61

"Hani siz, "Biz bir çeşit yemeğe dayanamayız; Rabbine dua et de, yerin bitirdiği şeylerden sebze, salatalık, sarmısak, mercimek ve soğan çıkarsın" demiştiniz. Musa da, "Hayırlı olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Şehre inin, çünkü orada sizin istediğiniz şey var" dedi Onların üzerine fakirlik ve yoksulluk (damgası) vuruldu. Allah'ın bir gazabına uğradılar. Bu, onların, Allah'ın ayetlerini inkâr etmelerinden ve haksız yere peygamberleri öldürmelerindendi. Bu isyan ettiklerinden ve aşırı gittiklerindendi" .

Birinci Mesele

Bil ki mâruf olan kıraat, yâ harfinin zammesi, rânın kesresi ile yâ harfinin zammesi, bâ'nın da kesresi ile (......) şeklindedir. Zeyd ibn Ali ise, yâ'nın fethası, râ'nın zammesi ile tâ'nın.fethası, bâ'nın zammesi ile (......) şeklinde okumuştur. Sonra bil ki müfessirlerden zahirî olanların ekserisi, böyle bir isteğin isyan olduğunu iddia etmişlerdir. Bize göreyse durum böyle değildir. Bunun delili, bu âyetten önce Cenâb-ı Hakk'ın bıldırcın eti ve kudret helvası indirirken ifâde buyurduğu; "yeyiniz ve içiniz" şeklindeki emirlerinin vücûb değil, ibâhe ifade etmiş olmalarıdır. Bu böyle olunca, onların; (......) demeleri günah olmaz. Çünkü kendisi için yiyeceklerin bir çeşidi mubah olan kimsenin, ya kendi kendine veyahut da peygamberinin lisanıyla, bu yiyecekten başka yiyecek istemesi uygun olur. Onlara göre, İsraîloğulları Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'dan, Rabbinden istekte bulunmasını istedikleri zaman, duâ icabete daha yakın olduğundan onlar için bu istek caiz olur ve bu da bir günah sayılmaz.

Bil ki başka çeşit bir yiyecek isteğinde bulunmanın bırtakım maksatlara binaen, olmuş olması muhtemeldir.

a. Onlar kırk sene tek bir çeşit yiyecek aldıkları için ondan usanarak, başka yiyecek arzu ettiler.

b. Belki de, yaratılışları icabı bu yiyeceğe alışamamışlar, ancak diğer çeşitlere alışmışlardır. Çünkü insanın, her ne kadar değersiz bile olsa, büyümesi sırasında alışmış olduğu şeylere olan rağbeti, her ne kadar kıymetli de olsa alışmamış olduğu şeylerin üstündedir.

c. Belki de onlar Tih çölünde kalmaktan usanmışlar, böylece ancak şehirlerde bulunan yiyecekleri istemişlerdir. Halbuki onların bu yiyecekleri istemelerinden maksatları, o yiyeceklerin bizzat kendileri değil, şehirlere ulaşmalarıdır.

d. Devamlı aynı yiyeceği yemek, iştahın noksanlığına, hazmın zayıflamasına ve arzunun azalmasına sebeptir. Halbuki yiyeceklerin çeşidini çoğaltmak, iştahın artmasına ve lezzetin artmasına yardımcı olur. Bu sebeple, bir çeşidi diğer bir çeşitle değiştirmenin, insanların amacı olmaya uygun olduğu ortaya çıkmış olur. Kur'an'da onların bundan men edildiklerine dair herhangi bir kayıt yoktur. Bu nedenle, bu kadar şeyin günah olmasının caiz olmadığı ortaya çıkmış olur. Bu hususu Cenâb-ı Hakk'ın: (......) ifâdesi de te'yid eder. Bu onların istediklerini kabul etmiş olmak gibi bir şeydir. Eğer onlar bu istekleri sebebiyle günahkâr olmuş olsalardı, onların bu isteklerine icabet etmek günah olurdu. Bu ise, peygamberler için caiz değildir. Şöyle denilmesin: Onlar, Allah'ın kendileri için tercih edip seçtiği bir şeyden imtina edince, Hak teâlâ'nın: "Kim de, dünyanın ekinini isterse, ona da bundan veririz "(şûrâ. 20) buyurduğu gibi, onların istedikleri şeyi peşinen dünyada vermiştir. Çünkü biz bunun ayetin zahirinin hilâfına olduğunu iddia ediyoruz.

