90"Onlar, Allah'ın, kullarından dilediği kimseye fazlından indirmesini hased ettikleri için, Allah'ın (bu kere) indirdiği (Kur'an'ı) da inkâr etmek suretiyle kendilerini ne kötü şeye sattılar! Böylece gazab üstüne gazaba uğradılar (hakettiler). O kâfirler için (kendilerini) hor ve hakir edecek bir azab vardır" . Bil ki ayetin başındaki (......) kelimesinin hakikatından bahsetmek ancak birçok meseleyi ele almakla mümkün olur: “Ni'me” Ve “Bi'se” Fillerinin Aslı (......) ve (......) kelimelerinin aslı (......) sözümüz gibi (......) ve (......)dir Fakat ikinci harfi hurûf-u'l Halk Bunlar boğazdan çıkan şu altı harf (ses) tir: (......) (Boğaz harflerinden) olup kesreli olan fiili dört türlü okumak caizdir: a) Aslı üzere yani ilk harfi fethalı, ikinci harfi kesreli olarak okumak. b) İlk harfi ikinci harf gibi okumak. Bu da lafzında nûn ve ayn harflerini kesreli olarak, (......) şeklinde okumaktır. (......) kelimesi de bu tarzda okunur. Araplar aynı kelimede iki kesreyi peşpeşe getirmekten kaçınırlar. Fakat burada boğaz harflerinden birinin, yanındaki harfi kendisine tâbi kılma özelliğinden ötürü bunu caiz görmüşlerdir. Meksûr (kesreli) olan boğaz harfini sakin kılıp ondan önceki harfi olduğu gibi bırakmak suretiyle, gibi, (......) ve (......) şeklinde okumak. d) Boğaz harfini sakin kılıp, onun kesresini bir önceki harfe naklederek (......) şeklinde okumak, fiili de aynı şekilde diye okunur. Bil ki bu son değişiklik, bu iki kelime hakkında, işin aslında sadece "caiz" durumunda olmakla beraber, Araplar "zarurî" saymışlardır. Çünkü mazi fiil, masdann (fiilin aslının) mazi zaman diliminde meydana geldiğini bildirir. Halbuki bu iki kelime bu sınırın dışına taşıp medih ve zem'de (övme ve yermede) ileri dereceyi ifâde eden camid (kalıplaşmış) iki kelime haline gelmişlerdir. Böylece lafızdaki bu zarurî değişiklik asılda (yani mânada) değişikliği belirtmiş ve mesela, Zeyd'in pek iyi bir insan olduğunu ifâde için demişler ve artık şiir zarureti dışında asıl şeklini kullanmaz olmuşlardır. Nitekim Müberred şu şiiri okumuştur: "İnsanlara isabet eden kötülük ve sıkıntılara karşı fidye vermek, Kaysoğullarına düşer Ayaklarım ona karşı gelemiyor. Çünkü onlar, iyi İşlerde çalışan ne güzel kimselerdir!" (......) ve (......) kelimeleri, aslında fiilleridir. Müenneslik alâmeti olan o harfinin bunların sonuna gelip ve denilebilmesi buna delâlet eder. Ferrâ bu iki kelimeyi isim gibi kabul etmiş ve bu görüşüne Hassan b. Sabit (radıyallahü anh)'in şu şiirini delil getirmiştir: Biz evinin kapısını zengin olsun, fakir olsun her insana açan ne iyi komşu almadık mı? Ferra ayrıca şunu da buna delil getirmiştir: Bir bedevî Araba bir kız çocuğu doğduğu müjdesi verildi ve kızın ne güzel bir çocuk! denildi. Bunun üzerine Allah'a yemin ederim ki bu, güzel bir çocuk değil" demiş, Basralı nahivciler. Ferra'nın bu deliline "Bu söz hikâye nakli kabilindendir" diyerek cevac vermişlerdir. Bil ki ve kelimeleri salâh (iyilik) ve bozukluk (kötülük) ifâde etme hususunda iki asıldırlar. Bunların failleri cinsi istiğrakı ifâde eden açık veya gizli bir isim olur. Açık olması iki türlüdür: 1) Sen (Zeyd ne iyi bir adam) dediğinde, belli bir "adam"ı değil, mutlak olarak "bir adam" (oluşu) kastedersin. 