58

"Hani, "şu kasabaya girip dilediğiniz yerde istediğinizi bol bol yeyin, kapısından secde ederek girin ve "hıtta" deyin ki kusurlarınızı örtelim, iyilik edenleri(n ecrini) daha da artıracağız" demiştik. " .

Bil ki bu Allah'ın onlara verdiği sekizinci nimetidir. Bu ayet daha önce geçen nimetlere atfedilmiştir. Çünkü Allahü teâlâ, onlara bulutla gölgelendirme nimetini ve dünyevî nimetlerden olan bıldırcın ve kudret helvasını indirme nimetini verdiğini beyan ettiği gibi, buna, onlara verdiği dinî nimetleri ekledi. Zira Allah onlara günahlarını silecek şeyleri emretmiş ve onlara hakettikleri cezadan kurtulmalarının yolunu beyan etmiştir. Bil ki bu âyet hakkında iki türlü izah yapılmıştır:

Âyetteki "Girin" Emrinin Çeşidi

Birinci İzah; âyetin tefsiri hususunda söylenenlerdir. Biz deriz ki: Allah'ın (......) âyetine gelince, bil ki bu, teklifi bir emirdir. Bunun teklifi (mükellefiyet getiren) bir emir olduğuna iki husus delalet eder:

a) Allahü teâlâ, "secde ederek kapıdan girme"yi emretmiştir. Bu ise güç bir iştir. Bu sebeble bunu emretmek, bir teklif olmuş oldu. Kapıdan secde ederek girmeleri ise kasabaya girmelerine bağlanmıştır. Vacib olan bir işin, ancak kendisi ile tamamlandığı şey de vacibtir. Bu nedenle, kasabaya girme emrinin de mübahlık ifade eden bir emir değil, teklifi (yapılması vacib) bir emir olduğu ortaya çıkmış oldu.

b) Allahü Teâlâ'nın:

"Allah'ın size takdir ettiği mukaddes beldeye girin, gerisin geriye dönmeyin" (Maide, 21) âyeti, buna delildir.

Bu Kasabanın Adı Nedir?

Kur'ân'ın zahiri bu kasabadan maksadın, hangi kasaba olduğunu göstermez. Bu hususta ancak haberlere müracaat edilebilir. Bu "kasaba"nın resi olduğu hususunda birçok görüş vardır:

a) Katâde, er-Rebi ve Ebu Müslim el-İsfehanî'nin tercihidir ki, bu yeden maksat Beyt-i Makdis'tir. Onlar, buna Allah'ın Maide süresindeki, 21) âyetini delil getirmişlerdir. Bu iki âyette geçen karyeden muradın aynı olduğunda şüphe yoktur.

b) Bunun Mısır'ın bizzat kendisi olduğudur.

c) Ki bu görüş İbn Abbas ve Ebu Zeyd'in görüşüdür, o Beyt-i Makdis'in bir köyü olan Eriha'dır. Bu görüşte olanlar, bu karyenin Beyt-i Makdis olmasının mümkün olmayacağına şöyle delil getirmişlerdir: Çünkü, demişler Cenâb-ı Hakk'ın: (......) ifâdesindeki fâ harfi, takibi iktiza eder. Bu sebeple bu değiştirmenin, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın hayatında, bu emrin peşinden tordan meydana gelmiş olması gerekir. Ne var ki, Hazret-i Musa, Beyt-i Ntafcdis'e girmemiş, Tih topraklarında ölmüştür. Bu sebeple bu karyeden sadın, Beyt-i Makdis olmadığı sabit olmuş olur. Evvelkiler şöyle cevap vermişlerdir:

Âyette, bu emrin Hazret-i Musa vasıtasıyla mı, Hazret-i Yuşâ vasıtasıyla mı olduğu açıklanmamıştır. Hazret-i Yuşâ'nın lisanıyla bildirildiğini kabul edersek, problem zaten ortadan kalkar.

