83

"Hani biz İsrailoğullarından, "Allah'tan başkasına ibadet etmeyin, anne babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara iyilik yapın, insanlara güzel söyleyin; namazı dosdoğru küm ve zekâtı verin" diye bir ahid almıştık. Sonra da, İçinizden az bir kısmı hariç, yüz çevirdiniz ve hâlâ da yüz çeyirmektesiniz" .

Bil ki bu, Allah'ın İsrailoğullarına has kılmış olduğu nimetlerin sonuncusudur. Bu böyledir, çünkü bu şeylerle mükellef tutmak, nimetlerin en büyüğü an cennete ulaştırır. Nimete ulaştıran şey de nimettir. Bundan dolayı, hiç şühhesiz bu teklif de nimetlerdendir. Bundan sonra Cenab-ı Allah burada, onları bazı şeylerle mükellef tutmuş olduğunu beyân etmiştir. Birinci mükellefiyet, Allah'ın: "Ancak Allah'a ibadet edeceksiniz" sözüdür. Bu ilgili bazı meseleler vardır:

Birinci Farz: Allah'a Kulluk Kıraatler ve Hüccetler

İbn Kesir, Hamza ve Kisaî, kelimeyi yâ harfiyle; (......) şeklinde, geriye kalanlar da tâ harfiyle olmak üzere, (......) şeklinde okumuşlardır. Kelimenin (......) şeklinde okunmasının sebebi, onlar gâib olup, onlardan haber verildiği içindir. okunmasının sebebi, onlar muhatap oldukları içindir. Tercihe şayan olan "tâ" harfiyle okunmasıdır. Ebû Amr şöyle demiştir: "Görmüyor musun, Cenab-ı Allah bu sözün devamında, "ve insanlara güzel söz söyleyin" buyurmuştur. Bu da, kelimenin, onların muhatap sayılmak üzere, "tâ" harfi ile okunması gerektiğini gösterir.

Cümlesinin Muhtemel İ'rabları

Nahiv âlimleri (......) kelimesinin î'rabdaki yeri hususunda, beş değişik görüşte olmak üzere, ihtilâf etmişlerdir.

a) Kisaî, (......) kelimenin, (......) şeklinde olmak üzere merfû olduğunu söylemiştir. Buna göre sanki ayetin manası şöyledir: "Biz onlardan, Allah'tan başkasına tapmamaları hususunda bir ahid almıştık..." Ancak ne var ki, buradaki düşürüldüğü için, fiil merfû olmuştur. Nitekim, Tarafe şöyle demiştir:

"Harblerde bulundum ve güzel şeyleri müşahede ettim diye ey beni kınayan şu kimse, sen beni ebedi kılıcı mısın?" Şâir, (......) demeyi kastetmiş ve bundan dolayı da (......) ifâdesi ona atfedilmiştir. Bunu Ahfeş, Ferra, Zeccâc, Kutrub, Ali b. İsâ ve Ebu Müslim caiz görmüşlerdir.

b) Ayetteki fiilinin nahiv bakımından yeri, kasemin cevabı olarak ref'tir. Sanki şöyle denilmiştir: "Hani biz onlar hakkında, ancak Allah'a ibâdet etmeyeceklerine dair yemin almıştık." Bu şekil, Müberred, Kisâi, Ferrâ ve Zeccâc caiz görmüşlerdir. Bu aynı zamanda Ahfeş'in iki görüşünden bindir.

c) Kutrub'un görüşüdür. Buna göre fiil' hal makamındadır ve mahallen mansubtur. Cenab-ı Hak sanki şöyle buyurmuştur: "Biz, siz Allah'dan başkasına ibâdet etmediğiniz halde, sizden misâk aldık."

d) Ferra'nın görüşüdür ki buna göre bu kelime mahallen bir nehiy ifâde eder, ancak Allah'ın: "Anne Çocuğu yüzünden zarara sokulmasın" (Bakara. 233) ayetinde olduğu gibi, bir haber kipi şeklinde merfu olarak gelmiştir. Fakat mânası bir nehiy ifâde etmektedir. Bunun bir nehiy olduğunu te'kid eden birçok husus vardır: Birincisi: "(Namaz) kılınız" emridir. İkincisi; bu görüşü Abdullah b. Mesud ile Ubeyy b. Ka'b (radıyallahü anh)'in (ibadet etmeyiniz...) şeklindeki kıraatleri de kuvvetlendirmektedir. Üçüncüsü; emir ve nehiy manasında olmak üzere gelen haber cümleleri, apaçık emir ve nehiy cümlelerinden daha etkili ve müessirdir.