Onlar böyle bir isteğin günah olduğuna, birkaç hususu delil getirmişlerdir:

a. Onların (......) demeleri, onların Allah'ın bıldırcın ve kudret helvasını indirmesini kerih gördüklerine delâlet eder. Bu kerahet ise, bir günahtır.

b. Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın (......) demesi, istifham-ı inkârîdir. Bu da, böyle bir isteğin günah olduğunu gösterir.

c. Hazret-i Musa (aleyhisselâm), onların istedikleri şeyi "en düşük, en değersiz", içinde bulundukları nimeti ise, "en hayırlı" olarak nitelemiştir. Bu da, bizim söylediğimizi ifâde eder.

Bunların delillerinden birincisine şu şekilde cevap veririz: Onların (......) demelerinin altında, onların sadece buna razı olmayıp, aksine başka bir şeyi arzuladıklarına bir delâlet yoktur. Bir de, onların demeleri, geleceğe yönelik bir ifâdedir. Çünkü (......) kelimesi gelecekte olan nefy için kullanılır. Bu onların, o anda gazablandıklarına delâlet etmez.

İkincisine şöyle cevap veririz: İstifhamın inkâr yoluyla getirilmiş olması, bazen dünyevî hususta en faydalı olanı elden çıkarmak için, bazen de ahiret konusunda en faydalı olanı elden çıkarmak için kullanılır.

Üçüncü dellilerine de buna yakın bir şeyle cevap veririz. Çünkü bir şey bazan, kendisinden istifâde el'an hazır ve kesin olduğundan ve, hâzır olan şey hakkında denileceği gibi, meşakkatsiz ve kendiliğinden meydana gelmesi bakımından en hayırlı olarak; bazan da, mevcut olmayan ve kendisinden şüpheye düşülmüş olan şeyler hakkında söylenileceği gibi, istifâde edilmesi kesin olmadığı ve ancak güçlükle kendisine ulaşıldığı için de en değersiz olarak nitelendirilir. Bu nedenle, hitabı ile, Hazret-i Musa'nın maksadının bu mânâ veya onun bir kısmı olması imkânsız değildir. Böylece bizim zikrettiklerimizle, bu isteğin bir günah olmadığı, tam aksine mubah olan bir istek olduğu ortaya çıkmış olur. Durum böyle olunca, Hak teâlâ'nın; buyruğunun, yukarıda zikredilenlerden ötürü olması caiz değildir.

Tam aksine, bundan sonra zikredilen ayetten ötürüdür. O ayet şudur:

"bu, onların Allah'ın ayetlerini İnkâr etmeleri ve nahak yere peygamberleri öldürmeleri sebebiyledir" (Bakara, 61). Böylece Cenâb-ı Hak, onlara zillet ve meskenet (damgası) vurduğunu, böyle bir istekte bulunmalarından ötürü değil de, küfre girmiş olmaları bakımından onları gazabın ve cezanın mahalli kılmıştır...

İkinci Mesele

Hak teâlâ'nın: sözüdür. Bundan maksat, onun tek çeşit oluşu değil, devamlı aynı çeşitler oluşudur. Keza insanın sofrasında bulunan yiyecek çeşitleri değişmez ise onun hakkında: "Sofrasında hep aynı çeşit yemekler olur" denilir.

Üçüncü Mesele

(......) lâfzının bilinen okunuş şekli, kâf harfinin kesresi ile olandır. A'meş ve Talha ise kâf harfinin zammesi ile bunu (......) şeklinde okumuştur.