Allah'ın (......) ifadesine gelince, bunun açıklaması Hazret-i Âdem kıssasında geçti. Bu.ibahe ifade eden bir emirdir.

"Kapıdan Secde Ederek Girin" Demenin Manası

Onun, sözüne gelince, bunda iki bahis bulunmaktadır:

1) Âyetteki "kapı" konusunda, âlimler iki görüş belirtmek üzere ihtilaf etmişlerdir.

a) Bu İbn Abbas, Dahhâk, Mücahid ve Katâde'nin görüşüdür. Bu görüşe göre bu kapı, Beyt-i Makdis'de "Hıtta kapısı" diye anılan bir kapıdır.

b) Asâmm, âlimlerden bazılarından, bu kapı ile şehrin cihetlerinden bir cihet ile oraya varan bir giriş yerinin kastedildiğini nakletmiştir.

2) Alimler secde ile neyin murad edildiğinde ihtilaf etmişlerdir. Buna göre Hasan el-Basri, bununla bizzat yüzün yere konulduğu secdeyi kastetmiştir" demiştir. Bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü ayetin zahiri, secde etmeleri durumunda karyeye girmelerinin vücubunu iktiza eder. Bu sebeple secdeyi biz zahirine hamledersek, bu imkansız olur.

Âlimlerden, bu lafzı secdeden başka bir şeye hamledenler de vardır. Bunlar da iki görüş zikretmişlerdir.

a) Said ibn Cübeyr'in İbn Abbas'tan yaptığı rivayettir. Buna göre secdeden maksat rükûdur. Çünkü kapı dar ve küçük idi. Oraya giren kimsenin başını eğmesi gerekir. Bu da, uzak bir ihtimaldir; çünkü, şayet kapı dar olsaydı, onlar oraya rükû ederek girme mecburiyetinde kalırlar ve oraya girmek için bu emre muhtaç olunmazdı.

b) Allah bununla hudû ve huşu etmelerini, göstermelerini kastetmiştir. Bu doğruya en yakın olan görüştür. Çünkü bu lafzı secdenin hakikatine hamletmek uygun olmayınca, onu tevazuya hamletmek gerekir. Çünkü onlar tevbe etmeye başladıklarında, günahlarından tevbe eden kimsenin mutlaka huşu ve hudû içinde olması gerekir.

"Hıtta"nın Manası

Allah'ın, (......) ifâdesine gelince, bunda birkaç görüş vardır:

a) Bu Kâdi'nin görüşüdür. Buna göre mana şudur: Allahü Teâlâ, onlara hudû ederek kapıdan girmelerini emrettikten sonra, onlara tevbeye delalet edecek olan şeyi söylemelerini de emretmiştir. Bu böyledir, çünkü tevbe kalbe ait işlerdendir. Bu sebeple başkası ona muttali olamaz. Buna göre, birisi günah İşlemekle meşgul olup da, bundan sonra tevbe ettiğinde ona, günahını müşahede eden kimselere, tevbe ettiğini aktarması gerekir. Çünkü tevbe, ancak bununla tamamlanır. Zira dilsiz olan kimsenin tevbesi, ondan her ne kadar konuşmak sâdır olamasa da, başkasına günahından tevbe yoluna döndüğünü bildirmesi ve nefsinden töhmeti gidermesi ile anlaşılıp tamamlanır. Yine, hata olan bir mezhebe tâbi olan, sonra da ona hak zuhur eden kimseye "bâtıl üzere devam ediyor" töhmetini silmek ve düşman oluştan sonra yeniden ona dost olmaları için, kendisinin hatasını bilen kardeşlerine, o hatadan döndüğünü bildirmesi gerekir.

İşte bu sebebten ötürü, Allahü teâlâ kalbin sıfatı olan hudu' (huşu)lan ile birlikte tevbe ettiklerini gösteren lafzı söylemelerini İsrailoğullarına mecbur etti. Tevbelerini gösteren lafız da, Allah'ın "Hıtta deyiniz" âyetindeki "hıtta" kelimesidir. Buna göre netice olarak diyebiliriz ki Hak teâlâ, İsrailoğullarına hudû ve huşu içinde o kapıdan girmelerini, kalbin pişmanlığı ile azaların hudu ve huşuunu ve dilin istiğfarını biraraya getirmeleri için, lisanları ile günahlarının bağışlanmasını istemelerini emretmiştir. Bu, en güzel ve gerçeğe en yakın olan izahtır.

b) Bu ef-Esâm'ın görüşüdür. Ona göre bu lafız ehl-i Kitab'ın lafızlarındandır, yani Arapça'da onun manası yoktur (bilinmez).

c) Keşşaf sahibi, (......) lafzının kökünden olmak üzere, (......) ve (......) kelimeleri gibi (......) veya (......) vezninde olduğunu söylemiştir. Bu kelime âyette, mahzuf bir mübtedânın haberidir, "Bizim isteğimiz bağışlamandır" veya "senin işin bizi bağışlamaktır" manasındadır. Buna göre kelimenin aslı, "Bizim günahlarımızı tamamen bağışla" manasında olmak üzere (mefûl-u mutlak olarak) mansubtur. Bu tıpkı şairin "Güzel bir şekilde sabret. Çünkü ikimiz de dertliyiz " beyti gibi, "devamlılık" manasının verilmesi için (......) kelimesi merfu olarak getirilmiştir. (Çünü mübteda haber cümlesi devamlılık ifade ettiği için bu kelime de mahzuf mübtedânın haberi kılınmıştır.) Şairin beytinde geçen (......) kelimesinin aslı, (......) takdirinde olduğu için, dür. İbn Ebî Able (......) kelimesini mansub okumuştur.

d) Bu, Ebu Müslim el-İsfahânî'nin görüşüdür. Buna göre "hıtta"nın yani, "işimiz şu kasabaya inip, orada yerleşmemizdir" demektir. Kâdî şöyle diyerek bu görüşün zayıflığını ifade etmiştin "Eğer ondan maksad bu olsaydı, onların hatalarının bağışlanması bununla ilgili olmazdı. Ancak Hak teâlâ'nın "Hıtta deyiniz ki günahlarınızı bağışlayalım" âyeti, onların "hıtta" dedikleri için hatalarının bağışlandığını göstenr." Kâdî'nin bu görüşüne şöyle cevab verilebilir: Onlar o kasabaya inip, tevazu içerisinde secde ederek girdikleri zaman, Allah'ın rahmeti bu durumdan dolayı tahakkuk etmiş olabilir.

e) Kaffâl'ın görüşüdür, Ona göre bu lafzın manası "Ey Rabbimiz, günahlarımızı bağışla. Çünkü biz senin rızanı sana karşı tezellülü murad ederek o kasabaya indik. O halde bizim günahlarımızı bağışla" demektir.

İstenen Hıtta Lafzı mı, Yoksa Manası mıdır?

Eğer birisi "Mükellefiyet bizzat bu lafzın zikredilmesi midir yoksa böyle değil midir?" derse, deriz ki: İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edildiğine göre onlar bizzat bu lafzı söylemekle emrolunmuşlardır. Bu da ihtimal dahilindedir. Ancak doğruya daha yakın olan şu iki sebebten ötürü bunun aksinin olmasıdır:

1) Bu Arapça bir lafızdır. Halbuki Benî İsrail Arapça konuşmazlardı.

