81

"Hayır (iş öyle değil). Kim bir kötülük (günah) kazanır da günahı kendisini iyice sararsa, onlar cehennemliktir. Onlar orada ebedî kalacaklar" .

Keşşaf sahibi, harfinin, nefy harfinden sonra geldiği için müsbet mâna ifâde ettiğini, bu harf-i nefyin de 'Bize asla ateş dokunmayacak" ayetindeki olduğunu; Cenab-ı Hakk'ın ayetinin de gösterdiği gibi, "Evet, size ebedî olarak ateş dokunacaktır" mânasına geldiğini söylemiştir. (......) kelimesine gelince, bu bütün günahları içine almaktardır. Nitekim Cenab-ı Hak: "Kötülüğün cezası, misliyle bir kötülük ve cezadır" (Şûra, 40 )ve:

"Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır" (Nisa, 123) buyurmuştur. İster büyük ister küçük günah olsun, onu yapan kimsenin ebedî olarak cehennemde kalacağının zannolunması mümkün olduğundan, şüphesiz Allah. Teâlâ, ebedî olarak cezaya hak kazanmış olan kimsenin günahının, kendisin çepeçevre kuşatmış olacağını beyan etmiştir. "İhata" lâfzının, bir cismin diğer bir cismi; meselâ, kale surlarının bir beldeyi; testinin suyu kuşatması gib kuşattığı hususunda hakiki bir mâna ifâde ettiği malumdur. Buradaysa, kelimeyi hakiki manada almak imkânsızdır. Bu sebeple biz onu iki bakımdan günahın büyük olmasına hamlederiz:

a) Kuşatan, kuşatılanı örter. Büyük günah da, taatların sevaplarını kuşatmış olduğu için, sanki o, taatları kuşatmış gibi olmuştur. Bu sebeple, bu cihetten bir benzerlik meydana gelmiş olur.

b) Kebîre, taatlerin sevabını geçersiz kıldığı için (ihbat), sanki o kebîre o taatleri istilâ etmiş tıpkı düşman askerinin, insanların hiçbir yönden kurtulamayacağı bir biçimde insanı kuşattığı gibi, onu kuşatmıştır.

Buna göre Cenab-ı Hak sanki şöyle demiştir: Evet, kim bir kebîre irtikâb eder ve o büyük günahı onun taatlarını çepeçevre kuşatırsa, işte onlar cehennem yaranıdırlar, onlar orada ebedî kalacaklardır. Buna göre şayet bu ayet, yahudiler hakkında vârid olmuştur denilirse, deriz ki ibret lâfzın umumî olması itibariyledir, sebebin hususî olması itibariyle değil... İşte bu, Mûtezile'nin büyük günah sahipleri hakkında ilahî bir vaîdin bulunduğuna kendisiyle istidlal ettiği bir izah tarzıdır.

Razî'nin Mûtezile'ye Cevabı

Bil ki bu mesele, meselelerin en önemlilerindendir. Biz bu meseleyi anlatmak üzere şöyle diyeceğiz: Ehl-i kıble, büyük günah sahiplerinin vaîdi, cezası hakkında ihtilâf etmişlerdir. Bazıları, bu va'îdin olduğunu, .katî olarak söylemişlerdir. Bu görüşte olanlar iki grubdur: Bunlardan bir kısmı, vaîdin ebedî olduğunu söylemişlerdir. Bu görüş, Mü'tezile ve Havaric'in çoğunun görüşüdür. Bunlardan bazıları da, vaîdin sona ereceğini söylemiştir. Bu görüş, Bişr et-Merîsî ve el Halidî'nin görüşüdür. Bazı insanlar, büyük günah işleyen için büyük günah olmadığını kesin bir ifâdeyle söylemiştir. Bu, müfessir Mukatil İbn Süleyman'a nisbet edilen tek kalmış bir görüştür.

Üçüncü bir görüş ise şöyledir: "Biz Cenab-ı Allah'ın bazı günahkârları ve bazı günahları affettiğini kesinlikle söyleyebiliriz. Fakat belli bir kimse hakkında Allah'ın onu affedip affetmiyeceğini kesin olarak söylemeyip, tavakkuf ederiz. Yine Cenab-ı Allah'ın büyük günah sahiplerinden belli bir süre azap ettikten sonra, ona ebedî olarak azab etmeyip azâbını sona erdireceğine kesin olarak inanmaktayız. Bu sahabenin, tâbiûnun, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaatin ve İmâmiyye mezhebine uyanların çoğunun görüşüdür.

Buna göre bu konu, iki mesele ihtiva etmektedir. Birincisi, bu vaîd hakkında katî hüküm vermek, ikincisi de, eğer vaîdin olduğu kabul edilirse, bunun devamlı olup olmaması meselesidir.

Vaid Hakkında

Biz, önce Mutezilenin delillerini, sonra "halis Mürcie'nin delillerini, daha sonra da, kendi âlimlerimiz'n (rahimehumullah) delillerini zikredeceğiz.

Mutezilenin Vaîd Hakkındaki Delilleri

Mû'tezile'ye gelince, onlar bu konudaki umumi olan hükümlere dayanmışlardır. Bu umumî hükümler iki şekildedir: Bazısı şart yerinde sîgasıyla gelmiştir. Bazıları da cemî (çoğul) sîgasıyla gelmiştir. Birinci kısımdakilere gelince, bununla ilgili birçok ayet vardır:

1) Cenab-ı Allah, miraslarla ilgili ayette:

"İşte bunlar Allah'ın sınırlandır. Her kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse, Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere sokar; onlar orada ebedî kalırlar. . Bu en büyük bir kurtuluştur. Kim de Allah'a ve Resulüne İsyan eder, O'nun sınırlarını tecavüz ederse, Allah onu, içinde ebedî kalacağı bir ateşe sokar" (Nisa, 13-14) buyurmaktadır. Biliyoruz ki, namazı, zekâtı, orucu, haccı ve cihâdı terkeden; içki içen, zina eden ve öldürülmesi haram olan bir cana kıyan kimse Allah'ın sınırlarını aşmıştır. Bundan dolayı onun cezalandırılması gerekir. Bu böyledir, çünkü (......) kelimesi şart makamında, fıkıh usûlünde de sabit olduğu gibi, umûm ifade eder. Hasmımız bu ayeti, mü'minleri bırakıp da sadece kâfirlere hamlederse bu, delilin aksine bir iş olmuş olur. Sonra onun sözünü iki husus iptal eder:

a) Cenab-ı Allah bu ayette miras paylarını açıklamış, sonra bu hisseler hususunda kendisine itaat eden kimseye va'adde; asî olan kimseye de vaîdde bulunmuştur. İmana ve Cenab-ı Allah'ı tasdike sarılmış olan kimse, bu hususlarda Allah'a itaat etmeye, Allah'ın rubûbiyetini inkâr eden, peygamberlerini ve şeriatlarını yalanlayan kimseden daha yakındır. Bundan dolayı, bu hususlarda kâfiri itaate teşvik etmek, bu hususlarda taate daha yakın olanı, mü'mini teşvik etmekten daha hususi bir durumdur. Ayetin başıyla mü'min kastedildiğine göre, sonuyla da mü'min kastedilmektedir.

b) Cenab-ı Allah"Bunlar, Allah'ın sınırlandır" buyurmuştur. Bundan kastının, zikredilen miras payları olduğunda şüphe yoktur. Sonra bu hususta itaat edene va'ad, karşı çıkana da vaîdde bulunmuştur. Bundan dolayı ayetin gelişi, vaîd'in, bu sınırları çiğneyen kimselere ait olduğunu; bunlara, başka sınırları çiğnemenin ilâve edilmeyeceğini gerektirmektedir. İşte bu sebepten dolayı mü'min sadece bu hususları, hudûdları çiğnemekten menedilmiştir. Bu vaîdle mümin kastedilmiş olmazsa, o bu vaîdle menedilmiş olmaz. Bu vaîdle mü'minin de kâfir gibi murad edilmiş olduğu sabit olunca, bu ayetin sadece kâfirlerle ilgili olduğunu söyleyenin sözü bâtıl olur. Buna göre eğer, "Cenab-ı Allah'ın: "Ve onun hudûdlarını aşarsa.." ifâdesi, muzâf olan bir cem'îdir. Size göre muzaf olan cemi ise, umum ifâde eder. Nitekim, "Kölelerimi doğdum" denildiğinde bu, o kimsenin bütün kölelerini içine alır. Bunun böyle olduğu sabit olunca, bu ayet Allah'ın bütün hükümlerini çiğneyen kimselere has olmuş olur. Onlar da şüphesiz mü'minler değil, kâfirlerdir" denilirse, biz deriz ki, durum, lâfza nazaran senin söylediğin gibiyse de, ancak bu ayetle burada muradın, Allah'ın bütün hükümlerini çiğnemek olmadığına delâlet eden karineler vardır:

Birincisi: Allahü Teâlâ, (......) ifâdesinden önce, (......) buyruğunu getirmiştir. sebeple O'nun, (......) ifâdesi, önce geçmiş olan had ve sınırlara hamledilmiş olur.

İkincisi: Ümmet-i Muhammed, mü'min kimselerin bu ayetle günahlardan men olundukları hususunda ittifak etmişlerdir. Eğer sizin söylediğiniz husus doğru olsaydı, mü'minin bu ayetle men olunmaması gerekirdi.

Üçüncüsü: Şayet ayeti, Allah'ın bütün hudûdlarını ve kanunlarını çiğnemeye hamledersek, bu ayetle onun vaîdde bulunmasının herhangi bir faydası olmaz. Çünkü mükelleflerden hiç kimse, Allah'ın bütün sınırlarını çiğneyemez. Çünkü Allah'ın kanunları arasında farklılıklar bulunduğu için, onları aynı anda ihlâl etmek mümkün değildir. Çünkü, aynı anda bir kimsenin hem senevi (Mecusî) hem de hristiyan inancında olması mümkün değildir. Ayrıca mükellefler arasında günahların hepsini İşleyerek Allah'a isyan eden kimse bulunmaz.

Dördüncüsü: Kasten mü'mini öldüren kimse hakkında Cenab-ı Hakk'ın,

"Her kim kasıtlı olarak bir mü'mini öldürürse, onun cezası, içinde ebedî kalacağı cehennemdir" (Nisa, 93) ayetidir. Bu ayet, bunun onun cezası olduğunu gösterir. Bu sebeple, ona bu cezanın verilmesi gerekir. Çünkü Cenab-ı Hak: "Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır" (Nisa, 123) buyurmuştur.

Beşincisi: Cenab-ı Hakk'ın: "Ey iman edenler, toplu bir halde kâfirlerle karşılaştığınızda, onlara arkanızı dönmeyin. Tekrar savaşmak için bir kenara çekilen veya başka bir birliğe katılıp mevki tutan müstesna, kim o zaman onlara arkasını dönerse, muhakkak ki Allah'ın gazabına uğramıştır. Onun yurdu cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir" (Enam, 15-16) ayetidir.

Altıncısı:

"Her kim zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa, onu görür; her kim de zerre ağırlığınca kötülük yaparsa, onu görür" (zilzal, 7-8) ayetidir.

Yedincisi:

"Ey iman edenler, birbirinizin malım, aranızda haram yollarla yemeyin. Ancak, karşılıktı rızaya dayanan bir ticaret olursa, müstesna.. Kendinizi de öldürmeyin. Muhakkak ki Allah, size çok merhametlidir. Kim haddi aşarak ve haksızlık ederek bunu yaparsa, biz onu bir ateşe sokarız" (Nisa, 29-30) ayetidir.

Sekizincisi:

"Kim Rabbine bir günahkâr olarak gelirse, onun için, içinde ne ölebileceği ne yaşayabileceği cehennem vardır. Ama kim de O'na salih ameller işlemiş bir mü'min olarak gelirse, İşte en yüce dereceler bunlar içindir" (Taha, 74-75) ayetidir. Böylece Cenab-ı Hak, mü'minin sevâb ehlinden olması gibi, kâfir ve fâsıkın da devamlı ceza görenlerden olduğunu açıklamıştır.

Dokuzuncusu: "Bir zulüm yüklenmiş olan kimse, muhakkak ki kaybetmiştir" (Taha, 111) ayetidir. Bu, namaz kılanlardan olan zalimin, bu vaîdin şümulüne girmesini gerektirir.

Onuncusu: Allah'ın günah olan şeyleri saymasından sonra buyurmuş olduğu şu ayettir:

"Kim bunu yaparsa, cezaya çarpılır; kıyamet gününde azabı kat kat olur ve hor hakir olarak onun içinde ebedî kalır" (Furkan, 68-69). Allah, fasıklardan tevbe edenler, kâfirlerden de iman edenler hariç olmak üzere, cehennemde ebedî kalma hususunda fâsıkın kâfir gibi olduğunu beyan etmiştir.

Onbirincisi:

"Kim bir iyilik getirirse, ona, ondan daha hayırlısı vardır. Onlar o gün, korkudan emindirler. Kim de bir fenalık getirirse, onların yüzleri ateşe sürtülür. Siz, yaptıklarınızdan başka bir şey ile mi cezalandırılacaksınız?" (Neml, 89-90) ayetidir. Bu taatların hepsine bir mükâfat va'adedildiği gibi, bütün günahlara da bir ilahî tehdidin bulunduğunu gösterir.

Onikincisi:

"Her kim azar da, dünya hayatını tercih ederse, muhakkak ki cehennemdir onun varacağı yer" (Naziat, 37-39) ayetleridir.

