102"Ve onlar, şeytanların Süleyman'ın mülkü hakkında söyledikleri şeylere uydular. Oysa ki Süleyman, asla kâfir olmadı. Fakat şeytanlar, insanlara sihri ve Babil'deki iki meleğe, Hârut ve Marufa indirilen şeyleri öğretmeleri sebebiyle, kâfir oldular. O iki melek: "Biz ancak bir imtihan vesilesiyi sakın sen kâfir olma!" demedikçe, sihir öğretmiyorlardı. Onlar bu iki melekten, karı ile kocanın arasını ayıracakları şeyi öğreniyorlardı. Oysa ki onlar, Allah'ın izni olmadıkça, bu sihirle hiç kimseye zarar veremezler. Onlar, kendilerine zararı dokunacak, faydası olmayacak şeyi öğreniyorlardı. Andolsun ki onlar, o sihri satın alan kimsenin ahirette hiçbir nasibi olmayacağını biliyorlardı. Mukabilinde kendilerini satmış oldukları şey gerçekten ne kötüdür. Keşke bunu bilselerdi!" . Bil ki bu, yahudilerin bir başka çirkin fiilleridir ki bu da, onların sihirle meşgul olmalan, ona yönelmeleri ve insanları da ona davet etmeleridir. Allahü Teâlâ'nın, şeytanların, Süleyman'ın mülkü hakkında söyledikleri şeye tâbi oldular" sözüne gelince bu hususta birkaç mesele vardır: Şeytana Uyanlardan Maksad Kimlerdir? Cenâb-ı Hakk'ın, "Tâbi oldular", daha önce ismi geçmiş olanlar hakkında bir nakildir ki, bunlar da yahudilerdir. Sonra, bu hususta bazı görüşler vardır: a) Onlar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında bulunan yahudilerdir. b) Daha önce yaşamış olan yahudilerdir. c) Hazret-i Süleyman zamanında bulunan sihirbazlardır. Çünkü yahudilerin pek çoğu Hazret-i Süleyman'ın peygamberliğini kabul etmez, onu dünyadaki hükümdarlar ve krallar cümlesinden sayarlar. O'nuozamanında bulunan yahudilerden bazılarının, bu büyük kralın ancak sihir vasıtasıyla krallığını ayakta tuttuğuna inanmış olmaları da imkânsız değildir. d) Bu ifâde hepsini içine alır. En uygun olan görüş de budur. Çünkü lâfzı, ifâde ettiği manaların sadece bir kısmına hamledip tamamına teşmil etmemek pek uygun bir iş değildir. Çünkü tahsis hususunda herhangi bir delil yoktur. Şeytanların Okuduğu Şey Nedir? Süddî şöyle demiştir: Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) yahudilere geldiğinde onlar Tevrat'la Hazret-i Muhammed'e karşı koyarak O'nunla Tevrat vasıtasıyla cedelleşip, Kur'an ile Tevrat da birbirini tutunca (muvafakat), onlar Tevrat'ı atıp, Asaf İbn Berhiya'nın kitabıyla Hârut ve Mârufun sihrine yapıştılar. Bunlar da, Kur'an ile uyuşmayıp mutabık olmadılar, ki işte Cenâb-ı Hakk'ın: "Onlara ne zaman Allah katından, ellerindeki kitabı (Tevrat) tasdik edici bir peygamber gelse, Ehl-i Hitap tan bir grup sanki (hakikati) bilmiyorlarmış gibi Allah 'in kitabını arkalarına atmış (ona kulak asmamış, ondan yüz çevirmişler) dir" (Bakara. 101) ayeti bunu ifâde eder. Müteakiben de Cenâb-ı Hak, onların sihir kitaplarına tâbi olduklarını haber vermiştir. Tilâvet (Tetlû) Tabiri Hakkında Muhtemel İzahlar Alimler, (......) kelimesinin tefsiri hususunda bazı izahlar zikretmişlerdir: a) Bundan murad, okuyup haber vermektir. b) Ebû Müslim şöyle demiştir: (......) kelimesinin mânası, onların Hazret-i Süleyman'ın mülkü hakkında yalan söylemiş olmalarıdır. Yalan söylemek anlamına geldiğinde, doğru söylemek anlamına geldiği zaman ve, müphem bırakıldığında da, her iki şekilde söylenir. Doğruya en yakın olan ise, kelimenin okuyup haber vermek manasına geldiğidir. Çünkü "tilâvet" kelimesi, haber hususunda hakikat ifâde eder. Bir şey bildiren kimse, yalan söylemişse, onun hakkında, yahut denir. Halbuki doğru söylemişse denilmeyip: veya denilmek suretiyle fark gösterilmiş olur. Bu ise ancak haber verme ve söyleme mânasına uygun düşer. Onların, kendisi vasıtasıyla Hazret-i Süleyman'dan haber verdikleri şeyin okunan ve söyleyen bir şey cinsinden olması da imkânsız değildir. Böylece, onda bütün vasıflar bir araya gelmiş olur. Alimler, "şeytanların" kimliği hususunda ihtilaf etmislerdir. Bundan muradın, cinlerin şeytanları olduğu söylenmiştir ki, bu çoğu âlimlerin görüşüdür. Yine bundan muradın, insanlardan olan şeytanlar olduğu da söylenmiştir ki, bu da Mu'tezile kelâmcılarının görüşüdür. Bir üçüncü görüş olarak da bunların insan ve cinlerden olan şeytanlar olduğunun söylenmesidir. "Şeytanlar" kelimesini, cinlerden olan şeytanlara hamledenlere gelince onlar şöyle demişlerdir: Şeytanlar, kulak kabartarak haber topluyor, sonra duydukları şeylere, onlarla uyuşacak yalanları da katarak kâhinlere aktarıyorlardı. Kâhinler de onları insanların okuduğu kitaplara yazıyor ve bu yalanlan insanlara öğretiyorlardı. Bu hâdise Hazret-i Süleyman zamanında o kadar yayıldı ki, o insanlar neredeyse "Cinler, gaybı biliyorlar, işte Süleyman (aleyhisselâm)'ın ilmi budur. O'nun mülkü ancak bu ilimle payidar oluyor ve bu ilimle cinlere, insanlara ve Allah'ın emriyle hareket eden varlıklara hakim oluyor demeye başladılar. Bunları, insanlardan olan şeytanlara hamledenler ise şöyle demişlerdir: rivayet edildiğine göre, Hazret-i Süleyman, Allahü Teâlâ'nın kendisine hususî olarak vermiş olduğu ilimlerin pekçoğunu, zahirleri kaybolursa bu gizlenilmiş olan baki kalsın diye, hükümdarlık tahtının altına saklamıştı. Bunun üzerinden bir müddet geçince, münafıklardan bir grup insan, bazı bakımlardan bu sihirli şeylere uygun düşecek bazı hususları bunların arasına yazmaya tevessül ettiler. Hazret-i Süleyman'ın ölümünden ve insanların bu kitaplara muttali olmasından sonra, bu iki yüzlü kimseler, insanlara bunun, Hazret-i Süleyman'ın mesleği olduğunu ve O'nun, nail olduğu nimetleri ancak bu şeyler vasıtasıyla elde etmiş olduğu vehmini vermişlerdir ki, işte bu Cenâb-ı Hakk'ın: "Şeytanların okuduğu şey" ayetinin mânâsıdır. Bu görüş sahiplen birinci görüşün yanitş olduğuna şöyle diyerek delil getirmişlerdir: Cinlerden olan şeytanlar, yaptıkları tahrifatın insanlar arasında gerçek olarak devam edecek biçimde, peygamberlerin kitaplarını ve şeriatlarını değiştirmeye kadir olsalardı, hiçbir şeriata karşı güven kalmazdı ki, bu da her türlü din hakkında ta'na sebeb olurdu: Bu izahımıza göre, şayet siz bunun insan şeytanları için olabileceğini söylüyorsunuz da, niçin aynısının cin şeytanları için de olabileceğini söylemiyorsunuz?" denilirse, biz deriz ki: Bu ikisi arasında şu fark vardır: İnsanların yaptıkları şeyler bazı bakımlardan mutlaka görülür Ama bu hadiseyi cinler için kabul ettiğimizde, bu iş Süleyman (aleyhisselâm)'ın yazısının aynısı ile cinlerin onun kitabına ilâvede bulunmaları işidir ki bu ortaya çıkmaz, devamlı gizli kalır. İşte bu, bütün dinler hakkında ta'na sebebiyet verir Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesinde harf-i cerrinin (de.da) manasında olduğu söylenmiştir. Bu görüş İbn Cüreyc'ten rivayet edilmiştir. Bazı müfessirler ise (......) harf-i cerrinden sonra bir mahzuf kelimesi var sayarak ayetin "Süleyman'ın meliklik zamanında.." manasında olduğunu söylemişlerdir. Doğruya en yakın olan, bu ayetten murad edilen mananın, "Şeytanların Hazret-i Süleyman'ın mülkü hakkında iftira ile söyledikleri şeylere tâbi oldular" şeklinde olmasıdır Çünkü şeytanlar sihir ve büyü kitaplarını okuyor ve, "Hazret-i Süleyman bu mülkü ancak bu sihir ilmi sayesinde elde etmiştir" diyorlardı. Böylece o şeytanların bu gibi kitapları okumaları, Hazret-i Süleyman'ın mülküne bir iftira gibi olmuştur. Hazret-i Süleyman'ın "Mülkü"nün Mânası Alimler, Süleyman (aleyhisselâm)'ın mülkü ile ne kastedildiği, hususunda ihtilâf etmişlerdir. Buna göre Kâdî şöyle demiştir: Hazret-i Süleyman'ın mülkü, peygamberliğidir