(......) lâfzının bilinen okunuşu ise, (......) okunuşudur. Alkame ve İbn Mes'ud (radıyallahü anh)'dan ise, bunu (......) şeklinde okudukları rivayet edilmiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın kıraati da bu şekildedir. Âlimler, âyette Lu lâfzı zikredildiği için, bu kıraatin daha uygun olduğunu söylemişlerdir. Alimler iy lâfzının manası hususunda da ihtilaf etmişlerdir. İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan, onun 'buğday' manasına olduğu, yine ondan bu kelimenin 'ekmek' manasına olduğu rivayetleri vardır. Bu ikinci mana aynı zamanda Mucahid, Atâ ve İbn Zeyd'den de rivayet edilmiştir. Bazı Araplardan, "Bize ekmek pişir" manasına, dedikleri rivayet edilmiştir, (......) kelimesinin "sarımsak" manasına olduğu da söylenmiştir. Bu, İbni Abbas ve Mücâhid'den de rivayet edilmiştir. Kisâi de bu manayı tercih etmiştir. Bunlar, bu kelimenin sarımsak manasına olduğuna birkaç bakımdan delil getirmişlerdir.

a. Bu kelime Abdullah b. Mes'ud (radıyallahü anh)'un kıraatinde (......) şeklindedir.

b. Eğer bundan kasıt buğday olsaydı,

"Daha hayırlı olan şeyi, daha düşük olan şey ile değiştirmeyi mi istiyorsunuz?" (Bakara. 61) denilmesi mümkün olmazdı. Çünkü buğday en şerefli yiyecektir.

c. Sarımsak, mercimek ve soğana buğdaydan daha uygundur.

Dördüncü Mesele

Bilinen kıraat, kelimeyi (......) şeklinde okumaktır. Ubeyy b. Ka'b (radıyallahü anh)'ın kıraatında ise bu kelime, bâ harfini sakin kılarak (......) şeklinde okunmuştur. (......) kelimesinin, (alçaklık, adilik) masdarından olmak üzere, hemze ile (......) şeklinde okunduğu Züheyr el-Ferkabî 'den rivayet edilmiştir.

Âlimler, "daha düşük olan şey" ile neyin murad edildiği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu husustaki sözün özü şudur: Bundan murad ya onun dinî menfaatler bakımından en düşük şey olmasıdır, veya dünyevî menfaatler bakımından en düşük şey olmasıdır. Birincisi kastedilmemiştir. Çünkü içinde oldukları durum, şayet dinî bakımdan istedikleri şeyden daha faydalı olsaydı, onların bu isteklerini yerine getirmek caiz olmazdı. Halbuki Cenâb-ı Hak, onların bu isteklerini, "Şehre inin, çünkü orada sizin İstediğiniz şey var" diyerek yerine getirmiştir.

Geriye, bundan maksadın, dünyevi husustaki menfaatlerle ilgili şeyler olması ihtimali kalır. Sonra bundan maksadın, yedikleri bu çeşidin, istediklerinden daha üstün olması da caiz değildir. Çünkü biz, bir millete göre en leziz sayılan bir yiyeceğin, başka bir millete göre en değersiz sayılan bir yiyecek olabileceğini açıklamıştık. Aksine maksad, izah ettiğimiz şu şeydir: Bıldırcın ve kudret helvası ellerinizde olan şeylerdir. Onların istedikleri şeyler ise, elde etmeleri şüpheli olan şeylerdir. Elde bulunan ise, elde edilmesi şüpheli olandan daha hayırlıdır. Veya bu bıldırcın ve kudret helvası, herhangi bir zorluk ve emek olmadan elde edilmektedir. İstedikleri şeyler ise emek ve külfet neticesi ancak elde edilir. Bu sebeple birincisi daha hayırlıdır. Şayet onların, "tabiatımız gereği hoşlanmadığımız için, külfetsiz elde edilen bu yiyecekleri yememiz, güçlükle elde edeceğimiz yiyecekleri yememizden, tabiatımız onlardan hoşlandığı için, daha zordur" denilirse, deriz ki: Farzet ki bu yönden bir çelişki meydana gelmektedir. Ancak, hazır ve elde mevcud olanın, elde olmayan ve elde edilmesi şüpheli olana üstün olması sebebiyle bir tercih meydana gelmiş olur.