Onüçüncüsü: Cenab-ı Hakk'ın: "Kim Allah'a ve Resulüne isyan ederse, onlar için, içinde ebedi olarak kalacakları cehennem ateşi vardır" (Cin, 23) ayetidir. Allah, kâfirle fâsıkın arasını ayırmamıştır.

Ondördüncüsü:

"Hayır (böyle değil!) Kim bir kötülük işler de, bu günahı onu çepeçevre kuşatırsa, işte böyleleri ateş yaranıdırlar; onlar orada ebedî kalacaklardır" (Bakara, 81) ayetidir. Buna göre Allah ayetin başında yahûdilerden Mûrci'e gibi inananların görüşünü anlatarak: Dediler ki sayılı birkaç günün dışında, bize ateş değmeyecektir" (Bakara, 80). Sonra Allah, o yahûdileri bu konuda yalanlayarak, şöyle buyurmuştur: (Bakara, 81). İşte bütün bu ayetler, şart makamında getirilen edatını ihtiva ettiği için, Mu'tezile'nin bu mesele hakkında tutundukları ayetlerdir.

Lâfzının Umûm İfade Ettiğine Dair Mutezile Delilleri

Onlar lâfzının umûm ifâde ettiğine birkaç bakımdan delil getirmişlerdir:

a) Şayet bu lâfzı umûm için va'z edilmemiş olsaydı, bu ya hususî bir mâna için vaz edilmiş olacaktı, yahut da bu ikisi arasında müşterek olacaktı.. Her iki faraziye de bâtıldır. Bu sebeple, lâfzının, umûma vaz edilmiş olması gerekir. Onun hususî bir mana için vaz edilmiş olmasının caiz olmamasına gelince, bu şundan dolayıdır: Eğer o böyle olsaydı, konuşan tarafından, şartı yerine getiren herkese ceza vermesi yerinde olmazdı. Çünkü bu takdire göre bu ceza, bu şarta terettüb etmezdi. Ancak âlimler, birisi; "Kim evime girerse, ona ikram edeceğim" dediğinde, onun, evine giren herkese ikram etmesinin güzel olacağında ittifak etmişlerdir. Böylece biz bu 'in hususi bir mana için olmadığını anlamış oluruz.

Ama bu (......) lâfzının, umûm ile hususî arasında müşterek olmasının caiz olmamasına gelince, bunun birinci sebebi şudur: Müşterek olmak, asıl değildir. İkincisi, şayet durum böyle olsaydı, cezanın şarta nasıl tereddüp ettiği hususu, ancak mümkün olan bütün kısımlardan sorulduktan sonra bilinebilirdi. Meselâ, birisi, dediğinde, ona, "Kadınları mı kastettin yoksa erkekleri mi?" denilir. O, "erkekleri kastettim" dediğinde, ona, "Arabları mı, Arab olmayanları mı, kastettin?" denilir. Eğer adam, "Ben Arabları kastettim" derse, ona, "Rebia kabilesini mi, Muzdar kabilesini mi kastettin?" denilebilir. Sen bunu, dallandırabileceğin kadar dallandır... Zaruri olarak, dilcilerin bunu çirkin görmüş olduklarını bildiğimizde, lâfzının umûmî ve husûsî manada müşterek olduğu görüşünün bâtıl olduğunu anlarız.

b) Birisi, "Kim evime gelirse, ona ikram ederim" dediğinde, akıllılardan herbirinin bundan istisna kılınması uygun olur. İstisna, şayet kendisi olmasaydı hükme dahil olacak olan şeyi, sözün dışına çıkarır; çünkü cinsten müstesna tutulan şeyin, müstesna minh'in (kendisinden müstesna tutulanın) hükmüne dahil olabilecek şekilde olması gerektiği hususunda bir ihtilâf yoktur; müstesnanın müstesna minh'in hükmüne dahil olması ise, ya bu uygunlukla beraber gerekliliğin de göz önünde bulundurulmamasıyla veya bulundurulmasıyla olur.

Birincisi yanlıştır; bunun birinci sebebine gelince, bu şundandır: Çünkü, senin, "Bana, Zeyd hariç bazı fakihler geldi" sözünde olduğu gibi nekre, belirsiz olan cemiden yapılan istisna ile; "Fakîhler, Zeyd hariç, bana geldiler" sözünde olduğu gibi mahfe olan cemiden yapılan istisna arasında, her iki söze de Zeyd kelimeşinin girmesi uygun olduğu için, bir farkın bulunmaması gerekir. Fakat, bunların arasında, bir farkın bulunduğu, zorunlu olarak bilinir.

İkinci sebebine gelince, şöyledir: Çünkü aded, sayıdan yapılan istisna, bu istisna olmasaydı hükme dahil olacak olan şeyi, sözün dışına çıkarır. Bundan dolayı, bütün yerlerdeki istisnanın anlamının bu olması gerekir; çünkü, dilcilerden hiçbiri sayılara dahil olan ile sayılardan başka lâfızlara dahil olan istisnayı birbirinden ayırmam ıslardır. Böylece, bizim söylediğimiz hususlarla, istisnanın, şayed istisna olmasaydı hükmüne dahil olacak olan şeyi sözün hükmünden dışarda bıraktığı sabit olmuştur. Bu da, şart yerinde gelen lâfzının umûm ifâde ettiğini gösterir.

c) Cenab-ı Allah;

"Siz ve, Allah'tan başka taptığınız şeyler, cehennem odunusunuz" (Enbiya. 98) ayetini indirdiği zaman, İbnu'z Zeba'rİ, "Andolsun ki, Muhammed'le davalaşacağım!" demiş, sonra da gelerek: "Ey Muhammed, meleklere ibadet edilmedi mi, İsa İbn Meryem'e tapılmadı mı?" dedi ve böylece, lâfzın umûmî mânasına tutundu. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onun bu sözünü nakletmedi. Bu da, bu siganın umum ifâde ettiğini gösterir.

Mutezilenin Elif lam İle Marife Olan Cemilerle İstidlali

Mû'tezile'nin delillerinden ikinci çeşidi, onların elif-lam ile marife olan cemîlerle yapılmış va'îdlere tutunmalarıdır. Bu birçok ayette vardır. Bunların birincisi: "Hiç şüphesiz günahkârlar cehennemde olacaklar ' (infitar. 14) ayetidir. Bil ki Kâdi, Cübbâî ve Ebu'l-Hasan bu siganın (yani elif-lamlı cemî sığasının) umûm ifâde ettiğini söylerlerken, Ebu Hâşim onun umûm ifâde etmediğini söylemiştir. Biz de diyoruz ki: Bu siganın umûm ifâde ettiğine delâlet eden birçok şey vardır:

1) Ensâr liderlik (devlet başkanlığının) kendilerinden olmasını istedikleri zaman Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh) onlara karşı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in; "İmamlar (halifeler) Kureyş kabilesinden (olur)" Müsned, 3/129; 183; 4/421. sözünü delil getirmiş, Ensâr (radıyallahü anha) da bunu kabul etmişti. Eğer cins lâm-ı tarifi ile marife kılınmış olan cemî, istiğraka (umûma) delâlet etmemiş olsaydı, Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh)'in bu şekilde delil getirmesi doğru olmazdı. Çünkü bizim "Bazı imamlar Kureyş'tendir" sözümüz, başka kavimlerden de bir imamın (liderin) olmasına ters değildir. Ama bütün imamların Kureyş'ten olmasının, bazılarının Kureyş'in dışındaki kabilelerden olmasına aykırı oluşuna gelince, rivayet edildiğine göre Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh) zekat vermeyenlerle savaşmaya karar verdiği zaman ona şöyle demiştir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem);La ilahe İllallah deyinceye kadar, ben insanlarla savaşmakla emrolundum" Buhari, iman, 17. demedi mi?." Böylece Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), lafzın ifade ettiği umûmî mana ile, Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh)'e delil getirdi, sonra ne Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh) ne de sahabeden herhangibir kimse lâfzın umûm ifâde etmediğini söylemedi. Fakat Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh) hadiste bulunan istisnayı yani, istisnasını öne sürmüştür. Bunun manası: "Ancak bu kelimenin hakkını yerine getirmek mahfuzdur." Zekat da onun haklarındandır.

2) Bu cemî, istiğraka uygun olacak bir şekilde te'kid edilmiştir. Bundan dolayı da istiğrakı ifâde etmesi vacib olmuştur. Onun te'kid edilmesi konusuna gelince, Cenâb-ı Allah'ın şu ayetinde olduğu gibidir:

"Bunun üzerine, meleklerin hepsi topluca secde etti" (Hicr, 30). Cins için olan lamın, te'kidden sonra "istiğrak" ifâde etmesine gelince, bu da icmâ iledir. Ne zaman böyle olursa, te'kid edilenin aslında istiğrak için olması gerekir; çünkü bu lâfızlar, te'kid olarak adlandırılırlar. Te'kid, aslında var olan bir hükmü takviye etmektir. Buna göre, şayet istiğrak aslında mevcut olmayıp da, ilk önce bu lâfızlarla meydana gelmiş olsaydı, bu lâfızların hükmü takviye etme hususunda herhangi bir tesiri olmaz; tam aksine yeni bir hüküm vermede tesir icra ederek, te'kid edici değil de, mücmeli beyân eden lâfızlar olmuş olurlardı. Alimler, bu lâfızların, te'kid edici lâfızlar olduğunda ittifak ettikleri için, istiğrakı gerektiren şeyin esasen var olduğunu anlamış olur.

3) Eliflâm, ismin başına gelince o isim mahfe (belirli) olur. Bunun böyle olduğu, dilcilerden de nakledilmiştir. Bu sebeple "eliflâm'"ı, kendisiyle marifeliğin meydana gelmiş olduğu şey anlamına hamletmek gerekir. Marifelik, ancak o eliflâmı, mânânın tamamına vermekle tam olur. Çünkü, muhataplarca bilinen, bu külli mânadır. Onu, küllî mananın dışında bir manaya hamletmeye gelince, bu marifeliği ifâde etmez. Çünkü, küllî manaya dahil olanların bir kısmı, diğerlerinden daha evlâ değildir. Bu sebeple, eliflâmın bulunmuş olduğu o kelime, meçhul olarak kalmış olur.

İmdi şayet sen: "Elif lâmlı kelime, o cinsten hususî bir topluluğu ifâde ettiği zaman, o cinsin tamamının marifeliğini ifâde etmiş olur" dersen, ben de derim ki, bu fayda eliflâm olmadan da vardır. Çünkü birisi, adamlar gördüm" derse, bu, cinsin marifeliğini ve başkasından temyizini, ayrıldığını ifâde eder. Bu sebeple bu, elif lâmın fazladan bir mâna ifâde ettiğini gösterir ki, bu da ancak onun "istiğrak" ifâde ettiğidir.

4) Ondan olan herhangi birini istisna etmek doğru olur ki, bu da o lâfzın umûmî mana ifâde ettiğini gösterir.

5) Çokluğu gerektirmek hususunda marife olan cemîler, nekire olan cemilerin üstündedir. Çünkü nekireyi mahfe olan lâfızdan çıkarmak doğru olur. Ama bunun aksi caiz değildir. Çünkü (......) denilebildiği halde, (......) denilmesi caiz değildir.Toplamın çıkandan daha çok olması, bedihî olarak bilinmektedir.

Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki, marife olan cemilerden anlaşılan ya küllî veya onun aşağısında olan bir manadır. İkincisi geçersizdir, çünkü küllün aşağısında olan hiçbir sayı yoktur ki, o sayıyı o marife olan o cemîden çıkarmak doğru olmasın... Sen toplamın daha çok olduğunu biliyorsun; bu sebeple, marife olan cemilerin külli manaları ifâde etmiş olmaları gerekir. Allah en iyisini bilendir.

Ebu Hişam'ın gürüşüne gelince, ki bu marife cemîlerin umumî mana ifâde etmedikleridir, bu hususta diğer iki yönden âyete temessük etmek mümkündür:

a) Bir hükmün, herhangi bir vasfa dayanması, o vasfın o hükmün sebebi olduğunu gösterir. Buna göre, Cenâb-ı Hakk'ın: "Muhakkak ki günahkârlar cehennemde olacaklardır" (infitar, 14) buyruğu, "fücûr"un cehenneme girişin sebebi olduğunu gösterir. Bunun böyle olduğu olunca, sebebinin umûmî olmasından ötürü hükmün umûmî olması gerekir ki, elde etmek istediğimiz de budur. Bu konuda, nahiv âlimlerininıdile getirdiği üçüncü bir yol da bulunmaktadır ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın: (......) ifâdesindeki eliflâmin, marifelik ifâde eden eliflâm olmadığı, tam aksine; (......) mânasına olduğudur. Buna, iki şey delâlet etmektedir:

1) Çünkü, Cenâb-ı Allah'ın: "Çalan erkek ve kadınların ellerini kesin" (Maide, 36) ayetinde, ve senin; "Beni karşılayana bir dirhem var" sözünde olduğu gibi, bu manadaki eliflâmlı kelimenin cevabının başına lâ harfi getirilir.

2) Başına bu lamın gelmiş olduğu isme, fiilin atfedilmesi uygundur. Nitekim Cenâb-ı Hak: "Muhakkak ki tasaddukta bulunan erkeklerle tasaddukta bulunan kadınlar ve Allah'a güzel bir borçverenter..."(Hac, 18) buyurmuştur. Eğer bu âyetteki (......) ifâdesi, (......) manasında olmasaydı, fiil cümlesinin ona atfedilmesi uygun olmazdı. Bunun böyle olduğu sabit olunca, Cenâb-ı Hakk'ın âyetinin manası, (......) şeklindedir. Ki bu da, umumi bir mana ifâde eder. Bu konuda ikinci âyet, Cenâb-ı Hakk'ın: "O muttakileri, Rahman olan Allah'ın huzuruna heyetler halinde toplayıp, günahkârları da susuz olarak cehenneme sürdüğümüz gün.., "(Meryem.85-86) âyetidir. Âyetteki (......) lâfzı, eliflâm ile marife kılınmış cemî sîgasıdır.

