72Hani siz (Ey yahudiler) bir şahsı öldürmüştünüz de, onu (öldürme işini) birbirinizin üzerine ahnışhnız. Halbuki Allah sizin gizlediğinizi açığa vuracaktı. Burada Bildirilen Kati Hadisesi Bil ki bu ayetlerde anlatılanlar, İsrâiloğullarının başına gelen şiddetli cezaların ikincisidir. İbn Abbas'dan ve diğer müfessirlerden rivayet edildiğine göre, İsrailoğullarından bir adam varis olmak için bir akrabasını öldürdü ve cesedini bir yol kavşağına attı. Sonra bunu Musa (aleyhisselâm)'ya şikayet etti de, Musa (aleyhisselâm) katili bulmak için çalıştı. Katili ortaya çıkaramayınca onlar ona: "Bizim için bunu Rabbinden iste de katilin kim olduğunu bize açıklasın" dediler. Hazret-i Musa (aleyhisselâm) Cenab-ı Allah'dan bunu sordu. Hak Teâla ona; Allah size mutlaka bir inek kesmenizi emrediyor.." diye variyetti. İsrailoğulları buna hayret ettiler, her halden sonra sorular sorarak kendilerine zorluk çıkarttılar ve ineğin sıfatlarını iyice öğrenmek istediler. Bütün sıfatları belli olunca da bu özellikleri taşıyan ineği ancak belli bir şahsın yanında bulabildiler. Adam ineğini ancak fiyatının kat kat üstünde bir fiyatla satıyordu. Onlar onu böylece satın aldılar ve kestiler. Musa (aleyhisselâm) onlara, kesilen hayvanın bir uzvunu (parçasını) alıp, onunla öldürülmüş olan adama vurmalarını emretti. Onlar da bunu yapınca ölü diriliverdi ve kendisini öldürenin ismini onlara söyledi. Meğerse, katil, ilk defa şikayette bulunan kimse imiş. Onu kısas olarak öldürdüler. Sonra bu ayetlerle ilgili birtakım meseleler vardır: Husün-Kubüh Meselesi Acı vermek ve kesmek, ancak Allah emrettiği zaman mâkul ve güzel olur. Sonra bize göre bunun güzel oluşunun izahı şudur: Cenab-ı Allah mülkün sahibidir. Hiç kimsenin O'na itiraz etme hakkı yoktur. Mutezileye göre, bu (gibi) şeyler ivaz (karşılık olma) durumunda güzel olur. Muhayyer Vacib Hak Teâla, onlara dünyadaki inekferden herhangi birini kesmelerini emretmişti. Bu insanın muhayyer bırakıldığı bir vâcibdir. Bu da bizim "muhayyer vâcib" hususundaki görüşümüzün doğruluğuna delâlet etmektedir. Buradaki (Bir İnek) Umumi Bir lafız Mıdır? Âyetteki (bir inek) lâfzının umumi bir lâfız olduğunu kabul edenler, Allah'ın; ol ayetinin manasının, "Allah size herhangi bir ineği kesmenizi emrediyor" şeklinde olduğuna ittifak etmişlerdir. Bu sîga, bu umumi manayı ifade eder. Lâfzın umûmî oluşunu kabul etmeyenler ise, "Bu lâfız umûma delâlet etmez" demişler ve bu görüşlerine birkaç bakımdan delil getirmişlerdir: 1) (Bir inek kes) diyen kimsenin bu sözünden anlaşılan manayı iki kısma ayırmak mümkündür. Bu sözün, hem "şu şu vasıflarda belli bir inek kes" manasına, hem de "dilediğin, herhangi bir inek kes" manasına anlaşılması doğru olur. O zaman senin (kes) sözünden anlaşılan, bu iki şeklin müşterek olduğu bir manadır. İki şey arasında müşterek olan şey, bunlardan birine tahsis edilemez. Buna göre "bir inek kesiniz" sözünün manası, sadece, "dilediğiniz herhangi bir inek kesiniz" şeklinde değildir. Böylece bu lâfzın umum ifade etmediği ortaya çıkmış olur. Çünkü eğer o umûm ifade etmiş olsaydı sözündeki (hangisini dilerseniz) sözü tekrar; (Belli bir ineği kesiniz) sözü de, müştereklik ihtimalini iptal etmek olurdu. Böyle olmadığı için, bu lâfzın umumî oluşu görüşünün yanlışlığını anlamış oluruz. 2) Allah'ın, "Bir inek kesiniz" emri, bizim "Bir inek kesmeyiniz" sözümüzün zıddı gibidir. Bizim "Herhangi bir inek kesmeyiniz" sözümüz umûmî nefyi ifade eder. Bundan dolayı, "Bir inek kesiniz" sözümüz nefyin umumîliğini kaldırır ve tek bir bakımdan hususiliğin bulunması, nefyin umumiliğinin kalkması için yeterlidir. Bu durumda, ifadesi, tek bir.iheği kesmeyi ifade eder. Diledikleri herhangi bir ineğin kesilmesi hususunda ifadenin mutlak oluşuna gelince, bu nefyin kalkması hususunda buna ihtiyaç yoktur. Bu sebeple, bu mananın lâfızdan çıkarılmış olmaması gerekir. 3) Allah'ın: sözü nekire ve müfred bir lâfızdır. Müfred nekire lâfızlar ise, kendisine delâlet eden söze göre muayyen olmadığı halde, kendi içinde muayyen bir ferdi ifade eder. Dolayısı ile, bir insanın: "(Bir adam gördüm) sözünün ancak bizim dediğimiz şeyi ifade etmesinin de delâlet ettiği gibi, bu lâfzın ineklerden herhangi birini ifade etmesi caiz olmaz. Haber cümlelerinde durumun böyle olduğu sabit olunca, emir cümlelerinde de aynı olması gerekir. Lâfzın Umumî İfade Olduğunu Söyleyenlerin Delilleri Bu lâfzın umûm ifada ettiğini söyleyenler de şu şekilde delil getirmişlerdir: Eğer onlar herhangi bir inek kesmiş olsalardı, emri yerine getirmiş olurlardı. Bu sebeple bu lâfzın umûm ifade etmiş olması gerekir. Buna cevab: Bu, birinci neticeye göre bir müsadere ale'l-matlub (neticeyi kıyasın bir parçası yapmak) dır. Çünkü bu onun (......) ifadesinin manası "Herhangi bir ineği kes" şeklinde olduğu zaman ancak olur. Bu ise, münakaşa mevzuu olan, meselenin kendisidir. Buna göre, burada söylenecek söz de aynıdır. Buna iyice anladığında biz deriz ki: Alimler, Allah'ın; "Bir inek kesiniz" emri hususunda, bunun belli, belirtilmiş bir ineği kesmeyi ifade eden bir söz mü, veya herhangi bir ineği kesmeyi ifade eden bir söz mü? diye ihtilâf etmişlerdir. Buna göre, açıklamanın, (beyânın) hitab vaktinden sonra yapılabileceğini söyleyen âlimler, hernekadar bu inek belirtilmese bile, bu emrin belli bir ineği kesmeyi ifade eden bir emir olduğunu söylemişlerdir. Açıklamanın