Çünkü, bu durumda emre hemen uyulmuş ve yasaklanan şeyden kaçınılmış da sanki ondan haber veriliyor, hissi uyandırılır.

e) (......) kelimenin takdiri, "(Allah'dan başkasına) ibadet etmeyiniz diye..." şeklindedir. Buna göre harfi fiil ile birlikte (......) kelimesinden bedel omuş olur. Sanki şöyle denilmektedir: "Biz İsrailoğullarından, Allah'ı birleyecekleri hususunda misâk (ahid) aldık."

İbadet Kavramı, Kelam, Fıkıh Ve Ahkâma Şamildir

Bu misâk (and), dinî bakımdan gereken herşeyi içine alır. Çünkü Cenab-ı Allah, Allah'a ibâdeti emredip başka şeylere ibadeti nehyettiği zaman, hiç şüphesiz Allah'ın zatını bilmek, O'nun hakkında vacib, caiz ve imkansız olan herşeyi bilmek, O'nun vahdâniyyetini, zıddı ve ortağı olmaktan beri olduğunu, eşi ve çocuğu olmaktan münezzeh olduğunu bilmek, O'na ibâdetle emredilmeden ve başkasına ibâdetten nehyedilmeden daha önce gelir. Yine ancak vahiy ve peygamberlik yoluyla bilinebilecek olan ibâdetin keyfiyetini bilmek de bu emirden öncedir. Buna göre Cenab-ı Hakk'ın: "Ancak Allah'a ibadet edersiniz" sözü, kelam, ve ahkâm İlminin ihtiva ettiği herşeyi içine almış olur. Çünkü ibadet ancak bunlarla tam yerine getirilebilir.

İkince Farz: Ana Ve Babaya İyi Davranma:

İkinci mükellefiyet, Cenab-ı Hakk'ın: "Ve ana-babaya iyilik yapın.." emridir. Burada birkaç mesele vardır:

Bu Emirle ilgili İ'rab Vecihlerı

"Allah'ın: (......) sözünün başındaki harf-i ceri neye taalluk eder, (......) kelimesi de niçin mansubtur?" denilebilir. Deriz ki bu hususta üç görüş vardır:

a) Zeccâc, "Ana-babaya kusursuz bir şekilde iyilik ediniz, iyi davranınız" takdiri ile, mansub olduğunu söylemiştir.

b) "Biz onlara, ebeveynlerine iyi davranmalarını emir ve tavsiye etkik" takdiri üzere, (......) kelimesi mansub olmuştur". Çünkü bâ harfinin bu şekilde mukadder bir (......) fiiline taalluk etmesi daha güzeldir. Şayet birinci şekle göre takdir edilir ise, o zaman, (......) ibaresi (......) anlamına gelir. Sanki "Anne babaya iyilik ediniz" denmiştir.

c) Daha doğrusu bu cümle daha önce geçen manaya atfedilen bir haber gelmiştir, yani "ibâdet edesiniz ve iyi davranasınız diye..." manasındadır.

Allah'a İbadetten Hemen Sonra Ebeveyne İyilik Emretmesinin Hikmeti

Allah'ın ibâdet emrinin peşinden, ana-babaya iyi davranma emri getirilmiştir. Bunun birçok sebebi vardır:

1) Kulun üzerinde en çok nimeti olan, şüphesiz Allahü teâlâ'dır. Bu sebeple Allah'ın nimetine karşı yapılacak şükrün, başkalarının iyiliklerine karşılık yapılacak teşekkürden önce gelmesi gerekir. Allah'ın nimetinden sonra ana-babanın çocuklarına olar iyilikleri başka iyiliklerden daha şümullüdür. Bunun sebebi şudur: Çünkü anne ve baba çocuğun olmasında, meydana gelmesinde temel ve sebeptirler. Aynı şekilde onlar çocuklarına onu terbiye ederek in'âmda bulunmuş olurlar Ebeveynin dışındaki insanlara gelince, onlardan varoluşun aslı ile ilgili bir in'âm (iyilik) söz konusu olmaz, sadece terbiye hususunda bir iyilik yapmaları (in'âmları) söz konusu olabilir. Böylece ana-babanın çocuğuna olan iyiliklerinin, Allah'ın nimetlerinden sonra, diğer iyiliklerin (nimet şekillerinin) en büyüğü olduğu ortaya çıkar.

2) Allahü teâlâ, insanın meydana gelmesinin hakîkî müessiridir. Anne ve baba ise zahirî örf itibariyle, onun meydana gelmesinde müessirdirler. Cenab-ı Allah hakîkî müessiri zikredince, peşinden zahfrî ve örfî müessiri zikretmiştir.

3) Allahu Teâlâ, kuluna verdiği nimetlere mukabil bir karşılık talebetmez. Allah'ın maksadı, sadece in'âm etmektir. Anne baba da böyledir, onlar da çocuklarına yapmış olduğu iyiliklerden malî bir karşılık ve mükâfaat beklemezler. Çünkü ahireti inkâr eden bile çocuğuna iyilik yapıp onu terbiye eder, yetiştirir. İşte bu yönden, anne-babanın evlâdına olan iyilikleri, Allah'ın nimetler vermesine çok benzemektedir.