Bu konudaki üçüncü âyet: "Ve zalimleri, diz üstü oldukları halde bırakırız "(Meryem, 72). Bu konudaki dördüncü âyet:

"Şayet Allah, zulümlerinden dolayı insanları yakalayıp cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı; fakat O, onları erteler... (Fatır, 45). Allahü Teâlâ, onların cezasını en son güne bıraktığını beyan etmiştir. Bu ancak, onların cezasının o günde verilmesi halinde doğru olur.

Umum Lâfızlarından (......) İle Beraber Olan Cemî Sığaları

Mû'tezile'ye göre umûm ifâde eden lâfızların üçüncü çeşidi (......) harfiyle birlikte gelen cemî kalıplarıdır.

a) Hak Teâla'nın: "Tartıyı eksiltenlere yazıklar olsun ki onlar, insanlardan ölçerek aldıkları zaman haklarını tastamam isterler" (Mutafifin, 1-2) âyetidir.

b)"Haksız yere yetimlerin mallarını yiyenler yok mu, onlar ancak karınlarında bir ateş yemektedirler"(Nisa, 10) âyeti.

c) Cenab-ı Allah'ın:

"Öz nefislerinin zalimleri olarak meleklerin canlarını alacağı kimselere..."(Nisa, 97) âyetidir. Cenâb-ı Allah bu âyette, Allah'a ve Peygambere inansa bile bir insanın hicreti ve yardımı bıraktığı için hak ettiği cezayı açıklamıştır.

d) Cenâb-ı Hak:

"Kötülükler kazanmış olanlara gelince, (onların) kötülüğünün karşılığı bir misli itedir. Onları bir zillet kaplayacak..." (Yûnus. 27) buyurarak kâfir ile kâfir olmayanın tehdidini ayırmamıştır.

e) Cenâb-ı Hak: "Altın ve gümüş yığıp, onları Allah yolunda infak etmeyenler..." (Tevbe. 34) buyurmuştur.

f) Hak teâlâ:"Kötülük yapanlara...tevbe yoktur" (Nisa, 18) buyurmuştur. Şayet fâsık va'îd ve azaba müstehak olanlardan olmasaydı, bu sözün bir manası olmaz, bundan da öteye tevbe etmeye bir hacet kalmazdı.

a) Cenâb-ı Allah'ın: "Allah'a ve Resulüne harb açanların ve yeryüzünde fesâd çıkarmak için çabalayanların cezası ancak öldürülmeleri veya asılmalarıdır" (Maide, 33) âyeti. Bu âyette, Cenâb-ı Hak, dünya ve âhirette fasıklara verilen cezayı açıklamıştır.

h) Hak teâlâ'nın: "Allah'a olan ahidlerini ve yeminlerini az bir fiyata satanlar (var ya) işte âhirette bir nasibleri yoktur" (Âl-i İmran, 77) âyetidir.

Mû'tezile'ye göre umûm ifâde eden şeylerin dördüncüsü, Cenâb-ı Hakk'ın:

"Onların cimrilik ettikleri şeyler (yani malları) kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır" (Âl-i İmran, 180) âyetidir, Allah bu âyette, zekât vermeyenlere va'idde bulunmuştur.

Umum Lâfızlarından (......) Lâfzı

Mû'tezile'ye göre umûm ifâde eden şeylerin beşincisi, (hepsi, tamâmı) lâfzıdır. Meselâ: "Eğer yeryüzünde olan bütün şeyler zalim olan herbir kimsenin olsaydı onu...fidye verirdi" (Yûnus, 54) buyurmuş ve zâlimin zulmünden dolayı hakettiği şeyi beyân etmiştir.

Mû'tezile'ye göre umûm ifâde eden şeylerin altıncı çeşidi, Cenâb-ı Allah'ın insanlara karşı yaptığı va'îdlerini mutlaka yerine getireceğini gösteren şu gibi âyetlerdir:

"(Allah şöyle) dedi: Benim huzurumda çekişmeyin. Ben size önceden tehdid (va'îd) göndermiştim. Benim katımda söz değiştirilmez. Ben kullara zulümkâr da değilim"(Kâf, 28-29). Cenâb-ı Allah bu âyette va'îd hususundaki sözünün değişmeyeceğini beyân etmiştir. Bu âyetle iki bakımdan istidlal edilir.

a) Allahü Teâlâ, özrü izâle sebebi olarak önceden va'îdde bulunmasını göstermiştir. Yani önceden va'îdde bulunduktan sonra, hiçbir kimse için herhangi bir sebeb ve O'nun azabından kurtulma çaresi kalmaz.

b) Allahü teâlâ'nın:"Benim katımda söz değiştirilmez" ifâdesi, sözünün ifâde ettiği şeyi mutlaka yapacağını gösteren açık bir sözdür. İşte bütün bunlar Mû'tezile'nin Kur'an'ın umûmi lâfızları konusunda, delil getirdikleri şeylerin tamamıdır.

Mû'tezile'nin Hadis-i Şeriflerden İleri Sürdükleri Deliller

Haberlerdeki umûmi ifâdelere ve lâfızlara gelince, bunun misalleri çoktur: Birinci çeşit; kalıbı ile gelenler.

1) Vakkas b. Rebt'a'nın el-Müsevvir b. Şeddâd'dan rivayetine göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kim kardeşinin etini yerse (gıybetini yaparsa) Allah o kimseye cehennem ateşinden yedirir. Kim kardeşine bir elbise giydirirse (iftira ederse), Allah ona cehennem ateşini giydirir. Kim gösteriş ve şöhret makamında bulunursa, Allah da onu, kıyamet günü riya ve şöhret makamına oturtur" Ebu Davud, Edeb, 40, (4/270). Bu hadis, fâsı-ka yapılan va'id hakkında bir nastır. Hadiste geçen (oturtur) lâfzının manası "Allah onu bu riya ve şöhret arzusundan dolayı cezalandırır" demektir.

2) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Kim iki dilli ve iki yüzlü olur ise, cehennemde de iki dilli ve iki yüzlü olur" Ebu Davud, Edeb, 39, (4/268). Bu konuda, münafık olan ile olmayanı ayırmamıştır.

3) Sa'id b. Zeyd (radıyallahü anh)'den Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"Kim bir karış toprağı haksız yere alır ise, Allah kıyamet günü onun boynuna yedi yeryüzünü dolar" Müslim, Müsâkât, 138-142 (3/1230-1231).

4) Enes (radıyallahü anh)'den Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Mü'min, insanların kendisinden emin olduğu kimse; müsluman, dilinden ve elinden müslümanların salim olduğu kimse; muhacir, kötülükten hicret eden kimsedir. Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki kötülük yapmasından komşusu emin, olmayan kimse cennete giremez" buyurduğu rivayet edilmiştir. Bu hadis zalim olan fâsık'ın hakkındaki va'îdi ve Mû'tezile'nin dedi gibi, böyle olan kimsenin ne müsluman, ne mü'min olmayıp iki menzile arasında bir yerde olduğunu gösterir.

5) Sevbân (radıyallahü anh)'dan, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: kıyamet günü şu üç şeyden uzak olarak gelir ise cennnete girer: Kibir, ryânef ve borç Tirmizi, Siyer, 21(4/138); ibn Mâce, Sadakat, 12(2/806). Bu hadis de kendisinde bu Üç kusur bulunan kimsenin nmete girmeyeceğini gösterir. Yoksa bunun bir manası olmaz. Hadiste geen borçtan murad, "Kim âsi, engelleyici, tevbeyi arzu etmeden ve günahına tevbe etmeden ölürse..." demektir.

6) Ebu Hureyre (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

"Kim ilim öğrenmek için bir yol tutarsa, Allah onun için cennet yollarından bir yolu Kolaylaştırır. Kimi de işleri geride bırakırsa nesebi onu ilerletmez " Hadisin ilk yarısı için bkz, Buhari, İlim. 10; Tirmizi, İlim. 19; İbn Mace, Mukaddime, 17 (1/81); Ebu Davud ilim. 1(3/317). Bu, mükâfaatın ancak taat ile, cehennemden kurtulmanın ise ancak salih amel ile olabileceği hususunda bir nastır.

7) İbn Ömer (radıyallahü anh)'den Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediği rivayeti gelmiştir:

"Her sarhoşluk veren şey İçkidir ve her içki de haramdır. Kim dünyada içki içer de bundan tevbe etmez fee, ahirette (cennet) içkilerinden îçemez" Müslim, Eşribe, 73(3/1587).

Bu, fasık'a va'îd ve onun cehennemde ebedî kalacağı hususunda açık bir ifâdedir. Çünkü o cennet içkisini içmediğine göre, cennete giremeyecek demektir. Çünkü cennetlerde, nefislerin arzuladığı ve gözlerin zevk aldığı şeyler vardır.

8) Ümmü Seleme (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

"Ben de sizin gibi bir insanım. Siz belki bana hasım olarak gelirsiniz ve belki biriniz delilini diğerinden daha güzel ifâde eder. Böyle bir durumda ben kimin lehine kardeşinin hakkı olan şeyi hükmeder isem, bilsin ki ona cehennem ateşinden bir parça vermiş olurum" Müslim, Ekdiye. 4(3/1337).

9) Sabit b. ed-Dahhâk Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

"Kim, kasten ve yalan yere, (eğer yalan söylüyorsam) İslâm'dan başka bir dinden olayım diye yemin eder ise, o kimse dediği gibi (o dindendir). Ve kim bir şeyden dolayı kendisini öldürür (İntihar) eder ise, o bu yüzden cehennem ateşinde azab olunur. Müslim, İman, 76(1/104).

10) Abdullah b. Ömer (radıyallahü anh) Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in namaz hakkında şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

"Kim bu namazlara devam eder, namazı onun için kıyamet gününde bir nur, bir rehber ve bir kurtuluş vesilesi olur. Kim de devam etmez ise, namaz ona bir nur, bir rehber ve bir kurtuluş ve sevab vesilesi olmaz. O, kıyamet günü Karun iler Hamin ile Firavun ile ve Übeyy b. Halef ile beraber olacaktır." Darimi, Rikak, 13 (2/302). Bu hadis, namazı kılmamanın diğer amellerin boşa gitmesine sebeb olduğuna ve ebedî va'îdi (tehdidi) gerektirdiğine delâlet ediyor.

11) İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): Tüm devamlı içki içerken Allah'a kavuşur (ölür) ise, sanki bir putperest ola-mk Allah'a varmış olur" Müslim, Eşribe, 73(3/1587). İçki içen kimsenin kâfir olmadığı sabit olduğuna göre, bu hadisten muradın, onun amellerinin boşa gittiğini anlatmak olduğunu anlıyoruz.

12) Ebu Hureyre (radıyallahü anh)'den Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Kim bir demir parçası ile canına kıyarsa, o demir parçası elinde olduğu halde, onunla karnını delik deşik eder; elinde ebedi kalıcı, ebedi bırakılmış olarak cehenneme yuvarlanır. Kim kasten kendini dağdan aşağı atarak kendisini öldürür İse, ebedi ve müebbed olarak cehenneme düşer"' Müslim, İman, 175 (1/104); Nesai, Cenaiz, 62 (4/67).

13) Ebu Zer (radıyallahü anh)'den rivayet edilmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Üç kısım kimse vardır ki Allah onlarla kıyamet gününde konuşmaz. lara hiç bakmaz ve onları temize çıkarmaz. Onlar için elim bir azab vardır. "Ya Resulallah! Kim, o zarar edip pişman olacaklar?" dedim. O da:"Etekleri yerleri süpüren kibirli kimse; yaptığı iyiliği başa kakan kimse ve yalan yenvr ederek malını süslü gösteren kimse Müslim, İman, 171 (1/102). buyurdu. Malumdur ki Allah'ın konumadiği, merhamet etmediği ve kendileri için elem verici bir azab bulunan kimseler cehennem ehli olanlardır. Bu hadisin fâsıklar (günahkarlar) hakkında söylenmiş olması, bu konuda bir delildir.

14) Ebu Hureyre (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

"Kim, kendisi ile Allah'ın rızası elde edilebilecek bir ilmi ancak dünyevi bir menfaat elde etmek için öğrenir ise, kıyamet günü cennetin kokusunu duyamaz" Ebu Davûd, İlim. 12 (3/323). Cennetin İyiliklerine eremeyen kimsenin cehennemde olacağında şüphe yoktur. Çünkü mükellef ya cennette ya cehennemde olacaktır.

15) Ebu Hureyre (radıyallahü anh)'den, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:

"Kim bir ilmi saklar ise, kıyamet günü onun ağzına ateşten bir gem vurulur. Ebu Davud, ilim, 9(3/321).

16) İbn Mes'ud (radıyallahü anh)'dan, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

"Kim din kardeşinin malını malına katmak için yalan yere yemin eder ise, (kıyamette) kendisine gazablı olduğu halde Allah ile karşılaşır" Çok yakın bir ifade için: Müslim, İman. 220 (1/122-123). Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Hak: "Allah'a olan ahidlerini ve yeminlerini az bir fiyata satanlar (yok mu) işte onlar için ahirette hiçbir nasib yoktur. Allah kıyamet günü onlar ile konuşmaz, onlara bakmaz, onları temize çıkarmaz. Onlar için pek acıklı bir azab vardır" (al-i imran, 77) buyurmuştur. Bu, va'îd hakkında ve âyetin kâfirler gibi fâsıklar hakkında olduğu hususlarında bir nastır.