Beşinci Mesele

Âyetteki Mısrdan Maksad?

(......) kelimesinin bilinen kıraati, bâ harfinin kesresi lie okunuşudur. Bu kelime, bâ harfinin zammesi ile de okunmuştur. (......) kelimesinin meşhur kıraati, tenvinli okunuşudur. A'cemî (Arapça olmayan) ve marife oldukları halde, Allah'ın: (Enam, 84) âyetindeki Nûh ve Lût kelimelerinde de olduğu gibi, gayr-ı munsarıf oluşun sebeblerinden olan marife ve müennesliğin kendisinde bulunmasına rağmen, orta harfi sakin olduğu için bu (......) kelimesi munsarıf kılınmıştır. Eğer bununla belde manası kastedilirse, o zaman gayr-ı munsarıf olmanın tek sebebi kalmış olur. Abdullah b. Mes'ud (radıyallahü anh)'un mushafında ve A'meş'in kıraatinde bu kelime tenvinsiz olarak (......) şeklinde yer almıştır. (Yusuf, 99) âyet-i kerimesindeki gibi...

Müfessirler, Allah'ın âyeti hususunda ihtilaf etmişlerdir; İbn Mesud ve Ubeyy b. Ka'b (radıyallahü anh)'ın bu kelimeyi tenvinsiz okudukları rivayet edilmiştir. Hasan el-Basri, (......) kelimesinin sonuna elif yazılmasının, kâtib tarafından yapılan bir ziyade olduğunu söylemiştir. Buna göre bu kelime marife olur. Dolayısıyla da bu isimle anılan bir yere hamledilmesi gerekir. Bu yer de, Firavun'un bulunduğu şehirdir. Bu görüş Ebu'l-Âliye ve Rebî'den rivayet edilmiştir. Kelimeyi tenvinli okuyanlara gelince -ki bu meşhur kıraattir- onlar da bu kelimenin tefsirinde ihtilâf etmişler, bazıları bundan maksadın Firavun'un şehri olduğunu, bunun tenvinli oluşunun "Nuh" ve "Lût" kelimelerinin tenvin alışı gibi olduğunu; diğerleri ise bundan muradın herhangi bir beldeye girmek olduğunu, onlara sanki "Hangi beldeye girerseniz giriniz, orada bu şeyleri bulursunuz" denilmiş olduğunu söylemişlerdir.

Netice olarak diyebiliriz ki müfessirler, Allah'ın zikrettiği "mısr" kelimesinden murad edilenin, İsrâlloğullarının daha önce bulundukları belde midir, yoksa değil midir veyahut daha başka bir belde midir diye ihtilâf etmişlerdir. Buna göre çoğu müfessir bunun onların, Firavun ile beraber bulundukları belde olamayacağını söylemişler, ve buna Cenab-ı Hak'ın:

"Allah'ın size yazdığı mukaddes arza (beldeye) girin ve gerisin geri dönmeyiniz"(Mâide, 21) âyetini delil getirmişlerdir. Bu âyetle üç bakımdan istidlal edilir:

1. Âyetteki "Mukaddes arza (beldeye) girin" ifâdesi, bu yere girilmesini icab ettirmektedir. Bu da bir başka yere girmenin yasak oluşunu gösterir.

2. Âyetteki "Allah'ın size yazdığı" ifadesi, onların devamlı orada bulunmaları gerektiğini gösterir.

3. Âyetteki "gerisin geri dönmeyiniz" ifadesi, Beytü'l-Makdis'ten dönmenin yasak olduğu hususunda sarih bir hükümdür.

