51"Hani Musa kırk geceliğine vaidleşmiş idik. Yine siz (yahudiler) onan arkasından, zalimler olarak buzağıyı (Hah olarak) almıştınız. ". Kıraat Farkının Manaya Tefsiri Bil ki, işte bu üçüncü nimettir. Cenâb-ı Allah'ın (......) kavlini Ebû Amr ve Ya'kûb burada, A'râfta ve Tâhâ'da, elifsiz olarak, (......) şeklinde; diğerleri de, bu üç yerde, elifle (......) şeklinde okumuşlardır. Bunun elifsiz okunuşunun sebebi açıktır. Çünkü vaad, Allah'tandır. (vaadleşmek) ise, mufâele vezninde olup, iki kişi arasında yapılmış olması gerekir. Bu fiilin elifle okunmasına gelince, bunun izahı birkaç yöndendir: a) Vaad, her ne kadar Cenâb-ı Hakk tarafından yapılmış ise de, onun kabulü Hazret-i Musa (aleyhisselâm) tarafındandır. Vaadi kabul etmek de, yine vaade benzer. Çünkü vaadi kabul edenin, "bunu yapacağım!" demesi gerekir. b) Kaffal şöyle demiştir: " Ademoğlunun da Allah'a vaadde bulunması uzak bir görüş değildir. O zaman bunun anlamı, "Allah'a ahitte bulunmak" olur." c) Vaad, iki kişi arasında cereyan eden bir iştir. Bu bakımdan burada denilmesi caizdir. d) Bu en kuvvetli görüştür. Buna göre Cenâb-ı Allah Musa (aleyhisselâm)'ya vahyi vaad etti. Bu, Allah'ın belirlenmiş vakitte Tûr'a geleceğini vaad etmesidir. Musa Kelimesinin Manası Musa kelimesine gelince, bunun izanıyla ilgili çeşitli açıklamalar yapılmıştır. a) Bu kelime vezninde olup, kelimedeki mim harfi, aslî bir harftir. Kelimenin aslı, kişi böbürlenerek yürüdüğünde söylenen, fiilinden alınmadır; nitekim Hazret-i Musa (aleyhisselâm) böyle celalli yürüyordu. b) Bu kelime (......) veznindedir. Kelimedeki mim harfi ziyade olup, kelimenin aslı, üzerindeki yaprakları sıyrıldığında ağaç hakkında söylenilen (......) ifâdesinden alınmıştır. Musa (aleyhisselâm) saçı dökülmüş olduğu için, bu isimle isimlendirilmiştir. c) Bu kelime, İbranice olan iki kelimeden meydana gelmiş birleşik bir isimdir. Su mânasına gelen (......) ve ağaç anlamına gelen (......) kelimesidir. O, bu isimle isimlendirilmiştir. Çünkü annesi, O'nu Firavn'ın öldürmesinden korktuğu zaman bir sandukaya koymuş ve denize atmıştı. Sonra denizini dalgaları Firavn'ın sarayı yanındaki ağaçların arasına sokuncaya kadar sürüklemişti. Firavn'ın hanımı olan Asiye'nin cariyeleri yıkanmak için dışarı çıktıklarında, sandukayı bulup onu almışlar ve ona, onu buldukları yere göre bir ad vermişlerdi. Bulunduğu yer ise, ağaç ve su idi... Bil ki ilk iki açıklama, gerçekten yanlıştır. Birincisi yanlıştır, çünkü ne İsrailoğulları, ne de kıbtîler Arapça konuşmuyorlardı; bundan dolayı Musa ismiyle bunu kastetmiş olmaları mümkün değildir. İkincisi de yanlıştır, çünkü bu bir özel isimdir. Özel isim haddizatında bir mana taşımaz. Doğruya en yakın olansa, üçüncü görüştür. Bu görüş, insanların alışmış olduğu görüştür. Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın nesebine gelince bu şöyledir: Musa ibn İmran ibn Yasher ibn Kahes ibn Lâvi ibn Ya'kûb ibn İshak ibn İbrahim (aleyhisselâm). Tûr'daki Kırk Gece Cenâb-ı Hakk'ın: (......) âyetine gelince, bununla ilgili bazı konular vardır. Birinci Konu: Musa (aleyhisselâm), İsrail oğullarına, "eğer denizden sağ salim çıkarsak, size Allah'tan, yapmanız ve yapmamanız gereken şeyleri açıklayan bir kitap getireceğim" demişti. Musa (aleyhisselâm), İsrailoğullarıyla beraber denizi geçip, Cenâb-ı Allah da Firavn'ı denizde boğunca, onlar "Ey Musa, bize vaadettiğin şu kitabı getir" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Musa Rabb'ine gitti ve İsrailoğullarıyla da, kırk günlüğüne vaadde bulundu. İşte bu, Cenâb-ı Allah'ın: "Biz Musa ile otuz gece sözleşmiş, sonra da ona on daha ilave etmiştik. Böylece