17) Ebu Ümâme (radıyallahü anh)'den, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

"Kim hakkı olmadığı halde, bir müslümanın malını almak için yalan yere yemin eder ise Allah ona cenneti haram, cehennemi vâcib kılar." Denildi ki: " Ya Rasûlallah, o mal azıcık birşey olsa da mı? "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Misvak ağacının bir dalı bile olsa.. Müslim, İman, 218 (M/22). buyurdu.

18) Sa'id b. Cübeyr'den rivayet edildiğine göre o şöyle dedi: "İbn Abbas'ın yanında idim, bir adam çıkageldi ve "Ben geçimimi şu resimlerden kazanan bir adamım" dedi. İbn Abbas (radıyallahü anh) Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle dediğini işittim dedi:

"Kim bir suret (heykel) yaparsa, rûh üfürmeye muktedir olmadığı halde, ona ruh üfürünceye kadar Allah ona azab eder. Kim, bir kavmin duyulmasını istemediği bir sözünü dinlemeye çalışırsa, onun iki kulağına kurşun dökülür. Kim de, rüyasında görmediği şeyi, görmüşcesine anlatırsa, o iki arpayı birbirine bağlamak (gibi zor bir şeyle) mükellef tutulur" Tirmizi, Libas, 19 (4/231); Ebu Davud, Edeb. 88 (4/306).

19) Ma'kil ibn Yesâr'dan Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"Allah'ın kendisinden raiyyesini korumasını istemiş olduğu bir kul, öldüğü gün kendi raiyyesini, halkını aldatmış olarak ölürse Allah ona cennetini haram kılar. Müslim, İman, 227 (1/125).

20) İbn Ömer (radıyallahü anh)'den, Hazret-i Osman (radıyallahü anh) O'nu kaza ve hüküm verme (kadılık) mevkiine getirmek istediğinde, O bu hususta Hazret-i Osman (radıyallahü anh) ile yapmış olduğu münazarada şöyle dediği rivayet edilmiştir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dediğini duydum:

"Kim cehaletle hükmeden bir kadı olursa, o cehennemliklerdendir. Yine kim, zulümle hükmeden bir kadı olursa, o da cehennemliklerden olur. Ebu Davûd, Akdiye. 2 (3/299).

21) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Kim İslâmiyet döneminde, onun babası olmadığını bildiği halde, birisinin kendi babası olduğunu iddia ederse, cennet ona haramdır."

22) Hasan el-Basri'nin Ebu Bekre'den rivayet ettiği hadise göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:" Kim bir muahidi (yani İslâm devleti ile ahid yapmış gayri müslim bir devlet mensubunu) Öldürürse, o kimse cennetin kokusunu duyamaz" Tirmizi, Diyât, 2 (4/20).

Kafir kimseleri öldürmek hususunda durum böyle olunca, Hazret-i Peygamberin çocuklarını öldürme hususundaki kanaatin ne olur?

23) Ebû Saîd el-Hudrî'den, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"Kim dünyada ipekli elbise giyerse, ahirette onu giyemez" Müsned, 1/46. Ahirette onu giyemediğine göre, o kimsenin cennetliklerden olmaması gerekir; zira Cenâb-ı Hak: "Orada, nefislerin arzuladığı her şey vardır" (Zuhruf, 71) buyurmaktadır.

Dışında Umum İfade Eden Hadisler

İkinci çeşit: sigasıyla gelmemiş olan haberlerdeki umumî ifadeler, gerçekten fazladır.

1) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kölesi Nâfi'den rivayet edilen bir hadiste, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: Kibirli olan fakir, zina eden yaşlı ve yaptığı ibâdetleri Allah'a minnet eden kimse cennete giremez." Cennete giremeyen mükellefin, cehennemlik olduğunda icmâ vardır.

2) Ebu Hureyre (radıyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Üç kimse cennete girer: Şehîd, efendisi hakkında hayırhah olan ve Rabbinin ibâdetini güzel biçimde yerine getiren kul ve, son derece iffetli olan dürüst bir kul.. Üç kimse de cehenneme girer: Zalim hükümdar, Allah'ın zekâtını ödemediği bir maldan servet sahibi olan kimse, bir de kibirli fakir.” Tirmizi, Fedailu'l Cihad, 13 (4/125).

3) Ebû Hureyre'den Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

"Allah, sıla-ı rahmi yarattı. Onun yaratılmasını bitirince, sıla-i rahim ayağa kalkarak, (lisân-ı hal ile)şöyle dedi: "Bu, sıla-i rahmi kesenden sığınma makamıdır, değil mi? "Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, evet seni yerine getirene benim de rahmetimi ulaştırmama; senden ilgisini kesen kimseden de rahmetimi kesmeme razı olmaz mısın? dedi. Sıla-i rahim, bunun üzerine, evet razı olurum, deyince, Cenâb-ı Hak, sana diyorum, bu, şu âyetlerimdir:(Bünun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) isterseniz şu âyetleri okuyun, buyurdu)". "Demek, idareyi ele alırsanız yeryüzünde fesat çıkaracak ve akrabalık münasebetlerini param parça edeceksiniz, öyle mi? İşte böyleleri, Allah'ın kendilerine lanet etmiş olduğu, kulaklarını sağır, gözlerini de kör etmiş olduğu kimselerdir" (Muhammed, 22-23)" Benzeri hadis için bkn. Buhari, Edeb 13. Bu sıla-ı rahmi kesen kimsenin tehdit edilmesi va'îdi ile, âyeteri lefsiri hususunda zikredilmiş olan açık bir nastır.

Abdurrahman İbn Avf'dan rivayet edilen hadiste ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah şöyle buyurmuştur:"

"Ben, Rahman olan Allah, sıla-i rahmi yarattım ve ona ismimden alınmış bir isim verdim. İmdi, kim sıla-i rahmi yerine getirirse, ben de ona rahmetimi ulaştırırım. Kim de sıla-i rahmi keserse, ben de ondan rahmetimi keserim" Ebu Davut, Zekat. 45 (2/33) Tirmîzî, Birr, 9 (4/315) Ebu Davut, Zekat. 45 (2/33) Tirmîzî, Birr, 9 (4/315).

Ebû Bekre (radıyallahü anh)'nin hadisindeyse Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Cezasını ahirete ertelemiş olduğuyla beraber, Allah'ın bu dünyada cezasını hemen vermeye zulüm ve sıla-ı rahmi kesmeden daha layık olan başka hiçbir günah yoktur" İbn Maca, Zühd, 23 (2/1408); Tirmizi, Kıyâme, 57 (4/664).

Muaz ibn Cebel'den, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in orada bulunanlara şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"Allah'ın, kulları üzerindeki hakkı nedir?" Orada bulunanlar, "Allah ve Resulü daha iyi bilir" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

"Allah'a ibâdet etmeleri ve Ona hiçbir şeyi şirk koşmamalandır" (dedi.) Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sözüne devamla, "Onlar bunu yaptıklarında, onların Allah üzerindeki haklan ne olur?"diye sorunca, onlar, Allah ve Resulü daha iyi bilir, dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

"Allah'ın onlan bağışlaması ve onlara azâb etmemesidir" Buhari Tevhid, 1; Müslim, İmân, 48-51 (1/58/59). Şarta bağlanmış bir şeyin, şart bulunmadığı zaman, tahakkuk etmeyeceği malûmdur. Bu sebeple, onlar Allah'a ibâdet etmediklerinde, Allah'ın onları bağışlamaması gerekir.

5) Ebû Bekre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini nakletmiştir:

"İki müslüman, kılıçlarıyla dövüşüp de biri diğerini öldürdüğü zaman, öldüren de öldürülen dejcehennemdedir. 'Bunun üzerine Ebû Bekre, "Şu katildir (onun cehenneme girmesini anladık), ama öldürülenin günahı nedir?" deyince de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "O da arkadaşını öldürmeye arzuluydu buyurdu." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.

6) Ünımü Seleme'den rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Altın ve gümüş kaptan su içen kimsenin karnında, ancak cehennem ateşi ses çıkarır" Müslim, İman 1 (3/1624).

7) Ebû Saîd el-Hudrî'den Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

"Nefsim, kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Ehl-i Beyte buğzeden kimseyi, Allah ancak cehenneme sokar." Onlar, onlara buğzettikleri için cehenneme girmeyi hak ettiklerinde, onları öldürmeleri halinde cehennemi hak etmiş olmaları daha evlâ olur.

8) Ebû Hureyre'nin rivayet etmiş olduğu hadisde şu hususlar yer almaktadır: Biz Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'le beraber Hayber senesinde, sefere çıkmıştık.. Derken Vâdî'l-Kura'ya geldik... Adamın birisinin Hazret-i Peygamberi koruduğu bir sırada, ansızın kâfirlerden biri vurarak, onu öldürdü... Bunun üzerine orada bulunanlar, "cennet ona helâl olsun!" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

"Hayır, nefsi kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Huneyn 'de, taksim edenin isabet etmediği, bu sebeple de onun ganimetlerden almış olduğu o ince kadife, onun üzerinde bir ateş olarak tutuşacaktır." Orada bulunanlar bunu duyunca, onlardan birisi, bir veya iki ayakkabı bağını Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e getirdi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem); "(O bu adam) ateşten bir veyahut da iki bağ getirdi)" buyurdu. Nesil, Eyman, 37 (7/24); Etnı Davud, Cihad 133 (3/68).

9) Ebû Bürde'nin Ebû Musa el-Eş'arîden rivayet ettiği hadise göre, Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:" cennete giremez. Devamlı içki içen, stîa-i rahmi kesen ve sihir yapmayı onaylayan kimse..."

10) Ebû Hureyre'den Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

"Malının zekâtını vermeyen hiçbir kul yoktur ki, Allah onun üzerine, Allah'ın müddeti sizin hesapladığınız yıllarla ellibin yıl olan bir günde kulları arasında hükmedinceye kadar, kendisiyle alnının ve sırtının dağlanacağı cehennem ateşinden tabakalar yığar" Benzeri bir hadis için bkz: Müslim, Zekât, 24 (2/660). İşte, Kur'ân'ın ve haberlerin umumî bir mâna ifâde ettiğine dair, Mû'tezile'nin zikretmiş olduğu delillerin tamamı budur.

Sünnî Alimlerin Mu'tezile'ye Cevapları

Bizim alimlerimiz bunlara birçok yönden cevab vermişlerdir:

1) Biz şart makamında gelen (kim) lâfzının umûm ifâde ettiğini kabul etmiyoruz. Ve yine lam-ı tarifli (yani marife) olan cemi kelimelerin de umûm ifâde ettiğini kabul etmiyoruz. Buna birçok şey delâlet eder:

a) Şu iki lâfızdan herbirine (her..), ve; (bazısı...) lâfızlarını eklemek doğru olur ve şöyle denebilir: "Evime giren herkese ikramda bulunurum", ve "Evime giren bir (veya bazı) kimseye ikramda bulunurum." Yine; "İnsanların hepsi böyle" veva: "Bazı insanlar böyledir" denilir. Eğer şart için olan lâfzı istiğrak (umûm) ifâde etse idi, (......) kelimesini onun önüne getirmek, bir tekrar; lâfzını onun önüne getirmek, (onun umûmi oluşunu) bozan bir şey olur. Durum marife olan cemîlerde de aynıdır. Bu sebeple bu sığaların, umûm ifâde etmedikleri ortaya çıkar.

b) Bu kalıplar ( ve marife cemîler) Allah'ın kitabında yer almıştır. Fakat bunlardan bazan umûmi mana, bazan da kısmîlik murad edilmiştir. Çünkü Kur'an'ın umûmi ifâdelerinin çoğu tahsis edilmiştir. Kelimeyi mecazi bir manaya veya müşterek bir manaya hamletmek asıl olanın aksinedir. Bu sebeple onu, umûmî mana ile husûsî mana arasında ortak bir noktada hakiki manasına hamletmek gerekir. Bu da o kelimenin istiğrak (umûm) ifâde edip etmediğini açıklamaksızın, ekseriyeti ifade ettiği bir manaya hamledilmesidir.

c) Bu kalıplar şayet kesin olarak umûm ifâde etmiş olsalardı, te'kîd lâfızlarını bunların başına getirmek imkansız olurdu. Çünkü zaten tahsil-i hâsıl (elde olan şeyi yeniden elde etmeye kalkmak) imkânsızdır. Bu lâfızları o kalıbların başına getirmenin yerinde olduğu cümlelerde, bu kelimelerin umûm ifâde etmediklerini kesin olarak anlarız. Biz bu kalıbların umûm ifâde ettiğini kabul etsek bile, bu kalıp bu umûmu kafi olarak mı, zannî olarak mı ifade eder? Kat'î olarak ifâde etmesi, açıkça geçersiz ve bâtıldır. Çünkü insanların, mübalağa yolu ile, çoğu kez (......) ve (hepsi...) lâfızlarıyla ekseriyeti ifâde ettikleri zarurî olarak bilinmektedir. Mesela Cenab-ı Hakk'ın: "O kadına, Belkıs'a, herşey verilmiş" (Neml, 23) , yani "çoğu şeyler.." buyurduğu gibi... Bu lâfızlar umûmi manayı zannî olarak ifâde ettiklerine ve bu mesele de zannî meselelerden olmadığına göre, bu hususta bu şekitde umûmi manaya tutunmak caiz olmaz.

Biz bu lâfızların umûmi manayı kati olarak ifâde ettiklerini kabul etsek bile, onları tahsis edecek birşeyin mutlaka bulunması şartı gerekir. Çünkü umûmi olan lafızların tahsis edilebileceğinde herhangi bir münakaşa yoktur. O halde daha niçin, "Onu tahsis edecek birşey bulunmaz" diyorsunuz?