hitab vaktinden sonra olamayacağını söyleyen alimler ise şöyle demişlerdir: Emir, hernekadar herhangibir ineği kesmeyi ifade ediyor idiyse de İsrâiloğulları bu mükellefiyetin değişmesini isteyince, bu anda teklif (hüküm) de değişti. Bu, şundan ileri gelmiştir: Çünkü evvelki mükellefiyet, eğer tutsalardı kifayet edecekti ve ineğin cinsi hususundaki seçme serbestlikleri, o durumda onlar için bir iyilik (maslahat) idi. Onlar karşı çıkıp, emri tutmayınca ve isteklerini sürdürünce, menfaatlerine olan hususun değişmesi imkânsız olmaz. Bu, görünen dünyada da böyledir. Çünkü çocuğunu terbiye eden, bazen isteyerek ona kolaylığı emreder. Ama çocuk bundan kaçınınca terbiye eden baba, ona zor olanı emretmeyi daha faydalı bulur. Burada da durum aynıdır. Birinci görüş sahipleri, birkaç bakımdan delil getirmişlerdir: 1) Allah'ın: "Bizim için Rabbine duâ et de, onun nasıl bir inek olduğunu bize açıklasın" rengini açıklasın, ve; "Allah diyor ki: O yaşlı olmayan bir inektir, " "O san renkli bir inektir", O, çitte koşulup tarla sürecek bir inek değildir" sözleri, daha önce kesmeleri emredilen şey ile ilgilidir. Bu kinayeler (zamirler) kesilmesi emredilenin, herhangi bir inek değil, aksine belli bir inek olduğuna delalet eder. 2) Onların ikinci sorularına cevab olarak, Allah'ın zikrettiği sıfatlar, ya ta başta kesmeleri emredilen ineğin sıfatlarıdır, veyahut da bu sorudan dolayı kendilerine kesmeleri vâcib olmuş ineğin sıfatlarıdır, ki bu durumda önceki emir neshedilmiştir. Birincisi, bizim ulaşmak istediğimiz neticedir. İkincisi, sonradan zikredilen sıfatlarla yetinmeyi, daha önce zikredilmiş olan sıfatların olmamasını gerektirir. Müslümanlar, bütün bu sıfatların muteber olduğunda icmâ edince, biz bu kısmın yanlışlığını anlamış olduk. Buna göre, şayet; "Kinayelerin (zamirlerin) o inek ile ilgili olduğunu kabul etmiyoruz. O halde niçin bu zamirlerin zamir-i şân ve zamir-i kıssa olması caiz olmasın? Halbuki bu Araplarca bilinen bir usuldür" denilirse, biz deriz ki bu birkaç bakımdan bâtıldır: a) Bu zamirler, şayet zamir-i şân veya kıssa olsalardı, kendilerinden sonra gelen cümleler herhangi birşey ifade etmezdi. Çünkü O'nun; "sarı bir inek" sözünün bir manası olmazdı. O halde, başka birşeyin takdir edilmesi gerekirdi. Bu da aslın hilâfınadır. Ama biz bu zamirleri, daha önce geçmiş, kesilmesi emredilen ineğe râcı kıldığımızda, bu mahzur ortadan kalkar. b) Zamirlerin, zamir-i kıssa veya şân olduklarını söylemek, aslolan şeyin aksinedir. Çünkü zamirlerin, daha önce geçen bir şeye râcî olmaları gerekir. Halbuki kıssa ve şân zamirleri böyle değildir. Bu sebeple, bu zamirlerin, kıssa ve şân zamiri kabul edilmeleri caiz olmaz. Ancak bazı yerlerde, zaruretten dolayı asıl olan bu kaideye muhalefet ederiz. Bundan başka yerler, yine asla göredir. c) Allah'ın: sözlerindeki zamirler kesilmesi emredilen ineğe râcîdirler şüphesiz ki.. Bu sebeple: "O, san bir inektir" ayetindeki zamirin de o ineğe râcî olması gerekir. Aksi halde, cevab suale uygun olmamış olurdu. 3) Şayet onlar ısrarla isteyenler olsalardı, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın kendilerine emrettiği şeyin ölçüsünde, ihtimali bertaraf eden bir şey bulunmazdı. Çünkü Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın söylediği ölçü, onun sarı, orta yaşit ve tam kuvvetli bir inek olmasıdır. Bu ölçü, birçok ihtimallere mahaldir. İsrailoğulları bunlara karşı susup, bunlarla yetindikleri için, onların inadcı olmadıklarını anlamış olduk. İkinci görüşe sahib olanlar da birkaç bakımdan delil getirmişlerdir: 1) "Cenab-ı Allah'ın: ayetinin manası, "Allah size, herhangibir ineği kesmenizi emrediyor" şeklindedir. Bu ise, umûm ifade eder. Bu durum da, bundan sonra sıfata itibar etmenin yeni bir teklif olmasını gerektirir. 2) Eğer Allah'ın muradı, belli bir ineği kesmeleri olsaydı, onlar daha fazla açıklama istemelerinden dolayı azarlanmaya değil, medhe müstehak olurlardı. Allahü teâlâ onları: "Emrolunduğunuzu artık yapın" ve: "Onu kestiler, ama neredeyse bunu yapmayacaklardı" diye azarladığı için, daha önce yapmaları emredilen işte kusur etmiş olduklarını anladık. Bu ise ancak ilk önce emredilenin onların belli bir ineği kesmeleri olması halinde olur. 3) İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan şu rivayet edilmiştir: "Eğer onlar, diledikleri bir ineği kesselerdi, bu onlara yetecekti. Ancak onlar, kendileri aleyhine işi zorlaştırın-ca, Allah da onların mükellefiyetini şiddetlendirdi." 4) İneği kesmeleri emredildiğinde onlar onu kesmeliydiler. Buna göre, Allahü teâlâ açıklamamasına rağmen, emredilen şey belli bir ineği kesme olsaydı, bu açıklamayı, (beyanı) ihtiyaç duyulan vakitten sonraya bırakma olurdu ki bu caiz değildir. Birinci delile cevabımız, bu meselenin başında söylediğimiz şeylerdir. Buna göre, Allahü teâlâ'nın: ayeti, emredilen şeyin herhangi bir ineği kesme olduğunu göstermez. İkinci delile cevabımız şöyledir: Hak teâlâ'nın: "Nerede ise onu yerine getirmiyeceklerdi" ifadesinde, onların hadisenin başında gevşek davrandıklarında, iyice açıklandıktan sonra da nerede ise bu hususta haddi aştıklarına herhangi bir delil yoktur. Aksine bu ifadenin her ikisine ihtimali vardır. Ama biz onu haddi aşma manasına hamlediyoruz ki bu, onların meseleyi iyice izah edilmesine bağladıkları için, izah tamamlanınca durmaları, nerede ise bu emri yerine