62

"Şüphe yok ki iman edenler, yahûdiler, hristiyanlar ve sabitlerden kim (Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şeriatına göre) Allah'a ve ahiret gününe iman edef, bununla beraber salih amelde bulunursa, elbette onların Rab'leri -katında ecirleri vardır. Hem onlara bir korku da yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar" .

Bil ki meşhur kıraat, dâl harfinin zammesi ile kelimeyi okumaktır. Dahhâk ve Mücâhid'den, dâl harfinin fethast ve vâv harfinin sükûnu ile (......) şeklinde okudukları rivayet edilmiştir. Şu kelimeler, hangi âyette bulunursa bulunsun meşhur olarak, hemzeli şekilde ve diye okunur. Nâfi, Şeybe ve Zühri'nin hemzesiz ve sakin yâ harfi ile bu kelimeyi; hemzesiz ve bâ harfinin ötüresi ile (......) şeklinde okudukları rivayet edilmiştir. el-Amrî'den, her iki şekli ile de kelimeyi hemzeli okuduğu; Ebu Cafer'den, her ikisinde de kelimeyi hemzeye bedel hâlis "ye" harfi ile okuduğu rivayet edilmiştir.

Bu kelimeyi hemzesiz okuma, iki ihtimalden dolayıdır:

1) Bu, bir kimse bir şeye meyledip onu sevdiği zaman, bunu ifade etmek için kullanılan (......) fiilindendir.

2) Burada hemze kalbolunmuştur. Buna göre ve deriz. Bu kelimenin tercih edilen kıraati, hemzeli okunmasıdır. Çünkü bu, ekseri kârilerin okuyuşudur ve kelimenin tefsirine de en yakın olandır. Zira ilim ehli şöyle demişlerdir: bir dinden çıkıp diğer dine giren kimsedir."

Bil ki Allah'ın âdeti, bir vaa'd veya va'îdde bulunduğunda peşinden sözün tam olması için, onun aksi olan şeyi de zikretmesidir. İşte burada, Ehl-i Kitab'dan kâfir olanların hükmünü ve başlarına gelen cezaları zikredince, Allah, iyilikte bulunan kimseyi ihsanı ile, kötülük yapan kimseyi de kötülüğü ile cezalandırdığını göstersin diye, mü'minlere âit büyük mükâfaatı ve bol sevabı haber vermiştir. Nitekim O:

"Kötülük işleyenlere yaptıkları ile, iyilik işleyenlere daha iyisi ile karşılık versin diye..." (Necm, 31) buyurmuştur. İşte bu sebeple burada da; buyurmuştur.

Yahudi, Hıristiyan ve Sâbiîlerin Uhrevî Akıbetleri

Müfessirler, bu ayette kimlerin kasdedildiği konusunda ihtilâf etmişlerdir. Bunun sebebi, aynı âyetin sonundaki: Allah'a ve âhiret gününe iman ederse" ifadesidir. Çünkü bu: "iman edenler..." ifadesindeki imandan kastedilen şeyin, ifadesindeki imandan kastedilen şeyden başka olmasını gerektirir. Müşkil olma bakımından bunun bir benzeri de:

"Ey iman edenler, iman ediniz" (Nisa, 136)ayetidir. İşte bu müşkillikten ötürü âlimler birçok görüş zikretmişlerdir:

a) İbn Abbas (r.â)'ın görüşüne göre, bundan murad, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gönderilmezden önce, yahûdilik ve hristiyanlığın batıl itikadlarından berî olarak Hazret-i İsâ (aleyhisselâm)'ya inanmış olan kimselerdir. Meselâ, Kuss b. Sâide, Rahib Bahîrâ, Habibu'n-Neccâr, Zeyd b. Amr b. Nüfeyl, Varaka b. Nevfel, Selman-ı Fârisi, Ebu Zerr'il-Gifâri ve Necâşî'nin heyetindeki kimseler gibi...Buna göre sanki Hak teâlâ şöyle demektedir: "Hazret-i Muhammed peygamber olarak gön derilmeden önce yahûdilerin batıl dini üzere ve hristiyanların batıl dini üzere olanlardan, Hazret-i Muhammed, peygamber olarak gönderildikten sonra Allah'a, âhiret gününe ve Hazret-i Peygambere iman eden herkes için, Rab'leri katında mükafaat vardır."

b) Allahü teâlâ, bu sûrenin evvelinde, münafıkların yolunu, sonra da yahudilerin yolunu anlatmıştır. Buna göre Allah'ın bu ayetteki "iman edenler (den) ifadesirden maksad, kalbten değil de "lisânen (zahiren) imân etmiş" görünen kimselerdir. Bunlar da münafıklardır. Buna göre Allahü teâlâ, burada önce münafıkları, sonra yahûdileri sonra hristiyanları, daha sonra da sabitleri saymıştır. Bu nedenle sanki Cenab-ı Hak: "Bu batılcılardan kim hakiki olarak imân ederse, Allah katında mü'minlerden olur" demektedir. Bu Süfyan es-Sevri'nin görüşüdür.

c) Allahın ifadesinden muradı, gerçekde Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e inanan kimselerdir. Bu ifâde geçmişle alâkalıdır. Daha sonra gelen:

"Kim Allah'a imân ederse" ifadesi ise gelecekle ilgilidir. Buna göre bunların manası, "Bundan önce imân eden, imânını sürdüren ve gelecekte de sürdürecek olan kimseler., ." demektir. Bu, kelamcıların görüşüdür.