4) Allahü Teâlâ kuluna nimet vermekten bıkıp usanmaz. Kulu, en büyük suçu bile işlemiş olsa, O kulundan nimetlerini ve lûtfunun eserlerini esirgemez. Anne baba da böyledir; onlar da çocuklarına in'âmda bulunmaktan usanmaz ve her ne kadar çocuk anne babasına asî olsa bile lütuf ve ihsanlarını esirgemezler.

5) Şefkatli bir babanın, çocuğunun malında, daha çok kâr elde etmek, onun fazlalaşmasını istemek ve onu noksanlaşmadan ve kalitesinin düşmesinden korumak için tasarrufta bulunması gibi, Hak teâlâ da kulunun taatın-da tasarruf eder. Onu zayi olmaktan korur. Sonra Allahü Teâlâ, kulunun daim olmayan amellerini, ebedî olarak devam eden bir şey yapar, fanî mallarını bakî hale getirir. Nitekim Hak teâlâ,

'Mallarını Allah yolunda harcayanlar, her bir başağında yüz "tane" bulunan yedi başaklı bir "tane" gibidir" (Bakara, 261) buyurmuştur.

6) Allah'ın nimeti, her ne kadar anne babanın nimetinden daha büyük olsa bile, O'nun nimetleri, istidlal ile; ebeveynin nimetleri de zarurî (açıkça ve bedihî) olarak bilinir. Ne var ki, Allah'ın nimetlerine nisbetle ebeveynin nimetleri azdır. Bu sebeple, bu yönden her ikisi de dengelenmiş olur. Ancak üstünlük ve rüçhaniyyet, Allah'ın nimetlerine aittir. Bu sebeple biz, ebeveynin nimetlerini, Allah'ın nimetlerine nisbetle ikinci derecede kabul ettik..

Ebeveyne İtaatin Hükmü

Alimlerin ekseriyeti, -kâfir bile olsa- anne-babaya saygı göstermenin vacib olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Buna birçok husus delâlet etmektedir.

1) Cenab-ı Hakk'ın: sözü, onların mü'min olup olmamalarıyla kayıtlanmamıştır. Ve yine, fıkıh usûlünde sabit olduğu üzere, vasfa terettüb eden hüküm, vasfın illet olduğunu bildirir. Bu sebeple bu ayet, anne babaya saygı göstermekle ilgili emrin onlar sırf anne baba oldukları için olduğuna delâlet etmektedir. Ki bu da, umûmî bir mânayı iktiza eder. Cenâb-ı Hakk'ın:

"Ve Rabbin, ancak kendisine ibâdet etmenizi anne babaya da iyi davranmanızı hükmetmiştir" (isra. 23) ayetiyle istidlal etmek de böyledir.

2) Allahü Teâlâ'nın: "Ve sakın onlara "üf" bile deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle!" (isra. 23) ayetidir. Bu anne babaya sıkıntı ve eziyet vermekten men hususunda, son derece anlamlı bir ayettir. Sonra Cenâb-ı Hak diğer bir ayette:

"Ve de ki: Rabbim, onlar beni küçük iken nasıl terbiye etmişlerse, sen de onlara merhamet et!" (isra, 24) buyurmuş, anne babaya saygı duymanın vâcib oluşunun sebebini açıkça izah etmiştir.

3) Allahü Teâlâ, Hazret-i İbrahim (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, o babasını küfürden imana davet ederken ona nasıl nazik davrandığını bize şu ayetinde nakletmiştir:

"Babacığım! duymayan, görmeyen Ve sana hiçbir faydası olmayan şeylere niçin tapıyorsun?" (Meryem, 42). Sonra onun babası Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e eziyet ederek, ağır cevaplar veriyor, ama Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) bunlara katlanıyor. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) hakkında bu geçerli olunca, bu ümmet için de aynısı geçerli olur. Çünkü Cenâb-ı Hak:

"Sonra da sana, hanîfolan İbrahim'in dinine tabi olmanı vahyettik" (Nahl, 123) buyurmuştur.

Ebeveyne Yapılacak ihsanın Şûmulû

Bil ki anne babaya iyilikte bulunmak, kesinlikle onlara bir sıkıntı vermemek ve ihtiyaç duydukları faydalı şeyleri onlara ulaştırmak demektir. Bu ihsan lâfzının içerisine, eğer anne baba kâfir iseler onları imana davet etmek; eğer günahkâr iseler yumuşak bir yolla onlara marufu emretme hususları da girer..

Üçüncü Farz: Anababaya (Yakınlara) İyilik Vecîbesi;

Cenâb-ı Hakk'ın: "Ve yakınlara" ifadesidir. Bu ifâdede birkaç mesele vardır.