getirmemeleridir. Üçüncü delile şöyle cevab veririz: İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan gelen bu hadis, haber-i vahidlerdendir. Sahih olduğunu kabul etsek bile, haber-i vahid, Kur'an'a ters düşemez. Onların dördüncü delillerine şöyle cevab veririz: Açıklamanın, ihtiyaç duyulan zamandan daha sonra getirilmesi, ancak emrin fevrîliğe (hemen yapılması gerektiği) delâlet etmesi durumunda gerekir. Bu ise bizce caiz olmaz. Bilki, emredilenin herhangi bir ineği kesmeleri olduğu görüşüne göre meseleleri dallandırdığımızda, mutlaka mükellefiyetlerin başka başka olduğunu söylememiz gerekir. Buna göre onlar, ilk defa herhangi bir ineği kesmek ile emrolunmuşlar, ikinci defa ise, yaşlı olmayan, küçük olmayan, orta yaşlı bir sığır kesmeleri emredilmiştir. Onlar bunu da yapmayınca, sarı bir İnek kesmeleri emredildi. Onlar bunu da yapmayınca, bunlarla birlikte ayrıca onun çifte koşulup yeri sürmemiş, tarla sulamamış bir sığır olması emredilmiştir. Sonra bu görüşe sahib olanlar da ihtilâf etmişler, bazıları en son gelen teklifin, daha önce geçen sıfatları da bulundurmasının gerekli olduğunu, binaenaleyh ineğin son sıfatla birlikte ne yaşlı, ne küçük olması ve sapsarı olması gerektiğini; bazıları da o sığırın sadece son sıfata sahib bir sığır olması gerektiğini söylemişlerdir. Hernekadar birincisi, rivayetlere ve emri yerine getirmede kararsızlık göstermelerine karşılık onlara şiddet göstermeye daha uygun ise de; ikinci görüş, bu bir mükellefiyetten sonra ikinci bir mükellefiyet olduğu için, sözün zahirine daha uygundur. Açıklamanın ihtiyaç duyulan zamandan sonra gelmesinin doğru olmadığı sabit olunca, bunun mutlaka bir mükellefiyetten sonra, diğer başka bir mükellefiyet olması gerekir. Bu da, daha kolay olanın daha zor bir hüküm ile bazan neshedilebileceğine ve amelden (birşeyi yapmadan) önce neshin olabileceğine delalet eder. Ancak neshin, fiilin vaktinden önce olabileceğine delalet etmez. Ve yine bu, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın şeriatında da neshin olduğunu gösterir. "Neshe ilave nesih midir, değil midir?" meselesi de bu meseleyle alâkalıdır. Yine, bu önceki mükellefiyeti yerine getirmeyen ve karşı çıkan kimsenin ikinci defa mükellef tutulmasının yerinde olduğunu da gösterir. Hazret-i Musa'yı Alay Etmekle İttiham Etmeleri Allahü teâlâ'nın: "Sen bizimle alay mı ediyorsun?" dediler ayeti ile ilgili birkaç mesele vardır: Bazı Farklı Kıraatler Ayetteki 'lafzı, zâ harfinin zammesi ile ve sükûnu ile, ve kelimeleri gibi okunmuştur. Hafs, ilk iki harfi zammeli olarak ve vav harfi ile (......) şeklinde okumuştur, (......) kelimesi de böyledir. Kelimesindeki İhtimaller Kaffâl şöyle demiştir: Allahü teâlâ'nın; "Sen bizimle alay mı ediyorsun? dediler" ayeti, inkâr manasında istifhamdır. Burada, (......) kelimesinin, kendisi ile istihza edilen manasına olması caizdir. Nitekim "Bu Allah'ın ilminde yani malûmatında böyledir. Allah bizim umudumuzdur, yani umduğumuzdur" denilir. Bunun bir benzeri de Hak teâlâ'nın: "Onları eğlence edindiniz" (Müminun. 110) ayetidir. Keşşaf sahibi, ayetinin manası "Sen bizi eğlence yerine mi koyuyorsun, eğlenen kimseler yerine mi veya eğlenilen kimseler yerine mi koyuyorsun?" demektir. (......) kelimesi bizzat, ileri derecede istihza etmek manasınadır" demiştir. Hâdise İle Emir Arasındaki İlişkiyi Anlamamaları İsrâiloğulları işte böyle söylemişlerdir. Çünük onlar, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'dan katilin kim olduğunu ortaya çıkarmasını istediklerinde, O: "Bir inek kesiniz" deyince, onlar bu cevabla soru arasında bir alaka görememişler. Bundan dolayı onun kendisiyle alay ettiğini sanmışlardır. Çünkü Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın onlara ineği kesmelerini emretmesi esnasında, o kesecekleri ineğin bir parçası ile ölünün cesedine vurduklarında onun dirileceğini bildirmemiş olması muhtemeldir. İşte bu yüzden, onun sözü, İsrâiloğulları tarafından alay yerinde anlaşılmıştır. Yine Hazret-i Musa (aleyhisselâm) hernekadar durumu açıklamış olsa bile, onların, ölüye, kesilen ineğin bir parçasıyla vurdukları zaman onun nasıl dirileceğine şaşıp da, bu emri, istihza yerine geçen bir ifade sanmaları da muhtemeldir. Hazret-i Musa'yı Alayla İttihamları Sebebiyte Kâfir Oldular Mı? Bazıları, bu kavmin, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya; "Bizimle alay mı ediyorsun?" dedikleri için kâfir olduklarını söylemişlerdir. Çünkü on- lar, eğer bunu söylemiş ve Allah'ın ölüleri diriltmeye kudreti olduğunda şüphe etmişler ise, bu inkârdır. Ve eğer onlar, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın kendilerine emrettiği şeyin, Allah'ın emri ile olduğunda şüphe etmişler ise, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın kendisine vahyedilene hıyanet ettiğini kabul etmiş olurlar Ki bu da inkârdır. Bazı alimler bu sözün küfrü (inkârı) icâb etmediğini söylemişlerdir. Bunun iki bakımdan izahı vardır: a) Peygamberlerin şaka yapmaları caizdir. Belki de onlar, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın gerçekten şaka yaptığını sanmışlardır. Bu inkârı gerektirmez. b) (......) ayetinin manası, "Bu ne acaib cevabtır! Sanki sen bizimle alay ediyorsun" demektir. Yoksa onlar, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın gerçekten alay ettiğini zannetmemişlerdir. Hazret-i Musa'nın Onlara Mukabelesi Allah