4. Dördüncü olarak da, Cenab-ı Hak, Mukaddes Betde'ye girmeyi emrettikten sonra:

"Muhakkak ki orası onlara kırk sene haram kılınmıştır. Onlar o yerde sersem sersem dolaşacaklardır"(Maide, 26) buyurmuştur. Bu emir önce zikredilip, sonra onların bu müddet içerisinde oraya girmelerinin yasak olduğunu açıklayınca, bu durumda özür ortadan kalktığında onların oraya girmeleri vacib olur. Durum böyle olduğu zaman ise, dan muradın bundan başka olması caiz olmaz.

Eğer denilirse ki: "Bu vecihler zayıftır." Birinci vechin zayıflığına gelince, bu şunun içindir: Hak teâlâ'nın: (......) ifâdesi emirdir. Emir burada, mendûbluk ifâde eder. Belki de onlar Mısr'a girmekten men olunmadıkları halde, onların mukaddes beldeye girmeleri mendûb kılınmıştır. İkinci görüşün zayıflığına gelince, ki bu Allah'ın: ayetidir, bu da bu mendubluğun devamını gösterir. Üçüncü delillerinin zayıflığına gelince, ki bu Allah'ın: Tam aksine bunda, başka iki izah tarzı daha vardır.

a) Bundan maksat, emrolunduğunuz şey hususunda isyan etmeyin, demektir. Çünkü Araplar, emrolunan şey hususunda isyan eden kimseye, "Ökçesinin üzerine geri döndü" derler. Halbuki bu isyandan murad, mukaddes toprağa girmenin daha evlâ olduğunun inkâr edilmesidir.

b) Bu nehyin sadece muayyen bir zamanla tahsis edilmiş olmasıdır.

Cevaben deriz ki: Usûl-i fıkıhta, emrin zahirinin vücûb ifâde ettiği sabit olmuştur. Bu sebeple, işte bu kaideye binaen delilimiz tam olmuş olur. Ve yine farzedelim ki emir nedb ifâde etsin... ancak emri terketme hususundaki müsaade, mendûbu terk etmeye izin olmuş olur. Bu ise peygamberlere yakışmaz. Onun, Allah'ın hitabından maksadın, olduğu şeklindeki sözünü kabul etmiyoruz. Biz deriz ki, bunun delili şudur: Allahü Teâlâ mukaddes beldeye girmeyi emredip, daha sonra da, bunun peşine buyurunca, aklımıza bu nehyin, emrin taalluk ettiği şeye râci olacağı gelir. Onun, bu nehiy muayyen bir zamana tahsis edilmiştir, sözüne karşılık biz deriz ki, tahsis etmek zahirin hilâfınadır.

Ebu Müslim el İsfehani'ye gelince, O, bundan maksadın Firavun'un Mısr'ı olmasını caiz görerek, buna iki şey delil getirmiştir:

a) Şayet biz (......) şeklinde tenvinsiz olarak okursak, bu şüphesiz, muayyen bir beldenin alemi olur. Halbuki dünyada, bu muayyen beldenin dışında bu isimle anılan başka bir belde yoktur. Bu sebeple lâfzı ona hamletmek gerekir. Bir de lâfız, alem olmakla sıfat olma arasında dönüp dolaştığında o lâfzı aleme hamletmek sıfata hamletmekten daha evlâdır. Meselâ "zalim" ve "hadis" lafızları gibi.. Çünkü bunlar alem olarak kullanıldıklarında, onları özel isim almamız daha uygun olur. Ama, şayet onu tenvinle okursak bu durumda tenvinle birlikte ya onu alem isim kabul eder, Nûh ve Lût kelimelerinde olduğu gibi, ortası sakin olduğu için buna tenvin gelmiştir deriz; bu durumda da izah, daha önce geçen izahın aynısı olur. Ama onu cins isim kabul edersek, bu durumda Hak teâlâ'nın: hitabı.muhayyer gerektirir. Nitekim adam, "Köle azad et!"dediğinde, bu ifâde dünyadaki kölelerden herhangi birisinin seçilebileceğini gösterir.