Akraba Mefhumuna Dahil Olanlar

İmam Şafiî (radıyallahü anh) şöyle buyurmuştur: Birisi Zeyd'in yakınlarına vasiyette bulunsa, bu mefhûmun içerisine mirastan mahrum olan ve olmayanlar dahil olurda, onun babası ile oğulları girmez. Çünkü bunlar hakkında yakınlar, akrabalar tabiri kullanılmaz. Ve yine bu sözün içerisine, torunlar ve dedeler de dahil olur. Bu mefhûmun muhtevasına "usûl ve fürûnun" girmeyeceği de söylenmiştir. Ayrıca, herkesin bu hükme dahil olduğu da söylenmiştir. Burada bir incelik vardır. O da şudur: Araplar geçmiş atalarını (şecere halinde) ezberleyerek muhafaza ederler, böylece onların nesli genişler ve böylece hepsi akraba olurlar. Biz geçmiş atalarımıza doğru hareket edip ve onların çocuklarını da hesapladığımızda, yakınlar çoğalır. İşte bu sebepten dolayı İmam Şafiî (radıyallahü anh), "Kâfir bile olsa, kendisine nisbet olunan ve kendisiyle tanınılan en yakın dedeye kadar çıkabilir, varılabilir." demiş ve örnek olarak da, kendi yakınlarını zikrederek şöyle demiştir: Birisi, Şafiî'nin yakınlarına vasiyette bulunsa, biz bu vasiyyeti, akraba dahi olsalar, Muttalib ve Abd-i Menâfoğuflarına değil de, Şâfiloğullarına hamlederiz. Çünkü Şafiî meşhur görüşe göre, Abd-i Menâf'a değil de Şâfî'ye nisbet edilir. Allâme Gazzâlî "Bu Şafiî'nin zamanında böyleydi, ama bizim devrimizde bu söz ancak Şafiî (radıyallahü anh)'nin çocuklarına hamledilir. Ama, bu Şâfiîoğullarına kadar çıkmaz. Çünkü bu çocuklar zamanımızda İmâm Şafiî'nin kendileri vasıtası ile tanındığı en yakın kimseleridir. Ana tarafından yakın olmaya gelince, bu yakınlık Acemlerin vasiyetlerinde söz konusu olur ise de, en kuvvetli görüşe göre, Arapların vasiyetinde söz konusu olmaz. Çünkü Araplar, ana tarafından olan yakınlığı akrabalık saymazlar. Ama insan "falancanın "erhamı" (akrabaları) için vasiyette bulunuyorum" dese de, bu söze hem baba, hem ana tarafından olan akrabalar girerdi.

Akraba Hukukunun Önemi

Bil ki akrabaların hakkı, ana-baba hakkının bir uzantısı gibidir. Çünkü insan ana-babası ile olan bağlan vasıtası ile akrabalarına bağlanır. Ana-baba ile olan bağ, akraba bağlarından önce gelir. İşte bu sebepten ötürü Allah, akrabayı ana-babadan sonra zikretmiştir. Ebu Hureyre (radıyallahü anh) den Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

"Sila-i rahm, Bahman kelimesinden türemiştir. Ama kıyamet günü olduğunda şöyle der: Ey Rabbim bana zulmedildi bana kötülük yapıldı yakınlarım benimle alakayı kestiler." Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle devam etti: "Rabbi ona su şekilde cevap verir. Seninle alakayı kesenle benim de alakamı kesmeme ve seni gözetene benim rahmetimi ulaştırmama razı olmaz mısın?" Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sonra şu ayeti okudu: Vemek idareyi ve hâkimiyeti ele alırsanız, yeryüzünde fesat çıkaracak, sıla-ı rahmi (akrabalık bağlarını) keseceksiniz öyle mi?" (Muhammed, 22) Benzeri bir hadis için bkz Müslim, Birr, 16 (4/1961); Tirmizl. Birr. 16 (4/324); Buhâri, Edeb. 13. Bu hakka riayet etmenin tekid ile bildirilmesinin aklî sebebi şudur: Akrabalık birlik, sevgi, gözetme ve yardım mahallidir. Eğer bu sayılan şeylerden biri meydana gelmez ise bu kalbe güç gelir, onu son derece incitir ve kalbi yalnızlık, vahşet ve sıkıntıya düşürür. Bu sayılan şeyler ne kadar güçlü olur ise, kalbin bu güçlüklerini o nisbette giderir. İşte bu sebepten ötürü akraba haklarına riayet etmek vacib olmuştur.

Dördüncü Farz: Yetimlere İyi Davranma;

Dördüncü mükellefiyet, Allah'ın "Ve yetimlere iyilik yapın" emridir. Bununla ilgili iki mesele vardır:

Yetim Kime Denir?