Tealâ'nın "O, cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım dedi" ayeti ile ilgili "birkaç husus vardır: a) Alay etmekle meşgul olmak, ancak cahillikten dolayı olur. Peygamberlik makamı İse alaya (istihza yapmaya) müsait değildir. İşte bu nedenle, Hazret-i Musa (as) kendisine nisbet edilen şeyden değil, onun sebebi olan şeyden Allah'a sığınmıştır. Nitekim bazan, insan bu gibi yerlerde, "Aklın olmamasından, heva-ü hevesin aklıma galib gelmesinden Allah'a sığınırım" der. Netice olarak, sebebin isminin mecazî olarak müsebbebe (neticeye) verildiğini söyleyebiliriz. Bu, en kuvvetli izahtır. b)"Dinî meselelerle istihza etmede şiddetli ceza ve büyük ilâhî tehdidler olduğu için, câhillerden olmaktan Allah'a sığınırım. Çünkü ben bu durumu bildiğim halde, istihza etmem imkansızdır." c) Birisi şöyle demiştir: "Alayın bizzat kendisi, bazan cahillik diye adlandırılmıştır." Bazı dilcilerden, cahilliğin, hilmin (ağırbaşlılığın) zıddı olduğu rivayet edilmiştir. Bazıları da, cahilliğin ilmin zıddı olduğunu söylemişlerdir. Bil ki Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın bu sözü, alay etmenin büyük günahlardan olduğunu gösterir. Bu husustaki geniş izah; (Bakara, 14-15) ayetlerinin tefsirinde geçmişti. Yahudilerin, İnekle İlgili Üç Suali Bil ki İsrailoğulları Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya bu inekle ilgili olarak üç şey sormuşlardı: Birinci Soru: İneğin Mahiyetini Sormaları: Allah'ın onlardan naklettiği, Buna karşılık, Hazret-i Musa (aleyhisselâm), diye onlara cevab vermiştir. Bil ki bu ayette bir kaç bahis vardır: 1) Biz, "Allah'ın: "Allah sizin bir inek kesmenizi emrediyor" hitabı, belli bir inek olduğu açıklanmaksızın, aslında belli olan bir ineği kesmelerini emrettiğini gösterir", dediğimiz zaman onların, bu soruları yerinde olur. Çünkü emredilen şey, mücmel (anlaşılması çok zor olacak kadar veciz) olduğu zaman, onun izahını ve açıklamasını istemek yerinde olur. Ama bu, lâfzının Arapça'da umûm ifade ettiğini söyleyenlerin, onları soru sormaya sevkeden şeyin ne olduğunu izah etmeleri gerekir. Bu hususta da birkaç izah vardır: a) Hazret-i Musa (aleyhisselâm) onlara, ineği kesip bir parçası ile ölüye vurdukları zaman onun dirileceğini haber verdiğinde, onlar bu ineğin haline şaştılar ve böyle bir ineğin ancak belli bir inek olabileceğini sandılar da onun özelliklerini öğrenmek için iyice soruşturdular. Tıpkı özellikleri ile başka asalardan farklı olan, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın âsâsı gibi... Ne var ki İsrailoğulları bu hususta hatalıdırlar. Çünkü bu hayret verici mucize, ineğin özelliğinden kaynaklanan bir mucize olmayıp, Allah'ın Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın elinde yarattığı bir mucizedir. b) Belki de onlar, herhangi bir ineği kastetmişler. Ne var ki kâtif olan şahıs, rüsvay olacağından korkarak, açıklamalara karşı şüpheler ortaya atmış ve kesilmesi emredilenin herhangibir inek değil, belli bir inek olduğunu söylemiştir. Bu hususta münakaşa çıkınca, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya başvurmuşlardır. c) İlk hitab her ne kadar umumî bir mana ifade etse de, Benî İsrail, daha ihtiyatlı olanı murad ederek, daha fazla açıklanması ve böylece diğer ihtimallerin ortadan kalkması için soru sormuşlardır. Ne var ki maslahat değişmiş, belli bir ineğin kesilmesini gerektirmiştir. 2) "O nedir, nasıldır?" sorusu, onun mahiyetinin ve hakikatinin açıklanmasını istemektir. Çünkü, sorudur, ise hakikate işarettir. Bu nedenle bu ifade, mutlaka hakikatin ve mahiyetin ortaya konulmasını istemek için kullanılır. Hakikat ise, ancak parçaların ve mukaddimelerinin (Öncüllerinin) söylenmesi ile ortaya konur, yoksa mahiyetin dışında kalan sıfatlarının sayılmasıyla değil... "Yaşlı" sıfatının mahiyetin dışında kalan şeylerden olduğu malûmdur. Bu sebeple, bununla ilgili cevabın bu soruya uygun sayılmaması gerekir. Buna şu şekilde cevab veririz: Durum her ne kadar sizin bahsettiğiniz şekilde İse de, buradaki durum, onların; ijâjf "İnek nedir?" sözlerinden maksadlarının onun mahiyetini öğrenmek ve hakikatinin açıklanmasını istemek olmadığına delâlet eder. Aksine onların maksadları, ineğin, başkalarından farklı olduğu özellikleri öğrenmek istemeleridir. İşte bu sebebten ötürü, bu sorularına cevab olarak mahiyetin dışında kalan sıfatların sayılması yerinde olmuştur. 3) Keşşaf sahibi: "Yaşlı" demektir. Yaşlı olana, (......) denilir, çünkü o yaşını bitirip son sınırına varmıştır. (Yaşını... farz kılmıştır.) genç; ise orta (yaşlı) manasınadır" demiştir. (......) kelimesinin küçük, doğurmamış hayvan veya tek bir kere doğurmuş hayvan manalarına geldiğinin söylendiğini ifade etmiştir. el-Mufaddal b. Seleme ed-Dâbbî şöyle demiştir: (......) kelimesi yaşlı, (......) kelimesi genç ve cinsi münasebette bulunulmamış kadın, keza bir kere doğurmuş deve olduğu söylenmiştir. Kaffal; (......) kelimesinin "önce olmak" manasına geldiğini söylemiştir. İlk çıkan meyvelere, gündüzün ilk zamanlara, denilmesi de bu manadandır. Birisi gecenin başında geldiğinde; "Dün gece onların üstüne erkenden geldim" der. Sanki açık olan, o ineğin hiç doğurmamış bir inek olmasıdır. Çünkü insanlar arasında, dişilerden bakire ismi ile mâruf olan, kendisine erkek hayvanın atlamadığı dişi hayvandır. Bazıları, (......) kelimesinin, ikinci kez doğuran hayvan manasına olduğunu söylemişlerdir. Kendisinde tekrar tekrar çarpışılan bir harbe tekrar tekrar yerine getirilen bir ihtiyaca denilir. 