b) Allahü Teâlâ İsrailoğullarını Mısr toprağına varis kılmıştır. Bu yer onlara miras olunca, oraya girmelerinin haram kılınmış olması imkânsız olur. Bu yerin onların mirası olduğunun delili ise, Allah'ın :

"Biz onları bahçelerden, akan sulardan, hazinelerden ve şerefli makamdan çıkardık. İşte böyle çıkardık biz onları. Ve onlara, İsrailoğullarını mirasçı kıldık" (Şuârâ, 57-59) âyetleridir. Bu yerin onların mirası ve mülkü olduğu ortaya çıkınca, onların oraya girmekten men edilmemeleri gerekir. Çünkü bir şeye varis olmak, o şeye mâlik olmayı ifâde eder. Mülkteki tasarruf ise mutlaktır, istenildiği biçimde olur. Buna göre şayet, başka bir sebepten ötürü oraya girmekten men edilmiş olsa da, insan bazan bir evin mâliki olabilir. Meselâ kendisine, mescidde günlerce itikâf etmeyi vâcib kılan kimsenin durumu gibi... Çünkü, bu durumda onun evi her ne kadar onun mülkü olsa dahi, onun oraya girmesi haramdır. Buna göre: "Allah, velayet ve onda tasarruf etmek mânasında olmak üzere, onları Mısr'a mâlik kılmış; daha sonra da; ifadesiyle o mukaddes toprakta sakin olmalarını kendilerine vâcib kılmış olması bakımından niçin onlara Mısr'a girmeyi haram kılmıştır, denilmesi niçin caiz olmaz?" denilirse, biz deriz ki aslolan mülkün tasarruf hususunda mutlak olduğudur. Binaenaleyh tasarruftan men etmek, delilin aksinedir.

Ebu Müslim'in zikrettiği bu iki delile karşılık olarak birinci grup şöyle cevap vermiştir: Onun birinci izahına gelince, ona şu şekilde cevap veririz: Biz, meşhur olan kıraate sarıldık, ki bu kıraat (......) kelimesinin tenvinli okunmazdır. Ebu Müslim'in, "Bu kıraat, muhayyerliği gerektirir" sözüne karşılık biz şöyle deriz: Evet; fakat biz zikrettiğimiz deliller ile umumi olan ifâdeyi bu belli olan beldeye tahsis ediyoruz. İkinci izahına gelince, buna şöyle ip veririz: Biz, mülkün tasarruf için mutlak olduğu hususunda münakaşa etmiyoruz. Fakat bu kaide, bu asıl rehine bırakılmış veya kiraya verilmiş olak gibi, geçici bir sebepten dolayı terkedilir. Biz de bu aslı, sunmuş olduğumuz delilden dolayı terkettik.

Onlara Zillet Ve Meskenet Damgasının Vurulması

Cenâb-ı Hakk'ın, (......) âyetine gelince, bunun manası şudur: Zillet, onları kuşatacak şekilde ve onlar da onun içinde, kubbeye hapsedilmiş kimse gibi olacakları bir vaziyette, onları kuşatacak bir duruma getirilmiştir. Veya, onlara zillet, duvarın üzerine yapıştırılıp ondan ayrılmayan çamur gibi, onlardan silinemeyecek bir damga gibi onlara yapışıştır. Zillet hususunda akla en yakın görüş, ondan muradın, Cenâb-ı Allah'ın harb edip bozgunculuk yapan kimse hakkında söylemiş olduğu:

"Bu, onların dünyadaki rüsvaylığıdir" (Maide, 33) âyelindeki gibi, müstehak olmak sadedinde kullanılmış olmasıdır. Bundan muradın, bilhassa Allah'ın:

"Zelil ve hakir olarak kendi elleriyle cizye verinceye kadar..." (Tevbe, 29) âyetinden dolayı, cizye olduğunu söyleyen kimsenin bu görüşü uzaktır. Çünkü onlar ta baştan beri cizye vermeye mecbur bırakılmamışlardı.

