77"Onlar iman edenlerle karşılaştıkları zaman, "inandık" derler. Birbirleriyle başboşa kaldıklarındaysa, "Allah'ın size açmış olduğu şeyi, Rabbimiz katında kendisiyle size karşı delil getirsinler diye mi onlara söylüyorsunuz? Buna aklınız ermiyor mü?" derler. Bilmezler mi ki Allah onların sakladıklarını da, açığa vurduklarını da bilir" . Bil ki, bu ayette bahsedilen husus, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanındaki yahudilerin çirkin fiillerinin ikinci çeşididir.İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edildiğine göre, Ehl-i Kitab'ın münafıkları Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashabıyla karşılaştıklarında onlara, "Sizin iman ettiğiniz şeye, biz de iman ettik ve arkadaşınız Muhammed'in doğru olduğuna, sözünün gerçek olduğuna biz de şehâdet ediyoruz. Kendi kitabımızda O'nun sıfat ve niteliklerini bulmaktayız" derlerdi. Sonra birbirleriyle başbaşa kaldıklarında, elebaşları onlara: "Allah'ın kitabında Muhammed'in sıfatlarıyla ilgili olarak size açmış olduğu sırrı, size karşı delil getirsinler diye mi müslümanlara söylüyorsunuz?" derlerdi. Çünkü muhalif olan Tevrat'ın doğruluğunu ve Tevratın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğine şehâdet ettiğini itiraf ettiğinde, bundan daha kuvvetli bir delil olmaz. Şüphesiz onlar birbirlerini, bu hususu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabının yanında itiraf etmekten menediyorlardı. Kaffâl şöyle demiştir. Allah'ın, İfa hitabı, Arapların, yani, "Bu ilim ona rızık olarak verildi ve bu ilmi öğrenmek o şahsa kolaylaştırıldı" ifâdesinden alınmıştır. Cenab-ı Hakk'ın "Rabbiniz katında" ifâdesine gelince, bunda birçok vecih bulunmaktadır. a) Ehl-i kitab, kendi kitablarında bildirilen bir bilgiyi müslümanların öne sürüp, "Bu, sizin kitabınızda da böyledir" demesini, Allah katında yapılan bir hüccetleşme ve delil getirmek olarak görmüşlerdir. Sen bazen, "Bu, Allah'ın kitabında böyledir" veya: "Bu, Allah katında böyledir" dersin ki, bunlar aynı manaya gelirler. b) Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Yani, Rabbiniz hakkında sizinle hüccetleşsinler diye..." mânasına gelir. Çünkü, Allah'ın gerekli kılmış olduğu, Peygamberlere tâbi olma hususunda hüccet ve delil getirmenin, Allah hakkında bir delil getirmek ve hüccetleşmek olarak vasfedilmesi uygundur. Çünkü bu hüccetleşme, Allah'ın dini hususundadır. c) Asamm şöyle söylemiştir. Maksad şudur: "Kıyamet gününde ve sorgulama sırasında sizin aleyhinize hüccet getirsinler diye mi?.. O zaman bu, o mahşer yerinde, bütün insanların gözü önünde sizin daha çok kınanmanıza ve ayıplanmanıza yol açar.." Çünkü bu durumda o kimse, önce Hakk'ı itiraf edip, sonra da inkârda diretmiş olan kimse gibi, onu gizlemiş olmuyor. Bu sebepten ötürü yahudî topluluğu, bu hususun ortaya çıkmasının, ahiret gününde onların rezil ve rüsvaylıklarını arttıracağına inanıyorlardı. d) Kadî Ebû Bekr şöyle söylemiştir: Bir şeyi hüccet olarak öne süren kimse, bazan hüccetleşir ve bu hüccetten maksadı da, hasmını yenmek suretiyle bir sürür ve neşe elde etmek olur. Bazan da bu hüccetten amacı, hasmının özrünü geçersiz kılıp, ona Allah'ın delilini anlatmak maksadıyla, te'dîb ve nasihattir. İşte bunun gibi, yahudiler başbaşa kaldıklarında şöyle demişlerdir: "Muhakkak ki siz onlara, Allah'ın size Tevrat'ta açmış olduğu hüccetlerini söylediniz.. Böylece de onlar, bununla, tân ve nasîhatta bulunmak şeklinde ihticâc etme, hüccetleşme İmkânını elde ettiler.." Çünkü hücceti ve delili bu şekilde zikreden kimse, bazan arkadaşına şöyle der: Gerçekten ben, Allah katında, sana yapılması gereken görevimi yaptım ve benimle Rabbim arasındaki hücceti sana gösterdim. Eğer kabul edersen, kendine iyilik yapmış olursun; ama inkâr edersen, kaybeden ve hüsrana uğrayan ancak sen olursun.. e) Katfâl şöyle söylemiştir: denildiği zaman, bundan maksat, "o, benim inancıma ve hükmüne göre âlimdir" olur. Yine, "Bu, İmâm Şafiî