umumi ve cömertliği de tamdır. Bu cömertlik ve feyzin bulunmayışı, onu alacak ve kabullenecek olanın buna müsait ve hazır olmayışındandır. Yine bir şeyin Vacibu'l-Vücuddan olan feyzi, bereketi kabule müsait olması, ancak, o şeyin bu feyzi Vacibu'l-Vücuddan, kendisinden önce bulunan bir şey aracılığıyla almaya müsait olmasıyla da caiz olabilir. Bu durumda bu şey, Vacibu'l-Vücud ile o İlk şey (alıcı) arasında bir vasıta olur. Bunun duyular alemindeki misali şudur: Güneş ancak, mukabil bir alıcıya ışık saçar. Evin tavanı, güneşin karşısında olmadığı için, güneşten ışık almaya müsait değildir. Ama, berrak bir suyla dolu bir leğen konulur, onun da üzerine güneşin ışığı düşerse, bu ışık, sudan tavana yansır. Böylece de bu berrak su, ışığın güneş küresinden ışığı almaya müsait olmayan tavana geçmesi için bir vasıta olmuş olur. Vacibu'l-Vücudun feyzinin umum insanların ruhlarına ulaşmasında, nebilerin ruhları ile Vacibu'l-Vücud ile avam ruhları arasında vasıtalar durumundadır.. Kendi prensiplerine mebni olarak, şefaat konusunda feylesofların söyledikleri bundan ibarettir. Benî İsrail'e Olan Nimetlerden: Firavun'dan Kurtulma... |
﴾ 48 ﴿