"Yetim", bulûğ çağına gelmeden önce babası ölmuş kimseye denir. Bunun cem'i "nedim" kelime- sinin cem'inin olması gibi, (......) veya; (......) şeklinde gelir. Annesi ölmüş kimseye "yetim" denmez. Zeccâc, bunun insan hakkında böyle olduğunu, insan dışındaki canlılarda yetimliğin, annenin olmaması manasında olacağını söylemiştir.

Yetimle İlgilenmenin Önemi

"Yetim", akraba haklarını gözetmenin bir uzantısı gibidir. Bu böyledir, çünkü yetim küçük olduğu için ondan istifâde edilemez. O yetim olduğu için ve ihtiyaçlarını görecek bir kimsesi olmadığı için, ona faydalı olacak birisine muhtaçtır. İnsan, böylesi yetimlerle arkadaş olmaya pek az arzu duyar. Bu mükellefiyet, insanların nefislerine ağır geldiği için, şüphesiz ki derecesi dinî bakımdan çok büyüktür.

Beşinci Farz: Fakirlere İyi Davranma:

Beşinci mükellefiyet Allah'ın: "ve miskinlere (iyilikte bulununuz)" emridir. Bununla ilgili olarak söylenmesi gereken bazı meseleler vardır:

Miskin Kime Denir?

lâfzının müfredi, "sükûn" kelimesinden alınmış olan lâfzıdır. Sanki fakirlik onda konaklamıştır. Bu kelime, ekseri dil alimlerine göre fakirden daha muhtaç olan kimseyi ifâde eder ki bu, Ebu Hanife'nin (radıyallahu anh) görüşüdür. Hanefiler, Allah'ın: "Veya topraklara beîenmiş bir yoksula..." (Beled. 16) ayetini bu görüşlerine delil getirmişlerdir. İmam Şafiî (radıyallahu anh)ye göre ise, daha kötü durumda olana "fakir" denir. Çünkü "fakir" kelimesi, "Sırtın omurga kemiği" tabirinden alınmıştır. Sanki onun omurgası, ihtiyacının fazlalığından dolayı kırılmış gibidir. Bu, İbnü'l-Enbârî'nin de görüşüdür. Safîler bu görüşlerine Cenâb-ı Hakk'ını "Gemiye gelince, o denizde iş yapan fakirlere ait idi" (Kehf, 79)ayetini delil getirdiler. Çünkü Allah o kimseleri, gemi onlara âit olduğu halde, onlara "miskinler" (fakirler) demiştir.

Miskinin Yetimden Sonra Sıralanmasının Hikmeti

Miskinlerin (fakirlerin) derecesi, yetimlerden sonra gelmiştir, çünkü bazan miskinlerden hizmet etmeleri suretiyle istifade olunur. Bu sebeple onlarla ilişki içinde olma temayülü, yetimlerle ilişkili olma temayülünden daha fazladır Bir de miskîn, kendi işi ve maişeti (geçimi) ile meşgul olması mümkündür. Yetim ise böyle değildir. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ, miskinden önce yetimi saymıştır.

Üçüncü Mesele

Akraba ve yetimlere yapılan iyiliklerin mutlaka zekattan başka şeyler olması gerekir. Çünkü atıf mugâyereti (ayrı ayrı şeyler olmayt) gerektirir.

Altıncı Farz: İnsanların Güzel Söz Söyleme Vecibeleri:

Altıncı mükellefiyet, Allah'ın: "Ve insanlara güzel (iyi) söz söyleyiniz" emridir. Bu hususta da birkaç mesele vardır:

Kıraat Farkına göre Manalar

Hamza ve Kisâî, mahzuf olan (......) kelimesinin sıfatı olarak bu kelimeyi (......) şeklinde okumuşlardır. Buna göre Allah sanki, "İnsanlara güzel söz söyleyiniz"demiştir. Diğer kıraat imamları ise bu kelimeyi (......) şeklinde okumuş ve bu okuyuşlarına şu ayetleri şahid getirmişlerdir: (Ankebût, 8) ve: (Neml, 11). Bu kelimenin manası ile ilgili bazı vecihler vardır:

a) Ahfeş, bunun manasının "Güzellik sahibi bir söz" demek olduğunu söylemiştir.

b) lafzının, yerinde kullanılması caizdir. Nitekim, sen (âdil adam) dersin.

c) ayetinin manası "sözünüz güzel olsun" demektir. Buna göre, (......) kelimesi, birinci sözün (yani iyilik ediniz sözünün) kendisine delâlet ettiği fiilin mef'ûlu muttaki olarak mansub kılınmıştır.

d) son derece güzel olduğu için "haddizatında güzel olan söz" manasınadır.