Allah'ın, sözünden murad, fakirlik ihtiyaç hali ve şiddetli bir sıkıntıdır. Bu cins şeylerin, ceza olması caizdir. Bazı alimler bunları mu'cizelerden saymışlardır, Çünkü Hazret-i Musâ (aleyhisselâm), onlara zillet ve meskenet vurulacağını haber vermiş ve haber verdiği gibi de çıkmıştır. Bu, gaybtan haber verme olduğu için bir mucize olmuştur.

Hak Teâla'nın (Gazaba) uğradılar" ifadesine gelince, bunda birkaç vecih vardır:

1) (......) dönmek manasınadır. Allah'ın sözü "dönerler ve yönelirler" demektir, fiili sadece kötü söylere dönmek ve yönelmek için kullanılır.

2) (......) kaplamak manasınadır. Buna göre fa sözünün manası, "Allah'ın gazabı onların üstünü kapladı" demek olur. Bu görüşü Zeccâc söylemiştir.

3) (......) hakettiler manasınadır. Allahü Teâlâ'nın:

"Ben, benim günahımı ve senin günahını yüklenmeni İstiyorum" (Maide, 29), yani "her iki günaha da müstehak olmanı istiyorum" ayeti bu manadadır. Allah'ın gazabına gelince bu, intikam murad etmesi demektir.

Cenâb-ı Hakkın: onların Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri sebebiyle olmuştur" âyeti, önce zikredilmiş olan, onlara zillet ile meskenet vurulması ve gazab-ı İlâhi'nin onları bulması cezasının illetini göstermektedir.

Mu'tezile, "Zillet ve meskenetin Allah'ın yaratması ile onlarda olması gibi küfür de Allah'ın yaratması ile onlarda meydana gelmiş olsaydı, birinin diğerine karşılık ceza kılınması, diğerinin birinciye ceza kılınmasından daha evlâ olamazdı" demiştir. Bunun cevabı şöyledir: Bu görüş, ilim (bilme) ve sebeb (birşeyi yapmaya çağıran şey) meselesine terstir. Küfrün hakikati ile ilgili izah yukarıda geçmişti.

Allah'ın: "Peygamberleri haksız yere öldürdükleri için" âyetine gelince, bunun manası, "onlar geçen cezaları, keza bu fiilleri sebebiyle de haketmişlerdir" demektir. Bu âyetle ilgili bazı sorular vardır:

Birinci Sual: Âyetle İlgili Bazı Sualler:

Cenâb-ı Hakk'ın: ediyorlar" sözüne, onların peygamberleri öldürmeleri de dahildir. O halde "Peygamberleri haksız yere öldürüyorlar" diye niçin onu tekrar etmiştir?

Cevab: Burada bahsedilen Allah'ın âyetlerini inkârdır. Bu ise, âyetleri bilmemek ve inkâr etmek demektir. Bu sebeble peygamberleri öldürmek, bu ifâdenin şümulüne girmez.

İkinci Sual: Peygamberin Haklı Yere öldürülebileceği Söylenebilir mi?

Allah, niçin "haksız yere" buyurmuştur? Halbuki peygamberleri öldürmek her halükârda haksız yere olur.

Buna iki şekilde cevab veririz:

a) Bâtıl bir işi yapmak bazan hak olabilir. Çünkü onu işleyen kimse, kalbindeki bir şüpheden ötürü onu hak (doğru) zannedebilir. Bazan da onun bâtıl olduğunu bilerek yapar. Şüphesiz ikinci şekil daha kötüdür. Bu sebebten ötürü Hak teâlâ'nın, ifadesinin manası şöyle demek olur: "Bu öldürme, onların inancına ve zanlarına göre de hak olmadığı halde, onlar peygamlerleri öldürmüşler. Hatta bu işin çirkinliğini biliyorlardı, bunu bile bile yapmışlardır."

b) Bu tekrar tıpkı, "Kim Allah ile beraber diğer bir tanrıya, buna dâir hiçbir delili olmadığı halde, taparsa..." (Mü'minûn, 117) ayetinde olduğu gibi, te'kid içindir. Çünkü ikinci bir ilâh edinen kimsenin herhangi bir delilinin olması imkânsızdır.