Yahudi Ne Demektir?

Cenâb-ı Allah'ın buyruğuna gelince, buradaki (......) kelimesinin iştikakı (kökü) hususunda âlimler, birkaç görüş belirterek ihtilâf etmişlerdir:

1) Buzağıya taptıkları için tevbe ettikleri ve:

"Ya Rabbi biz tevbe ederek sana döndük" (Araf, 156) dedikleri zaman İsrailoğulları, yahudi ismini almışlardır. Bu görüş İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edilmiştir.

2) Benî isrâil, Hazret-i Yakub (aleyhisselâm)'un en büyük çocuğu olan Yehûza'ya nisbet edildikleri için "Yahûdî" diye isimlendirilmiştir. Araplar kelimeyi Arapça bir şekle sokmak için "dâl" harfi ile telâffuz etmişlerdir. Çünkü onlar Arapça olmayan isimleri, dillerine aktardıkları zaman bazı harflerini değiştirirler.

3) Amr b. Âlâ şöyle demiştir: Onlar Tevrat'ı okurken sallandıkları için (sallanma manasına gelen) bu isimle isimlendirilmişlerdir.

Nasara Kelimesinin Mânası

(......) kelimesine gelince, bunun iştikakı hususunda da birkaç görüş vardır:

1) Hazret-i İsâ(aleyhisselâm)'nın konakladığı kasabanın ismi "Nâsıra"dır. Bundan dolayı hristiyanlar da bu kasabaya nisbet edilerek diye isimlendirilmişlerdir. Bu İbn Abbas, Katâde ve İbn Cüreyc'in görüşüdür.

2) Birbirleriyle yardımlaştıkları için ("yardımlaşmak" manasına gelen dan dolayı) bu ismi almışlardır.

3) Hazret-i İsâ (aleyhisselâm), havarilerine"Allah yolunda bana yardım edecek olanlar (ensârım, dostlarım) kimlerdir?" (Sâff.14) dediği için böyle isimlendirilmişlerdir. Keşşaf sahibi, nasârâ kelimesinin, (......) kelimesinin çoğulu olduğunu söyleyerek şöyle der: "Arapça'da "yardım eden adam, yardım eden kadın" denilir (......) kelimesindeki yâ harfi, (......) kelimesindeki gibi, mübalağa ifade eder. Bunlara, Hazret-i İsâ (aleyhisselâm)'ya yardım ettikleri için "Nasrânî" denilmiştir."

Sâbiin Kimlere Deriz?

Allahü Teâlâ'nın ifadesi, bir kimse dininden çıkıp başka bir dine girdiğinde, bunu ifade etmek için söylenilen fiilindendir. Bu manada Araplar da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i "Sâbiî diye isimlendirmişlerdir. Çünkü O, onların dininden başka bir din göstermiştir. Bu manada, yıldızlar doğacağı yerden çıktığı zaman birisini çıkardığımız zaman, denilir.

Müfessirlerin, sâbiîlerin itikadlarını açıklama hususunda çeşitli görüşleri vardır:

1) Mücahid ve Hasan Basri, bunların kestikleri hayvanlar yenilmeyen ve kadınları ile evlenilmeyen mecûsî ve yahûdilerden olan bir taife olduğunu söylemişlerdir.

2) Katade, bunların meleklere tapan ve hergün beş kere güneşe doğru ibâdet eden kimseler olduğunu söylemiş; sözüne devamla şöyle demiştir: Beş türlü din vardır. Dört tanesi şeytanın, bin Allah'ın dinidir. Meleklere tapan sâbiîlerin, ateşe tapan mecûsilerin, putlara tapan müşriklerin ve Ehl-i Kitab'ın dini şeytanın dinidir.