2) Doğruya daha yakın olan, onların tevbe ettiklerine, pişman olduklarına, hudû ve huşûlarına delâlet edecek bir sözü söylemelerinin emredilmesidir. Hatta onlar "hıtta" yerine "Ya Rab! Senden mağfiret istiyoruz ve sana yöneliyoruz" demiş olsalardı da yine maksad hâsıl olurdu. Çünki tevbeden maksad, ya kalben yapılandır veya lisanen. Kalben yapılan tevbenin alâmeti pişmanlık duymaktır. Lisanen yapılan tevbenin alâmeti ise, kalbte pişmanlığın meydana geldiğini gösterecek bir lâfzı söylemektir. Bu ise, bizzat "hitta" lâfzını söylemeyi gerektirmez.

Cenâb-ı Hakk'ın "Sizi bağışlayalım " sözüne gelince, burada geçen mağfiret (bağışlama) hususunda daha önce söz söyledik, Sonra burada iki bahis vardır:

Birincisi: Allahü teâlâ sözünü, burada minnet etme sadedinde söylemiştir. Şayet, Mu'tezile'nin dediği gibi, Allah'ın tevbeleri kabul etmesi aklen O'na vacib olsaydı, durum böyle olmazdı. O zaman o, aksine bir vacibi eda olmuş olurdu. Vacibi (yani yapılması gerekli olan şeyi) eda etmenin ise, imtinan sadedinde söylenmesi caiz olmaz.

İkincisi: Burada değişik birkaç okunuş (kıraat) vardır:

a) Ebu Amr ve İbnu'l Münadi, (......) şeklinde okumuşlardır.

b) Nâfî bu kelimeyi (......) şeklinde okumuştur.

c) Medine kurralarından diğerleri ile Mufaddal'dan gelen bir kol (......) şeklinde okumuşlardır.

d) Hasan el-Basri, Katade, Ebu Hayve ve el-Cuhderi (......) diye okumuşlardır. Kaffal şöyle demiştir: Bu kıraatların hepsinde de mana aynıdır. Çünkü Allah hataları bağışladığı zaman, onlar da bağışlanmış olur. Hatalar bağışlandığı zaman, onları Allah bağışlar. Fiil müennes isimden önce gelir ve fiil ile faili arasına başka bir kelime girer ise, fiilin müzekker olması da, müennes olması da caiz olur. Mesela Allah'ın;

"Zalimleri bir sayha yakalar" (Hûd, 67) âyetinde olduğu gibi. Ayette geçen "hatie"(hata, günah)den murad, onun bütün hataları ifade eden cins ismi olmasıdır, yoksa tek bir hata manasına değildir. Allah'ın (hatalarınızı) lafzına gelince, bu lafzın da birkaç türlü okunuşu vardır:

a) Cuhderî kelimeyi (......) şeklinde okumuştur.

b) A'meş

c) Hasan el-Basri

d) Kısâî,

e) İbn Kesir

f) Yine Kisâî

g) Geri kalanlar ise, ye harfini imale ile okumuşlardır.

Muhsin Kelimesinin Manası ve Muhsinlerin Mükâfaatı

Hak teâlâ'nın "Biz muhsinlere (iyi amel edenlere), mükâfaatı artıracağız" âyetine gelince.bu âyetteki "muhsin" den murad, ya bu mükellefiyet hususunda Allah'a itaat ederek iyi davranmış olan kimse, yahut da diğer mükellefiyetlerde başka taatler yaparak iyi davranmış olan kimse kastedilmiştir Birinci takdire göre vaadolunan bu mükafaat fazlalığının dünyevi ve dinî menfaatlerden olması mümkündür. Dünyevi menfaatlerden olması ihtimaline gelince bu, şu demektir: Kim, bu taati yaparak ihsanda bulunursa, biz ona dünyevî genişliği ve zenginliği veririz ve ona bu kasabadan başka kasabaların kapısını da açarız.