Bir üçüncü cevab da şöyledir:

a) Allahü Teâlâ, şayet, sırf peygamberleri öldürdükleri için onları zemmetmiş olsaydı, o zaman onlar, "Onları gerçekte öldüren Allah değil midir?" dererdi. Fakat Hak teâlâ, Allah'dan sudur eden öldürmenin "hak" olan bir öldürüş, başkalarının öldürmesinin ise "bâtıl" olan (haksız) bir öldürüş olduğunu beyan etmiştir.

Allahü Teâlâ'nın: "Bu, onların âsi olmaları sebebiyledir" ifadesine gelince bu, aynı lâfızla yapılmayan bir tekrarı te'kid içindir. Bu ifade aynen, birisinin, bir çok defa suç işlemiş olan kölesine, en sonunda cezalandırırken, "Bu, bana isyan ettiğin, emrimi tutmadığın için; bu bana karşı cüretkârlık gösterdiğin ve benim hilmime aklandığın için..." diyerek, ona itiraz fırsatı vermemek için, çeşitli ifâdelerle suçlarını sayıp dökmesi gibidir.

Allahü Teâlâ'nın: "Onlar haddi aşıyorlardı" ifadesine gelince bundan maksad onların zulümleridir. Yani "Onlar haktan bâtıla geçtiler" demektir. Bil ki Hak teâlâ, onlara inen cezayı zikrettiği zaman, bu cezanın sebebini açıkladı ve bunlar içinde de evvelâ Allah'a karşı yaptıktan şeyi zikretti. Bu, onların Allah'ı ve nimetlerini inkâr etmeleridir. Sonra büyüklük bakımından ikinci gelen suçlarını zikretti ki bu da, peygamberleri öldürmeleridir. Üçüncü olarak, onlara has olarak sâdır olan günahlarını zikretti.

Dördüncü olarak, haddi aşmak ve zulmetmek gibi, başkalarına zarar veren günahlarını zikretmiştir. Bu son derece güzel bir tertibdir. Şayet "Hak teâlâ, burada buyurarak, "hak" lafzını eliflamlı olarak marife, Al-i İmran suresinde:

"Allah'ın âyetlerini İnkâr edenler ve peygamberleri bir hakları olmaksızın öldürenler..."(Âl-i İmran, 21) buyurarak, yine Al-i İmran sûresinde: "(Onlar) peygamberleri haksız yere öldürmüşlerdi. (Bir de) çünkü onlar isyan etmişler ve aşırı gitmişlerdi. Hepsi bir değildirler" (Al-i imran, 112-113) buyurarak nekire getirmiştir.

"Bu ikisi arasındaki fark nedir?" denilirse, cevab olarak deriz ki: Müslümanlarca malum olan "hak", öldürmeyi gerekli kılan haktır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

"Müslüman bir kimsenin kanı ancak şu üç şeyin birisi ile helâl olur (yani öldürülebilir): İman ettikten sonra İnkâr, evlendikten sonra zina, haksız yere birisini öldürmek" Aynı manada bir hadis için bkz: Buharî, Diyât, 6; Müslim. Kasame, 25 (3/1302); Tirmizi. Hudûd, 15 (4/49). buyurmuştur. Buna göre harf-i tarifle gelen "hak" işte buna işaret etmek içindir. Nekre olarak gelen "hak'tan murad İse, umumun tekididir, yani burada hiç bir surette bir hak mevcut değildir, ne müslümanlar, ne de başkaları nezdinde.

61 ﴿