Rabbinin tayin ettiği süre kırk gece olarak tamamlandı" (A'raf, 142) âyetiyle anlattığı hadisedir. Musa (aleyhisselâm), kendi yerine Harun (aleyhisselâm)'u onların başında bıraktı. Tür dağında kırk gece kaldı ve Cenâb-ı Allah, levhalar üzerinde O'na Tevrat'ı inzal etti. Bu levhalar yakuttan idi. Cenâb-ı Hak gizlice onu yanına yaklaştırdı ve arada bir vasıta olmaksızın, onunla konuştu. Ve Musa (aleyhisselâm)'ya kader kaleminin cızırtılarını işittirdi.Ebu'l-Âliye şöyle demiştir: Öğrendiğimize göre, Musa (aleyhisselâm) Tûr dağından ininceye kadar kırk gece hiçbir söz söylememiştir. İkinci Konu: Kırk gece denildi, çünkü aylar geceden itibaren başlar. Üçüncü Konu: Hak teâlâ'nın âyetinin manası "Biz Musa'ya kırk gecenin tamamlanmasını va'dettik" demektir. Bu, Arapların, "Bugün, falancanın çıkışının kırkıncı günü oluyor" yani tam kırkıncı günü" demektir " demeleri gibidir. Velhasıl, burada muzaf hazfedilerek, onun yerine mu ileyh konulmuştur. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın: "Beldeye sor" (Yusuf, 82) yani, "o belde halkına sor..." Aynı şekilde, kırk geceden murad, herhangi bir kırk gecenin değil, muayyen ve belirlenmiş kırk gecenin sona ermesidir. O belli kırk gece de otuzu Zilkade ayından, onu da Zilhiccenin başından olan kırk gecedir. Çünkü Musa (aleyhisselâm) bundan muradın, bu muayyen kırk gece olduğunu biliyordu. Aynı şekilde Cenab-ı Allah'ın âyetinden muradın da, bu kırk gün gelmezden önce kendisine verilmiş olan ve dağda, kendisine Tevrat'ın indirileceği kırk gece kalacağına dair bir vaad olması muhtemeldir. Ve yine bundan muradın, kırk geceliğine Tûr dağına gelmekle emredilmiş olması ve bundan sonra da ona Tevrat'ı indireceğini vaadetmiş manasında olması da caizdir. Bu ikinci ihtimal, haberlerle de takviye edilmiştir. Dördüncü Konu: Âyetteki, (......) ifâdesi, bu sözleşmenin başlangıçta bu şekilde olduğunu kırk gün gösteriyor. A'râf süresindeki (A'raf, 142) âyeti de yine işin başında otuz gün olduğunu gösteriyor. Bunlar nasıl bağdaşır? Hasan el-Basri buna şöyle cevap vermiştir: "Ayetten murad, Allah'ın Musa (aleyhisselâm) 'ya once otuz gece vaad edip bundan sonra ona bir on gece daha vaad ettiğini anlatmak değildir. Fakat bundan murad, Allah'ın ona toplam kırk gece vaad etmiş olduğudur. Bu, "Hac günlerinde iç, döndüğünüz vakit yedi gün (oruç tutarsınız) İşte bunlar tam on gün eder" (Bakara, 196) âyeti gibidir. İsrailoğullarının Buzağıyı Tanrılaştırmaları Cenâb-ı Hakk'ın, "Bundan sonra, siz buzağıyı ilah edindiniz" âyetine gelince, bunda da bazı konular vardır. Birinci Bahis: Cenab-ı Allah bu âyette (......) lafzını zikretti. Çünkü O, Musa (aleyhisselâm)'ya, O'na Tevrat'ı indirmek için, belirlenen vakitte Tûr'a gelmesini yetmiş kişinin yanında vaad etmişti. Böylece Cenâb-ı Allah bir yandan buna şahid olanların derecelerinin yüksekliğine dikkat çekmiş, hazır bulunmayanlara da bunu bildirme ve dini tamamlama için Hazret-i Musa (aleyhisselâm)nın derecesini ve İsrail oğullarınınfaziletini ortaya koymuştur.Bu ise, nimetlerin en büyüklerindendir. Onlar bundan sonra, cehalet ve küfrün en çirkinlerini yapınca, bu da taaccübe sebep olmuştur. Bu, şöyle söyleyen kimsenin sözüne benzer. "Ben sana iyilik yaptım, şunu şunu yaptım.. Sonra sen ise, bana kötülük yapmak ve eziyyet etmek istiyorsun!.." Samiri'nin Buzağı Heykeli Yapma Kıssası İkinci Bahis: Siyerciler şöyle demişlerdir: Cenab-ı Allah Firavn'ı suda boğup, Musa (aleyhisselâm)'ya Tevrat'ı indireceğini vaad edince, Musa (aleyhisselâm) kardeşi Harun (aleyhisselâm)'a; "Kavmimin içinde benim yerime geç, ıslah et, fesadaiann yoluna tabi olma" (A'raf, 