katında helâldir;" "Ebu Hanîfe yanında, katında haramdır" denildiğinde, bundan kastedilen, "onların hükmüne göre" dir. Buna göre ayetinin mânası, "Allah'ın hükmüne göre bu delillerle aleyhinize hüccet getirilsin diye mi?" şeklinde olur. Bazı alimler ise, Cenab-ı Hakk'ın: "Eğer onlar, şahidlert getiremezlerse... İşte o zaman onlar Allah katında yalancıların ta kendileridir" (Nur. 13) ayetini, "Allah'ın hükmüne ve yargısına göre" şeklinde te'vil etmişlerdir. Çünkü, zina isnadında bulunan kimse şahidleri getiremediği zaman, doğru söylüyor bile olsa, ona yalancıya uygulanan hüküm tatbik edilir. Cenab-ı Hakk'ın, "Bunu anlamıyor musunuz?" ayetine gelince, bunda birkaç vecih bulunmaktadır: a) Bu hitâb mü'minlere râcidir. Cenab-ı Hak, sanki şöyle demiştir. "Onların iman etmelerini ummanızı gerektirecek bir durum olmadığına dair, onların vasıfları hakkında zikretmiş olduğum şeyleri anlamıyor musunuz?" Bu Hasan el-Basrî'nin görüşüdür. b) Bu.yahudilere râcidir. Buna göre sanki onlar birbirleriyle başbaşa kaldıkları zaman, şöyle demişlerdir: "Siz müslümanlara, vebali ve sorumluluğu size ait olacak şeyleri söylüyor ve böylece söylediklerinizle aleyhinize hüccet getirmiş oluyorsunuz? Bunun, şu anda içinde bulunduğunuz duruma uymadığını anlamıyor musunuz?" Bu izah şekli daha açıktır; çünkü bu açıklama onlar hakkındaki sözün bir devamı mahiyetindedir; binaenaleyh, sözü yahudilerden başkasına hamletmenin gereği yoktur... Cenab-ı Hakk'ın, "Onlar, Allah'ın sakladıkları şeyleri de, açığa vurduklarını da bildiğini bilmiyorlar mı?" ayetine gelince, bunda iki görüş vardır: 1) Bu, çoğunluğun görüşüdür ki; buna göre yahudiler Allah'ı tanıyorlar, O'nun gizliyi de aşikâr olanı da bildiğine inanıyorlardı. İşte bundan ötürü, Cenâb-ı Hak onları bununla korkutmuştur. 2) Yahudiler bunu bilmiyorlardı; bu sebeple de Cenab-ı Hak onları bu sözte tefekkür etmeye; kendilerinin, gizliyi de aşikâr olanı da bilen bir Rableri olduğunu anlamaya ve nifaklarından dolayı başlarına gelebilecek bir azabtan emin olamıyacaklarını düşünmeye sevk ve teşvik etmiştir. Her iki görüşe göre de. bu söz onları ikiyüzlülükten ve birbirlerine, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetine dair delilleri saklamayı tavsiye etmekten men ve nehiydir. Doğruya en yakın olansa, bu hitaba muhatap olan yahudilerin, bunu bilmekte olduklarıdır. Çünkü, bir şeyi bilmedikçe, bir kimse için "O, şunu şunu bilmiyor mu?" demenin, men edici ve yasaklayıcı bir tarafı yoktur. Ancak onu bildiği zaman, o şey o kimseyi bu fiili işlemekten men eder. Âlimlerden bazıları ise, şunu söylemiştir: Allah'ı tanımayan, O'nun gizliyi ve aşikâr olanı bildiğine inanmayan münafıklar gibi olmadıkları halde, bu yahudiler Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetine dair delilleri açıklamamalarını gizlice dindaşlarına söylemeyi nasıl oluyor da makul buluyorlar, (Allah'dan saklayacaklarını nasıl zannedebilirler?) Onların bu halleri, doğrusu pek hayret vericidir. Kâdî şöyle demiştir: Ayet birkaç hususa delâlet etmektedir; a) Eğer kulların fiillerinin yaratıcısı Allah ise, onları bu fiil ve sözlerden men etmesi nasıl doğru olabilir? b) Ayet delil getirme ve incelemenin sağlıklı bir yol olduğuna ve, sahabe ve müminlerinin yolunun da bu olduğuna; bunun yahudilerce de bilindiği için, birbirlerine bu sözü söylediklerine delâlet etmektedir. c) Ayet, hüccetin bazan ilzamî (kabule zorlayıcı) olduğuna delâlet etmektedir; çünkü, onlar Tevrat'ın doğruluğunu ve, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetine delâlet eden delilleri ihtiva ettiğini itiraf edince, onlara Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetini tasdik etmek gerekir. Ama şayet bu iki mukaddimeyi kabul etmemiş olsalardı, delil ve ihticâc tam olamayacaktı. d) Âyet keza bir günahı, günah olduğunu bile bile işleyen kimsenin Allah katında çok büyük bir günahkâr ve suçlu olduğuna delâlet etmektedir. Allah en iyi bilendir. |
﴾ 77 ﴿