İkinci Mesele

"Haber cümlelerinden sonra niçin yahudilere, "söyleyiniz.." kelimesi ile, muhatab sigası ile konuşulmuştur?" denilebilir. Buna üç yönden cevat verilir:

1) Tıpkı Allahü teâlâ'nın: "Tâ ki siz gemide olduğunuzda ve gemiler onları (yani sizi) taşıdığında..." (Yûnus, 22) ayetindeki gibi iltifat üslûbundan dolayıdır.

Bu ayette bir hazif vardır. Yani "Biz onlara "....deyiniz" dedik" demektir.

3) Kesin söz almak (and, misak almak) ancak bir kelâm (söz) şeklinde olur. Sanki şöyle denilmektedir: Ben, "Allah'dan başkasına ibâdet etmeyiniz" dedim, siz de "....deyiniz."

Üçüncü Mesele

Alimler, Allah'ın: "İnsanlara güzel (söz) söyleyiniz" emrinin muhatablarının kimler olduklarında ihtilaf etmişlerdir .Buna göre, 'Allah yahûdilerden, Allah'dan başkasına ibâdet etmemeleri ve insanlara güzel söz söylemeleri hususunda söz almıştır" denilebilir. Veya, "Allah yahûdilerden, Allah'tan başkasına ibadet etmemelerine dair söz almış, sonra da Hazret-i Musa ile ümmetine "İnsanlara güzel söz söyleyiniz" demiş olması muhtemeldir. Her bakımdan güzel ahlak ve iyi âdetleri ihtiva eden tek bir kıssa teşkil etsin diye birinci görüş her nekadar doğruya daha yakın ise de, lâfız bakımından her iki görüş de düşünülebilir.

Kimlerle Güzel Konuşmalı, Kâfirler De Bu Hükme Dahil Midir?

Bazı alimler şöyle demişlerdir: Mü'minlere karşı güzel söz söylemek gerekir, kâfirlere ve fâsıklara karşı değil. Buna iki şey delâlet etmektedir:

1) Onlara lanet etmek ve onlara karşı savaşmak gerekir. Böyle olunca onlara güzel söz söylemek nasıl mümkün olur?

2) Hak teâlâ'nın:

"Allah kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez. Zulme uğrayanlar başka" (Nisa, 146) âyetidir. Allah, zulmedil enlere, incitici sözü açıkça söylemelerini mubah kılmıştır. Sonra bu görüşte olanlardan bazıları, bu emrin, ("ve insanlara güzel söyleyiniz") emrinin kıtal âyetiyle nesholunduğunu iddia etmişlerdir. Yine onlardan, bu emrin tahsis edildiğini iddia edenler de vardır.

Bu açıklamaya göre burada iki ihtimal bulunmaktadır:

a) Muhataplara göre tahsisin vuku bulmuş olması. Bu da, âyetten muradın, "mü'minlere güzel söz söyleyin" şeklinde olmasıdır.

b) Hitâb etme cihetinden tahsisin meydana gelmesidir. Bu da, bundan maksadın'insanlara, Allah'a davet ve Emr-i bi'l-Marûf hususunda güzel söz söyleyin" şeklinde olmasıdır. Birinci izaha göre tahsis hitaba değil muhataba; ikinci izaha göre ise, tahsis muhataba değil hitâb tarzına gelir.

Ebu Ca'fer Muhammed İbn el-Bakır, bu âyetin umûmluğunun, zahirine göre devam ettiğini ve tahsise ihtiyacın olmadığını iddia etmiştir ki, bu en kuvvetli görüştür. Buna delil ise, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ve Harun (aleyhisselâm)'un, makamlarının yüceliğine rağmen, Firavun'a yumuşaklık ve rıfk ile muamele etmekle emrolunmuş olmalandır. Yine Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), yumuşak davranıp ve sert davranmamakla emrolunmuştur. Allah'ın:

"Rabbinin yoluna hikmetlere güzel öğütle çağır" (Nahl, 125) âyeti de böyledir. Yine Cenâb-ı Hak:

"Allah'tan başkasına ibâdet edenlere sövmeyin, sonra onlar da, bilmeden, haddi aşarak Allah'a söverler" (Enam, 108) buyurmuştur.

” Boş bir sözle karşılaştıkları zaman, şerefli İnsanlar olarak geçip giderler" (Furkan, 72): "Ve, cahillerden yüz çevir" (Araf, 199)âyetleri de aynı mânadadır.

Kâfirlere Lanet Etmek Gerekir mi?