veya mülküne peygamberliği de dahildir. Peygamberliğine ise ona indirilen kitab ve şeriatının hükümleri dahildir. Bu doğru olduğu zaman, o günkü insanlar, içinde çeşitli sihir ve büyüler olan bir sahifeyi çıkarıp Hazret-i Süleyman'ın tahtının altına gömmüşler. Hazret-i Süleyman öldükten sonra da bu sahifeyi oradan çıkarıp, bu sahifenin Hazret-i Süleyman tarafından olduğu vehmini vermişlerdir ki işte bu onlar tarafından Hazret-i Süleyman'ın mülkü hususunda hakikate bir iftira olmuş olur. Bana göre en doğrusu şöyle demektir: Hazret-i Süleyman'ın kavmi, onun bu mülkü sihir ilmiyle elde ettiğini iddia edince, bu iddia Hazret-i Süleyman'ın mülkü hususunda bir iftira gibi olmuştur. Hazret-i Süleyman (as) İle Sihrin Münasebeti Şeytanların, Süleyman (aleyhisselâm)'a sihri nisbet etmelerinin birkaç sebebi vardır: a) Onlar, sihrin durumunu önemli göstermek, ona karşı saygı uyandırmak ve kendilerinden bunu kabul etmeleri için İnsanları teşvik etmek maksadıyla sihri Hazret-i Süleyman'a nisbet etmişlerdir. b) Yahudiler, Hazret-i Süleyman'ın paygamber olacağını kitaplarında görmemişler, bundan dolayı da Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın bu mülkü sihir yoluyla elde ettiğini söylemişlerdir. c) Allahü teâlâ, cinleri Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın emrine verip, o da onların içine girip onlardan harikulade sırlar öğrenince, insanlar, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın, sihri de cinlerden öğrendiğini zannetmeşlerdir. Cenâb-ı Allah'ın: "Halbuki Süleyman asla kâfir olmadı" ayeti, Hazret-i Süleyman'ı küfürden tenzihi ifâde eder. Bu da, insanların onu küfre ve sihre nisbet etmiş olduklarını gösterir. Bu hususta bazı rivayetler anlatılmıştır: 1) Bazı yahudi din adamlarının sihirbazdan başka birşey olmayan Süleyman'ın peygamber olduğunu iddia eden Muhammed'e şaşmaz mısınız? dedikleri, bunun üzerine Allah'ın bu ayeti indirdiği rivayet edilmiştir. 2) "Yahudi sihirbazlar sihri Hazret-i Süleyman'dan aldıklarını iddia etmişler, işte bunun üzerine Hak teâlâ, Hazret-i Süleyman'ı sihirden tenzih etmiştir. 3) Bazı İnsanlar, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın mülkünün sihirle ayakta durduğunu iddia etmişler, işte bunun üzerine Hak teâlâ, onun bundan uzak olduğunu belirtmiştir. Çünkü Süleyman (aleyhisselâm)'ın peygamber olması sihirbaz ve kâfir olmasına manîdir. Cenâb-ı Hak daha sonra Hazret-i Süleyman'ı tebrie ettiği sihri başkalarının yaptığını beyân etmek için: "Fakat şeytanlar kâfir oldular" buyurmuş, bu ifade ile daha önce bahsedilen ve sihri kendisine sanat edinip de onu Süleyman (aleyhisselâm)'a nisbet eden kimselere işaret etmiştir. Daha sonra da onların, kâfir olmalarına sebep olan şeyi açıklamış, onların evvelâ sihir yapmaları sebebiyle küfre düşmedikleri düşünülebileceği için, "İnsanlara sihri öğretiyorlardı" buyurmuştur. Bil ki sihir konusu çok yönlüdür: Birinci mesele lügat bakımından "sihir" kelimesini ele almaktır. Biz deriz ki: Dilciler, bu kelimenin aslında "gizli olan ve sebebi bilinmeyen bir şey" manasına olduğunu söylemişlerdir. Gizli olduğu ve akıp gittiği yerler lâtif olduğu için gıda kuvvetine de fetha ile denilmiştir. Nitekim Lebîd, "Biz yiyecek ve içeceklerle gıdalanırız" demiştir. Bu beytin iki manası olduğu söylenmiştir: 1) Biz hastalanırız ve büyüye uğrayıp da hali değişen kimse gibi halimiz değişir. 2) Biz gıdalanırız. Her iki açıklamada da bu kelime "gizlilik" manası ile alınmıştır. Yine Lebid şöyle demiştir: "Eğer bize, hangi halde olduğumuzu sorarsan, bil ki biz bu büyülenmiş insanların serçeleriyiz." Bu beyit, mana bakımından geçen beytin aynı manasını taşır, ve yine (......) kelimesiyle, "ciğerliler" (yani nefes alıp verenler) manasının da murad edilmiş olması muhtemeldir. Çünkü sihr, ciğer ve nefes borusu manasına da gelmektedir. Bu mana da "gizlilik" manası ile alakalıdır. Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnha)'nin şu sözü de bu manadadır: "Allah'ın Resulü, "Göğsüm ile döşüm arasında can verdi!' Cenâb-ı Allah'ın: "Sen ancak musahharlardansın" (Şuarâ, 153) ayeti, "sen yiyip içen mahlûkattan birisin" manasınadır. Buna kâfirlerin ona söylediği, "Sen ancak bizim gibi bir insansın" (Şuarâ, 154) ayeti delâlet etmektedir. Bu ayetin "sen de bizim gibi ciğer sahibi (yani nefes alıp veren) bir varlıksın" manasına olması da muhtemeldir. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Musâ (aleyhisselâm)'nın sihirbazlara, sizin Yaptığınız sihirdir, şüphesiz Allah onu boşa çıkaracaktır" (Yûnus, 81) dediğini nakletmiş ve, "Onlar (iplerini ve değneklerini) attıkları zaman insanların gözlerini büyülediler ve onlara korka saldılar" (Araf, 116)buyurmuştur İşte sihir kelimesinin lügattaki aslî manaları bunlardır. Bil ki "sihir" lâfzı şeriat ıstılahı olarak, sebebi gizli olan, hakikatinin aksine tahayyül edilen göz boyama ve aldatma amacı ile yapılan herşeye isim olarak verilir. Kelime mutlak kullanılıp, takyid edilmediği zaman, onu yapanın kınandığını ifâde eder. Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Onlar, insanların gözlerini büyülediler" (A'raf. 116), yani, insanların gözlerini boyadılar, insanlar da onların ip ve değneklerinin hare -ket ettiği zannına kapıldılar. Nitekim bu manada Cenâb-ı Allah: "Ona, yaptıkları sihir yüzünden ipler ve değnekler koşuyormuş gibi geldi" (Tâhâ. 66) buyurmuştur. Bazan da, methedilen ve övülen şey hakkında, mukayyet olarak kullanılır. Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Zebarkan İbn Bedr ile Amr İbn el-Ehtem geldiler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Amr'a, "Zebarkan'ı bana tanıt!" dedi. Bunun üzerine Amr şöyle dedi: "O, meclisi içinde saygı görür, gücü kuvveti yerindedir, arkasına sığınanı himaye eder." Bunun üzerine Zeberkan: "Vallahi o, benim kendisinden daha üstün olduğumu biliyor" dedi. Bunun üzerine Amr, şöyle dedi: "Onun kişiliği zayıf, sabırsız, babası ahmak ve dayısı kötü bir adamdır.. Ya Resûlallah, onun hakkındaki bu iki sözümde de doğru söyledim. Çünkü o beni razı etti, ben de onun hakkında bildiklerimin en güzelini söyledim; beni kızdırdı, ben de ikinci kez, onun hakkında bildiklerimin en kötüsünü söyledim." Bunun üzerine Hazret-i Peygamber "Sihir gücünde olan ifâdeler vardır." Müslim, Cum'a, 47 (2/594). buyurdu. Bazı ifâdelen böylece sihir olarak adlandırdı. Çünkü böylesi ifâde sahibi olan kimse müşkil bir meseleyi açar ve güzel ifadesiyle, beliğ sözleriyle onun hakikatini ortaya koyar. Eğer, "Hakkı açıklayan ve ondan haber veren şeyi sihir diye isimlendirmek, nasıl caiz olur? Çünkü bunu söyleyen kimse, açık olan şeyi gizlemek için değil, ancak gizli olan şeyi ortaya koymayı kastetmiştir. Halbuki sihir lâfzı, açık olan şeyi gizlemek manasını ifâde eder" denilirse, deriz ki, Hazret-i Peygamber bu sözü, iki sebepten dolayı sihir olarak isimlendirmiştir: a) Bir söz, ancak güzelliği ve nüktesiyle kalbleri kendisine meylettirir.. Böylece de bu söz, kalblerin kendisine meyletmiş olduğu sihre benzemiş olur. Bu bakımdan, o söze sihir ismi verilmiştir. Yoksa senin zannettiğin gibi değildir. b) İfâde gücü olan kimse kötü olan bir şeyi güzel göstermeye; güzel olan bir şeyi de kötü göstermeye muktedirdir. İşte bu bakımdan, bu kimsenin sözü sihre benzer. Üçüncü mesele sihrin kısımları hakkındadır: Bil ki sihir pekçok kısma ayrılır: 1) Eski zamanda yaşamış Keldanıler ile Kestantlerin sihri. Bunlar yıldızlara tapan, yıldızların bu kâinatı idare