4) Âlimler, Allah'ın: "Bu ikisi arası orta (yaşlı) bir hayvan" ifadesini, içtihadın caiz olduğuna, ve ahkam-ı şer'iyyede zann-ı gâlib'in kullanılabileceğine delil getirmişlerdir. Çünkü o ineğin, yaşlılık ile gençlik arasında oluşu ancak ictihad yolu ile bilinir. Bu husuta iki soru vardır: a) (......) (arasında) lâfzı, ortada iki veya daha çok şeyin bulunmasını gerektirir. Öyle ise bu kelime, niçin, (o, bu) kelimesinin başına gelmiştir? Cevab: Çünkü, yaşlı ile gencin her ikisine işaret etmesi bakımından, iki şey manasındadır. b) (......) lâfzı ile müfred müzekkere (tek erkeğe) işaret edildiği halde, burada iki müennese (dişiye) onunla işaret edilmesi nasıl caiz olmuştur? Cevab: Söz kısa olsun diye, daha önce geçen veya "daha önce zikredilmiş olan" manasında, bu kelimenin kullanılması caizdir. Cenab-ı Allah'ın: "Hadi emrolunduğunuz şeyi yapınız" ifadesinin iki tevili vardır: a) Kendisi ile "Emrolunduğunuz şeyi yapınız". Bu, senin; "Sana iyiliği emrediyorum" ifadenden alınmıştır. b) Bu aynen, "Emîrin dövdüğü" ifadesinde olduğu gibi, mefûlü masdar ile göstererek, "Size emrolunmuş olan" (me'mûr) manasında "Emrinizi yerine getiriniz" demektir. Bil ki bu cevabtan asıl maksad, ineğin en iyi bir durumda olduğunu göstermektir. Bu böyledir. Çünkü küçük olan, noksan olur. Zira o henüz olgun hale gelmemiştir. Yaşlı da bir bakıma noksandır. O da kemâl sınırını geçmiştir. Orta olana gelince o, tam kemâl derecesindedir. İkinci Soruları: İneğin Rengini Sormaları: Sonra Cenab-ı Allah onların ikinci sorularını nakletmiştir ki bu O'nun; "Onlar, (Hazret-i Musâ'ya): "Bizim için Rabbine dua et de onun rengini bize bildirsin" dediler" ayetidir. Bil ki onlar, hayvanın yaş durumunu öğrenince, renginin ne olduğunu öğrenmek istemişlerdir. İşte bundan dolayı Allah onlara, "O, rengi sapsarı olan bir inektir" diye cevab vermiştir. (......) kelimesi, sarının en koyusu ve berrak olanı manasınadır. Te'kid için sapsarı manasına, simsiyah manasına, bembeyaz manasına, kıpkırmızı manasına, ve yemyeşil manasına, denilir. Bu ayetle ilgili iki sual vardır: 1) (......) kelimesi burada (......) kelimesinin haberi olarak gelmiştir. Öyle ise nasıl (sarı) kelimesini te'kid edebilmektedir? Cevab: Bu kelime (......) kelimesinin haberi olarak değil, (......) kelimesinin te'kîdi olarak gelmiştir. Ancak (......) kelimesi, onun sebebi ve o vasıfla vasıflanmış olduğu için, onun faili gibi, merfû kılınmıştır. sözü ile, sözü arasında bir fark yoktur. 2) Sadece, (sapsarı) denilmeli değil miydi; burada ayrıca (rengi) kelimesinin söylenmesinin ne faydası var? Cevab: Bunun faydası manayı te'kid etmesi (güçlendirmesidir). Çünkü (renk) o sıfatın smidir. O sıfat da "san" lık sıfatıdır. Sanki bu ifade ile, "sarılığı son derece ileri bir sarı renktir" deniliyor. Bu senin (ciddiyeti ciddi oldu) ve, "deli, bir delilik" sözlerin gibidir. Vehb'den: "O ineğe baktığın zaman, sanki güneşin ışıklarının onun derisinden çıktığını zannederdin" diye rivayet edilmiştir. Allahü teâlâ'nın: "Seyredenlere ferahlık verir" sözü, "Bu inek, renginin güzelliğinden dolayı kendisine bakan kimseye sürür verir" manasınadır. Hasan el-Basri şöyle demiştir: (Sarı) kelimesi burada, siyah manasınadır. Çünkü Araplar siyaha "sarı" derler. Bunun bir benzeri de Cenab-ı Allah'ın kıyamet dumanı hakkında söylediği: "Herbir kıvılcım, sanki birer san devedir" (Mürselat, 33) ayeti olup yani "siyah develer gibidir" demektir. Âlimler, (sarı) kelimesinden "siyah" manası kesinlikle anlaşılmaz. Dolayısı ile o, siyah manasında hakiki mana ifade etmez" diyerek bu izaha itiraz etmişlerdir. Keza siyahlık; ile vasıflanamaz, ancak denilebilir. En iyisini Allah bilir. "Sürûr"a gelince bu, leziz veya faydalı bir şeyin meydana geldiğine dair bir inanç veya bir bilgi, veyahut da bir zan hasıl olduğunda ortaya çıkan ruhî bir durumdur. Üçüncü Soruları: "İnşaallah Buluruz" Diye Yine Mahiyetini Sormaları: Sonra Cenab-ı Allah onların üçüncü sorularını nakletmiştir. Bu; "Yine onlar, "Bizim için Rabbine dua et de, o nasıl bir (İnek) tir, bize apaçık anlatsın. Çünkü bizce birçok inekler birbirine benziyor. Allah dilerse (insaallah) muvaffak olacağız" dediler" ayetidir. Bununla ilgili birkaç mesele vardır: İşleri ilahi Meşîete Ismarlamanın Lüzumu Hasan el-Basrî, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Canım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki eğer onlar, "inşaallah" demeselerdi, onlar île o iş arası ebediyyen engellenirdi." Bil ki bu, elde edilmesi istenen herşeyde "inşaallah" demenin mendub olduğuna delâlet eder. İşte bu sebepten dolayı, Hak teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: "Hiçbirsey hususunda, inşaallah demedikçe sakın "Yarın onu yapacağım deme" (Kehf. 23-24) buyurmuştur. Bu âyette, Allah'a sığınma işi O'na havale etme, O'nun kudretini itiraf etme ve meşîetinin herşeye nüfuzu vardır. Eşyanın Takdir-i İlâhi İle Vücuda Gelmesi Alimlerimiz bu ayeti, sonradan olan bütün şeyleri Allah'ın murad etmiş olduğuna delil getirmişlerdir. Çünkü mutezileye göre Allahü teâlâ, İsrailoğullarına bunu emredince, onların hidayetini, doğruyu bulmalarını murad etmiş, istemiştir. Bu durumda onların, "inşaallah" demelerinin herhangibir manası yoktur. Ama bizim alimlerimizin görüşüne göre, Cenâb-ı