49"Hatırlayın o zamanı ki oğullarınızı boğazlayıp kadınlarınızı sağ bırakmak suretiyle size işkencenin en kötüsünü yapmakta olan Fir'avun'dan sizi kurtarmıştık... Bunda sizin için, Rabbinizden gelen büyük bir imtihan vardı" Bilk ki Cenâb-ı Hakk, Beni İsrail'e olan nimetlerini icmalen zikrettikten sonra, öğüt vermede daha etkili ve hüccet olma konusunda da daha müessir olsun diye, bu nimetleri tafsilatlı olarak zikretmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hakk, sanki şöyle buyurmuştur: "Nimetlerimi hatırlayın; yine hatırlayın, hani sizi kurtarmıştık; size denizi yardığımız zamanı hatırlayın... İşte bunlar, Allah'ın onlara vermiş olduğu nimetlerdir..." Bu ayette zikredilense, ilk nimet vermedir. Cenâb-ı Hakk'ın: âyetine gelince, bu âyet ve "Sizi kurtarmıştım" şeklinde de okunmuştur. Kaffâl şunu söylemiştir: "İncâ"' ve "tenciye"nin aslı, bir şeyi kurtarmak, halas etmek; birbirleriyle artık bitişmeyecek bir tarzda, bir şeyi diğer şeyden ayırmaktır. Gerek ve gerekse fiilleri dilde, ayni mânaya gelen, iki kalıbtırlar. Manası ise, kurtardı, kendi nefsini kurtardı, demektir. Araplar, yüksek yere derler; çünkü ona iltica eden necat bulur, yani kurtulur. Bir de, yüksek yer, alçak olan yerlerden ayrılmıştır; adeta ondan kurtulmuş, halas bulmuştur. Keşşaf sahibi ise şunu söylemektedir: (......) kelimesinin aslı, "ehl" (aile, sülale, hanedan)dır. Bu sebepledir ki, (......) kelimesinin ism-i tasgiri şeklinde gelir. Ancak (......) kelimesinin hâ harfi elife tebdîl edilmiş, olmuştur. (......) kelimesi daha ziyâde önem ve mertebe sahibi kimseler için kullanılmaktadır; hükümdar ve benzeri kimseler gibi. Bundan ötürü, meselâ 'Hacamatçının ve ayakkabıcının âli' denilmez. îsâ ise şöyle demiştir: (......) kelimesi, (......) kelimesinden daha umumidir. Meselâ, Küfe halkı, (ehli" "Belde insanları" ve "İlim ehli, ilim erbabı" denilir de, ve denilmez. Sanki İsâ şunu demiştir: Ehl insanlara gâlib gelmiş olması cihetinden, bir şeyin hususiyetidir; âl ise, yakınlık veya arkadaşlık cihetinden, insanın hususiyetidir. Ebu Ubeyde'den hikâye edildiğine göre O, şöyle diyen fasih bir kimse duymuştur: "Mekke halkı, Allah'ın ailesi ve âlidir." Firavun Kelimesi Hakkında Firavn kelimesine gelince, nasıl ki Kayser ve Heraklius Roma hükümdarı; Kisra, Fars hükümdarı; Tubba' Yemen meliki ve Hakan da Türk hükümdarının ismi ise, bu da Amalika'dan olan Mısır hükümdarına verilen özel bir isimdir. İki yönden Firavn isminde ihtilaf etmişlerdir. a) Onun ismi hakkında ihtilaf etmişlerdir. İbn Cureyc'in bir topluluktan rivayet ettiğine göre, onlar"Mus'abibn Reyyân" demişlerdir. İbn İshak ise. "o Velib ibn Mus'ab'dır; çünkü ondan daha sert ve daha katı kalbli bir Firavn olmamıştır" demiştir. Vehb ibn Münebbih'in anlattığına göreyse, Tevrat ve İncil'e bağlı olanlar Firavn'ın adının Kâbus olduğunu ve Kibtî olduğunu söylemişlerdir. b) İbn Vehb şunu söylemiştir: Yûsuf (aleyhisselâm)'un Firavn'ı, Musa (aleyhisselâm)'nın Firavn'ının ta kendisidir. Bu doğru değildir, çünkü Yûsuf (aleyhisselâm)'un Mısır'a girmesiyle Musa (aleyhisselâm)'nın Mısır'a girmesi arasında dörtyüz yıldan daha fazla bir zaman vardır. Munammed ibn İshak ise şöyle demiştir: Musa (aleyhisselâm) zamanının Firavn'ı Yûsuf (aleyhisselâm)'un Firavn'ı değildir. Yûsuf (aleyhisselâm)'un zamanındaki