ettiğini zanneden, hayır ile şerrin, mutluluk ile uğursuzluğun yıldızlardan olduğuna inanan bir topluluk olup, Hak teâlâ'nın, görüşlerini geçersiz kılmak ve mezheplerini reddetmek için Hazret-i İbrahim'i gönderdiği kavimdir. Sihrin Birinci Nev'ini Red Hususunda Mû'tezile'nin Öne Sürdüğü Deliller Mû'tezile, Allah'dan başkasının, cismi, hayatı, rengi ve tadı yaratamayacağına ittifak etmişler ve Kâdî'nin bahsedip tefsirinde ve diğer kitaplarında özetlemiş olduğu birtakım vecihleri delil getirmişlerdir. Biz o vecihleri aktarıp onları inceleyeceğiz: a) Mû'tezile'nin dayandığı birinci vecih aklî bir nüktedir. O nükte de şudur: Allah'dan başka herşey, ya bir mekân tutar veya o mekânı tutan şey ile kâimdir. Eğer Allah'dan başkası cismin ve hayatın yaratıcısı olsaydı, bu başka olan şey mekân tutan bir şey olurdu. Mekân tutan şeyin de mutlaka kudretiyle kadir olması gerekirdi. Çünkü "cisimler birbirine benzer" kaidesinden dolayı, o şey eğer zatı gereği kadir olsaydı, her cismin böyle olması gerekirdi. Ancak kudretiyle kadir olan varlığın, cisim ve hayatı yaratması mümkün olmaz. Buna iki şey delâlet etmektedir. Birincisi: Birimizin hiç yoktan cismi ve hayatı yaratamayacağı hususunda zaruri bir bilgi vardır. Bu nedenle bizim kudretimiz, cisim ve hayatı yaratamamada onun kudreti gibidir. Bu sebeple bu imkânsızlık bütün cisimlerde müşterek bir hükümdür. Binaenaleyh bu hüküm için müşterek bir illetin bulunması gerekir ki burada, "kudretimizle kadir olmamız" dan başka herhangi ortak bir nokta yoktur. Bu böyle olunca, kudretiyle kadir olan bütün varlıklar için de, cisim ve hayatı yaratmanın imkânsız olması gerekir. İkincisi: Şüphesiz bizim bazı kudretlerimiz bazı kudretlerimize terstir. Buna göre cismi ve hayatı yaratmak için selâhiyetli bir kudretin varlığını kabul etsek, bu selâhiyetli kudretin diğer normal kudrete ters olması, normal kudretlerin birbirlerine ters olmasından daha güçlü olmazdı. Cisim ve hayatı yaratmaya elverişli olma hususunda bu kadar ters olma (muhalif olma) yeterli olsaydı, normal kudretlerin birbirlerine muhalif olması, içlerinden bazısının cismi ve hayatı yaratmaya elverişli olmasını gerektirirdi. Durum böyle olmadığına göre, biz kudretiyle kadir olan bir varlığın da cismi ve hayatı yaratmaya kadir olamayacağını anlamış olduk. b) Eğer biz Allah'dan başkasının cismi, hayatı, rengi ve tadı yaratmasını mümkün görseydik, mucizelerle peygamberliğe istidlal etmek imkansız olurdu. Çünkü semavî güçlerin, yeryüzü güçleriyle birleşmesi vasıtasıyla harikulade şeylerin meydana gelebileceğini söyleseydik, peygamberler elinde zuhur eden mucizelerin Allah tarafından olduğunu kesin olarak söylememiz imkansız olurdu. Hatta bu hususta Peygamberlerin o mucizeleri sihir vasıtasıyla ortaya koydukları bile mümkün görülürdü. Böylece de peygamberlik müessesesiyle ilgili hükümler her bakımdan geçersiz olurdu. c) Yine biz insanlar arasında cismi ve hayatı yaratmaya kadir olan kimselerin bulunduğunu mümkün görsek, bu kimseler yorulmaksızın çok büyük servetler elde etmeye kadir olurlardı. Ancak sihir yaptığını iddia eden kimselerin, azıcık bir mal elde etmek için bile son derece gayret etme yoluna başvurduklarını görüyoruz. Böylece onların, sihir yoluyla bazı şeylere kadir oldukları iddialarında yalancı olduklarını anlıyoruz. Bu yolla kimyacılardan bir grubun iddia ettikleri şeyin de bozukluğunu anlıyoruz. Çünkü biz şöyle diyoruz: Şayet bazı ilaçlar vasıtasıyla altın olmayan maddeleri altın madenine çevirmeleri mümkün olsaydı, bu ya az bir mal harcamalarıyla mümkün olurdu ki bu durumda onların bu yolla kendilerini güçlükten ve zilletten kurtarmaları gerekirdi. Veya büyük aletler ve son derece çok mallar harcamakla mümkün olurdu ki bu durumda onların bunu, bu kadar çok mülkü olan hükümdarlara anlatmaları gerekirdi. Hatta hükümdarların bu durumu söylemeden anlamaları gerekirdi. Çünkü bu yol padişahlar için, ancak mallar ve hazineler harcamak suretiyle tamamlanan beldeler fethetmesinden daha faydalıdır. İnsanların ve gayretlerin böyle birşeye iltifat etmemiş olduklarını görmemiz bu görüşün asılsızlığını gösterir. Kadî şöyle demiştir: "Bütün bunlarla sihrin bu şeylerden hiçbirinin yaratıcısı olamayacağı ortaya çıkmıştır." Mutezilenin Delillerine Karşı Cevaplar Bil ki bu deliller son derece zayıftır. Birinci izah hususunda biz deriz ki: Allah'dan başka herşeyin bir mekân işgal ettiğine veya mekân işgal eden bir varlıkta bulunduğuna deliliniz nedir? Siz, Felsefecilerin akıl, nufûs-u feleki, ve nufûs-u natıkayı isbatta ısrarlı olduklarını bilmiyor musunuz? Felsefeciler bu şeylerin, haddi zatında bir yer işgal etmediklerini ve bir yer işgal eden bir varlıkla kâim olmadıklarını iddia etmişlerdir. Buna göre bu şekilde hüküm vermenin yanlışlığına delil nedir? Eğer onlar, "Böyle bir varlık bulunsaydı, onun Allah'ın dengi olması gerekirdi" derlerse, deriz ki: Biz bunu kabul etmeyiz. Çünkü üslûbta ortak olmak, mahiyet itibarıyla ortak (aynı) olmayı gerektirmez. Bunu kabul etsek bile, bazı cisimlerin, zâtları gereği buna kadir olması niçin söylenemesin? Mû'tezile'nin "Cisimler birbirine benzer, eğer bir cisim böyle olsaydı, her cismin böyle olması gerekirdi" sözüne karşı biz deriz ki: Cisimlerin birbirine benzediğine dâir deliliniz nedir? Eğer onlar, "Cisim, ancak bir yönde olan; mekan tutan bir şeydir ve bu manada da aralarında bir fark yoktur" derlerse, biz deriz ki: Bir yönde olmak ve mekan tutmak cismin bir sıfatı ve ayrılmaz bir özelliğidir ve yine mahiyetleri farklı olan şeylerin bazı ayrılmaz sıfatlarda müşterek olmaları da uzak bir ihtimal değildir. Biz o eşyanın kudretiyle kadir olmasının gerekliliğini kabul etsek bile, siz neye dayanarak, kudretiyle kadir olan bir varlığın cismi ve hayatı yaratmasının imkansız olduğunu söylüyorsunuz? Onun, "Bu imkânsızlık hususunda kudretlerimizin ortak olduğunu, bu imkânsızlığın müşterek bir hüküm olduğunu, binaenaleyh bunun için müşterek bir illetin bulunmasının gerektiğini, halbuki bizim kudretimizle kadir olmamızın dışında onlarla müşterek bir noktamız olmadığını.." söylemesine gelince, biz deriz ki: Bütün bu mukaddimeler kabul edilmez. Biz imkânsızlığın illeti olan bir hüküm olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü imkânsızlık yokluğu ifâde sder, yokluk ise illetlendirilemez. Biz imkânsızlığın bir varlığı ifâde ettiğini kabul etsek bile, onların mezhebine göre hükümlerden pek çoğu bir sebebe (illete) dayandırılamaz. Bu nedenle bu hükümde de durumun aynı olması niçin caiz olmasın? Biz imkânsızlığın bir sebebe bağlanmasını kabul etsek bile, siz niçin, müşterek bir hükmün mutlaka müşterek bir sebebi olması gerektiğini söylediniz? Zulümde olan çirkinlik, onun zulüm olması sebebiyle, yatandaki çirkinlik, onun yalan olması sebebiyle; cehaletteki çirkinlik ise, onun cehl olması sebebiyle değil midir? Biz mutlaka müşterek bir sebebin olmasını kabul etsek bile, kudretimizle kadir olmamızın dışında müşterek bir noktamızın olmadığını kabul etmiyoruz. Bu kudretimizin, muayyen bir vasıfta müşterek olması, cisimleri yaratmaya elverişli o kudretin ise bu vasfın dışında bulunması niçin caiz olmasın? Durumun böyle olmadığına deliliniz nedir? Birinci veçhe gelince ki o şudur: "O kudretin, bu kudretlerin bazısına muhalif (ters) olması, bu kudretlerin birbirine muhalif (ters) oluşundan daha kuvvetli değildir." Biz deriz ki: Bu zayıf bir delildir. Çünkü biz, o kudretin cismi yaratmaya, bu kudretlere ters