2) Sen "Zeyd adamın ne güzel bir kölesidir!"öerr sin. Ama şairin şu kullanışı nâdirdir: "Silahsız sahib (arkadaş) ne iyi arkadaştır! Kervan sahibi olarak da Hazret-i Osman b. Affan ne iyi bir sahiptir!" Denildi ki bu (......) ifâdesi maksuda delâlet ettiği için böyle olmuştur. Çünkü kastedilen bir tek kişidir. (......) kelimesini elif lamlı getirince sanki şâir (......) kelimesinin başına da elif-lam getirmiş gibi oldu. Gizli olarak gelen isme gelince bu senin, "Zeyd'e adam olarak ne güzeldir" sözünde olduğu gibidir. Bu cümlenin aslı (......) şeklindedir. Buradan ilk kelimesi hazfedilmiştir. Çünkü nekire ve mansub olan ikinci kelimesi ona delâlet etmektedir. Bu (......) kelimesi temyiz olduğu için mansubtur Bunun bir benzeri (Yirmi adam) sözündür. Temyiz edilen kelime ancak nekire olur. Görmüyor musun, hiç kimse demez. Şayet Araplar temyiz edilen kelimenin başına elif lam getirip de nasb ederek demiş olsalardı bu maksada aykırı olurdu. Çünkü onlar temyizi eliflami olarak getirmeyi isteselerdi mutlaka onu ref ederek derlerdi; ve temyizi gizlemeye muhtaç olmazlardı. Onlar sözü kısaltmak için faili gizlemişlerdir. Çünkü, "Adam olarak o ne iyidir!" ifâdesi bir ferdi üstün kılınan bir cinse delâlet eder. Sen, (......) dediğin zaman bunun îrâbı iki şekilde olur. a) Sanki bu cümle, aslı (......) imiş gibi (......) kelimesinin muahhar mübtedâ olması. İlk sözde (......) kelimesi her nekadar sonra gelmiş olsa da, önce olduğuna niyet edilmiştir. Nitekim, "Miskine uğradım" manasında, cümlesini murad ederek, demen gibi. Mübtedaya râci olacak zamire gelince, (......) kelimesi kendisinde "adam" cinsinin bulunduğu bir umûmi kelime olunca "Zeyd" de o cinsin içine girer de böylece bu durum, Zeyd'e râci olacak zamirin yerine geçmiş olur. b) Senin ifâdende (......) kelimesi mahzuf mübtedânın haberidir. Sanki "Ne güzel adam" denince, "Övdüğün adam kimdir?" denilmiş de, "O Zeyd" manasında, cevabı verilmiştir. Medhe ve zemme tahsis edilmiş (mahsûs) şeye gelinçe, o ancak ve kelimelerinden sonra zikredilen şeyin cinsinden olur. Meselâ "Adamlardan Zeyd..." demek gibi. Durum böyle olunca Cenâb-ı Hakk'ın "Bizim ayetlerimizi yalanlayan kavmin hali ne kötüdür!" (Araf, 177) ayetinde, (......) kelimesine muzâf olan şeyin hazfedilmiş olması, takdirinin ise, (......) şeklinde olması gerekir. Bu meseleyi özetlediğimize göre artık tefsire dönelim. Cenâb-ı Allah'ın: "Onlar inkâr etmek suretiyle kendilerini ne kötü şeye sattılar!" ifâdesi hususunda iki mesele vardır: (......) daki lâfzı "Kendisi mukabilinde nefislerini sattıkları o şey, ne kötü bir şey!" manasında olmak üzere, mansub bir nekire olup (......)nin failini açıklamaktadır. Zemme tahsis edilmiş olan (mahsus) ise bu ayette, "inkar ermeleri" ifadesidir. Ayetteki (......) kelimesi ile ilgili iki görüş vardır: a) Bu, satmak manasınadır. Bunun izahı şoyledir: Cenâb-ı Allah, mükellefe cennete ulaştıran iman ile cehenneme götüren inkâr imkânını verince, onun bu ikisinden birini tercih edişi, bir şeyi almayı diğer şeyi almaya tercih etme gibi oldu. Buna göre o kul, kendisinde kurtuluşu ve necatı bulunan imânı tercih ettiği zaman, "Ne güzel şey safın aldı!" denilir. Bey' ve şirâ .alışverişten) maksad, sahib olunan bir şeyi başka bir mal ile değiştirmek olunca satan ve alandan herbiri, bu aynı mananın her ikisinde de meydana gelmesi sebebiyle, satan veya alan diye nitelendirilebilirler. Bu sebepten ötürü Cenâb-ı Hakk'ın: ayetinin şöyle tefsir edilmesi yerinde olu Onlar, inkârlarını almak için nefislerini (kendilerini) sattılar. Çünkü onların kendileri aleyhine elde ettikleri şey küfür olduğu için, onlar bu küfür mukabilinde nefislerini satmış gibi oldular. b) Bana göre daha doğru olan izah ise şudur: Mükellef (kul), kendisi için Allah'ın cezasından korktuğu zaman, Allah'ın cezasından kurtulmasına vesile olacağını sandığı amelleri yapar ve böylece nefsini o ameller karşılığında satın alıp (kurtarmış) olur. Yahudiler de yaptıkları şeyin, kendilerini Allah'ın azabından kurtaracağına ve sevaba ulaştıracağına inandıkları için, bunların karşılığında nefislerini satın aldıklarını (kurtardıklarını) sandılar da Allahü teâlâ onları zemmederek: "Kendilerini sattıkları şey ne kofu birşeydir!" buyurdu. Bu izah, hem mana, hem lafız bakımından, birinci izaha göre daha doğrudur. Sonra Cenâb-ı Allah, onların karşılığında nefislerini satın aldıkları şeyin tefsirini, "Allah'ın indirdiği şeyi inkâr etmeleri. (......) ifâdesi ile yapmıştır. Bu ifâdeden maksadın, o yahûdilerin Kur'an'ı inkâr etmeleri olduğunda şüphe yoktur. Çünkü hitâb yahûdiler hakkındadır. Onlar ise Kur'an'dan başkasını tasdik ediyorlardı. Daha sonra Allahü teâlâ, indirdiği şeyi, inkâr etmeyi tercih edişlerine sebeb olan şeyi Um diyerek açıkladı ve bununla onların inkârlarından maksadlarının ne olduğuna işaret etti. Nitekim maksadın ne olduğuna dikkat çekmek için, "Falan, falana hasedinden dolayı(hased maksadıyla) düşmanlık ediyor" denilir. Eğer ayette, Um (hased ederek) sözü olmasaydı onların, hasedleri sebebi ile değil de cehaletle inkâr ettiklerini de düşünebilirdik. Bil ki bu ayet hasedin haram olduğuna delâlet eder. Hased pek çok sebepten olabileceğinden dolayı Hak teâlâ, onların bu hasedlerinin sebebinin ne olduğunu, "Allah'ın kullarından dilediği kimseye fazlından indirmesine.." buyurarak açıklamıştır. Hâdise ancak bizim anlatacağımız şu şeye uygundur: Onlar beklemekte oldukları bu büyük nübüvvet lûtfunun kendi kavimleri içinden birisine verileceğini sanmışlardı. Amma beklenen nübüvveti Araplarda görünce, bu durum onları kıskançlığa ve hasede sevketmiştir. Yahudilerin "Gazab Üstüne Gazaba" Uğramalarından Maksad Cenâb-ı Allah'ın: "Böylece gazab üstüne gazaba uğradılar" ayeti ile ilgili birkaç mesele vardır. Bu iki gazabı açıklama hususunda bazı görüşler vardır: a) İki gazab için mutlaka iki sebebin olduğunu isbat etmek gerekir: Birincisinin sebebi, daha önce bahsedilmiş olan şeydir. O da yahudilerin Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'yı ve ona indirilmiş olan İncil'i yalanlamalarıdır. İkincisinin sebebi, onların Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i ve ona indirilen Kur'an'ı yalanlamalarıdır. Böylece bu onların bir sebepten sonra diğer bir sebebe girmelerinden ötürü, Allah tarafından bir gazabtan sonra başka bir gazaba düşme olarak kabul edilmiştir. Bu Hasan Basrî, Şa'bî, İkrime Ebu'l Âliye ve Katâde'nin görüşüdür. b) Maksad