Firavn'ın ismi, Reyyan ibn el-Velîd idi. Firavn'ın âline gelince, şüphe yok ki bundan murad, O'nun kavminden olan ve İsrailoğullarının bekasını, Firavn ve kavmininse helakini doğuran muhtelif haller iutfetmekle onları kendilerinden Allah'ın kurtarması için. Benî İsrail'i yok etmeye azmetmiş olan kimselerdir. Su Kelimesi Hakkında Cenâb-ı Hakk'ın: (......) hitabına gelince, bu bir kimse birisine zulmü ve haksızlığı reva gördüğünde söylenilen ifâdesinden gelmiştir, nitekim şair Amr İbn Kelsum şöyle demiştir: "Hükümdar insanlara zulmü reva görmediğinde, biz içimize zulmü yerleştirmekten kaçınır, imtina ederiz." Bu kelimenin aslı, insan bir malı arzu ettiğinde söylemiş olduğu, (......) ifâdesindendir. Sanki bunun manası, "sizin için azabın en kötüsünü arzuluyor ve onun sizin başınıza gelmesini istiyor" şeklindedir. (......) kelimesi, fiilinden masdar olup, "kötü olan" manasınadır. denilir ve bununla fiilin ve ahlakın çirkin olanları kastedilir. Azabın her türlüsü kötü olduğu halde, buna "azabın en kötüsü" denilmesinin manası, "azabın en şiddetlisi ve en zoru" demektir. Sanki azabın çirkinliği, fiiline muzâf kılınmak suretiyle artmıştır. Müfessirler, (......) ifâdesinden neyin murad edildiği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Muhammed ibn İshak şöyle demiştir: Bu, Firavn'ın yahudileri köle ve hizmetçileri yaparak, onları kendi işinde gurup gurup çalıştırmasıdır. Buna göre, bir gurup yahudi inşaat yapıyor, bir gurup yahudi ekin ekiyor ve bir gurup da biçiyordu... Yahudilerin hepsi Firavn'ın işinde çalışıyorlardı; Fıravn'ın herhangi bir işinde çalışmayana bir cizye takdir edilip, onun onu ödemesi emrediliyordu. Süddî ise şöyle demiştir: "Firavn onları, çöpçülük yapmak, çamur işlerinde çalışmak ve dağlardan kayalar kesmek gibi, pis ve zor işlerde çalıştırıyordu. Cenab-ı Allah da İsrailoğullarının Musa (aleyhisselâm)a: "Sen bize gelmeden önce ve geldikten sonra, biz eziyyet gördük" (A'raf. 129); Musa (aleyhisselâm)'nın da Firavn'a: "Başıma kaktığın o nimet, İsrailoğullarını kul köle yaptığın içindi" (Şuârâ, 22) dediğini nakl etmiştir." kendisini dilediği şekilde kullanacak bir biçimde başkasının altında olması, bilhassa o, kendisini pis ve meşakkatli işlerde çalıştırdığı zaman, bu o kimse için azabların en şiddetlisi olur. Hatta, bu durumdan dolayı o, bazan ölümü bile isteyebilir. İşte Cenab-ı Allah, yahudilere, onları bundan kurtarmak suretiyle vermiş olduğu büyük nimetini beyan etmiş, sonra bunun peşine ondan daha büyük olan nimetini zikrederek "Oğullarını boğazlayarak..." buyurmuştur. Bunun manası, onlar kız çocuklarını hayatta bırakıp, erkek çocuklarını öldürüyorlardı, demektir. Burada bazı bahisler bulunmaktadır. Erkek Çocukları Öldürmedeki Zararlar Birinci Konu: Kız çocuklarının değil de, erkek çocuklarının boğazlanması, birçok yönden daha zararlıdır. a) Erkek çocuklarının boğazlanması, erkeklerin sona ermesine sebep olur.Bu ise, neslin kesilmesini doğurur;çünkü kadınların.tek başlarına da bu hususta bir tesirleri olmaz. Bu ise neticede hem kadınların hem de erkeklerin yok olmasına müncer olur. b) Erkeklerin tükenmesi, geçim hususunda kadınların yararlarının fesada uğramasına yol açar. Çünkü kadın, erkeklerin güvencesi ve işlerini deruhte etmesi sona erince, ölümü temenni eder. Kadının başına, yalnız