Hak bazen, irade etmediği, istemediği şeyi de emreder. Buna göre, böyle bir durumda inşaallah dememizin bir faydası vardır. Mu'tezile'nin Meşiet Hakkında Yanlış Bir Görüşü Mu'tezile, ayetteki, (......) ifadesi ile, Allah'ın meşîetinin (dilemesinin) sonradan olduğuna iki bakımdan istidlâl etmiştir. a) (......) kelimesinin (......) fiilinin başına gelmesi, meşîetin sonradan olduğunu gösterir. b) Allahü teâlâ, hidayete ermelerini, Allah'ın hidayeti dilemesine bağlamıştır. Buna göre, hidayetin meydana gelmesi ezeli olmadığı için, hidayeti Allah'tan dilemesi de ezeli değildir. Şimdi ayetin tefsirine geri dönelim: Hak Tealâ'nın: "O nedir, bize açıklasın, " ifadesinde de yukardaki gibi bir soru vardır. O da, bizim, "O nedir?" sözümüzdür. Bu, hakikatin açıklanmasını isteyen bir sorudur. Halbuki burada cevab olarak söylenen şeyler, zattan (varlığın kendisinden) ayrı arızî sıfatlardır. O halde bu cevab, o soruya nasıl uygun olur? Buna daha önce cevab vermiştik. Cenab-ı Allah'ın ifadesi, "Orta yaşlı ve sapsarı birçok inek vardır. Bu sebeple, bunlardan hangisini keseceğimizi karıştırdık" manasınadır. (......) kelimesi, aslı olmak üzere, ilk tâ harfi atılarak, ikincisi de şin harfine idgâm edilerek (......) şeklinde de okunmuştur. Yine bu kelime, (......) ve (......) şekillerinde de okunmuştur. Cenab-ı Hakk'ın (......) ifadesine gelince bununla ilgili olarak Kaffâl birçok vecihler zikretmiştir: a) Bunun manası: "Biz, Allah'ın dilemesi ile, onun başkalarından farklı b)" Eğer Allah onu bize iyice tarif etmeyi dilerse, biz onu bulabileceğiz." c) Eğer Allah, bu ineğin vasıflarını iyice sormamızda inşaallah doğru olan bir tutum içinde oluruz. Yani, "Bu hususta yaptığımız araştırmada herhangi bir sapıklık üzere olmadığımızı umarız" demektir. d) Bu ineğin başkalarından farklı olan vasıflan bize iyice açıklandığı zaman, Allah dilerse katili bulabileceğiz. Sonra Hak teâlâ, onların bu sorularını, "O çifte koşulup toprağı sürmemiş bir İnektir" diye cevaplandırmıştır. Allah'ın, "Çifte koşulmuş olmayan inek" manasında ineğin sıfatıdır. Yani o toprağı sürmek için zelûl kılınmamıştır, (boyunduruğa) koşulmamıştır. Yine o, sırtında su taşınan ve ekinleri sulamak için kullanılan ineklerden de değildir. Bu ayetteki İlk nefy içindir, ikincisi ise birinciyi te'kid içindir. Çünkü ayetin manası, .her iki fiil de, (......) kelimesinin sıfatı olmak üzere, "Tarla sürecek ve ekin sulayacak zelûl değil" demektir. Bu sanki, "Tarla süren ve ekin sulayan bir zelül değildir" manasınadır. Sözün özü, iş işlemekle zelûl olan mutlaka noksan olur. Bundan dolayı, Hak teâlâ, o ineğin toprağı sürmemiş, ekin sulamamış bir sığır olduğunu beyan etmiştir. Çünkü bu iki iş, noksanlık meydana getirir. “Müselemetün” Ne Demektir? Cenab-ı Allah'ın, (......) ifadesi ile ilgili çeşitli görüşler vardır: a) Mutlak olarak ayıplardan, kusurlardan uzak, demektir. b) Bahsedilen işlerin izlerinden berî demektir. c) Bu vahşidir, içerde tutulmamış, salıverilmiştir. d) Esas renginden başka renklerden beridir Yani onun sarılığı, başka renklerin karışmasından uzaktır. Bu dördüncü görüş zayıftır. Aksi halde Cenab-ı Allah'ın, "Onun alacası yoktur" ifadesi, faydasız bir tekrar olurdu. Aksine evlâ olan bu lâfzını, kusurlardan uzak olan manasına hamletmektir. Lafzın kendisi de bunu gerektirir. Çünkü bu kelime hastalıklardan ve kusurlardan tamamen salim olmayı ifade eder. Alimler bu ifadeyi bâtın aksine olsa bile zahire göre amel etmenin caiz olduğuna delil getirmişlerdir. Çünkü, lâfzını, "kusurlardan uzak" diye açıkladığımızda, biz bunu tam olarak bilmeyiz, ancak zahirine, dış görünüşüne bakarak bunu söyleriz. Hak teâlâ'nın, ifadesinden murad, bu ineğin katıksız san olduğu, başka hiç bir rengin onda bulumadığını ifade etmektir. Çünkü bir ineğe, vücudunun çoğu yeri san olduğu zaman "sarı inek" denir. Böylece Cenab-ı Hak bu ifade ile, bu sarılığın o ineğin bütün vücudunu kapladığını beyan etmiştir. Rivayet edildiğine göre, o ineğin tırnakları ve boynuzları da sapsarı idi. (......) kelimesinin masdarı olan, bir rengin bir başka renge karışmasıdır Daha sonra Cenab-ı Allah, onların bu açıklama yapılırken beklediklerini, bununla yetindiklerini ve, "İşte şimdi doğrusunu getirdin", yani "Şu anda bu inek artık başkaları ile karışmıyor. Çünkü bu orta yaşlı, sapsarı, işlere koşulmamış bir inektir dediklerini haber vermiştir. Kâdî şöyle dedi: ifadesi, şüphesiz onlar tarafından bir inkârdır. Zira bu, onların daha önce geçen emirlerin hak (doğru) olmadığına inandıklarını gösterir." Bu görüş zayıftır. Çünkü bundan maksadın, "Şu anda emrolunduğumuz şeyin hakikati ortaya çıktı da böylece o inek, başkalarından ayrıldı" manası olması muhtemeldir. Bu sebepten ötürü bu küfür olmaz. Fiili Hakkında İzah Cenab-ı Allah'ın: "Ve onu kestiler, ama nerede ise bu işi yapmayacaklardı" ayeti, "O ineği kestiler, ama nerede ise onu kesmeyeceklerdi" manasınadır. Burada bir mesele vardır. O da şudur: Nahivciler, tâ fiili için iki açıklama yapmışlardır: a) Bu fiilin menfisi müsbet, müsbeti menfi manaya gelir. Buna göre bizim sözümüzün manası "Yapmaya yaklaştı ama onu yapmadı, nerdeyse yapacaktı" demektir; sözümüzün manası da: "Yapmaya yaklaşmadı ama onu yaptı, neredeyse yapmayacaktı" demektir. b) Nahivci alim Abdulkâhir el-Cürcâni'nin tercih ettiği görüşe göre; tâ fiili yakın oldu, yaklaştı manasınadır. Buna göre