Âyette ilk önce istidlal edip de, onlara lanet etmenin vacib olduğunu, onlara güzel söz söylemenin mümkün olmadığın) söyleyenlere gelince, biz deriz ki, her şeyden önce onlara lanet etmek ve sövmenin vacib olduğunu kabul etmiyoruz. Bunun delili ise Hak teâlâ'nın: "Allah'tan başkasına ibâdet edenlere sövmeyin" (En'am, 108) âyetidir. Biz onlara lanet etmenin gerektiğini kabul etsek bile, biz lanetin, güzel söz söylememek olduğunu kabul etmiyoruz. Bunun izahı şudur:

Güzel söz, onların hoşuna giden ve onların sevebileceği sözlerden ibaret değildir. Tam aksine güzel söz, kendisiyle faydalanacakları sözdür. Biz, onlar kötü fiillerinden vazgeçsinler diye onları kınayıp lanetlediğimiz zaman, bu söz onlar için faydalı olur. Böylece bu lanet, güzel ve faydalı bir söz olmuş olur. Nitekim bir babanın, sözünde sertlik yanlısı olması, bu sebeple kötü bir fiilden vazgeçileceği için, bazan güzel ve faydalı olur. Biz onlara lanet etmenin, güzel söz olmadığını kabul ediyoruz, tamam, fakat biz lanet etme gereğinin güzel söz söyleme vazifesine aykırı olduğunu kabul etmiyoruz. Bunun izahı şudur:

Bir kimsenin, bize lütufta bulunmuş olması sebebiyle saygıya hak kazanmış olması ile, küfründen ötürü hakarete müstahak olması arasında bir aykırılık yoktur. Durum böyle olunca, onlara güzel söz söylemenin gerekliliği niçin caiz olmasın?

Onların ikinci olarak getirdikleri delile gelince, ki bu Cenâb-ı Hakk'ın: "Allah kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez. Zulme uğrayanlar başka" (Nisa, 148) âyetidir, buna şu şekilde cevap veririz: Bundan maksadın, insanlar kendisinden kaçınsınlar diye zalimin durumunu ortaya koymak, şeklinde olması niçin caiz olmasın? İşte bu mâna Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in;"insanlar ondan kaçınsınlar diye fâsıkı kendisindeki kötü vasıflarla anınız" Keşfu'l-Hafa. 1/106; Taberani ve İbn Ebi'd-Derda'dan. sözüyle de kastedilmektedir.

Kâfirler, Fâsıklar Ve Diğer İnsanlarla Münasebet

Tahkik ehli, "İnsanların insanlara söylemiş oldukları sözlerin, ya dinî ya da dünyevî hususlarda olduğunu; buna göre eğer bu sözler dini hususlarda olursa, bu söz kâfirlere karşı söylenirse, onları imâna davet etmek; fâsıklara karşı söylenirse onları itaata davet etmek için olur. İmâna davet etmeye gelince, bunun mutlaka güzel sözle olması gerekir. Nitekim Cenâb-ı Hak Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ve Harun (aleyhisselâm)'a "Ona, yumuşak bir söz söyleyin. Umulur ki nasihat alır ya da korkar" (Taha, 44) buyurmuştur. Allah, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ve Harun (aleyhisselâm)'un mertebelerinin çok yüce olmasına rağmen, onlara, Allah'a karşı son derece inkarcı, isyankâr ve serkeş olmasına rağmen, Firavun'a yumuşaklıkla davranmalarını emretmiştir. Yine Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e:

"Eğer sen sert ve katı kalbli olsaydın, onlar senin etrafından dağılırlardı. Sen onları affet, bağışlanmalarını iste ve "emir" hususunda onlarla müşavere et! Azmettiğin zaman, Allah'a tevekkül et, çünkü Allah tevekkül edenleri sever" (al-i imran, 159) buyurmuştur.

Fâsık olanları Allah'a itaate davet etmeye gelince, bu hususta güzel söz söylemek muteberdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et" (Nahl, 125) buyurmuş ve:

"(Sen kötülüğü) en güzel olanla savuştur. O zaman bîr de bakarsın ki, seninle arasında bir düşmanlık bulunan kimse, yakın bir dost olmuştur" (Fussilet. 34) demiştir.

Dünyevî işlere gelince, güzel sözle maksada ulaşmak mümkün olduğu zaman, bunun dışında herhangi bir şeyin güzel olmayacağı zaruri olarak bilinen bir şeydir demiştir. Böylece dinî ve dünyevi âdabların tamamının Hak teâlâ'nın, "Ve insanlara güzel söz söyleyin" ifâdesinin içine dahil oluduğu sabit olmuş olur.

Bu Âyetteki Emirler Vücûb ifade Eder

Âyetin zahiri, yahudilerin dinine göre akrabaya, yetimlere ve yoksullara ihsanda bulunmanın vacib olduğuna delâlet eder. İnsanlara güzel söz söylemek de onlara vacibtir. Çünkü mîsak almak, vâcib olmayı gösterir. Bu böyledir, çünkü emrin zahiri vücûb ifâde etmektedir. Bir de Allahü Teâlâ onları, bu emirden yüz çevirdikleri için kımştır; bu da onun farz olduğunu gösterir.