142)demiştir. Musa (aleyhisselâm) Tür dağına gittiğinde, İsrailoğullarının yanında, Kıbtîlerden ödünç aldıkları elbiseler ve zinet eşyaları bulunuyordu. Harun (aleyhisselâm) onlara, "bu elbise zinet eşyaları size helal değil; onun için bunları yakın!" dedi. Onlar da bir ateş yakıp, içinde bu şeyleri yaktılar. Samiri ise, Hazret-i Musa ile denizden geçişleri sırasında, Firavn'ın önü sıra denize girmiş olan Cebrail (aleyhisselâm)'in atının bastığı yere bakmış ve bu hayvanın ayağının bastığı yerden bir avuç toprak almıştı. Sonra Samirî, yanında bulunan altın ve gümüşleri alarak, bunlardan bir buzağı heykeli yaptı. Bu bir avuç toprağı da bunun içine attı. Böylece, o heykelde, böğürmeye benzer bir ses çıktı. Kavmine: "Bu' sizin ve ilahıdır" (Taha, 88) dedi. Bunun üzerine kavmi de, bu buzağıyı kendilerine ilâh edindiler." Rivayette gelen budur. Bir kimse şöyle diyebilir: "Akıllı insanlardan müteşekkil büyük bir topluluğun, aklın bedâhetiyle batıl olduğu bilinen bir şey üzerinde ittifak etmeleri mümkün değildir. Bu anlatılan şey de, birçok yönden böyledir: a) Her akıllı kimse, aklının bedâhetiyle bilir ki, hareket etmeyen, hissetmeyen ve akletmeyen bu altından yapılmış putun göklerin ve yerin ilâhı olması imkânsızdır. Farzet ki, ondan bir böğürme sesi çıktı. Fakat bu kadarlık bir şey akıllı insanların kalbinde, onun ilâh olabileceği şüphesi için kafi değildir. b) Bu kavim, bu hâdiseden önce yaratıcının varlığına ve Musa (aleyhisselâm)'nın nübüvvetinin doğruluğuna delâlet konusunda, zorlama derecesinde bulunan muazzam mu'cizeler müşahede etmişlerdi. Bu delillerin kuvvetine, onlar bakımından zaruret derecesine ulaşmasına rağmen, altından yapılmış bu buzağıdan bir böğürme çıkmasının, bu sesli nesnenin ilâh olabileceği şüphesini gerektirmesi imkânsızdır." Buna şöyle cevap verilebilir: Bu hâdisenin doğru kabul edilmesi, ancak bir yönden mümkündür. O da şöyle denilmesidir: Samirî, millete, Musa (aleyhisselâm)'nın yaptığı şeyleri, ancak yıldızlar üzerinde müessir olan tılsımlar sayesinde yapabildiğini ve bu tılsımlar vasıtasıyla da söz konusu olan mu'cizeleri meydana getirdiği düşüncesini yayıyordu. Bu sebepten Samirî kavmine şöyle dedi: "Ben de, onun tılsımı gibi bir tılsım yapıyorum..." Ve bunu, kendisinden hayret uyandıracak bir sesin çıkacağı şekilde buzağıyı yaparak, onlara süslü gösterdi. Böylece onlarda, harikulade şeyleri yapma konusunda Hazret-i Musa (aleyhisselâm) gibi olma arzusu uyandırdı. Veya belki bu topluluk"mücessimehulûliyye" inancına sahip idi. Bundan dolayı, Tanrının bir cisme hulul edebileceğini kabul ediyorlardı. Bu sebeple de bu şüpheye düştüler. Üçüncü Bahis: Bu Kıssadaki Bazı Faideler Bu kıssada birçok faideler bulunmaktadır. a) Bu kıssa, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ümmetinin en hayırlı ümmet olduğuna delâlet eder. Çünkü bu yahudiler, bu kahir delilleri müşahede etmelerine rağmen, bu zayıf şüpheye aldandılar. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ümmeti ise, Kur'an'ın mu'cize oluşunu bilmek ve anlamak için ince delillere muhtaç oldukları halde, kuvvetli ve büyük şüphelere bile aldanmadılar Bu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ümmetinin bunlardan daha hayırlı, akılca daha mükemmel ve gönülce daha temiz olduklarını gösterir. b) Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), hiçbir ilim tedris etmediği hâlde, bu kıssayı anlatmıştır. Bu durum, O'nun, bunu vahiy yoluyla aldığını gösterir. c) Bu kıssada, taklidden ve delilleri bilmemekten büyük bir sakındırma bulunmaktadır. Çünkü bu kavimler, eğer Cenâb-ı Allah'ı delille tam bir şekilde bilselerdi, Samirî'nin