olması sebebiyle elverişli olacağını söyleyemeyiz, aksine o, bu cisimleri yaratmaya, diğer kudretlere muhalefetine sebeb olan özelliği ile elverişli olmuştur. Bu özelliğin ise diğer kudretlerde bulunmadığı malûmdur. Onların sözlerinin bir benzeri de şu sözdür: "Sesin "beyaz" dan farklı oluşu, "siyah"ın "beyaz'dan farklı oluşundan daha güçlü değildir. Şayet bu farklı oluş, görülebilmesi bakımından sese benzemesine manî olsaydı, siyahın beyazdan farklı olmasından ötürü siyahın görülmemesi gerekirdi. Bu söz nasıl fâsid ise, onların sözleri de fâsiddir. Kâdî'ye şaşarım. Çünkü o ru'-yet meselesinde bu izahları Eş'aıfden nakletmiş ve bu soruların zayıf olduğunu göstermiş. Sonra kendisi, nübüvveti isbat ve Allah ile insanlar arasında bir aracının olduğunu söyleyen kimselere red hususunda temel olan bu meselede aynı delillere sarılmıştır. İkinci veçhe gelince ki, bu aslı kabul etmekle, peygamberlik müessesesinin doğruluğuna hükmetmenin imkansızlaşması iddiasıdır. Biz bu hususta deriz ki: Peygamberlik müessesesinin doğruluğuna dâir hüküm, ya bu kaidenin fesadına dayanır veya dayanmaz. Buna göre eğer birinci ihtimal söz konusu olursa, peygamberliğin sıhhatine dayanan şey vasıtasıyla bu kaidenin fesadı imkânsız olur, aksi halde de devr-i fâsid gerekir. Eğer ikincisi söz konusu olursa, söz tamamıyla düşer. Üçüncü veçhe gelince, bu hususta birisi şöyle diyebilir: "İmkân hususundaki söz bundan başkadır." Halbuki biz bu durumun herkes için olduğunu söylemiyoruz. Aksine bu durum insan için ancak geçmiş çok eski asırlarda meydana gelmiştir. O halde sizin söylediğiniz şey, bizi nasıl ilzam eder (susturur)? Sihrin ilk çeşidi hakkındaki söz bu kadardır. Sihrin ikinci çeşidi, vehim sahiplerinin ve kuvvetli nefislerin (ruhların) sihridir. Alimler şöyle demişlerdir: İnsanlar, herkesin kendisine "Ben" diye işaret ettikleri şeyin ne olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları, onun insanın bu bünyesi olduğunu; bazıları, onun bu bünye içinde bir cisim olduğunu, bazıları da, onun ne cisim ne de cisimle ilgili birşey olmadığı halde var olan birşey olduğunu söylemişlerdir. Biz insanın bu bünye olduğunu ve bu bünyenin dört ana unsurdan (enâsır-ı erbaa) meydana geldiğini söylediğimiz zaman, bazı soğuk rüzgârlar sırasında o insanın mizacının herhangi bir yönden bambaşka bir mizaç haline gelmesi, bunun da cismi yaratmaya ve bizim bilemediğimiz ve bilmemiz imkânsız olan şeyleri bilmeye muktedir olmayı gerektirmesi niçin caiz olmasın? Eğer biz: "İnsan", bu bünye içinde dolaşan bir cisimdir" dersek, söylenecek söz budur. Fakat "insan, nefstir" dersek, o zaman, nefislerin çeşitli olduğunu, bazı nefislerin zatları gereği bu garip olaylara güçleri olduğu takdirde, gâib olan sırlara muttali olabileceklerini söylemek niçin caiz olmasın? Bu ihtimalin yanlış olduğuna dair, yukarıda geçmiş olan açıklamalardan başka bir delil yoktur. Yukardaki açıklamaların ise bâtıl olduğu ortaya çıkmıştır. Sonra birçok vecih de bu ihtimali kuvvetlendirmektedir. Sihrin Psikolojik Yönden İzahı 1) Yürürken insanın dayandığı değnek yere bırakılırsa o, altındaki boşluğun üstüne şayet köprü gibi olursa, üzerinde yürümek mümkün değildir. Düşme korkusu ne kadar fazla olursa, insanın onun üzerinden düşmesi ihtimali o derece artar. 2) Hekimler, burnu kanamış kimsenin kırmızı şeylere, saralı kimsenin de son derece parlak ve dönen şeylere bakmasını yasaklama hususunda ittifak etmişlerdir. Bu sırf, nefislerin vehimlere boyun eğecek biçimde yaratılması sebebiyledir. 3) Şifâ sahibi, hayvanların karakteri hususunda Aristo'dan şunu nakletmiştir: Tavuk, ses ve horozlar vuruşma bakımından horoza benzemeye çokça çalıştığı için, onun bacağında da, horozun bacağında bulunan mahmu;: biter. Sonra, şifâ sahibi sözüne devamla, bunun, cismanî durumların da ruhanî durumlara tâbi olduğunu gösterdiğini söylemiştir. 4) Ümmetler, ruhanî istekten hâlî olan lisanı bir duanın etkisinin az olduğuna ve tesiri bulunmadığında ittifak etmişlerdir. Bu da düşüncelerin ve ruhların fiziki yapı üzerinde tesirleri olduflunu gösterir. Bu ittifak, muayyen bir meseleye ve hususî bir hikmete tahsis edilmemiştir. 5) Şayet sen insaflı olursan, canlılara ait fiillerin ilk başlangıçlarının, ruhanî ve psikolojik tasavvurlar olduğunu anlarsın. Çünkü kaslarda tabiî olarak bulunan hareket ettirici kuvvet, bir fiili yapmaya, veya zıddına elverişlidir. Bu iki taraftan birisini diğerine, ancak tercih ettirici bir sebepten ötürü tercih eder. Bu da fiilin güzel veya lezîz olmasını, veyahut da onun çirkin, elem verici olmasını tasavvur etmekten başka bir şey değildir. İşte bu tasavvurlar, fiiller, bilkuvve halinden bilfiil haline çıkabilmeleri için, adalede mevcut olan kuvvetlerin meydana getirilebilmesinde başlangıç ve çıkış noktaları olmuşlardır. Bu tasavvurlar, bu fiillerin başlamaları için birer hareket noktası olduklarında, onların bizzat fiillerin başlangıç noktaları olma ve aradaki vasıtayı nazar-ı itibara almamak hususunda akıldan uzak görülecek hangi taraf kalır kil 6) Tecrübe ve bizzat müşahede, bu tasavvurların, bedendeki keyfiyetlerin oluşması için fiilin hemen öncesinde bulunan harekete geçirici bir güç olduğuna şahittirler. Çünkü kızgın olan kimsenin bedenindeki ısı yükselir; öyle olur ki, bu onun için oldukça yüksek bir kızgınlık ve hararet ifâde eder. Anlatıldığına göre, hükümdarlardan birisi felç olur. Doktorlar da bu hastalığı tedaviden aciz kalırlar. Derken, mahir doktorlardan birisi habersizce hastanın yanına varır ve ona sövmeye ve kızmaya başlar. Bunun üzerine hükümdarın hiddeti artar ve kendisine söylenen acı sözlerden dolayı, mecburî olarak yatağından ayağa fırlar.. Böylece, bu öldürücü ve müzmin hastalık savuşturulmuş olur. Bu psikolojik halin, bedende oluşan hadiselerin meydana gelmesinin bir başlangıç olması mümkün olunca, bu psikolojik hallerin, bedenin dışındaki hadiselerin meydana gelmesinde de esas olmaları nasıl akıldan uzak görülebilir?.. 7) Nazar değmesi, akıllı olan herkesin üzerinde ittifak ettiği bir iştir. Bu da bizim söylediğimizin mümkün olduğunu gösterir.. Sen bunları iyice kavradığın zaman biz deriz ki, bu acayip şeyleri meydana getiren insanlar bazan son derece güçlü olurlar da, böylece bu fiilleri meydana getirme hususunda herhangi bir alete ihtiyaç duymazlar. Bazan da, zayıf olabilirler; böylece de vasıtalara başvurmak zorunda kalırlar. Bu işin hakikati şudur: Nefs (ruh), bedene hakim olup, semâ âlemine olan cazibesi kuvvetlendiği zaman, işte o vakit sanki semavî bir ruh olur da, böylece şu âlemin maddeleri üzerinde son derece güçlü tesirler icra eder. Ama bu ruh zayıf olup, bedenî lezzetlerle de ilgisi fazla olunca bu durumda o ruhun bu bedenin dışında herhangi bir tesiri kesinlikle bulunmaz.. Buna göre bu insan, ruhunun, kendi bedenini aşıp başka bir bedene tesir etmesini istediği zaman, o başkasının hayalini devamlı tahayyül eder, onu adeta hissiyat alemine yerleştirir ve bütün hisleri bununla meşgul olur. Böylece kişinin hayali de bu hislere iştirak ederek, bizzat nefs-i natıka olan insan da iradî olarak buna yönelir; böylece, bedenî tesirler ve ruhanî tasarruflar güç kuvvet kazanır. İşte bu sebepten dolayı ümmetler, bu tür şeyleri tatbik edebilmek için alışılmış itiyatlardan, şehevî arzulardan kopmak, gıdayı azaltmak ve insanlarla münasebeti kesmek gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir. Bu işler ne kadar mükemmel ve tamam olursa, tesir de o nisbette