Bu konuda söylenebilecek en ileri sözleri şudur: "Biz araştırdık, ancak onu "tahsis" eden herhangi birşey bulamadık." Fakat sen biliyorsun ki birşe-yi bulamamak, var olan şeyin yokluğunu göstermez. Bu lâfızların istiğrak (umûm) manasını ifâde etmeleri, onları tahsis edecek bir şeyin olmamasına dayandığına göre ve böyle bir şartın olduğu da bilinen şeylerden olmadığına göre, bu delâlet malum olmayan bir şarta dayanmaktadır. İşte bundan ötürü, onların umûmi mana ifâde etmemeleri gerekir.

Hak teâlâ'nın:

"Kâfirleri inzâr etsen de etmesen de eşittir. Çünkü onlar iman etmeyecekler" (Bakara, 6) ayeti de bu görüşü te'kid eder. Allah, kâfir olan herkesin iman etmeyeceğine hükmetmiştir. Sonra biz, onlardan iman etmiş bir topluluğun olduğunu görürüz. Buna göre, şu iki şeyden birinin mutlaka söz konusu olduğunu anlamış oluruz: Ya bu sığalar umûmu ifâde etmek için konulmamıştır, veyahut da bu kalıplar umûm ifâde etmek için konulmuşlarsa bile, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında, onların kendisi sebebiyle Allah'ın o umûmi lâfızdan muradının bu husûsi mana olduğunu anladıkları bir karine vardı. O karinenin aynısının burada da söz konusu olması niçin caiz olmasın? Biz her nekadar bunu bir tahsis edicinin beyan etmesi gerektiğini kabul etsek bile, af ayetleri bu karfneyi tahsis eder. Bu durumda da tercih bizden yanadır. Çünkü va'îd ayetlerine nisbetle af ifâde eden ayetler, umûmi olan ifâdelere nisbetle daha husûsidirler. Husûsî ifâdeler ise, umûmî ifadelere takdim edilir.(Daha önce nazar-ı itibara alınır.)

Biz umûmu tahsis eden bir muhassisin bulunmadığını kabul etsek bile, vaîde dâir umûmi ifadeler, va'ade dâir olan umûmi ifâdelerle tezad teşkil eder. Bu durumda mutlaka bir tercihde bulunmak gerekir. Tercih, birkaç bakımdan bizden yanadır:

Birincisi: Va'adi tutmak, va'îdi yerine getirmekten daha ikramlı bir davranıştır.

İkincisi: Hadislerde, Allah'ın rahmetinin gazabını geçip gâlib geldiği hususu çokça yer almıştır. Bu sebeble va'ade dâir umûmi hükümleri tercih etmek daha uygundur.

Üçüncüsü: Va'îd Allah'ın hakkıdır. Va'ad ise kulun hakkıdır. Kulun hakkını gerçekleştirmek, Allah'ın hakkını gerçekleştirmekten evlâdır. Biz, vaîd ifâde eden umûmların, va'adin umûmları ile tezâd teşkil etmediğini kubul etsek bile, bu umûmi hükümler kâfirler hakkında nazil olmuştur. Bu sebeple onlar, umûmu ifâde eı.nede katiyyet ifâde etmezler.

İmdi eğer "Sebebin husûsi oluşuna değil, lâfzın umûmi manasına bakılır" denilir ise, biz deriz ki: Farzet ki bu böyledir. Ancak biz, birçok umûm lâfzın, hususi sebeplerden dolayı vârid olduğunu, bu sebeplerden de maksadın sadece hususilik olduğunu görünce, bu umûmi lâfızların, umûmi manayı ifâde etmelerinin kuvvetli olmadığını anlamış olduk. Allah en iyisini bilir.

Kebire İşleyenlere Allah Azab Etmez İddiasında Olanlar

Büyük günah işleyen kimselere Allah'ın azab etmeyeceğini kesin olarak söyleyenlere gelince, onlar bu görüşlerine birçok bakımdan deliller getirmişler:

a) "Cenab-ı Allah, "Bugün rezillik ve azab kâfirlerin üstünedir" (Nahl, 27) ve: şüphesiz bize, azabın yalanlayan ve yüz çeviren kimseler üzerine olduğu vahyedilmiştir" (Tâhâ, 49) buyurmuştur. Bu ayetler, rüsvaylık ve azabın kâfirlere has olduğunu gösterir. Bu sebeple bu şeylerden herhangi birinin, kâfirlerin dışında herhangi bir kimse için söz konusu olmaması gerekir.

b) Cenab-ı Hak: "De ki: Ey nefislerine haksızlık eden kullarım, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar" (zümer, 53) buyurmuştur. O, tevbe ve benzeri şeyleri nazar-ı itibara almaksızın bütün günahları affedeceğini bildirmiştir ki bu, O'nun bütün günahları bağışlayacağını kesin olarak ifâde eder.

c) Allahü teâlâ: "Hiç şüphesiz senin Rabbin, insanlara karşı, onların zulümlerine rağmen mâğdretlidir" (Ra'd, 6) buyurmuştur. Ayette geçen (......) lâfzı durumu ifâde eder. Tıpkı senin sözün gibi, bu, "O yemekle meşgul iken, ben padişahı gördüm" manasındadır. İşte bu ayete göre de Allah'ın onları, onlar zulüm ile meşgul oldukları halde affetmesi gerekir. İnsanların zulümle meşgul oldukları sırada, tevbe etmeleri imkânsızdır. Bu sebeple tevbesiz de bağışlamanın olabileceğini anlıyoruz. Bu ayet kâfirlerin de bağışlanmasını gerektirir. Çünkü Hak teâlâ: "Hiç şüphesiz şirk büyük bir zulümdür" (Lokman, 13) buyurmuştur. Fakat bu hususta bu ayette amel etmek bırakılmış, başka hususlarda bu ayetle amel edilmiştir. Aradaki fark ise, küfrün durumunun günahtan daha büyük olmasıdır.

d) Allahü teâlâ: "İşte ben sizi alevlendikçe alevlenen bir ateşle korkutuyorum. O ateşe, Hakk'ı yalanlamış ve (imandan) yüz çevirmiş en bedbaht kimselerden başkası girmez" (Leyl, 14-16) buyurmuştur.. Şüphesiz her ateş alevlendikçe alevlenir. Buna göre Allahü teâlâ sanki şöyle demiştir: "Ateşe ancak yalanlayan ve imandan yüz çeviren şakiler girer."

e) Allahü teâlâ: "O cehenneme ne zaman birgrub insan atılsa, cehennem bekçileri onlara: "Size bir uyarıcı (peygamber) gelmedi mi?" diye sorarlar. Onlar, "Evet, bize bir uyarıcı (peygamber) geldi. Ama biz (onları) yalanladık" ve, Allah hiçbirşey inzal etmedi. Siz çok büyük bir sapıklık içindesiniz dedik" dediler. (Mulk, 8-9) buyurmuştur. Bu ayet, bütün cehennem ehlinin yalancı olduğunu gösterir. Ayetin kâfirlere has olduğu söylenmesin. Allahü teâlâ'nın bu ayetten önce: "Rablerini inkâr edenlere cehennem azabı vardır. O ne kötü bir varış yeridir. Onlar oraya atıldıkları zaman, onun kaynadığı haldeki bed sesini işitirler. O nerede ise, öfkesinden çatlayacak gibi olur" (Mülk, 6-8) buyurduğunu görmüyor musun? Bu o ayetin "Evet, bize bir uyana (peygamber) geldi. Ama biz (onları) yalanladık" ve, "Allah hiçbirşey inzal etmedi..." diyen bazı kâfirlere has olduğunu gösterir. Bu söz bütün kafirlerin söylediği bir söz değildir. Çünkü biz, bu ayetten önceki kısmın kâfirlerle ilgili olmasının, daha sonra gelen ayetin umûmi olmasına manı olamayacağını söylüyoruz.

Ama hasmımızın "Bu bütün kâfirlerin söylediği bir söz değildir" İddiasına gelince, biz deriz kî: Biz bunu kabul etmiyoruz. Çünkü yahûdi ve hıristiyanlar da Allah'ın Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hiçbirşey indirmediğini söylüyorlardı. Durum böyle olunca yahudi ve hristiyanların da, Allah'ın hiçbirşey indirmediğini söyleyen kimselerden olması doğru olur.

f) Allahü teâlâ "Biz kâfirlerden başkasını cezalandırmayız" (Sebe, 17) buyurmuştur. Ayetteki (......) kelimesi mübalağa ifâde eden bir kalıptır. Bu sebeple tam kâfire has olması gerekir.

g) Cenab-ı Allah, insanların, yüzleri beyaz ve siyah olan iki sınıf olacaklarını haber verdikten sonra:"Yüzleri siyah olanlara gelince, (onlara şöyle denir:) İman ettikten sonra demek inkâr ettiniz haa! Öyle ise tadınız azabı.." (al-i İmran. 106) buyurmuş ve böyle olanların kâfirler olduğunu ifâde etmiştir.

i) Allahü Teâlâ insanları, "yarışı önde bitirenler", "amel defteri sağından verilenler", "uğursuzluk ehli" olarak üç kısma ayırıp, "yarışı önde bitirenler" ve "amel defteri sağından verilenler" in cennette; "uğursuzluk ashabı" nın cehennemde olduğunu beyan etmiş; sonra da, bu "uğursuzluk ashabı"nın kâfirler olduğunu:

"Onlar şöyle diyorlardı: "Biz ölüp, toprak ve çürümüş kemikler haline geldiğimizde, (evet), hakikaten biz diriltilecek miyiz" (Bakara, 47) ayetiyle açıklanmıştır.

j) Büyük günah sahibi rüsvay olmaz; halbuki cehenneme giren herkes, hakîrliğe duçar olur. Buna göre büyük günah sahibi cehenneme girmez. Biz, büyük günah sahibinin rezil ve rüsvay olmayacağını söyledik, çünkü büyük günah sahibi mü'mindir; mü'min ise rezil ve rüsvay edilmez. Biz büyük günah sahibinin, Allah'ın: (......) (Bakara, 3) ayetinin tefsirinde mü'min olduğunu açıkladığımız için, onun mü'min olduğunu söyledik. Biz, mü'minin rezil ve rüsvay edilmeyeceğini, birkaç yönden söylemekteyiz:

1) Allahü Teâlâ'nın: "Allah Peygamberi ve onun yanındaki iman etmiş olan kimseleri, o gün rüsvay etmez" (Tahrim. 8) ayetidir.

2)Yine Allah'ın: "Muhakkak ki, o gün rüsvayhk ve kötülük, kâfirleredir" (Nahl, 27) ayetidir.

"Ki onlar ayakta, oturarak ve yanlan üzre Allah'ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünerek, "Rabbimiz, sen bunları boşa yaratmadın, seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Rabbimtz bizi ateşin azabından koru.. Rabbimiz, sen kimi cehenneme sokarsan, muhakkak ki onu rezil ve rüsvay etmişsindir. Zalimler için hiçbir yardıma yoktur. Ey Rabbimiz, biz, Rabbinize İman edin diye çağıran bir davetçi duyduk da, hemen iman ettik! Rabbimiz, bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi, iyi kullarınla beraber öldür! Rabbimiz bize, peygamberlerine va'adetmiş olduğun şeyi ve, kıyamet gününde bizi rezil ve rüsvay etme" derler (Al-i İmran. 191-194) ayetleridir. Daha sonra Cenab-ı Hak:

"Bunun üzerine Rableri onlara icabet etti" (al-i imran, 195) buyurmuştur. Allah'ı ayakta, oturarak ve yan üzre yatarak zikredenlerle, Allah'ın gökleri ve yeri yaratmasını düşünenlerin içerisine, isyankârlar, zina edenler ve içki içenler de dahildir. Allahü Teâlâ, onların, "Bizi kıyamet gününde rezil ve rüsvay etme" dediklerini nakledip, sonra da kendisinin, onlara bu hususta icabet ettiğini açıklayınca, Allahü Teâlâ'nın onları rezil ve rüsvay etmeyeceği sabit olmuş olur. İşte böylece de, bizim anlattıklarımızla, Allahü Teâlâ'nın, ehl-i kıbleden olan günahkârları rezil ve rüsvay etmiyeceği ortaya çıkmış olur. Biz cehenneme giren herkesin rezil ve rüsvay olacağını söyledik, çünkü Cenab-ı Hak: "Rabbimiz, sen kimi ateşe sokarsan, muhakkak ki onu rüsvay etmişsinöir" buyurmuştur. Böylece, bu iki mukaddimenin her ikisiyle de, büyük günah sahibinin cehenneme girmeyeceği kesinleşmiş olur.

k) Va'ad hakkında gelmiş ve hayli fazla olan umumî ifadelerdir. Meselâ, Allahü Teâlâ:

"Ve onlar, sana indirilenle, senden önce indirilenlere iman ederler. Ahirete de kesin olarak İnanırlar. İşte bunlar, Rablerinden olan bir hidâyet üzeredirler. Ve onlar, kurtuluşa ermiş olanların ta kendileridir" (Bakara, 4-5) buyurmuş ve iman eden herkesin kurtulacağına hükmetmiştir.

Ve yine Cenab-ı Hak:

"İman edenlerden, yahudilerden, hristiyanlardan ve sâbiîlerden kim Allah'a ve ahîret gününe iman eder ve salih amel işler ise, işte böyle olanların, Rableri yanında mükâfaatları vardır. Onlara korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değiller" (Bakara, 62) buyurmuştur. Buna göre Allah'ın: ve salih amel işlerler" ifadesindeki lafzı müsbet ve nekire bir kelimedir. Dolayısı ile tek bir salih amel yeterlidir. Ve yine Hak teâlâ:

"Kadınlardan ve erkeklerden kim mümin olarak salih amel işler ise, işte böyle olan kimseler cennete girerler" (Nisa, 124) buyurmuştur.