bizim, sözümüzün manası, "Yapmaya yaklaştı"; sözümüzün manası ise, "Yapmaya yaklaşmadı" demektir. Birinci görüş sahipleri, ikinci görüşün yanlışlığına bu ayeti delil getirebilirler. Çünkü, ayetinin manası, "Onlar o işi yapmaya yaklaşmadılar" demektir. Halbuki bir işe yapmaya yaklaşmayı nefyetmek, o işin meydana geldiğini söylemeye terstir. Eğer tâ yaklaşma manasına olsaydı, bu ayette bir tenakuzun olması gerekirdi. Bu ayetle ilgili birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Bu Evsaftaki İneği Sadece Bir Yetim Çocukta Bulmaları: Rivayet edildiğine göre, Benî İsrail'in içinde salih bir zat yaşıyordu. Onun da bir buzağısı vardı. O buzağısını ormana götürdü ve "Allah'ım, oğlum büyüyüp ana-babasına itaat edecek yaşa gelinceye kadar, bu buzağıyı oğlum için emanet ediyorum" dedi. İşte bu buzağı büyüdü ve ineklerin en güzeli ve besilisi oldu. Onu o yetim çocuk ile anası pazara sürdüler. O pazarda o günde ineklerin biri üç dinar eder iken, Benî İsrail, bu ineği, derisini dolduracak kadar altına satın aldılar. İsrailoğulları bu vasıfları taşıyan ineği kırk yıl aramışlardı. İkinci Bahis: İneğin Kesilme Keyfiyeti: Hasan el-Basri'den, ineğin nahr edilmeyeceği (develerin kesildiği şekilde kesilmeyeceği), ancak zebhedileceği (boynunun enine kesileceği); Atâdan ise onun nahr edilerek kesileceği rivayet edilmiştir. Ataya bu ayet okununca zebhin ve nahrin aynı olduğunu söyledi. Katâde ve Zührî'den: "İstersen nahredersin, istersen zebhedersin" diye nakledilmiştir. Ayetin zahiri, İsrailoğullarının, zebh (kesme) ile emrolunduklarına ve "kesme" olan bir işi yaptıklarına delâlet eder. "Nahr, " hernekadar "zebh"in yerine geçse bile, onun şekli zebhin (kesmenin) şekline benzemez. Buna göre ayetin zahiri bizim söylediğimiz manayı gerektirir. Şöyle ki, "nahr"in, zebh yerine geçtiğine herhangi bir delil olmadığt halde, Benî İsrail, hayvanı nahr ile kesmiş olsalardı şüphesiz bu, kesme yerini tutmazdı. Üçüncü Bahis: Neredeyse Kesmemelerinin Sebebi: Alimler, İsrailoğullarının nerede ise bu ineği kesmemelerine sebeb olan şey hakkında ihtilâf etmişlerdir. Bazı âlimlerden, o ineğin fiyatının pahalı olması sebebiyle; eğer bazı âlimlerden de onların rüsvay olmaktan ve dile düşmekten korkmaları sebebi ile böyle olduğu rivayet edilmiştir. Her iki şekle göre de emredilen şeyi yapmaktan geri durmak caiz değildir. Birincisinin caiz olmamasına gelince, bu şöyledir: Onlara belli bir ineği kesmeleri emredilince ve bu da ancak çok fazla paraya dayanınca, onlara bu pahalı fiyatı ödemek vâcib olmuştur. Çünkü vacibin kendisi ile tamamlandığı şey de vâcibtir. Ancak, aksine bir delil olursa, o zaman müstesna.. Namaz kılacak kimseye, ancak şer'î bakımdan pahalı olan su bulabildiğinde bile su ile abdest alması gerekmez. Eğer su böyle pahalı olmasaydı, abdest gerektiği zaman su ile abdest alması gerekirdi. İkincisinin caiz olmamasına gelince ki bu, o işi yaptıkları için rezil ve rüsvay olacakları korkusudur, bu da mükellefiyeti kaldırmaz. Çünkü bir kimseye kısas gerektiği zaman, öldürülenin akrabaları kısas taleb ettiklerinde teslim olması gerekir. Çoğu kez onun, şer ve fitneye yol açılmasın diye, kendisinin bu işi haber vermesi gerekir ve çoğu kez, cesed evlerinin yakınlarına atılmış olan kimselerden katillik töhmetinin kalkması için de katilin bunu haber vermesi gerekir. Çünkü onun, onları töhmet altında bırakan şeyi gidermesi gerekir. Buna göre İsratloğullarının o ineği kesmeleri hususunda ağırdan almalarına bunu sebeb kılmak nasıl caiz olur? Dördüncü Bahis: Emr Sigasının Vücûb İfade Ettiği: Emrin (vücûb) farziyyet ifade ettiğini söyleyenler bu ayeti delil getirmişlerdir. Bu böyledir, çünkü, bu şekilde sadece emirler bulunur. Sonra Cenab-ı Hak, emrin gereğini yerine getirmede tembellik edip ağırdan alanları zemmetmiştir. Bu da emirlerin vücûb ifade ettiğini gösterir. Kâdi şöyle demiştir: "Emredilenden maksad herhangibir şer ve fitneyi bertaraf etmek olduğu zaman, bu durum emrin vücûb (mutlaka yapılması gerektiğine) ifade ettiğine delâlet eder. Cenab-ı Hak katil bulunsun, fitne ve korktukları şer zail olsun diye, bu ineği kesmelerini emretmiştir. Bu nevi zarardan kaçınmak ise vacibtir. Bu işi yaparak onu gidermek tek çare olunca, buna başvurmak vâcib olur. Ve yine Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın şeriatında, kurban keserek ibadette bulunmanın ancak vacib olma yolu ile olmuş olması da imkansız değildir. Onlar önceden bunun böyle olduğunu bildikleri için, onlara sırf emir kifayet etmiştir. Ben derim ki bu iki meselenin neticesi tek bir şeye"varır. O da şudur: "Biz, her ne kadar emrin vücûb ifade ettiğini söylemediysek de, vücûb ifade etmeye ters olduğunu da söylemeyiz. Belki de burada o işin vâcib olduğunu anlamak, emrin dışında başka bir sebeple olmuştur. Emrin dışında kalan bu sebep, ya karîne-i hâliyye (durumdan çıkartılan karine) ki bu burada, zararı defetmenin vâcib (gerekli) olduğunu bilmektir, veya karîne-i makâliyye (sözden çıkartılan karine) olur, ki bu da daha önce anlatılmış olan, kurbanın ancak vâcib olma yolu ile meşru olmuş olmasıdır." Cevab: Burada sadece Cenab-ı Allah'ın: ayeti geçmiştir. Allahü teâlâ, emredilen şeyi gerfbıraktıkları için onları zemmedip kınayınca, biz bu vacip oluşun sebebinin, sırf ilgili emrin gelmesi olduğunu anladık. Çünkü usûl-ü fıkıhta yer alan kaideye göre, "Bir hükmün, bir vasfa