güçlü olur. Mahiyeti ve özelliğine göre rûh bu işe müsait olduğu zaman, onun tesir gücü artar. Bu husustaki belirli sebep şudur: Nefs, bir iş ile meşgul olduğu zaman, o bütün kuvvetlerini bu iş için bir araya getirir. Ama, nefs birçok işlerle meşgul olduğu zaman, onun kuvvetleri dağılır ve fiillerin sayısına göre serpiştirilir.. Böylece de, bu fiillerden herbirine, kişideki mevcut kuvvetlerden bir bölüm ve bu kuvvetler nehrinden o fiillerin herbirine birer ark çıkar.. Bu sebepten dolayı, hafıza kuvveti bakımından eşit olan iki insan görürüz.. Bunlardan birisi tek bir sanatla, diğeri ise iki sanatla meşguldür.. Tek sanat dalıyla uğraşan, iki sanat dalıyla uğraşandan daha güçlü olur. Birçok meseleden birisinin hakikatine vâkıf olmak için çaba sarfeden kimse, bu hususta tefekkür ettiğinde, mutlaka onun, zihnini başka meşgalelerden boşaltması gerekir. Çünkü o zihnini başka meşgalelerden boşalttığında, zihni tamamıyla esas meseleye yönelir, netice olarak bu fiil o kimseye daha kolay ve daha güzel olur.. Durum böyle olunca, insanın gayreti ve düşüncesi, lezzetleri tadmak ve şehevî arzulan karşılamakla meşgul olduğunda, ruhî kuvvet bununla meşgul olarak onda kaybolur; böylece de o ruhun, elde etmek için çalışıp çabaladığı bu ilginç fiile karşı olan cezbesi kuvvetini yitirir... Özellikle burada başka bir belâ daha vardır ki, o da şudur: Böyle bir nefs, ömür boyu lezzetleri tadmayı alışkanlık haline getirir ve bu enterasan fiilleri elde etmek için asla vakit bulamaz... Böylece bu nefs, tabiatıyla birinciye meyyal olurken, diğerinden son derece nefret eder... O, birinci yoldan gayesine ulaşınca, diğeriyle nasıl meşgul olur ki?.. Sonuç olarak, bu tür fiilleri gidermenin, ancak cismanî durumlardan soyutlanıp halkla içice olmayı terkedb, tamamıyla safa ve ruhlar âlemine yönelmekle gerçekleşebileceği ortaya çıkmış olur. 'Rukye" ye gelince, eğer bilinen lâfızlarla yapılıyorsa bu husustaki durum açıktır. Çünkü bundan maksad şudur: Nasıl ki maddi gözümüzü kendi maksadına uygun işlerle meşgul ediyorsak, kulağımızı da kendi gayesine uygun şeylerle meşgul ederiz. Çünkü hisler tek bir gayeye yönelme hususunda mutabakat ettikleri zaman, bu durumda ruhun o şeye yönelmesi daha güçlü olur. Ama bilinmeyen birtakım lâfızlarla yapılıyorsa, burada nefste hayret ve dehşette kalmaya benzer birtakım haller meydana gelir. Çünkü insan, bu kelimelerin ancak ruhani birtakım şeylerin birisinden yardım talep etmek için okunduğuna; inanıp, fakat bu yardımın nasıl tahakkuk edeceğini bilemediği zaman, bu durumda nefste hayret ve dehşet haline benzeyen haller zuhur eder. Yine bu esnada nefste, hisler âleminden koparak, bu fiile yöneldiği esnada büyük bir coşku meydana gelir. Böylece de manevi tesir gücü artar ve maksat elde edilir. "Tütsülemek" hakkındaki hüküm de böyledir. Onlar şöyle demişlerdir: Ruhî kuvvetin bu derecesinin, bir tesir icra ettiği kesinlik kazanmıştır. Buna göre, buna birinci çeşit büyü şekli de eklenince, ki bu yıldızlardan ve onların tesirlerinden yardım ummaktır. Bunun tesiri ve gücü artar. Dahası burada iki çeşit daha bulunmaktadır: a) Bedenleri terketmiş olan ruhlarda bazan, kuvveti ve tesirleri bakımından bu ruhlara son derece benzeyen bir şeyler meydana gelir. Bu nefisler saf ve duru olduklarında, bedenleri terkeden nefislerden bu nefislere doğru bir akımın olması akıldan uzak görülmez. Böylece, bedenleri terkeden nefisler ile bu nedenler arasında bir tür alâka kurularak, pek çok nefis, o fiili yapma hususunda güç ve kuvvet kazanır. Kuvvet mükemmel olup arttıkça, tesiri de nisbette fazla olur. b) İnsan ruhu (nefs-i natıka), bedene ait bulanıklıklardan arındığı zaman, semavî ruhlardan ve felekî nefslerden feyezan eden nurları kabul etmeye hazır hale gelir. Böylece de bu nefsler, o ruhların nurları vasıtasıyla güçlenir. Bu sebeple de, o nefisler harikulade olan bir takım işler hususunda güç kuvvet kazanırlar. İşte vehim ve rukye sahibi kimselerin sihrinin açıklanması budur. Sihrin üçüncü çeşidi, yerdeki ruhlardan yardım dilemektir. Bil ki cinlerden yardım hususundaki görüşe gelince, müteahhir felsefeciler ve Mû'tezile ulemâsı, bunu kabul etmemiştir. Ama önde gelen felsefecilere gelince, onlar bu hususla ilgili hükmü inkâr etmemişlerdir. Ne var ki onlar bunu, yere ait ruhlar diye isimlendirmişlerdir. Bunlar, haddizatında kendi aralarında farklılık gösterirler. Bunların bir kısmı hayırlı, bir kısmı da şerlidirler. Hayırlı olanlar, mü'min cinler, şerli olanlar ise, cinlerin kâfirleri ile şeytanlarıdır. Felsefecilerin halefleri, bu ruhların kendi kendine kâim olan, bir mekân işgal etmeyen, bir mekâna hulul etmemiş olan cevherler olduğunu; bunların kadir, âlim ve cüz'iyyatı idrâk eden varlıklar olduklarını; insan nefislerinin bunlarla münasebet kurmalarının semavî ruhlarla münasebet kurmalarından daha kolay olduğunu; fakat insan nefisleri (nufûs-u natıka) için, yerdeki ruhlarla münasebete girmeden dolayı olacak kuvvetin, bu ruhlar için semavi ruhlarla münasabete girmeleri sebebiyle meydana gelecek kuvvetten daha zayıf olduğunu; ama yerdeki ruhlarla münasebete girmesinin daha kolay oluşunun yerdeki ruhlarla nufûs-u natıka (insan ruhları) arasındaki münasebetin daha kolay olmasından dolayı, bir de bu iki kısım ruh arasındaki benzerlik, nufüs-u natıka ile semavî ruhlar arasındaki benzerlikten daha ileri ve daha güçlü olmasından dolayı olduğu; semavi ruhlarla münasebet kurmadan doğan kuvvetin daha fazla oluşunun semavi ruhların yerdeki ruhlara nisbetle, güneşin güneş ışığına; denizin damlaya, padişahın idaresindeki kimselere nisbeti gibi olmasından dolayı olduğunu söylemişlerdir. Bu felsefeciler sözlerine devamla şöyle demişlerdir: Bu şeylerin varlığına dâir ezici aklî bir delil bulunmasa dahi ihtimal dahilinde ve mümkün bir şey olması imkansız değildir. Sonra şüphesiz sanat ve tecrübe sahibi kimseler bu yerdeki ruhlarla ilgi kurmanın, rukye, tütsüleme ve tecrid etme gibi kolay yollarla temin edildiğini müşahede etmişlerdir. İşte sihrin bu çeşidine "azâim" ve "cinleri emir altına alma" denir. Sihrin dördüncü çeşidi, tahayyülat ve gözbağcılığıdır. Bu gözbağcılığı birkaç mukaddimeye (öncüle) dayanır: a) Gözün yanılması pek çoktur. Çünkü gemiye binen kimse kıyıya baktığında, geminin durduğunu, kıyının ise hareket ettiğini zanneder. Bu da duran cismin hareket ediyormuş gibi, hareket eden cismin de duruyormuş gibi göründüğünü gösterir. Yağan yağmur dikey bir çizgi gibi görünür. Çok hızlı döndürülen fitil, dâire gibi görünür. Üzüm tanesi su içinde armut kadar büyük görünür. Siste küçük adam büyük görünür. Güneş yuvarlağını, doğduğu esnada büyük gösteren yeryüzünün buharıdır. Güneş ufuktan ayrılıp yükseldiği zaman küçülür. Büyük olan bir şeyin uzaktan küçük görünmesi ise, iyice belli olan bir durumdur. Bütün bu şeyler akit, arızî bazı sebeplerden ötürü gözün bir şeyi olduğu halin aksine gördüğü neticesine götürür. b) Görme kuvveti, hissedilen varlığı belli bir vakit içerisinde idrak ettiği zaman ancak tam olarak vâkıf olabilir. Ama gerçekten son derece kısa bir za-, man içinde hissolunan birşeyi idrâk edip, bundan sonra bir başka varlığı idrâk ederse, o bu durumda gördüğü şeyleri birbirine karıştırır ve idrâk ettiği çeşitli varlıkları birbirinden ayıramaz. Bu böyledir, çünkü değirmen taşı, merkezinden etrafına doğru muhtelif renklerden birçok çizgiler çizilip sonra da döndürülürse, göz onu sanki bütün bu renklerden meydana gelmiş tek bir renkte