Bu gibi ayetler gerçekten çoktur ve bizim bu hususta müstakil bir kitapçığımız vardır. Bu ayetleri görmek isteyen, o kitapçığımızı gözden geçirsin. Bütün bu hususlara, "Bu izahlar va'îd ile ilgili umûmî mana ifâde eden ayetlerle tezad teşkil eder" diye cevap veririz. Bu ayetlerin herbirinin tefsiri inşaallah yeri gelince görülecektir.

Bazılarının Affedileceğini Söyleyip Bazıları Hakkında Tevakkuf Edenlerin Delilleri

Bazı kimselerin affedileceğini kesin olarak söyleyen ve bazı kimselerin affedilip edilmemesi konusunda tevakkuf eden (susan) alimlerimize gelince, onlar Kur'an'dan birçok ayeti delil getirmişlerdir:

Birinci Delilleri: Birinci delilleri, Allahü teâlâ'nın çok affedici ve bağışlayıcı olduğunu gösteren ayetlerdir.

Meselâ:

"O (Allah), kullarının tevbesini kabul eden, kötülükleri affeden ve sizin ne yaptığınızı bilendir" (şûra, 25);

"Size isabet eden bir musibet ellerinizin kazandığı şey yüzündendir. Allah birçoğunu da bağışlıyor" (Şûra, 30) ve: "Denizde dağlar gibi akıp giden gemiler de O'nun ayetlerindendir. Eğer O, dilerse rüzgarı durdurur (o zaman yelkenli gemiler) denizin yüzünde kalıverirler. Şüphesiz ki bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için kafi ayetler yardır. Yahud (Allah o gemileri), (insanların) kazandığı (günahlar) yüzünden helâk eder. Bir çoğunu da bağışlar" (Şura, 32-34) ayetleri gibi.

Keza ümmet-i Muhammed, Allah'ın, kullarını affedeceğine ve O'nun isimleri arasında "el-Afüvv" (affedici) isminin de olduğuna ittifak etmişlerdir. Buna göre biz deriz ki "afv", ya ikâb edilmesi güzel olan veya ikâb edilmesi yerinde olmayan kimseden azabı düşürmekten ibaret olur. Bu ikinci şekil bâtıldır. Çünkü ikâb edilmesi yerinde olmayan kimseyi cezalandırmak kabin (çirkin) dir. Böyle bir işi yapmayan kimse için, "O, onu affetti" denilemez. Baksana, insan birisine zulmetmediği zaman, "O, onu affetti" denilemez. Ancak azac etme hakkı olan bir kimseye azab etmeyi (cezalandırmayı) bırakır ise, o zaman "O, onu affetti" denilir. İşte bu sebepten ötürü Cenab-ı Hak:

" Affetmeniz takvaya daim uygundur" (Bakara, 237) buyurmuştur ve yine Allah:

(Şûra. 25) buyurmuştur. Eğer af, tevbe edenin cezasını düşürmekten ibaret olsa idi, bu faydasız bir tekrar olurdu. Böylece biz, affın ikâb edilmesi (cezalandırılması) yerinde olan bir kimsenin cezasını kaldırmaktan ibaret olduğunu anladık. İşte bu bizim gö rüşümüzdür.

İkinci Delil: İkinci delilleri, Allah'ın gâfir, gafur ve gaffar olduğunu gösteren ayetlerdir. Nitekim Allah:

"(O), günahı bağışlar, tevbeyi kabul eder" (Mümin. 3); "Senin Rabbin gafur ve rahmet sahibidir " (Kehf, 58); "Şüphesiz ben (Allah), tevbe edene mağfiret ederim" (Tahâ, 82) ve "Ey Rabbimiz bizi bağışla, varış ancak Sanadır" (Bakara, 285) buyurmuştur. Mağfiret cezalandırılması yerinde olmayan kimseden azabı düşürmekten ibaret değildir. Bu sebeple onun cezalandırılması yerinde olan kimsenin cezasını düşürmekten ibaret olması gerekir. Biz, buradaki ilk şeklin bâtıl olduğunu söyledik, çünkü Cenab-ı Allah mağfiret sıfatını, kullarına lütfü sadedinde zikretmiştir. Eğer biz mağfireti birinci manaya hamtedersek, geriye lütuf manası kalmaz. Çünkü çirkin olan bir işi yapmamak, kula bir lütuf olmaz. Belki bu bir bakıma kendi nefsine iyilik olmuş olur. Çünkü eğer Allah böyle yapmış olsaydı, zemme ve kınamaya müstehak olmuş olur, ulûhiyet çizgisinden çıkmış olur, çirkin şeyleri bırakması sebebiyle de kulları tarafından övülmeye müstehak olmazdı. Bunun böyle olması bâtıl olunca, mağfireti ikinci şekilde manalandırmak ortaya çıkar. Ki bu varmak istediğimiz neticedir.

İmdi denilirse ki: Niçin af ve mağfireti, dünyada gereken cezayı ahirete tehir etmek manasına hamletmek caiz olmasın? Nitekim affın dünyadaki azabı tehir etme anlamında kullanıldığına, Allahü teâlâ'nın yahudilerin kıssasındaki:

"Sonra, bunun peşisıra sizi affettik" (Bakara, 52) ayeti de delâlet etmektedir. Bu ayetten maksad, ikâbı düşürmek değil, onu ahirete bırakmaktır. Allah'ın: ' Size isabet eden bir musibet ellerinizin kazandığı şey yüzündendir. Allah birçoğunu da bağışlıyor" (Şûra. 30) ayeti de böyledir. Yani Hak teâlâ, ya bir imtihan olarak veya acele bir ceza olarak, sizin günahlarınız sebebi ile cezasının musibetlerini vermede acele etmez; birçok günaha karşılık mihnet ve cezayı da acele vermez. Yine Allah'ın: "Denizde dağlar gibi akıp giden gemiler de Onun ayetlerindendir. Eğer O, dilerse rüzgarı durdurur da (o zaman yelkenli gemiler denizin yüzünde kalıverhler). Şüphesiz ki bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için kafi ayetler vardır. Yahud (Allah o gemileri), (insanların) kazandığı (günahlar) yüzünden helak eder. Bir çok (günahı da) bağışlar" (Şûra, 32-34), yani eğer Allah onları helak etmeyi isteseydi onları helak ederdi. Halbuki birçok günahlarına rağmen helak etmemiştir.

Evet böyle denilirse cevabımız şöyle olur:

"Afv" kelimesinin asıl mânası "giderdi" manasına olan, (Onun izini giderdi) ifâdesindendir. Durum böyle olunca "af" denen şeyin izâle" (gidermek) manasına olması gerekir. Bundan dolayı Allahü teâlâ:

"Fakat kimin (hangi katilin) lehinde maktulün kardeşi (velisi) tarafından cüz'i birşey affolunursa... (Bakara, 178) buyurmuştur. Halbuki bu aftan maksad cezayı tehir etmek değil, aksine izale etmek, kaldırmaktır. Allah'ın: "Affetmeniz takvaya daha uygundur" (Bakara. 237) ayeti de böyledir. Buradaki aftan maksad, onu belirli bir zamana ertelemek değildir, aksine onu tamamen saldırmaktır. Yine affın te'hir manasına gelmediğine şu da delâlet eder: Alacaklı kimse, alacağını istemeyi tehir ettiğinde, "O, onu affetti" denilmez. Eğer, o alacağından tamamen vazgeçerse, o zaman "O, onu affetti" denilir. Böylece affın tehir manası ile tefsir edilmesinin mümkün olmadığı ortaya çıkmıştır.

Üçüncü Delil: Üçüncü delil, Allah'ın rahman ve rahim olduğunu göster ayetlerdir. Bu nevi ayetlerle şu şekilde istidlal edilir: Allah'ın rahmeti ya sevaba hak kazanmış muti kimseler için, veyahut da cezaya müstehak olmuş" kimseler için olur. Birincisi bâtıldır. Çünkü onlar hakkında Allah'ın rahmeti, Allah onlara hakettikleri sevabı vermiş olduğu için meydana gelir veya haklerinden fazlasını onlara vermesi sureti ile lütfetmiş olur. Birincisi bâtıldır, çünkü vacibi (görevi) yerine getirmek, rahmet diye adlandırılamaz. Baksana, birisinden yüz dinar alacağı olan kimse, onu zorla ve mecbur tutarak aldığında, bu parayı veren kimse için, "O, bu miktar parayı alan kimseye rahmet olsun diye verdi" denilmez. İkincisi de yanlıştır; çünkü mükellef hakkı olan mükafaâtı almış olması sebebiyle, bu fazlalıktan adeta müstağni gibidir; bu sebeple, bu fazlalık nimet vermede ziyâdelik diye adlandırılıp, kesinlikle rahmet diye adlandırılmaz. Görmüyor musun, en büyük hükümdarın hizmetinde büyük servet ve mükemmel bir mülk sahibi olan emir ve yöneticiler bulunsun: sonra bu hükümdar onun malına kendi mülkünden başka mülkler kattığında bu durumda hükümdar "ona merhamet etti" denilmez, tam aksine, o ona nimetler vermede çok cömert davrandı denilir. Burada da böyledir.

İkinci kısma gelince ki bu, Allah'ın rahmetinin ikâbı (cezalandırmayı) haketmiş olan kimse için olmasıdır, bu tür rahmet ya Allah'ın hakedilen azaba daha fazla azab katmaması şeklinde olur. Bu batıldır. Çünkü zaten bu fazla azabı vermemek vacibtir. Vacib olan ise rahmet diye adlandırılmaz. Bir de her kâfirin ve zalimin, bize zulmetmedikleri için, bize karşı "rahîm" (merhametli) sayılması gerekir. Buna göre, geriye sadece, Allah'ın müstehak olunan azabı bıraktığı için "rahim" olması gerekir. Bu da, tevbe etmelerinden sonra, ne küçük günah ne de büyük günah sahibleri hakkında söz konusu olur. Çünkü zaten onlara azab etmemek vacibtir. Bu sebeple, bu Allah'ın rahmetinin ancak büyük günah sahibine tevbe etmediği halde azab etmeyi terkettiği için meydana geldiğini gösterir.

Şayet, "herbiri lütuf olan Allah'ın yaratması mükellef tutmuş olması ve rızık vermiş olmasından dolayı, bir de büyük günah sahibinin azabını hafifletmiş olmasından dolayı O'nun rahmetinin olması niçin caiz olmasın?" denilirse biz deriz ki: Birincisine gelince bu, Allah'ın dünyada rahim olduğunu ifade eder. Ümmet Allah'ın ahiretteki rahmetinin, dünyadaki rahmetinden daha büyük olduğunda ittifak ettiğine göre bu durumda Allah'ın ahiretteki rahmeti nerede kalacak? İkincisine gelince, bu hususta size göre Allah'ın azabını hafifletmesi caiz değildir. Va'tdiyye olan Mu'tezile'nin görüşü de böyledir. Ayetin muktezasına göre hafifletme meydana geleceği için, affetmesinin caiz olduğu da sabit olmuş olur. Çünkü bu ikisinden birisini kabul eden diğerini de kabul etmektedir.

Dördüncü Delil: Allah'ın: "Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez, bunun dışındaki şeyleri dilediği kimseler için affeder" (Nisa, 48) ayetidir. Buna göre biz deriz ki, Allah'ın, "dilediği kimseler için.." ifadesinin, tevbe eden büyük günah ve küçük günah sahiplerini içine alması caiz olmaz. Bu sebeple, bu ifâdeden kastedilenin tevbe etmemiş olan büyük günah sahipleri olması gerekir. Biz, "Bunun tevbe etmiş büyük günah ve küçük günah sahiplerini içine alması caiz değildir" dedik, bunun birçok sebebi vardır:

a) "Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez, bunun dışındaki şeyleri atfeder..." ayetinin manası, "Bunu bir lütuf olarak bağışlamaz, hakedilmiş bir bağışlama olarak da bağışlamaz" demektir. Akıl ve nakil bunun böyle olduğunu gösterir. Bu böyle olunca, Allah'ın: "Bunun dışındaki şeyleri dilediği kimseler için affeder" sözünün manası, şirkin dışındaki günahları bağışlamakla "lütufta bulunmuş" demektir. Böylece nefy ve isbât aynı şeye âit olmuş olur. Görmez misin falanca şayet, "O yüz dinar lütfetmez. Hakeden kimseye bundan daha aşağısını verir" dediği zaman bu derli toplu bir söz olmaz. Tevbe etmiş olan büyük ve küçük günah sahibini bağışlamak, hakedilmiş bir bağışlama olunca, ayetten onların kastedilmiş olması imkansız olur.

b) Şayet, "Allah (şirk) dışındaki şeyleri dilediği kimseler için atfeder" ayeti, "Tevbe edenler ve küçük günah sahipleri gibi affedilmeye hak kazanmış kimseleri bağışlar" manasında olsaydı, geriye şirki, şirk olmayan günahlardan ayırmanın bir manası kalmazdı. Çünkü Cenab-ı Hak, hakedildiği zaman şirkin dışındaki günahları bağışladığı gibi, hakedilmediği zaman onları bağışlamaz. Aynen bunun gibi bağışlanma hakedildiğinde şirki de bağışlar, hakedilmediği zaman bağışlamaz. Böylece de geriye şirk ile diğerlerini ayrı mütalâa etmenin bir manası olmaz.

c) Tevbe edenlerle küçük günah sahiplerini bağışlamak vâcibtir. Vâcib olan bir şey ise, Allah'ın meşietine (dilemesine) bağlanamaz. Çünkü meşiete bağlanan şeyi, "faili isterse yapar, isterse yapmaz" demektir. Buna göre vâcib olan, istensin istenmesin mutlaka yapılması gereken şey demektir. Ayette geçen bağışlama, meşiete bağlanmış olan mağfirettir. Bu sebeple, onun tevbe edenler ile küçük günah sahiplerinin bağışlanması olması caiz değildir.