kalması sebebiyle geçim darlığı çullanırsa, bu büyük bir çileye sebep olur. Bundan kurtulmak da, o nisbette güç olur. c) Uzun bir hamilelikten ve doğacak çocuktan faydalanılacağı hususundaki beslenilen kuvvetli bir ümit ve katlanılan çilelerden sonra, doğan çocuğu öldürmek, azabların en büyüğüdür. Böyle bir durumda onu öldürmek, uzun bir müddet ondan istifade etmeyi düşünen, onun çeşitli halleriyle sürür bulan kimseyi öldürmekten daha şiddetlidir. Cenâb-ı Allah'ın, İsrailoğullar.nı bundan kurtarma nimetinin büyüklüğü, bu imtihandaki meşakkatin şiddeti nisbetindedir. d) Oğullar ana-babaya, kızlardan daha sevgilidir. Bundan dolayı insanların çoğu, kız çocuklarını yüksünürler ve hatta oğulları çok bile olsa, onları istemezler... bundan dolayı Cenâb-ı Allah: "Onlardan birisine kızı(nın doğduğu) müjdesi verilince, pek öfkeli olarak yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen müjdeden dolayı insanlardan gizlenir" (Nahl, 58-59) buyurmuştur ve bundan dolayı, Arapları kız çocuklarını diri diri gömmekten: "Geçim korkusuyla, çocuklarınızı öldürmeyiniz" (isra, 31) buyurarak, nehyetmiştir. Çünkü Araplar, erkek çocuklarını değil, kız çocuklarını diri diri gömüyorlardı. e) Erkeklerin değil de kadınların hayatta kalması, onların, düşmanlarının odalıkları olmasını gerektirir ki, bu ise zillet ve aşağılanmanın zirvesidir. (......) Buyruğundaki Atıfda Bulunan Nükte İkinci Konu: Bu sûrede (......) kelimesi atıf vâvı olmadan zikredilmişken, İbrahim sûresinde ise, vâvlı (ibrahim, 6)zikredilmiştir. Bunun İzahı şöyledir; Eğer âyeti âyeti ile tefsir edilirse, bu takdirde atıf vâvına ihtiyaç kalmaz. Ama, (......) âyeti kerimesi, boğazlanmanın dışındaki, diğer meşakkatti ve zor işlerle tefsir edilir, boğazlanma da, bu kötü azabın dışında müstakil bir şey olarak alınırsa, bu takdirde vâv harfine ihtiyaç vardır. Her iki yerde de, lafız bu iki manaya da ihtimallidir; ancak, İbrahim sûresinde atıf harfinin zikredilmesinden kastedilen mana ve faydanın şu olacağı söylenebilir: Cenâb-ı Hakk bu âyetten önce: "Andolsun ki biz Musa'yı, "kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara, Allah'ın günlerini hatırlat diye mucizelerimizle göndermiştik" (ibrahim, 5) buyurmuştur. Allah'ın günlerini hatırlatmaksa, ancak Allah'ın nimetlerini saymakla olur. Bu sebeple âyetinden muradın, azabın bir türü; (İbrahim, 6) âyetinden muradında azabın bir başka türü olması gerekmiştir. Ki böylece, bunların her ikisinden kurtulmak, iki ayrı nimet olabilsin... Bu sebeple İbrahim sûresinde (Ayet, 6) atıf harfinin gelmesi gerekmiştir. Buradaki ayete gelince, bu ayette ise, ancak nimet cinsinin hatırlanmasına dair bir emir varid olmuştur: "Size olan nimetlerimi hatırlayın!.." Binaenaleyh, azabın en kötüsünden murad, ister boğazlanma olsun isterse başkası, her halükarda nimetlerin hatırlatılması meydana gelmektedir. Böylece de, iki ifade arasındaki fark anlaşılmış olur. Firavun Yeni Doğanları mı, Delikanlıları mı Öldürtüyordu? Üçüncü Konu: Bazı âlimler şöyle demiştir: Cenâb-ı Hak, (......) sözüyle, kadınlar lâfzına mutabık olsun için, çocukları değil de, reşîd erkekleri kastetmiştir; çünkü kadınlar buluğa ermişlerdir. Bu sebeple, oğullar'dan murad, erkeklerdir... Bu görüşün sahibleri devamla şunu demişlerdir: Çünkü Firavn, kendisine karşı isyan