Bizim dinimizde de, bazı bakımlardan emir vücûb ifâde eder. İbn Abbas'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Zekât (maldaki diğer) bütün hakları neshetmiştir." Bu görüş zayıftır, çünkü kendisini ihtiyacın kıskıvrak yakaladığı, bizim de durumunun böyle olduğunu müşahade ettiğimiz kimseye, zekât vermek bize vâcib olmasa bile, tasaddukta bulunmamız gerekir. Öyle ki, onun ihtiyacı zekât ile giderilmezse, ona tasaddukta bulunmak bize vacib olur. Kendisiyle zarara uğrayacakları bir tarzda insanlarla konuşmanın vacib olduğunda şüphe yoktur.

Yedinci ve Sekizinci Farz: Namaz ve Zekat:

Yedinci ve sekizinci mükellefiyet, Cenâb-ı Hakkın; âyetidir ki, bunların tefsiri yukarda geçmişti. Bil ki Allahü Teâla, şu sekiz mükellefiyet hususunda onlardan kesin söz aldığım açıkladıktan sonra, her şey hususunda onlardan bir ahid almış olması sebebiyle, kabul edip de böylece Rableri katında büyük bir makam elde etsinler diye onlara nasıl in'amda bulunduğunu beyan edince, onlar yüz çevirip, kendi kendilerine kötülük yaparak, delillerin ve alınan ahidlerin çok kuvvetli olmasına rağmen Rablerinin nimetini güzelce kabul (telakkî bilkabûl) etmediler. Bu da, onların yüz çevirmeleri ve arka dönmeleri hususundaki kötü davranışlarını artırmaktadır. Çünkü son derece müessir açıklamalardan ve kendilerinden kesin söz alınmasından sonra Allah'a muhalefet etmeye cür'et etmeleri, cehaletten ötürü karşı gelmekten daha ağır bir suç olur. Alimler, Hak teâlâ'nın: "Sonra yüz çevirdiniz" hitabıyla kimlerin murad edildiği hususunda, üç görüş üzere ihtilaf etmişlerdir:

a) İsrailoğullarinin ilk nesilleri.

b) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında bulunan yahudiler. Buna göre mana, "Sizin atalarınızın yüz çevirmesi gibi, mucizelerin zuhurundan sonra yüz çevirdiniz..." şeklinde olur.

c) Cenâb-ı Hakk'ın: "Sonra siz yüz çevirdiniz" ifadesiyle 'Ve siz yüz çeviriyorsunuz" sözüyle de sonrakiler murad edilmiştir.

Birinci görüşün izahı şöyledir: Birinci söz, onlardan önce geçenler hakkında olunca, hitabının zahirinin, sözün sonunun da, -bu zahiri manadan sözü çevirecek herhangi bir delilin bulunması durumu müstesna- onlar hakkında olmasını gerektirir. Bunu, Cenâb-ı Hakk'ın birinci sözü, onlara deliller getirmek suretiyle nimetini izhâr etmek sadedinde zikretmiş olması; sonra da, onlardan pek azının müstesna, onların yüz çevirmiş olduklarını ve içinde bulundukları davranışta devam ettiklerini beyan etmiş olması açıklar.

İkinci sözün izahı şöyledir: Hak teâlâ'nın: buyruğu hitab-ı müşafehedir ki bu, o anda mevcut olanlara daha çok uygundur. Bundan önce geçen söz ise, hikâye yoluyla gelmiş bir sözdür ki bu, onların gâib olan, el'an mevcut olmayan seleflerine daha uygun düşer. Buna göre Allahü Teâlâ sanki: "Bu ahid ve misaklara sarılmaları onlara lâzım olduğu gibi, Tevrat da Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in durumunu ve peygamberliğinin doğruluğunu bilmiş olmanızdan ötürü, size de bu mîsak ve ahidlere sarılmak vâcibtir" demiştir. Böylece onları bağlayan delil, sizi de bağlamaktadır. Halbuki buna rağmen siz, pek azınız müstesna, bu hüccetten yüz çevirerek, ona arka döndünüz. Bu, sayısı az olan kimseler de iman edip müslüman olan kimselerdir. İşte böyle bir açıklama yapılabilir. Üçüncü görüşün izahı şudur: Allahü Teâlâ onlara o nimetleri in'âm ettiğini, sonra onların bu nimetlerden yüz çevirdiklerini beyan edince, bu onların davranışlarının ne derece kötü olduğuna delâlet etmiştir. Allahü Teâ'lâ'nın, hitabı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanındakilere hastır. Yani sizler, kendilerinden söz alınmasından sonra yüz çevirmiş olan, önceki selefleriniz gibisiniz. Çünkü sizler de Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sıdkına delâlet eden delillere muttali olmanızdan sonra, ondan yüz çevirip onu inkâr ettiniz. Buna göre siz, bu yüz çevirmenizle (i'râd) yüz çevirmiş olan öncekiler gibi oldunuz. Allah en iyi bilendir.

83 ﴿