3) Doğruya en yakın olan bu görüşe göre, sâbiıler yıldızlara tapan bir taifedir. Bu sâbiîlerin bu hususta iki değişik görüşleri vardır:

a) Kâinatın yaratıcısı Cenâb-ı Allah'dır. Ancak O, bu yıldızlara ta'zim edilmesini ve onların ibâdet, duâ ve ta'zim için kıble kabul edilmelerini emretmiştir.

b) Allah felekleri ve yıldızları yaratmıştır. Fakat, âlemdeki hayır, şer, sıhhat ve hastalık gibi şeyleri idare eden, düzenleyen ve yaratan bu yıldızlardır. Bundan dolayı insanların, onlara ta'zim etmesi gerekir. Çünkü bunlar âlemi idare eden ilâhlardır. Hem bu yıldızlar da Cenâb-ı Hakk'a ibâdet ederler. Bu mezheb, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in itikadlarını reddetmek ve iptal etmek için geldiği, Keldanilere âit bir mezhebtir.

Mühim Bir Nokta: Allah'a İmânın Şümulü

Sonra Hak teâlâ, âyette geçen dört fırka hakkında, bütün dalâlette olanlar dalâletlerinden vazgeçip hak dini tasdik ettikleri zaman, Allah'ın onların imanlarını ve taatlarını kabul edeceğini ve onları huzurundan kovmayacağını bilsinler diye, Allah'a imân ettikleri takdirde âhirette onlara mükâfaat vereceğini açıklamıştır. Bil ki "Allah'a imân etme" ifadesine, Allah'ın vâcib kıldığı şeylere, yani, peygamberlerine imân; âhiret gününe imân etmek ifadesine de âhiretle ilgili bütün hükümler girer. Allah'a ve âhiret gününe imân, sevab ve ikâbı gerektirecek mükellefiyet ve âhiret halleri hakkında, dinlen ilgilendiren herşeyi kendinde toplamaktadır.

Hak teâlâ'nın "Rableri yanında" ifadesine gelince, bundan maksad "mekan" ile ilgili bir yanında oluş değildir. Çünkü bu Allah hakkında düşünülemez. Bu, emânetferdeki gibi koruma manasına da değildir. Aksine bundan maksad, onların mükâfaatlarının Rableri katında meydana gelecek olan kesin bir ücrettir.

İmân Edenlerin Korku ve Hüzünden Uzak Olmaları

Allahü teâlâ'nın, "Onlara korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır" âyeti hususunda şöyle denilmiştir: Allah, dünyevî meselelerde onlardan korku ve üzüntüyü kaldıracağını kasdetmiştir. Bazı âlimler ise, Allah'ın bunu, uhrevî sevab hususunda söylediğini belirtmişlerdir. Bu ikinci görüş daha doğrudur. Çünkü O'nun, ifadesi, nefy hususunda umûmî bir ifâdedir, âyeti de böyledir. Korku ve üzüntünün olmaması dünyada iken bilhassa mükellefler için söz konusu değildir. Çünkü onlar her vakit ya dünyevî veya uhrevî bir sebebten dolayı üzüntü ve korku içindedirler. Bu nedenle Cenâb-ı Hakk sanki onlara âhirette mükâfaat vaadetmiş ve sonra bu mükâfaatın korku ve endişelerden uzak olacağını açıklamıştır. Bu da onların mükâfaatlarının ebedî olmasını gerektirir. Çünkü onlar o nimetin sona erebileceğini düşünselerdi, onları büyük bir üzüntü bürürdü.

Sâbiûn Kelimesinin Kur'ân'ın Üç Yerinde Gösterdiği Farklılık

Şayet bir kimse derse ki: "Allahü teâlâ, bu âyeti Mâide sûresinde: "İmân edenlerden, yahûdilerden, sâbiîlerden ve tıristîyanlardan kimler Allah'a ve âhiret gününe imân ederlerse, onlara korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır" (Maide. 69) şeklinde; Hacc sûresinde de "O imân edenler, yahûdiler, sabiiler, hristiyanlar, mecûsiler ve müşrikler (yok mu?) Allah kıyamet günü (bütün) bunların aralarında hüküm verecektir. Çünkü Allah her şeyi hakkıyla görendir" (Hacc, 17) şeklinde getirmiştir. Âyetlerdeki sayılan sınıfların takdim ve tehiri; Sâbiîn lafzının bir âyette merfû, başka bir yerdeyse mansûb olmasıyla meydana gelen farklılıkta, bu değişiklikleri gerektiren bir fayda var mıdır derse, böyle bir soruya cevaben şöyle deriz: Bu âyetleri ifâde eden Ahkemu'l-Hakimîn olan Cenâb-ı Hakk olunca, mutlaka bu değişikliklerde hikmetler ve faydalar vardır. Eğer biz bu hikmetleri idrak edersek, kemâle ulaşmış oluruz. Eğer idrakten âciz kalırsak, kusur Hakim olan Allah'ın sözü hakkında değil, bizim akıllarımız için söz konusu olur.

Benî İsrail'den Ahid Alıp Dağı Üzerlerine Kaldırma Hadisesi

62 ﴿