dayanması, o vasfın o hükmün illeti olduğunu gösterir." Beşinci Bahis: Emir Sigası Fevrîliğe Delâlet Eder: Emrin fevrîliği (hemen yerine getirilmesi gerektiğini) ifâde ettiğini söyleyenler bu ayeti delil getirmiş ve şöyle demişlerdir: "Çünkü sırf emir geldiğinde, bu emir ile yapılması emredilen işi yapmama hususunda ilâhî kınama vardır. Bu da emrin, fevrîliği ifâde ettiğini gösterir. Maktulü Kimin Öldürdüğü Hakkında Şüpheye Düşmeleri Hak Tealâ'nın: "Hani siz (Ey yahudiler) bir şahsı öldürmüştünüz de, o (öldürme işini) birbirinizin üstüne atmıştınız " ayetine gelince, bil ki bu öldürme hadisesinin mutlaka ineği kesme emrinden önce olması gerekir. Bu öldürmenin meydana geldiğini haber verme ve kesilen ineğin bir parçası ile maktule vurmak gerektiğini bildirme, ineğin kesilmesi kıssasından önce olması gerekmez. "Bu kıssa, tilâvette (ayetlerin sıralanışında) daha önceki (bakara) kıssasından önce olmalıdır" diyen kimsenin fikri hatalıdır. Çünkü hadd-i zatında bu kıssa, vücuda gelişte, birinci kıssadan önce olması gerektir, amma zikretmede de önce gelmesi vacib değildir. Çünkü bazan sebeb, hükümden önce zikredilir, bazan da aksi olur. Buna göre sanki onların başına böyle bir hâdise gelince, Allahü teâlâ onlara ineği kesmelerini emretmiştir. Onlar ineği kesince, Cenab-ı Allah: "Daha önce bir şahıs öldürmüş ve bu hususta ihtilâf etmiştiniz. Şimdi ben, o öldürülen şahsa, kesilen ineğin bir parçası ile vurulması suretiyle, sizin gizlediğiniz katili ortaya çıkaracağım" buyurmuştur. Böyle yapmak doğru olur. Buna göre eğer, "Farzet ki bu söz dizisinde herhangibir bozukluk yoktur. Ancak bu sözün başka bir dizilişi daha güzel olabilir. Öyle ise bu dizilişi tercih etmenin faydası nedir? " denilirse, biz deriz ki: İneğin kesilmesinin emredildi-ği kıssa, maktul kıssasından önce zikredilmiştir. Çünkü bunun tersi yapılsa idi, o zaman hepsi tek bir kıssa olurdu. Halbuki bu tek bir kıssa olmuş olsaydı, meselenin dallı budaklı olmasında bulunan, açıklama maksadı ortadan kalkardı. Cenab-ı Hakk'ın: "Onu birbirinizin üstüne atmıştınız" ayeti ile ilgili olarak da birkaç husus vardır: a) "Bu öldürülen şahıs hakkında ihtilâf ettiniz ve birbirinizle çekiştiniz." Çünkü çekişenler birbirlerine karşı savunmaya geçer ve birbirlerini sıkıştırırlar. b) "Sizden her biri o şahsı öldürme işini kendi üzerinden atıp, başkasına izafe ediyordu" demektir. c) Birbirinizden, temizlik ve töhmeti gideriyordunuz. Bu husustaki sözün özü şudur: Şüphesiz, bu fiilin masdan olan, (......) kelimesi def etmek, savuşturmak manasanadır. Buna göre hasım olanlar, birbirleriyle çekiştikleri zaman, herbiri kendisinden bu töhmeti defederken, yine herbiri karşısındakinin bu fiille ilgili delilini savuşturmaya (yıkmaya) çalışır. Yine onlardan herbiri bu töhmetin başkasına isnâd edilmesi için karşısındakinin getirdiği delili ve yine karşısn kinin bu töhmetten beri olduğuna dâir getirdiği delili boşa çıkarmaya uğraşır. Kaffâl: lâfzındaki zamirin, nefse âit olduğunu, yani bu ayetin, "Siz öldürülen nefis hakkında ihtilâf ettiniz" manasına olduğunu; ve Cenab-ı Allah'ın, ifadesi masdara delalet ettiği için, bu zamirin, (öldürme işi) masdarına râcî olmasının da muhtemel olduğunu söylemiştir. Cenab-ı Allah'ın, "Halbuki Allah sizin gizlediğinizi açığa vuracaktı" ayeti, "Hiç şüphesiz, sizin öldürme işi ile ilgili olarak sakladığınız şeyleri ortaya çıkaracaktır" manasına gelir. Eğer "çıkarıcı" kelimesi mazî manasında olduğu halde nasıl amel etmiştir?" denilirse biz deriz ki: Allahü teâlâ'nın: "İki kolunu (ön ayaklarını) uzatmış olduğu halde..." (Kehf, 18) ifadesinde şimdiki zaman hikâye edildiği gibi, suçu birbirine atma zamanında da, gelecek zamanın hikâyesi yapılmıştır. Bu cümle, atfedilen ile, üzerine atfedilen şey arasında-ki bunlar, lâfzı ile lâfzıdır-, ara cümle (cümle-i i'tirâzi-ye)dir. Sonra burada birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Mutezile, Cenab-ı Allah'ın: buyruğunun Allah'ın mutlaka bunu yapacağını gösterdiğini ve mutlaka bunu yapmaya hükmetmiş olduğunu söylemiştir. Çünkü öldürme hususundaki İhtilâf ve münakaşa, fitne ve fesat sebebidir. Halbuki Allah fesadı sevmez. İşte bundan dolayı, O, bu fesadı gidermek için bu gizledikleri şeyi mutlaka ortaya çıkaracağını söylemiştir. Binaenaleyh bu, Allah'ın fesadı irâde etmediğine, ona razı olmadığına ve onu yaratmadığına delildir. İkinci Mesele Ayet, Hak teâlâ'ın bütün malûmatı (bilinecek şeyleri) bildiğini gösterir. Yoksa Allah, onların gizledikleri şeyi ortaya çıkarmaya kadir olamazdı. Üçüncü Mesele Ayet, insanın iyi ve kötü olarak gizlediği ve sürdürdüğü herşeyi Allah'ın ortaya çıkaracağını gösterir: Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem); "Bir kul yetmiş perde arkasında Allah'a itaat etmiş bile olsa, Allah bunu insanların dili ile ortaya çıkarır" buyurmuştur. Günahlar da böyledir. Hak teâlâ'nın Hazret-i Musâ (aleyhisselâm)'ya "İsrailoğullarına söyle, benim için yaptıkları amellerini gizli yapsınlar. Onlar için o amelleri ortaya çıkarmak (göstermek) bana aittir" diye vahyettiği rivayet olunmuştur. Dördüncü Mesele Ayet, hâs bir manayı murad etmek için, umûmî bir lâfzın gelmesinin caiz olduğuna delâlet eder. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın: 'Gizlediğiniz şeyleri" ifâdesi, her türlü gizlenmiş şeyi içine alır. Ama Cenab-ı Allah burada, bu hâdiseyi kastetmiştir. |
﴾ 72 ﴿