etmelerinden ve baş kaldırmalarından korkmuş olduğu adamların öldürülmesini emretmişti... Müfessirlerin çoğu ise, ayette kastedilenin, adamlar değil de bulûğa ermemiş oğlan çocukları olduğunu söylemişlerdir. Bu görüş, birkaç bakımdan daha uygun olanıdır: a) Lâfız zahirine hamledilir. b) Bunca çokluklarına rağmen bütün adamların öldürülmesi imkansızdır. c) Firavn hanedanı, zor işlerinde kullanmak üzere, onlara muhtaç idiler. d) Şayet durum böyle olsaydı, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın çocuk iken bir sanduka içinde suya bırakılmasının bir anlamı kalmazdı... Lâfzı, kadınlar kelimesine mukabil olsun diye, erkek adamlar anlamına hamletmek gerekir diyen kimsenin bu görüşüne iki şekilde cevap veririz: a) Oğlan çocukları, küçük iken öldürüldüklerinde, büyüyüp baliğ erkek olmak İmkanı yok olur. Bu sebeple de (......) kelimesini onlara, oğullara itlak etmek caiz değildir. Kız çocuklarına gelince, onlar öldürülmeyip kadın olma çağına ulaştıklarında onlara "kadınlar" denilmesi caiz olur. b) Bir kısım alimler, Cenâb-ı Hakk'ın sözünden muradın "Kadınların avret mahallerini, ayıp yerlerini, hamile mi değil mi diye kontrol ediyorlardı " şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Bu görüşü, kadınların karnındaki ceninin göze görünmeyeceği için, kontrol ile bilinememesi ve ona el ile ulaşılmasının mümkün olmaması hususları geçersiz kılar. Oğulların Öldürülmesinin Sebebi Dördüncü Konu: Oğulların öldürülmesinin sebebi hakkında alimler birkaç görüş zikretmişlerdir: 1) İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın görüşüdür: Buna göre, Firavn'a ve âvânesine, Allahü teâlâ'nın İbrahim (aleyhisselâm)'e zürriyetinden peygamberler ve hükümdarlar çıkaracağını vaadettiği hususu ulaşınca, onlar bundan korktular ve keskin bıçaklı adamlar hazırlamaya karar verdiler. Bu adamlar, Benî İsrail'in içerisinde dolaşıyor, doğan erkek çocukları kesiyorlardı. Benî İsrail'in büyüklerinin öldüğünü, küçüklerinin de boğazlandığını görünce, onların tükenip de zor işleri yaptıracakları kimseler bulamayacaklarından korktular ve bu sebeble doğan erkek çocukları bir yıl öldürüp, bir yıl öldürmemeye başladılar. 2) Süddi'nin görüşüdür. Buna göre, Firavn, rüyasında Beyt'ül-Makdis'den çıkan ve Mısır'ın bütün evlerini saran, kıptîleri yakan, İsrailoğullarını ise hayatta bırakan bir ateş görür. Bunun üzerine, kâhinlerini çağırır ve bunun ne manaya geldiğini sorar. Onlar da, Beytü'l-Makdis'ten, kıptileri imha edecek bir kimse çıkacağını söylediler. 3) Müneccimler, bu durumu Firavn'a haber verirken bu doğumun olacağı seneyi de tayin ettiler. Bu sebeble, İsrailoğullarının, erkek evlatlarını bu belli senede öldürtüyordu. Doğruya en yakın olan görüş birincisidir. Çünkü, rüya tabir etme ve yıldızlara bakarak hüküm çıkarma yoluyla elde edilecek şey, tafsilatlı bir bilgi olamaz. Aksi halde bu, Kur'an'ın gaybtan haber verişinin bir mucize olması hakikatini zedeler. Daha doğrusu bu yollarla elde edilecek bilginin mücmel (kapalı) olması gerekir. Akıllı kimseye yakışan ise böyle bir bilgi sebebiyle, böylesi büyük bir işe girişmemesidir. Eğer, "Firavn, Allah'ı inkar ediyordu, binaenaleyh onun peygamberleri haydi haydi inkâr ediyordu. Durum böyle olunca, O'nun, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in haberi sebebi ile, (ona inanmadığı halde) böyle büyük bir işe girişmesi nasıl olur?" denilirse, deriz ki: "Belki de Firavn, Allah'ı ve peygamberlerin doğruluğunu biliyordu. Ancak küfrü inadî olmak üzere bir kâfir idi " veya şöyle denilebilir: Firavn, din hususunda şüphe ve şaşkınlık içinde idi. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'i tasdik etmesi ve bir ihtiyat olmak üzere bu fiile teşebbüs etmesi caizdir. Beşinci Konu: Bu nimetlerin zikredilmesinde çeşitli faydalar vardır: a) Hükümdarlar ve zalimlerle insanları imtihan etmesi musibetlerin en şiddetlilerinden olunca onları bu çilelerden kurtarması da nimetlerin en büyüklerinden olmuştur. Bu böyledir, çünkü onlar kendilerini yok etmeye çalışanların yok olduklarını gözleriyle görmüşler ve kendilerini hor-zelîl kılmada elinden geleni yapanların nasıl zillete düçâr olduklarını müşahede etmişlerdir. Bunun ise, nimetlerin en büyüklerinden olduğu hususunda şüphe yoktur. Büyük nimetlerin verilmesi, bağlılığı ve taatı gerektirmekte, inadlaşma ve muhalefetin ise son derece çirkin olmasını icab ettirmektedir. İşte bu sebebten dolayıdır ki Cenâb-ı Allah, aleyhlerine olan delilleri iyice yerleştirip sağlamlaştırmak ve mazeret yollarını tıkamak için bu büyük nimetlerini onlara hatırlatmıştır. b) Onlar, kendilerinin son derece zelil; hasımlarının ise son derece aziz, ancak kendilerinin Hak'tan yana, hasımlarının ise batıldan yana olduklarını bilince, Hak'tan yana olanların zilletlerinin; batıldan yana olanların da izzet ve şereflerinin yok olacağına inanmışlardır. Allahü teâlâ sanki şöyle demiştir: Ey Kureyşliler, sizler Muhammed'in şu anda fakir oluşuna ve ona yardım edenlerin azlığına aldanmayın, çünkü o, Hak'tan yanadır. Binaenaleyh izzet ve şerefin ona, zillet ve hakirliğin ise düşmanlarının başına gelmesi kaçınılmazdır. c) Allahü teâlâ bununla, mülk ve saltanatın yed-i kudretinde olduğuna, onu dilediğine vereceğine; insanın dünyanın izzet ve şerefine aldanmayıp, ahiretin izzet ve şerefini elde etmeye çalışması gerektiğine dikkat çekmiştir. Belâ (musibet) Kelimesi Hakkında Cenâb-ı Allah'ın, "Bunda sizin için Rabb'inizden büyük bir imtihan vardır" âyetine gelince, Kaffâl bu hususta şunu söylemiştir: (......) kelimesinin aslı, denemek ve imtihan etmek anlamına gelen (......) kelimesidir. Nitekim Hak teâlâ: "Bir imtihan olmak üzere, biz sizi hayır ve serlerle sınıyoruz" (Enbiya. 35) ve: kötülüklerle imtihan ettik" (A'raf, 168) buyurmuştur. İmtihan iki türlü olur. Nimetlere de, şiddetli meşakkate de bela denir. Ancak çoğunlukla, hayır (nimet) hakkında Şişerler hakkında da denir. Bazan bu kelimeler birbirinin yerine kullanılabilir. Züheyr şöyle demiştir: "Allah, o ikisinin size yaptıklarına ihsan ile karşılık versin. Ve onları verdiği belaların en hayırlısı ile imtihan etsin" (yani değerlerini ortaya çıkarsın). Bunu iyice anladığın zaman deriz ki bu âyetteki "bela" kelimesi, -eğer (......) lafzı ile, Firavn'ın yaptığına işaret ediliyor ise, -meşakkat; - yok eğer (......) lafzı ile Allah'ın onları kurtarışına işaret ediliyor ise- nimet manasına geıir. Nimet manasında anlaşılması daha uygundur. Çünkü bu nimet, Hak teâlâ'dandır ve bunun yahudiler aleyhine hüccet oluşu, Allah'ın onların atalarına in'amda bulunmuş olmasıdır. Benî İsraîlin Denizden Geçirilip Firavunun Boğulması |
﴾ 49 ﴿