İkinci ihtimale, yani bunun uhrevî menfaatlerden olması ihtimaline gelince, bunun manası da şudur: Kim Allah'a itaat ederek ve tevbede bulunarak ihsanda bulunur (iyi davranır) ise, biz onun hatalarını bağışlar ve bunun yanında ona çok sevab veririz." Nitekim Hak teâlâ:

"İyi (güzel) amel yapanlara daha güzel iyilik ve bir de fazlası vardır" (Yunus, 26) buyurmuştur. Yani, "Biz, onlara iyilik verdikçe verir, bir de daha fazlasını vererek onları mükâfaatlandırırız". Nitekim tek bir iyiliğe on ve hatta daha fazla sevab verilir. Ama âyette geçen "muhsinler"den murad, "bu tevbeden sonra, başka taatlar da yaparak kim iyi davranışta bulunursa..." şeklinde olursa, o zaman ayetin manası şöyle olur: "Biz sizin o kasabanın kapısından secde ederek girmenizi ve "hıtta" demenizi, günahlarınızın bağışlanmasına sebeb kılarız. Sonra siz diğer taatleri yaparsanız, biz de bu taatlarınıza karşılık size sevab veririz."

Âyetin bir başka tefsiri daha vardır. O da şudur: Kim günah işlemiş ise, bu fiili sebebiyle o günahını bağışlarız. Kim de günah işlememiş ve ihsanda bulunmuş (itaat etmiş) olur ise, biz onun ihsanını artırırız, yani o taatini onun hasenatına yazdığımız gibi fazlasını da veririz. Buna göre bağışlama mümin olanlar için, mükafaat fazlalığı da ehl-i itaat için olmuş olur.

Zalimlerin Verilen Emri Değiştirmeleri

Allahü teâlâ'nın "Zulmedenler ise (onu) değiştirdiler" âyetine gelince, bununla ilgili olarak iki görüş vardır:

a) Ebu Müslim, ifadesi onların, emrolunduklan şeyi yapmadıklarına delâlet eder, yoksa emrolundukları şeyin yerine başka birşey yaptıklarını göstermez. Bunun delili, tebdil (sözü değiştirmek) ifadesinin bazan muhalefet etmek anlamında kullanılmasıdır. Allahü teâlâ da:

"Siz ganimetleri almaya yöneldiğiniz zaman, savaştan geri kalanlar, Allah'ın kelamını değiştirmeyi murad ederek derler ki: "Bırakın bizi sizin peşinize gelelim" (Fetih, 15) buyurmuştur. Bunların "değiştirmeleri" sözde değil ancak fiildeki muhalefetleridir. Burada da böyledir. Buna göre mana şöyledir: "Onlara mütevazi olmaları ve ilahi mağfireti istemeleri emredildiği zaman, onlar bu emri tutmamış ve buna iltifat etmemişlerdir" demiştir.

b) Müfessirlerin çoğunluğunun görüşüdür. Bu görüşe göre "tebdil" den maksad, İsrailoğullarının yapmakla emrolundukları şeyin yerine bir başka şeyi yapmalarıdır. Çünkü tebdil, "bedel" kelimesinden müştaktır. Bu nedenle ortada mutlaka "bedel" olan birşeyin bulunması gerekir. Bu tıpkı, "Falan, dinini değiştirdi " demek gibidir. Bu, o kimsenin bir dinden başka bir dine geçtiğini gösterir. Bu manayı, Hak teâlâ'nın "Kendilerine söylenen sözden başka bir söze (değiştirdiler) âyeti de te'kid eder. Sonra müfessirler, bu değiştirilen söz ve fiilin ne olduğu konusunda ihtilaf etmişlerdir. İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edildiğine göre, -onlar, secde ederek girmeleri emredilen kapıdan oturmuş vaziyette geri geri sürünerek ve yerine (Bir tane arpa) diyerek girdiler. Mücahid'den gelen rivayete göre, onlar geri geri oraya girdiler ve istihza ile (buğday) dediler. İbn Zeyd de şöyle demiştir:"Onlar, Musa (aleyhisselâm) ile alay ederek, "Musa bizimle hitta hitta diyerek sadece oynamak istiyor, yani değersiz bir şey ile oynamak istiyor."

58 ﴿