Bil ki bütün bu izahların tamamı, "Tevbe etmiş olan büyük ve küçük günah sahiblerinin bağışlanması vâcibtir" diyen Mu'tezile'nin görüşüne dayanır. Bize gelince, biz bu görüşte değiliz.

d) Hak teâlâ'nın: "Bunun (şirkin) dışındaki şeyleri dilediği kimseler için affeder" ifâdesi, şirkin dışında kalan her günahı affedeceğini kâfi olarak gösterir. Bu ifâdenin içine, tevbe eden ve etmeyen büyük ve küçük günah sahipleri de girer. Ancak bu üç kısmın bağışlanmasının iki ana kısma ayrılması -uhtemeldir. Çünkü bütün günahların herkes için veya bazı kimseler için affedilmesi muhtemeldir. Buna göre Allah'ın: "Bunun dışındakileri affeder sözü, bu üç kısmın hepsini affedebileceğini gösterir. Sonra O'nun, "dilediji kimseler için" ifâdesi de bütün günahları herkesten değil de, bazı kimselerden affedeceğine delâlet eder. İşte bu, Ehİ-i Sünnet'in prensiplerine uygun olan izah tarzıdır. Bu sebeple şayet, "Biz, mağfiretin, Allah'ın ahirette günahkârlara azab etmeyeceğini gösterdiğini kabul etmiyoruz. Bunu şöyle izah edebiliriz: Mağfiret, ikâbı kaldırmaktır. İkâbı (cezayı) kaldırmak ise, devamlı olarak veya geçici olarak kaldırmayı içine alır. İki şey arasındaki müşterek bir miktan belirtmek üzere konulan bir lafız, bu iki şeyden ikisini de işar etmez. Buna göre "mağfiret" kelimesinde, azabı devamlı olarak (ebedi olarak) kaldırmaya delâlet eden herhangi birşey yoktur. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki, "Niçin bu ayetten maksadın, "Allah şirkin cezasını dünyadan ahirete bırakmaz, ama şirkin dışındaki günahların cezasını ise, dilediği kimseler için ahirete tehir eder" şeklinde olması caiz olmasın?" Şöyle denilmesin: "Bu nasıl doğru olur. Halbuki biz dünyevî bakımından, mü'minlerden daha çok, kâfirlere ceza verileceğini kabul etmiyoruz. Çünkü ayetin takdirinin, "Allah dilediği kimseler için dünyada şirkin cezasını tehir etmez, yine dilediği kimseler için şirkin dışındaki günahların cezasını tehir eder" şeklinde olduğunu söylüyoruz." Böylece, bununla, her nekadar bu onlardan çoğuna yapılmasa bile, herbirinin cezasını peşin vermek mümkün olduğu için, kâfir ve fâsıkların cezasının peşin verilebileceği sebebi ile her iki grub insanın da korkutulması meydana gelir. Biz bağışlamanın (mağfiretin), devamlı olarak cezayı kaldırmak manasından ibaret olduğunu kabul ediyoruz. Buna göre niçin, "Bu kelimeyi, tevbe edenler ile küçük günah sahibinin bağışlanmasına hamletmek mümkün değildir" dediniz?

İlk üç izah tarzı, onların söylemediği prensipler üzerine bina edilmiştir. Bunlar, büyük ve küçük günah sahiblerinin tevbelerinden sonra bağışlanmalarının vacib olmasıdır.

Dördüncü bir izah tarzına gelince, biz, Allah'ın, "Bunun (şirkin) dışındaki şeyleri.." ifâdesinin umûm ifâde ettiğini kabul etmiyoruz. Bunun delili, bedel olmak üzere, kendisine ve lafızlarının getirilmesi ve meselâ: "Bunun dışındaki herşeyi bağışlar;""Bunun dışındaki bazı şeyleri affeder"denilmesinin doğru oluşudur. Şayet Allah'ın "Bunun dışında.." sözü umûm ifâde etseydi, işte bu doğru olmazdı. Biz bu sözün umûm ifâde ettiğini kabul etsek bile, tevbe eden büyük ve küçük günah sahipleri ile tahsis etmiş oluruz. Bu böyledir, çünkü va'îd hakkında gelen ayetlerden herbiri, meselâ adam öldürme ve zina etme gibi bir büyük günah çeşidi ile tahsis edilmiştir. Bu ayet ise, bütün günahları, içine almaktadır. Halbuki hass lâfız âmm olan lâfza takdim edilir. Bu sebeple va'îd ayetlerinin, bu ayetten önce nazar-ı itibara alınması gerekir.

Birinciye şöyle cevab verilir: Biz mağfireti, azabı tehir etme manasına aldığımızda, ayetin hükmüne göre, dünyada müşriklerin cezasının mü'minlerin cezasından daha çok olması gerekir. Aksi halde böyle bir ayırımda herhangi bir fayda olmazdı. Halbuki böyle olmadığı, "Eğer insanlar (kâfirlerin rızıklarının bol verildiği fikrine kapılarak tek bir ümmet haline gelmeyecek olsaydı. Rahman (Allah'ı) inkâr edenlerin evlerinin tavanlarını ve çıkacakları merdiveni gümüşten yapardık" (Zuhruf, 33) ayetinin delaletiyle malûmdur.

Onun, "Niçin Allah'ın "Bunun dışındakiler..." sözü umûm ifâde eder dediniz? sözüne gelince biz deriz ki, Allah'ın (......) lafzı, şirkin dışında kalmakla nitelenen şeylere işaret eder. Bu şeylerin mahiyeti birdir. Böylece Allah kesin olarak onları bağışlayacağına hükmetmiştir. Buna göre bu mahiyet kendisinde bulunan her şey için, bağışlamanın söz konusu olması gerekir. Böylece bu sözün umûm ifâde ettiği ortaya çıkmış olur. Bir de hangi günah olursa olsun bundan İstisna edilebilir. Va'îdiyye (Mu'tezile'nin bir kısmı)'ye göre, birşeyden istisnanın yapılabilmesi onun umûm ifâde ettiğini gösterir. Onun, "Va'îd ayetleri bu ayetten daha hususidir" sözüne gelince, biz deriz ki: ayet va'îd ayetlerinden daha husûsîdir. Çünkü bu ayet bazı günahların affedileceğini ifâde eder. Halbuki sizin söylediğiniz va'îd ayetleri, her günah için va'îdi ifâde eder. Bir de Kur'an ve hadislerde affa teşvik babında gelen şeylerin çok olmasından dolayı, af ayetlerini tercih etmek daha evlâdır.

Beşinci Delil: Beşinci delil, bizim va'ad ayetlerinin umûmî oluşuna sarılmamızdır. Bunlar Kur'an'da pek çokturlar. Sonra biz deriz ki: Bir tearuz var gibi göründüğünde bir tercih yapmamız veya o iki şeyin arasını bulmamız gerekir. Tercihin yapılmasının sebepleri pek çoktur:

a) Va'ad ayetlerinin umûmî oluşları daha çoktur. Delillerin çok oluşu sebebi ile tercihte bulunmak dinimizde muteber bir iştir. Biz usulü fıkıh kitabımızda bunun doğruluğuna deliller getirmiştik.

b) Allahü teâlâ'nın:"Hiç şüphesiz iyiliker, kötülükleri giderir" (Hûd, 114) ayeti, usul-ü fıkıhta da sabit olduğu gibi, hasene (iyilik) olduğu için hasenatın kötülükleri giderdiğini gösterir. Bu sebeple, işte bu işaretin hükmüne göre, her hasenenin (iyiliğin), kâfirden çıkan iyiliklere nazaran yapılmamış olan her kötülüğü gidermesi gerekir. Çünkü bu iyilikler kâfirlerin kötülüklerini gidermez. Dolayısı ile geriye ayetle, kâfirlerin dışındakiler hakkında (yani mü'minler hakkında) amel edilmesi kalır.

c) Hak teâlâ:

"Kim bir iyilik yaparsa, ona o iyiliğinin on misli (sevab) vardır. Kim de kötülük (günah) işler ise, sadece o kötülüğü kadar cezalandırılır"(En'am 160) buyurmuş ve sonra bu on misli sevaba ilavede bulunarak:

"Her, başağında yüz danesi bulunan yedi başak bitiren bir tohum misali." (Bakara. 161) buyurmuştur. Daha sonra, bunda da ilâvede bulunarak"Allah dilediğine kat kat artırır" (Bakara, 261) buyurmuştur. Günahlar hususunda ise, Allah: "Kim de bir kötülük (günah) işler ise, sadece o kötülüğü kadar cezalandırılır" (Enam, 160) buyurmuştur. Bu, Allah katında, iyilik tarafının kötülük tarafına ne kadar üstün tutulduğu hususunda son derece açık bir delildir.

d) Allahü teâlâ, Nisa süresindeki bir va'ad ayetinde sövle buyurmuştur:

"İman edip salih ameller işleyenleri, altlarından ırmaklar akan cennetlere, ebedi kalıcılar olarak sokacağız. Allah va 'adini hak olarak yaptı. Sözü Allah'dan daha doğru kim var" (nisa, 122). Allah, "Allah va'adini hak olarak yaptı" sözünü ancak te'kid için söylemiş ve hiçbir yerde, "Allah va'îdini hak olarak yaptı" şeklinde birşey söylememiştir.

Cenab-ı Allah'ın:

"Bizim katımızda söz değiştirilmez. Bert kullanma zulümkâr değilim" (Kâf, 29) buyruğu hem va'ad hem de va'îd hususundadır.

e) Allahü teâlâ:"Kim bir günah işler veya kendine zulmeder de sonra Allah'dan bağışlanmayı isterse, Allah'ı gafur ve rahîm bulur. Kim bir günah işlerse, onu kendi aleyhine yapmış olur. Allah alîm ve hakîmdir" (nisa, 110-111) buyurmuştur. İstiğfar, mağfiret taleb etmektir ki tevbeden farklıdır. Burada, ister tevbe etsin isterse tevbe etmesin, bir kul Allah'dan mağfiret taleb ettiği zaman, Allah onu bağışlayacağını açıkça ifâde etmiş, ama "kim bir günah işlerse Allah'ı azab edici ve ceza verici olarak bulur" dememiş, aksine "Onu kendi aleyhine yapmış olur" buyurmuştur. Bu durum, iyilik tarafının üstünlüğünü gösterir. Bunun bir benzeri de Hak teâlâ'nın:

"Eğer iyilik yaparsanız, kendiniz için iyilik yapmış olursunuz. Kötülük yaparsanız da kendi aleyhinize yapmış olursunuz" (Isra, 7) ayetidir. Bu ayette, Cenab-ı Allah, "Kötülük yaparsanız da kendiniz için kötülük yapmış olursunuz" buyurmuştur. Buna göre sanki O, kulun iyiliğini iki kere tekrar etmek suretiyle ifâde etmiş, kötülüğünü ise tek bir defa zikrederek adetâ örtmüştür. Bütün bunlar iyilik tarafının üstün olduğunu gösterir.

f) Biz, Allahü teâlâ'nın: "Bunun dışındaki şeyleri (günahları) dilediği kimseler için affeder" (Nisa, 48) sözünün, ancak büyük günah sahibini affetmeyi ihtiva ettiğine delil getirmiştik. İmdi Allahü Teâlâ bu ayeti, tek surede iki defa getirmiştir. Tekrar ediş, ancak te'kid için olursa güzel olur. Buna karşılık, Allah va'îd ayetlerinden hiçbirini aynı lâfız ile ne tek surede ne de başka başka surelerde tekrar etmemiştir. Böylece bu da Hak teâlâ'nın hasenat ve affa dair va'ad tarafına, günahtan daha fazla önem verdiğine delâlet eder.

g) Va'ad ve va'îdin umûmi ifâdeleri birbirleriyle tezat teşkil ediyor gibi görününce, bu durumda iki taraftan birine doğru te'vile gitmek gerekir. Te'vîli va'îd tarafında yapmak, va'ad tarafında yapmaktan daha güzeldir. Çünkü örfte va'îdden vazgeçmek güzel, va'adi yerine getirmemek ise, çirkin sayılmıştır. Bu sebeple te'vili va'îde yöneltmek, va'ade yöneltmekten daha evlâ olur.

h) Kur'an, Allahü Teâlâ'nın gâfir, gafur, gaffar olduğunu; gufran ve mağfiretinin bulunduğunu; rahîm ve kerîm olduğunu; affının, ihsanının, fazlının ve lûtfunun bulunduğunu gösteren ayetlerle doludur. Bu hususlara delâlet eden hadisler de tevatür derecesine varmışlardır. Bütün bunlar va'ad tarafını takviye eden şeylerdir. Kur'an'da Allah'ın rahmet, kerem ve aftan uzak olduğunu gösteren hiçbir ayet yoktur. Dolayısıyla bütün bunlar va'ad tarafının va'îd tarafına üstün olmasını gerektirir.

i) Büyük günah sahibi insan, hayırların en üstünü olan iman etmiş, kötülüklerin en büyüğü olan küfre düşmemiş, fakat kötülüklerden olup da zirvede olmayan bir şerri (günahı) işlemiştir. Kölesi bulunan bir efendi düşünün. Onun kölesi taatların en büyüğünü yaptığı halde, orta derecede bir kusur işlemiştir. Bu durumda şayet efendi bu orta derece kusuru büyük taate tercih eder (ondan daha önemli sayarsa), kınanır ve eziyet veren birisi sayılır. Burada da böyledir: Allah'ın böyle yapması caiz olmayınca, va'ad tarafının üstün olduğu ortaya çıkmış olur.

j) Yahya b. Mu'az er-Râzî şöyle demiştir: "Allah'ım! Bir saatlik tevhid, elli senelik küfrü yerle bir edince, elli senelik tevhid bir saatlik günahı nasıl yerle bir edemez? Allahım! Küfürle beraber hiçbir taatin faydası olmayınca, senin adaletinin gereği, imânın yanında hiçbir günahın da zarar vermemesi beklenir. Aksi halde küfür imandan daha büyük olmuş olur. Eğer böyle olursa affını ummaktan daha az başka birşey olmaz." Bu güzel bir sözdür.

k) Biz Allah'ın: "Bunun dışındaki şeyleri dilediği kimseler için affeder" sözünü, tevbe etmiş küçük ve büyük günah sahibine hamletmenin mümkün olmadığını delile dayanarak izah etmiştik. Buna göre şayet sen, bu ifâdeyi tevbe etmemiş büyük günah sahiplerine hamletmez isen, ayetin âtıl sayılması gerekir. Ama biz va'îd ayetlerinin umûmî ifâdelerini, o günahları helâl gören kimseler manasında tahsis ettiğimizde, bu sırf umûmî bir ifâdeyi tahsis olur. Tahsis etmenin ta'tîl (atıl bırakmak, onunla amel etmemek) den daha ehven olduğu herkesçe malûmdur.