şüphesine düşmezlerdi. d) Bunda, müşrik Araplarda, yahudilerden ve hristiyanlardan görmüş olduğu muhalefet hususunda, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bir teselli bulunmaktadır. Sanki Cenâb-ı Allah, Musa (aleyhisselâm)'nınbu kötü olaya sabredişi gibi, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de sabretmesini emretmişdir. Çünkü İsrailoğulları, Allah onları Firavn'dan kurtardıktan ve Musa (aleyhisselâm)'nın ilk çıkışından o vakte kadar harikulade mucizeler gösterdikten sonra bu zayıf şüpheye kanmışlardır. Sonra Musa (aleyhisselâm) buna sabretmişti. Bundan dolayı Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'inbu şiddetli eziyetlere sabretmesi, daha da evlâdır. f- Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'le en fazla mücadele eden ve O'na en çok düşmanlık besleyenler yahudiler idi. Bundan dolayı, Cenâb-ı Allah sanki şöyle demektedir: Bunlar, selefleriyle iftihar ediyorlar. Oysaki onların selefleri, ahmaklığın, cehaletin ve inadın işte bu derecesinde idiler. Ya onların halefleri nasıl olur? Böyle Yapan Yahudilerin Zulmü Cenâb-ı Allah'ın, âyetine getince, bu hususta birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Zulm ne demektir? Zulmün tefsiri hususundadır. Bunda iki izah bulunmaktadır, a) Ebû Müslim şöyle demiştir: "Zulüm kelimesinin dildeki asıl mânası "eksiltmek"dir. Cenâb-ı Allah bu konuda şöyle buyurur: İşte bu iki bağ, ürününü vermiş, bundan hiç bir şeyi eksik bırakmamıştır" (Kehf, 33). Buna göre, (......) âyetinin mânası şöyle olur: Onlar yaratıcı, öldürücü ve diriltici olan Allah'a ibâdet etmeyi terkedip buzağıya ibâdete dalınca, din ve dünya hususunda sevâblarını eksilten kimseler oldular. b) Zulüm, din örfünde, katkıda bulunacak bir faydası olmayan, kendisinden daha büyük bir zararı savuşturmayan ve keza kesin bilgi ile veya zan ile başkasından alacağı bir hak olmayan bir zarardan ibarettir. Buna göre, sıfatı bu olan bir fiili yapan kimse zalim olur. Sonra insan kendisini cezaya ve cehenneme götürecek bir fiili yaptığında, her ne kadar bu yaptığı şeyin o anda bir faydası ve lezzeti var ise de, o kimse kendisine zulmetti denilir. Nitekim Cenâb-ı Allah: "Muhakkak ki şirk, büyük bir zulümdür" (Lokman, 13) ve: "Onlardan kendisine zulmeden vardır" (Fatır, 32) buyurmuştur. Onların Allah'tan başkasına ibadet etmeleri şirk olup, şirk de cehenneme götürücü olunca, şirke "büyük zulüm" denilmiştir. Mutezile'nin Bir İddiası ve Reddi İkinci Bahis: Cenab-ı Hakk'ın: (......) âyetiyle, günahların Allah'ın yaratmasıyla olmadığı hususuna, birkaç yönden istidlalde bulunmuşlardır. a) Cenâb-ı Allah, bu günahlardan ötürü onları zemmetmiştir. Eğer bu günahlar Allah'ın yaratması olsaydı, müşrikler, şayet onu yapmamışlarsa, bundan ötürü kınanmaya müstehak olmazlardı. b) Eğer günahlar Allah'ın iradesiyle olsaydı, bunları yapmakla o kullar, Allah'a itaat etmiş olurlardı. Çünkü taat, istenen işi yapmaktır. c) Eğer isyan Allah'ın yaratması olsaydı, bu isyandan dolayı onları zemmetmek, bir şeyin siyah, beyaz, uzun veya kısa olmasından dolayı zemmedilmesi gibi olurdu. Mutezile'ye şöyle cevap veririz: Bu övme ve zemmetme fiiline yapışmaktır. Bu ise, "sebep" ve "ilim" meselelerine ters düşer. Bu husus birçok kereler geçmişti... Âyet, Allah'ın Âlemden Müstağni Olduğunu Gösterir Üçüncü Bahis: Âyette, küfrün zararının ancak kâfirlere döneceğine bir uyarma bulunmaktadır. Çünkü onların bundan istifadesi ancak, kendilerine zulmetmeleridir. Bu, Cenab-ı Allah'ın celalinin müttakilerin taatı ile kemal bulmaktan; günahkarların da günahıyla noksanlaşmaktan münezzeh olduğuna delalet eder. |
﴾ 51 ﴿