gibi görür. c) Akıl birşey ile meşgul olduğu zaman çoğu defa bu meşgul olduğu şeyi hissetmesinin yanında bir başka şey vardır. Fakat kesinlikle onu da hissettiğinin farkına varmaz. Nitekim insan sultanın yanına girdiği zaman, bazan ona başka biri rastlar hatta onunla konuşur da, onu kalbi başka birşeyle meşgul olduğu için, ne onu tanır ne de söylediğini anlar. Aynaya bakan kimse de, bazan gözündeki çöpü görmek istediğinde onu görür, fakat yüzünde, alnında veya aynartın karşısında olan diğer azalarında bundan daha büyük birşeyi göremez. Yine bazan insan, aynanın yüzeyinin düz olup olmadığını anlamak istediğinde, aynanın içinde görünen varlıkları göremez. Bu mukaddimeleri (ön bilgileri) iyice kavradığın zaman, bu çeşit sihrin hasıl olduğunu tasavvur etmen kolay olur. Bu böyledir, çünkü mahir hokkabaz kendisine bakanların zihnini meşgul edecek bir iş ortaya koyarak nazar-ı dikkatlerini ona çevirir, böylece onları bu şeye daldırır, artık onların bakışları sadece ona yönelir. Hokkabaz bu esnada bir başka şeyi çok süratli olarak yapar, bu iki iş farklı olduğu için ikincisi gizli kalır. İki şeyden birisi onların birinci işle meşgul olmaları, ikincisi ise, ikinci işi çok hızlı bir biçimde yapmadır. Bu durumda onların görebildikleri şeyden başka diğer bir şey ortaya çıkar ki insanlar buna çok şaşarlar. Şayet bunu yapan kimse sussa, akıllan yapmak istediği şeyin aksine döndürmek için birşeyler söylememiş olsa, düşünce ve akıllar onun ortaya koymak istediği şeyden başkasına yönelmese, o hokkabazın yaptığını seyredenler mutlaka işi anlarlar. İşte insanların, "Hokkabaz, insanların gözünü bağladı" sözlerinden murad da budur. Çünkü gerçekte bu kimse dikkatleri, hile yaptığı işten başka birşeye çevirir. Onun gözleri, ve zihinleri bağlaması ve bunları maksadından başka birşeye çekişi ne kadar kuvvetli olur ise, bu işinde o nisbette mahir olmuş olur. Goz için bir nevi bozukluk ifâde eden bu durumlar ne kadar güçlü olur ise, bu kabil iş de o kadar güzel olur. Meselâ, gözbağcılığı yapanın çok aydınlık bir yerde oturması gibi. Bu aydınlık yere bakmak göze bir kusur ve bozukluk peydah eder. Çok karanlık yer de böyledir. Çok güzel ve parlak olan renkler de, göze ona bakarken bir bozukluk ve kusur verir. Koyu renkler de böyledir. Görme gücü bu gibi şeylerin gerçek hallerine pek az vakıf olur. İşte sihrin bu çeşidi hakkında söylenecek sözün hülâsası budur. Sihrin beşinci çeşidi, bazan geometrik (hendesî) oranlara göre ve bazan da çeşitli sanat hilelerine göre yapılmış aletlerin birleştirilmesi ile ortaya çıkartılan, insanı şaşırtan işlerdir. Meselâ birbirleriyle döğüşen, biri diğerini öldüren iki süvari gibi; elinde borazan bulunan ve bir at üzerinde olan, gündüzün her saati geçtiğinde hiç kimse ona dokunmadığı halde borazanını çalan süvari (heykeli) gibi. Yine bu cümleden olarak Rumların, Hindlilerin çizmiş oldukları ve bakanların onun resim mi insan mı olduğunu ayırdedemedikleri resimler vardır. Hatta onlar ağlayan ve gülen resimler çizerler. Hatta onlar bundan da öteye sevinç, utanç ve alay ifâde eden gülmeleri dahi birbirinden farklı yaparlar. İşte bütün bunlar, insanın muhayyilesini aldatan ince işler cümlesindendir. Firavun'un sihirbazlarının sihri de bu çeşittendir. Saatlerin yapısı da bu babtandır. Bu konuya ağır yükleri kaldırma, çekme ilmi de (Cerru'l-Eskal) buraya dahildir. Bu da çok büyük ağırlıkları hafif ve basit aletlerle çekmektir. Bunun hakikatte sihirden sayılmaması gerekir. Çünkü bunların dayandığı bilinen pek ince sebepleri vardır. Kim onları bilir ve öğrenirse bu işleri yapabilir. Fakat diğer insanlar bunu sihir sanmışlardır. Erci'yânus el-Mûsîkâr'ın eski Kudüs kilisesini yenilerken yaptığı şey de bu türdendir. Bu şöyle olmuştur: Birgün bu şahıs çölden geçerken Berâsil kuşlarının yavrularından bir yavru görür. Bu kuş uçan, şefkatli ve hazin hazin öten diğer Berâsil kuşlarından farklı bir kuştu. Diğer kuşlar ona güzel zeytin taneleri getirip onun yanına bırakıyorlar, o da ihtiyaç hissettiğinde bir kısmını yiyor, kalanları bırakıyordu. Bu zat bunu görerek, bu yavrunun halini düşündü ve bunun diğerlerinden farklı olan ötüşünde bir nevi sızlanma ve merhamet dileme bulunduğunu, bu yüzden diğer kuşların ona acıyıp yiyecek getirdiğini anladı. Böylece bu kuşun ötüşüne benzer ses çıkaran hassas bir âlet yaptı. Rüzgar bu alete vurduğu zaman aynı sesi çıkarıyordu. Bu, çok tecrübe ederek yaptığı âletin iyi olduğunu anladı. Böylece o kuşlar tıpkı o yavruya getirdikleri gibi, aletin yanına da zeytinler getirdiler. Çünkü kuşlar orada kendi cinslerinden bir yavrunun bulunduğunu sanıyorlardı. Adam istediğini elde edince, kurban kesti ve eski Kudüs kilisesine yöneldi ve bu kilisenin işlerine baaytnın ilk gecesinde defnolunduğunu öğrendi. Böylece bu Berâsil kuşu şeklinde içi boş, camdan bir heykel yaparak bunu o kilisenin tepesine dikti ve yaptığı heykelin üzerine de bir (küçük) kubbe yaparak, halka o kubbeyi ağustos ayının ilk gecesinde kaldırmalarını emretti. Böylece o zaman bu heykele rüzgârın gelmesi sebebiyle o Berâsil kuşu gibi ses çıkarmaya başladı. Berâsil kuşları her gün o kubbeyi dolduracak kadar zeytin getirmeye başladılar. Halk da bunun orada gömülü olan o zâhid zatın kerametinden olduğuna inandı. Sihrin bu türüne, burada izah edilmesi uygun düşmeyen pekçok çeşitler girer. Sihrin altıncı çeşidi, ilaçların özelliklerinden istifâde edilerek yapılan sihirlerdir. Mesela insanın yemeğine, aklı uyuşturan bazı ilaçların konulması, sarhoş edici uyuşturucuların katılması. Mesela eşeğin beyni gibi... İnsan eşek beyni yediğinde salaklaşır ve zihni azalır. Bil ki bu özellikleri inkâr etmeye imkân yoktur. Çünkü mıknatısın eseri gözle görülmektedir. Ne varki insanlar bu hususa fazla ehemmiyet verip doğruyu yalana, bâtılı hakka karıştırmışlardır. Sihrin yedinci çeşidi kalbi bağlamaktır. Bu da sihirbazın İsm-i Â'zam duasını bildiğini, cinlerin kendisine itaat edip pek çok işte kendisine boyun eğdiklerini iddia etmesidir. Onun bu sözlerini dinleyen kimse zayıf akıllı ve temyiz kabiliyeti olmayan birisi olduğunda, bunların gerçek olduğuna inanır ve kalbi buna bağlanır (aldanır). Böylece bu kimsede bir çeşit korku ve çekingenlik hasıl olur. Korku meydana geldiğinde hissî kuvvetleri zayıflar, böylece de sihirbaz o zaman ona istediğini yapabilir. Bu işleri deneyen, ilim ehlinin durumlarını bilen bir kimse, işleri yaptırma ve sırları gizleme hususunda kalbin bağlanmasının pek büyük tesirleri olduğunu anlar. Sihrin sekizinci çeşidi şudur: Koğuculuk ve kışkırtmacılık gibi şeylere gayret etmek de, lâtif ve ğizti şeylerdendir. Bu, insanlar arasında yaygındır. İşte bütün bu saydıklarımız sihrin kısımları, çeşitleri ve bölümleri hakkında söylenen sözlerdir. Allah en iyisini bilir. Sihir Nev'ileri Hakkında Müslümanların Görüşleri Dördüncü mesele, müslümanların bu çeşit sihirlerin mümkün olup olmaması hakkındaki görüşleri hakkındadır. Mutezile, hayaller cinsinden olan, yiyeceklere uyuşturucu bazı ilaçların katılması ve kışkırtma ile nemime yoluyla yapılan çeşitler dışındaki diğer sihir çeşitlerinin imkânsız olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. İlk beş çeşidi kabul etmemişler, hatta bunları kabul edip de olabileceğini söyleyenleri kâfir saymışlardır. Ehl-i Sünnet ise, sihirbazın gökte uçmaya, insanı eşeğe, eşeği insana çevirebileceklerini söylemiştir. Ne var ki onlar şöyle de demişlerdir: Sihirbaz kendi özel duasını ve belirli