Mû'tezile birçok bakımdan va'îd tarafının tercih edilmesinin daha evlâ olduğunu söylemiştir:

1) Ümmet-i Muhammed, fâsık kimsenin lanetleneceği, ibret ve azab olmak üzere cezalandırılacağı ve onun rezil ve rüsvay edileceği hususunda ittifak etmiştir. Bu, fâsıkın ilâhî cezaya müstehak olduğunu gösterir. Fâsık cezayı haketmiş olunca onun bu halde sevabı da haketmesi imkânsız olur. Bunun böyle olduğu sabit olunca va'îd tarafının va'ad tarafından üstün olduğu ortaya çıkmış olur. Fasıkın lanetlenmiş olmasının izahını Kur'an ve icmâ gösterir.

Kur'an'ın bu husustaki deliline gelince, Allah'ın mü'mini öldüren kimse hakkındaki:

"Allah ona gazab etmiş ve onu lanetlemiştir" (Nisa. 93) ayeti ile:

"Haberiniz olsun ki Allah'ın laneti zalimleredir" (Hüd, 18) ayetidir. Bu husustaki icma aşikârdır. O günahkârın ibret olarak cezalandırılmasına gelince, bu Allahü teâlâ'nın:

"Hırsız erkek ile hırsız kadının yaptıkları günahtan dolayı, Allah'dan ibret verici bir ceza olarak ellerini kesiniz" (Mâide, 38) ayeti ile beyan ettiğidir. Onun azab olarak cezalandırılması, Allah'ın zina edenler hakkındaki:

"Onların azabına (cezalandırılışlarına) mü'minlerden bir cemaat şâhid olsun (görsün)" (nur, 2 ) ayetinde beyân edildiği gibidir. Onların rezil ve rüsvay olanlardan olmalarına gelince bu, Allahü teâlâ'nın yol kesenler hakkındaki:

"Allah'a ve Resulüne harb açanların, yeryüzünde (yol kesmek suretiyle) fesada koşanların cezası ancak ya öldürülmeleri, ya asılmaları, ya da (sağ) elleriyle (sol) ayaklarının çapraz olarak kesilmesi, yahut da sürgüne gönderilmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsvaylıklanfır. Ahirette ise onlara pek büyük bir azab vardır" (Mâide. 33) ayeti ile beyân ettiği husustur. Fâsığın (günahkâr mü'minin) bu sıfatlara sahip olduğu sabit olunca, azab-ı İlahi'ye ve zemmedilmeye müstehak oldukları da sabit olur. Bunlara devamlı müstehak olanların bunlara müstehak oluşları devamlı olduğu zaman, sevaba müstehak olmaları imkansız olur. Çünkü sevab ve ikâb (ceza) birbirinin zıddıdır. Bu ikisine aynı anda müstehak olmak imkansızdır. Fâsığın sevaba müstehak olamayacağı sabit olduğuna göre, va'îd tarafının va'ad tarafından daha üstün olduğu sabit olur.

2) Va'ad ayetleri umûmî mana ifâde ederler, va'îd ayetleri ise, hasstırlar. Hassolan ifâdeler, âm ifâdelerden daha önce nazar-ı itibara alınır.

3) İnsanlar fesad ve zulme mütemayildirler. Bundan dolayı arşı zecretmeye (engel olmaya) ihtiyaç daha şiddetlidir. Binâenaleyh va'id daha üstündür.

Mu'tezile'nin İddialarına Cevaplar

Mû'tezile'nin birinci iddiasına birkaç bakımdan cevap veririz:

a) Fâsıkların günahları sebebiyle dünyada azab ve lanet olunacaklarına delâlet eden ayetler bulunduğu gibi, imanları sebebiyle dünyada iken ikrama uğrayacaklarına ve saygı duyulacaklarına delâlet eden ayetler de bulunmaktadır. Nitekim Cenab-ı Hak:

"Bizim ayetlerimize iman edenler sana geldikleri zaman (onlara şöyle) de: Selam üzerinize olsun. Rabbiniz rahmet etmeyi kendisine farz kıldı (enam 54) buyurmuştur. Bu sebeple fasıkların dünyada azab olunduklarına ve kınandıklarına delâlet eden ayetler sebebiyle ahiret hayatıyla ilgili va'ad ayetlerin, onların iman ettikleri için dünyada saygı gördüklerine delâlet eden ayetler sebebiyle, ahiret hayatıyla ilgili va'îd ayetlerine tercih etmek daha evlâ değildir.

b) Ahiretle ilgili va'ad ayetleri, yine ahiretle ilgili va'îd ayetlerine muarız (tezad teşkil eder) göründüğü gibi, dünyada ibret verici cezaları ilade eden va'îd âyetleri ile de muarız (tezad teşkil eder) görünür. Bu sebeple niçin dünyevi va'îd ayetlerini, uhrevi va'îd ayetlerine tercih etmek, aksini tercih etmekten daha evlâ olsun?

c) Biz, tevbe etse bile hırsızlık yapan kimsenin elinin, -ibret verici bir ceza olarak değil de- bir imtihan olmak üzere kesileceğinde icmâ ettik. Bu sebeple Cenab-ı Hakk'ın: 'yaptıkları günahtan dolayı Allah'tan ibret verici bir ceza olarak" ifâdesinin, onların tevbe etmemeleri haline bağlı olduğu ortaya çıkmıştır. Binâenaleyh niçin onun affedilmeme şartı ile de kayıtlı olması caiz olmasın?

d) Ceza, yeten ve kâfi olan şey demektir. Dünyadaki ceza yeterli olunca, ahirette ceza vermenin caiz olmaması gerekir. Aksi halde bu, o dünyevî cezanın kâfi ve yeterli oluşunu zedeler. Bu sebeple dünyevî cezanın uhrevî cezayı kaldırdığı sabit olmuş olur.

Mu'tezile'nin va'îd tarafını tercih etme görüşlerinin bozuk olduğu sabit olunca biz deriz ki, meselâ va'ad ve va'îde delâlet eden iki ayet var. Bunları tevfik edip bağdaştırmak gerekir. Buna göre, "Kula sevab ulaşır, sonra da cezâ evine nakledilir" denilmesi ümmetin icmâı ile batıl olan bir sözdür. Veyahut da, "Kula ceza verilir, sonra da mükâfaat (sevap) yurduna nakledilir ve orada devamlı kalır" denilebilir ki matlub da bunu ortaya koymaktır

İkinci tercihe gelince, bu görüş zayıftır. Çünkü Allah'ın, "Bunun dışındaki şeyleri affeder" sözü küfre şamil değildir ama, "Kim Allah ve Resulüne isyan ederse..."(Nisa, 14)sözü hepsine şamildir. Bu sebeple bizim sözümüz daha hususîdir. Allah en iyisini bilendir.

Altıncı Delil: Biz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şefaatinin azabı kaldırma hususunda tesiri olduğuna delil getirmiştik. Bu, bizim bu meseledeki görüşümüze delâlet eder.

Yedinci Delil: Hak teâlâ'nın: "Hiç şüphesiz Allah bütün günahları atfeder" (Zümer, 53)" buyruğu bu meselede bir nastır. Buna göre, eğer, "Bu ayet ancak her günahkârın mağfiret olunacağına katî olarak delâlet eder. Halbuki siz böyle demiyorsunuz. Öyle ise, ayetin delâlet edip de sizin söylemediğiniz, sizin söyleyip de ayetin delâlet etmediği şey nedir? Biz bunu kabul etsek bile, bu ayetten Cenab-ı Allah'ın muradı, bütün günahları tevbeden sonra bağışlamasıdır. Ayeti bu manada anlamak iki sebepten dolayı daha evladır:

a) Biz ayeti bu manada aldığımızda, tahsis etmeksizin bütün günahlara hamledebiliriz.

b) Allahü teâlâ, bu ayetin peşisıra:

"Azab size gelmeden önce, Rabbinize dönün ve O'na teslim olun" (zûmer, 54) buyurmuştur. İnâbe (dönmek), tevbe etmek manasınadır. Bu sebeple bu ayet, günahların affedilmesi için tevbenin şart olduğunu gösterir" denilirce, şöyle cevap veririz: Allah'ın: "Hiç şüphesiz Allah bütün günahları affeder" (zümer, 53) ayeti, Allah tarafından, gelecekte günahları düşüreceği (affedeceği) hususunda bir va'addir. Biz Allah'ın gelecekte bu va'dini yerine getireceğine kesin inanıyoruz. Çünkü biz, hiç şüphesiz Allah'ın mü'minleri cehennemden çıkaracağına inanıyoruz. Bu sebeple bu ayet, Allah'ın bağışlaması hususunda da kesin bir hüküm olur. Böylece ayeti zahirî manasında almak için, tevbe şartını getirmeye ihtiyaç olmadığı ortaya çıkar. İşte bu meseledeki sözün tabamı budur. Muvaffakıyyet Allah'dandır. Artık ayetin tefsirine dönüyor ve şöyle diyoruz:

Bu İstidraddan Sonra Ayetin Tefsirine Dönüş

Mû'tezile, günahın günahkârı kuşatmasını, onu işleyenin sevabını boşa çıkaran büyük bir günah olması şeklinde tefsir eder. Buna birkaç yönden itiraz edilir:

a) Günahın insanı kuşatmasının şartı, büyük günah olması olduğu gibi; bu kuşatmanın şartı da o günahın affedilmesidir. Çünkü affolunursa, günahın insanı kuşatması tahakkuk etmez. Bu durumda da günah, ancak affedilmediği zaman insanı kuşatır. Bu, meselenin başıdır. Bu ayetle istidlal matlûbun sübutuna bağlıdır ki o da batıldır.

b) Biz günahın büyük olması sebebi inşam kuşattığını söylemiyoruz, aksine insanın içinin ve dışının günah ile nitelendirilmiş olması ile tefsir ediyoruz. Bu da ancak kalbi, dili ve bütün azaları ile günah işlemiş olan kâfir hakkında gerçekleşmiş olur. Kalbi ve dili ile Allah'a itaat eden ve bazı azaları ile Allah'a karşı günah işleyen müslümanın durumuna gelince, bu halde günahın kulu kuşatması keyfiyeti gerçekleşmez. Şüphesiz günahın kuşatmasını bizim söylediğimiz şekilde tefsir etmek daha evlâdır. Çünkü bir cisim bir başka cismin bir kısmına dokunduğu zaman, "O, onu kuşattı" denilmez. Böylece, günahın kulu kuşatmasının ancak kul kâfir olduğu zaman tahakkuk ettiği ortaya çıkar. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki; böyle olanlar cehennemliktir" ayeti, cehennemliklerin, sadece böyle olan kimseler olduğunu ifâde eder. Bu da büyük günah sahibinin cehennem yârânı olmaması gerektirir.

c) Cenab-ı Allah'ın: "İşte böyle olanlar cehennemliktir" buyruğu, onların bu anda cehennemde olmalarını gerektirir ki bu yanlıştır. Bu sebeple bu ayeti, onlar "Cehenneme müstehak olar kimselerdir" manasında anlamak gerekir. Biz bunun böyle anlaşılması gerektiğini söylüyoruz. Ancak Allahü teâlâ'nın bu hakkından vazgeçmesinin de muhtemel olduğunda bir münakaşa yoktur. Bu da meselenin başıdır.

Biz bu ayetle ilgili sözlerimizi fıkhî bir kaide ile sona erdirelim: Burada iki şart vardır

1) Günah işlemiş olmak,

2) O günahın kulu iyice kuşatması iki şarta bağlanmış olan ceza, o iki şarttan sadece birinin bulunmasıyla gerçekleşmez. Bu da boşanma ve köle azâd etme hususunda yeminini iki şarta bağlayan kimsenin, o iki şarttan birisinin bulunmasından dolayı yeminin bozulmayacağını gösterir. Allah en iyisini bilir.

Cennetlikler

81 ﴿