sadece iki gazabın varlığını bildirmek değildir, aksine murad, yahudilerden sâdır olmuş olan birbirine benzer şeylerden dolayı birbirine yakın çok çeşitli gazablara müstehak olduklarını bildirmektir. Onlardan sâdır olan bu şeyler onların şu sözleri söylemeleridir: "Uzeyir Allah'ın Oğludur" (Tevbe, 30); "Allah'ın eli bağlıdır" (Maide, 64); Allah fakirdir bizler ise zenginiz" (Al-i İmran, 181) ve benzeri küfür sözleri... Bu Atâ ve Ubeyd b. Umeyr'in görüşüdür. c) Bundan murad, her nekadar tek ise de, onların küfürlerinin büyük olması sebebi ile ona karşı olan ilâhî gazabın çok ve kuvvetli olduğunu göstermektir. Bu, Ebu Müslim'in görüşüdür. d) Onlara olan gazabın birincisi, buzağıya tapmaları sebebiyle, ikincisi de Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Tevrat'ta olan sıfatlarını gizlemeleri ve onun peygamberliğini inkâr etmeleri sebebiyledir. Bu görüş Süddi'den rivayet edilmiştir. Gazab, istemediği birşey gördüğü zaman insanın kalbinin kanı kabardığında, mizaçta meydana gelen bir değişiklikten ibarettir. Bu, Allahü teâlâ hakkında imkansız olduğu için, kendisine isyan edenlere lanet etmek ve laneti emretmek gibi zararları dilemesine hamledilir. Cenâb-ı Allah'ın gazab ile vasıflanması uygundur. O'nun gazabı artar ve çoğalır. Bu, Allah hakkında, azab etmesinin uygun oluşu gibi, uygundur. Binaenaleyh, O'nun bir tek sebebten dolayı kâfire gazab etmesi, bir çok sebepten dolayı gazab etmesi gibi değildir. Allahü teâlâ'nın: "Kâfirlere hor ve hakir edici azab vardır" ayeti ile ilgili birkaç mesele vardır: Cenâb-ı Hakk'ın bu sözü, O'nun: "Onlara hor ve hakir edici bir azab vardır" (al-i İmran, 178) sözünden daha fazla mana ifâde etmektedir. Çünkü ilk sözün manasına bu kâfir yahudilerle birlikte başka kâfirler de dahildir. İkinci ifâdenin manasına ise sadece onlar dahildirler. Azab, gerçekte hor ve hakir kılıcı olmaz. Çünkü bunun manası, "O dışındakileri hor ve hakir kıldı" demektir ki bu sıfat ancak akıllı bir varlık için uygur olur. Öyle ise çok azaba uğrayan kimseleri hor ve hakir kılan Cenâb-ı Allah'ın kendisidir. Ancak bu hor, hakir kılış azab ile meydana geldiği için, "hor ve hakir kılan"ı azabın sıfatı yapmak yerinde olmuştur. Eğer, "Azab, ancak hor-hakir kılmakla birlikte var olur. O halde azabı ayrıca böyle nitelemenin faydası nedir?" denirse, deriz ki: Azabın "hor ve hakir kılıcı" vasfıyla birlikte zikredilmesinde mutlaka Allah'tan olduğunda bir delil vardır, Bu sebeble Allah azabın kendisi tarafından verildiğine delil olsun diye, "muhîn" (hor ve hakir kılan) kelimesini zikretmiştir. Bir kısım insanlar şöyle demiştir: Allah'ın, sözü, azabın ancak kâ- tirler için olduğuna delâlet eder. Bu mukaddimeyi sunduktan sonra iki ayrı fırka bu ayeti delil olarak kullanmışlardır: a) Hariciler, "Diğer ayetlerle fâsığın (günahkârın) azab göreceği sabit olmuştur. Bu ayet ile de ancak kâfirin azab göreceğr sabit olmuştur. Öyle ise günahkârın kâfir olduğunu söylemek gerekir" demişlerdir. b) Mürcie, "Bu ayet ile ancak kâfirlerin azab göreceği; fâsığın da kâfir olmadığı sabit olmuştur. Bundan ötürü, günahkârın azab görmeyeceğini kesin olarak söylemek gerekir" demişlerdir. Her iki görüşün de yanlış olduğu aşikârdır. |
﴾ 90 ﴿