kelimelerini okumaya başladığında meydana gelen şeylerin yaratıcısı Allah'dır. Bu hususta feleklerin ve yıldızların tesiri yoktur." Felsefeciler, yıldız falına bakanlar (müneccimler) ve Sabiîler (yıldıza tapanlar)ın sözleri, yukarıda geçtiği gibidir. Alimlerimiz Sabiilerin görüşlerinin bozukluğuna şöyle diyerek delil getirmişlerdir: "Bu alemin sonradan yaratılmış olduğu sabittir. Bu sebeple onun yaratıcısının herşeye kadir olması gerekir. Aklın, makdûr (yaratılmış, güç yetirilmiş) olduğuna hükmettiği şeyin, mümkün olduğu için ancak yaratılmış olması gerekir. Mümkin olma, her mümkin varlık hakkında müşterek bir vasıftır. O halde bütün mümkinât Allah'ın kudreti dahilindedirler. Bu varlıklardan herhangibiri başkabirşey sebebiyle var olsaydı bu, o sebebin, Allah'ın kudretinin bu varlığa taalluk edip bunu yaratmasını, izale etmesini (mâni olmasını) gerektirirdi. Binaenaleyh sonradan olan bu şey, Allah'ın âciz olmasına sebeb olmuş olurdu ki bu imkânsızdır. Böylece Allah'ın kudreti olmaksızın, hiçbir mümkin varlığın meydana gelemeyeceği sabit olmuş olur. Bunun böyle olduğunu kabul ettiğimizde Sabitlerin söyledikleri herşey bâtıl olur." Yine alimlerimiz şöyle demişlerdir: "Bu şeyler sabit olunca biz, sihirbazların sihir yaparken, âdeti icra etmek (şartlarını yerine getirmek) suretiyle bu harikulade hallerin meydana gelmesinin imkânsız olmadığını iddia ediyoruz." Alimlerimiz sihrin bu çeşitlerinin olabileceğine Kur'an ve hadisten de delil getirmişlerdir. Sihre Delâlet Eden Ayet Ve Hadisler Kur'an'dan getirdikleri deliller, Allah'ın şu ayetindeki şu buyruğudur: "Onlar bununla Allah'ın izni olmaksızın hiçbir kimseye zarar veremezler" (Bakara, 102). Ayetteki istisna sihir sebebiyle bazı neticelerin meydana gelebileceğini gösterir. Hadisten delil, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den mütevatir ve âhâd yollarla gelmiş olan şu hadislerdir: a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e büyü yapıldığına ve bu büyünün Hazret-i Peygamber'in: "Söylemediğim ve yapmadığım şeyi söylemişim ve yapmışım gibi bana geliyor" Aynı manada başka bir hadis için bkz: Müslim, Selam, 43(4/1720). demesine sebeb olacak kadar O'na tesir ettiği rivayet edilmiştir. Yine bir yahudi kadının Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e sihir yaptığı ve bu sihri bir kuyunun dibindeki taşın altına koyduğu, bu sihir bulunup çıkarılınca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e arız olan halin gittiği, bu sebeple de Felâk ve Nâs surelerinin nazil olduğu rivayet edilmiştir. b) Bir kadın Hazret-i Aişe (radıyallahü anh)'ye gelerek:"Ben sihir yapan bir kadınım. Ben de tevbe edebilir miyim?" dedi. Hazret-i Aişe (radıyallahü anh): "Yaptığın sihir nedir?" diye sorunca o şöylededi:"Sihir ilmini elde etmek için Babil'de Harût ile Marufun bulunduğu yere vardım. Onlar bana: "Ey Allah'ın kulu, dünyevî işlerden dolayı ahiret azabını tercih etme" dedilerse de ben direttim. Bunun üzerine onlar bana: "Git ve şu külün üstüne bevl et" dediler, ben de bunun için gittim, fakat kendi kendime düşünüp "Ben bunu yapmayayım" dedim ve onlara gelerek, "Yaptım" dedim, onlar da bana "Yapınca ne gördün" dediler, ben "Hiçbirşey görmedim" dedim. Bunun üzerine onlar bana, "Allah'dan kork, daha işin basındasın yapma" dedilerse de ben direttim. Onlar tekrar bana, "Öyle ise git ve söylediğimizi yap" dediler. Ben de gittim yaptım" Böylece sanki yüzü demirden bir miğferle örtülü bir süvari fercimden çıkarak gökyüzüne yükset-di. Bunun üzerine ben Harût ile Marût'a gelerek durumu onlara haber verdim. Onlar, "İmanın senden çıktı. Artık iyi sihir yaparsın " dediler. "Bu iyi sihir nedir?" diye sordum, onlar: "Herhangi birşey istediğinde ve hayâl ettiğinde o olacak" dediler. Ben de içimden bir buğday tanesi hayal ettim, bir de baktım ki bir buğday tanesi karşımda. Ona "Ekil" dedim, ekildi, derhal anında bir başak oldu. Ona, "Un ol" dedim, un oldu; "ekmek ol" dedim, ekmek oldu. “Kendi kendime tasavvur ettiğim herşey anında olur” dedi. Hazret-i Aişe (radıyallahü anh) ona “Senin tevben yoktur” dedi. c) Alimler bu konuda çok hikayeler nakletmişlerdir. Bunlar çok bilinen şeylerdir. Sihri İnkâr Eden Mutezilenin Delilleri Mû'tezile sihri inkâr sadedinde birkaç delil getirmişlerdir. 1) Cenâb-ı Hak: "Sihirbaz ise nerede olsa felah bulmaz "(Taha, 69) buyurmuştur. 2) Cenâb-ı Allah, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında müşrikler, "Zalimler siz ancak büyülenmiş bir adama tâbi oluyorsunuz " dedffer"(Furkan, 8)diye nakletmiştir. Eğer Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gerçekten büyülenmiş olsaydı, o zalimler bu sözlerinden ötürü kınanmayı haketmezlerdi. 3) Eğer sihrin bu gibi çeşitleri caiz olsaydı, mu'cize ile sihir birbirinden nasıl ayırdedilebilirdi. Sonra Mû'tezile şöyle demiştir: "Bu deliller yakînî ve kesin delillerdir. Sizin bu konuda ileri sürdüğünüz hadisler âhâd haberlerdir. Bu sebeple bu haberler, bizim delillerimize karşı koyamazlar." Sihri öğrenmenin çirkin ve mahzurlu olmadığı hakkındadır. Muhakkik ulemâ, bu hususta ittifak etmişlerdir. Çünkü ilim, zâtı gereği güzel bir şeydir. Ve yine, Cenâb-ı Hak: "De ki: Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zumer, 9) buyurmuştur. Çünkü, şayet bilinmeseydi, sihir ile mucizenin arasını ayırmak mümkün olmazdı. Mucizenin mucize olduğunu bilmek, vâcibtir; vacibin kendisine dayanmış olduğu şey de vâcibtir. Bu da, sihir ilmini bilmenin vâcib olmasını gerektirir; vâcib olan şeyi se, nasıl çirkin ve haram olur? Sihir yapan kimsenin bazan kâfir olup olmadığı hakkındadır. Fukahâ, sihirbazın kâfir olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kim bir kâhinin veya arrafa gelir de, onların herhangi bir sözünü tasdik ederse, o kimse Hazret-i Muhammed'e indirileni inkâr etmiş olur" Müsned, 2/429; 4/68; 5/380. Bil ki, yıldızların bu âlemi idare ettiğine ve bu âlemde meydana gelen hadiselerin, hayır ve serlerin yaratıcısı olduğuna İnanan kimsenin mutlaka kâfir olduğu hususunda, ümmet arasında bir anlaşmazlık yoktur. Bu, birinci çeşit sihirdir. İkinci çeşit sihre gelince, bu kişinin, saflık ve kuvvet hususunda insan ruhunun cisimleri, hayatı, kuvveti, kudreti yaratmaya, bünyeyi ve şekli değiştirmeye muktedir olacak bir noktaya varabileceğine inanmasıdır. Görünen odur ki, ümmet yine böyle birinin kâfir olacağı hususunda ittifak etmiştir. Üçüncü çeşit sihre gelince, bu sihirbazın saflıkta, rukye okumasında ve bazı ilaçlar tütsülemede, onun bu fiillerini müteakip âdete göre Allah'ın cisimler, hayatı ve aklı yaratacağı bünyeyi ve şekli değiştirebileceği bir noktaya bazan ulaşabileceğine İnanmasıdır. İşte burada Mu'tezile, böylesi bir sihrin olabileceğini kabul eden kimselerin küfre nisbet edildiği hususunda ittifak ederek, şöyle demiştir: "Çünkü bu inançta olan kimsenin, bu inancıyla beraber peygamberleri ve resulleri tasdik etmiş olması imkânsızdır." Bu, zayıf bir görüştür. Çünkü, bir kimse şöyle diyebilir: İnsan, şayet peygamberlik iddiasında bulunsa ve bu davasında yalancı olsa, herhangi bir karışıklığa meydan vermemek için, Allahü Teâlâ'nın bu tür şeyleri böyle insanların elinde izhâr etmesi caiz değildir. Ama kişi peygamberlik iddia etmediği zaman Allah da bu tür şeyleri de onun elinden izhar ettiğinde, bu durum herhangi bir karışıklığa sebebiyet vermez. Çünkü, hakta olan bâtıla bağlanmış kimseden, peygamberliği iddia etmesi yanında butür şeylerin onun yanında meydana gelmiş olması; yine peygamberliği iddia etmiş olmasına rağmen, bâtıla bağlanmış kimse için bu tür şeylerin meydana gelmemiş olması sebebiyle ayrılır. Zikretmiş olduğumuz sihrin diğer çeşitlerine gelince, bunların küfür olmadığında şüphe yoktur. Buna göre şayet, "Yahudiler Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'a sihri nisbet ettiklerinde, Cenâb-ı Hak Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ı bundan tenzih etmek için: "Süleyman kâfir olmamıştır" (Bakara, 102) buyurmuştur. Bu da, sihrin mutlak olarak küfür olduğunu gösterir. Keza, Allahü Teâlâ: "Fakat şeytanlar, insanlara sihri öğretmek suretiyle olmuşlardı" (Bakara, 102) buyurmuştur. Bu da, sihrin mutlak olarak küfür anasını gerektirir. Yine meleklerden, onların: "Biz bir imtihanız, fitneyiz; binaenaleyh kâfir olma!" demedikleri sürece hiç kimseye sihri öğretmedikten naklolunmuştur ki, bu da sihrin mutlak manada küfür olduğunu gösterir" denilirse, biz deriz ki, hali hikâye etmenin doğruluğu hususunda tek bir misâ kâfidir, bu sebeple sen bu misâli yıldızların ilâh olduğuna inanan kimsenin sihrine hamlet!... Sihirbazın Öldürülmesi Meselesi Yedinci mesele sihirbazların öldürülmesinin vâcib olup olmadığı hususundadır. Birinci çeşit sihre gelince, ki bu yıldızların, alemi idare eden ilâhlar olduğuna inanmaktır. İkinci sihre de getince, ki bu da sihirbazın cisimleri, hayatı, kudreti, a-yaratmaya ve şekilleri bir araya getirmeye kadir olduğuna inanmasıdır, bunların kâfir oldukları hususunda şüphe yoktur. Müslüman böyle bir inanç içinde sihir yaptığında, tevbe etmesi istenen mürted gibi olur. Eğer bunda ısrar ederse, öldürülür. İmâm Mâlik, Ebu Hanife'den, böylesi insanın tevbesinin kabul olunamıyacağını rivayet etmiştir. Bizim delilimiz olarak deriz ki, o kimse müslümandır. Dolayısıyla Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Biz zahire göre hükmederiz" hadisinden dolayı o kimsenin müslüman olduğu kabul edilir. Üçüncü çeşit sihre gelince, ki bu insanın Allahü Teâlâ'nın bazı "rukye" (okunup üflenen dualar) lerin okunması ve bazı ilâçların tütsülenmesi esnasında cisimleri, hayatı yaratmakla; şekil ve görünüşleri değiştirmekle ilgili kendi âdetini icra ettirdiğine inanmaktır. Böylece sihirbazın bu yolla yeni maddeler, hayat ve hitkatt değiştirmeye güç yetirebileceğine inanmasıdır, biz Mu'tezi-le'den, şöyle diyerek bunu küfür saydıklarını zikretmiştik. Çünkü bu inançla beraber mu'cize vasıtasıyla peygamberlerin sıdkına istidlalde bulunmak mümkün olmaz. Onların bu görüşü zayıftır; çünkü onlara cevaben şöyle denilir: Bu ikisi arasındaki fark şudur: Peygamberlik iddia eden kimse, eğer davasında doğru olursa; Allah o kimseye bu tür şeyleri yapma imkânı verir. Eğer davasına yalancıysa, bu tür şeyleri yapabilmesi onun için mümkün olmaz. İşte böylece aralarındaki fark ortaya çıkmış olur. Böyle birinin kâfir olmadığı ve böyle bir sihrin de yapılmasının mümkün olduğu sabit olunca; sihrin bu çeşidiyle ilgili olarak sihirbaz bir sihir yaptığında, sen bir düşün!.. Eğer o, yaptığı şeyin mubah olduğuna inanıyorsa, kâfir olur. Çünkü o, mahzurlu şey hakkında mubah diye hüküm vermiştir. Eğer o yaptığı şeyin haram olduğuna inanırsa, Şafiî'ye göre bunun hükmü, cinayetin hükmü gibidir. Eğer o kimse, ben sihir yaparım; benim sihrim de genelde öldürür, derse, o kimseye kısas uygulamak vâcib olur. Eğer, ben sihir yaparım; sihrim de bazan öldürür, bazan da öldürmez, derse, bu "şibh-i amd" (kasta benzer bir şekilde) olur. Eğer, ben başkası için sihir yaptım, ama ona rastgeldi derse, bu da bir hatadır (hataen öldürmedir); hüküm hafifletilerek, o kimsenin malından diyet almak vâcib olur. Çünkü bu vücûb, o kimsenin ikrarıyla sabit olmuştur. Ancak "ikilenin (diyetini verebilecek akrabaların) bunu tasdik etmesi durumu müstesna...Bu durumda diyet, onun "âkıle"sine gerekir. Şafiî (radıyallahü anh)'nin görüşünün genişçe izahı budur. Hasan ibn Ziyâd'ın İmam Muhammed den rivayet ettiğine göre, Ebu Hanife şöyle demiştir: "Bir kimsenin sihirbaz olduğu bilindiği zaman, sihirbaz olan o kimse öldürülür. Ondan tevbe etmesi istenmez; onun ben tevbe ettim ve sihirden vazgeçtim, demesi de kabul edilmez. O, kendisinin sihirbaz olduğunu ikrar ettiğinde kanını akıtmak helâl olur. Eğer iki şahit onun sihirbaz olduğuna şehadet ederler veyahut da onu sihirbaz olduğu bilinecek bir sıfatla nitelerlerse, o kimse öldürülür ve tevbe etmesi istenmez. Eğer: "Ben bir kere sihir yaptım, ama şu zamandan beri yapmıyorum" diye ikrarda bulunursa onun bu sözü kabul edilir ve o kimse öldürülmez. Muhammed İbn Şücfl, Ali er-Razî'nin şöyle dediğini nakletmiştir; Ebû Yûsuf'a Ebû Hanîfe'nin sihirbaz hakkındaki, "öldürülür; onun tevbe etmesi istenmez, o mürted menzilesinde değildir" şeklindeki sözünü sorduğumda Ebû Yûsuf şu karşılığı verdi: "Sihirbaz küfrüyle beraber, yeryüzünde fesad çıkarmıştır. Böyle olan kimse de birisini öldürdüğünde öldürülür." a) Bizim âlimlerimiz (Şafiî âlimleri), bu tür sihrin küfür olmadığı, bunun bir fısk olduğu; eğer bu başkasına karşı işlenmiş bir cinayet olmazsa, hak olan şeyin, yukarda tafsilatıyla anlatmış olduğumuz şey olduğu hususuyla ihticâc etmişlerdir. b) Yahudilerin sihirbazları öldürülmezler. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Lebîd İbn A'sam denilen bir yahudi ile Hayber yahudilerinden olan ve kendisine Zeyneb denilen bir kadın sihir yapmışlardı. Ama, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onları öldürmemiştir. Bu sebeple Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Müslümanların lehine olan, onlarında lehinedir; müslümanların aleyhine olan, onların da aleyhinedir" buyurmuş olmasından ötürü mû'minin de böyle olması gerekir. Ebû Hanife (radıyallahü anh) görüşüne akım haberleri delil olarak getirmiştir. a) Nafi'nin Abdullah ibn Ömer'den rivayet ettiğine göre, bir cariye Hafsa (radıyallahü anh)'ya büyü yapmış idi. Onlar cariyeyi yakaladıklarında, cariye büyü yapmış olduğunu itiraf etmişti. Böylece hem (Abdullah Ibn Ömer) Abdurrahman ibn Zeyd'e emrettim de, o da onu öldürdü... Bu olay Hazret-i Osman (radıyallahü anh)'a ulaşınca, Hazret-i Osman (radıyallahü anh) bunu yadırgadı. Bunun üzerine İbn Ömer (radıyallahü anh), ona gelerek, cariyenin durumunu anlattı. Hazret-i Osman (radıyallahü anh) sanki, o cariyenin İbn Ömer'in izni olmadan öldürüldüğünü sandığı için, bunu yadırgamıştı. b) Amr İbn Dinar'ın şu rivayetidir: Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'den, "Her sihirbaz erkek ve kadını öldürünüz" diyen bir mektup geldi. Bunun üzerine biz üç sihirbaz kadını öldürdük. c) Ali ibn Ebi Talib şöyle demiştir: Arrâflar, Acemlerin kâhinleridir. Kim bir kâhine, onun söylediğine inanmak niyetiyle varırsa, şüplesiz o kimse, Allahu Teâlâ'nın Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirmiş olduğu şeyden uzaklaşmış olur. Bunlara şöyle cevap verilir: Öldürülen sihirbazlar, belki de kâfir idi...Çünkü, durumu nakletmenin doğruluğu hususunda tek bir misâl kafidir... Sihrin diğer çeşitlerine gelince, ki ben çeşitti göz bağcılığı, çeşitli hayallere ve hendesî nisbetlere göre yapılmış acayip aletlerle icra edilen sihirbazlığı kastediyorum. Yine hüküm çeşitli korkular vehmini veren, tedirginliğe sevkeden, böylece kalbinde zayıflık olan kimseleri bu konuda kesin itikada sürükleyen, insanları birbirlerine karşı kışkırtan, söz taşıyan; insanların arasına ayrılık düşürmek için çalışıp çabalayan ve yazdığı şeyin "ism-i A'zam" dan olduğu vehmini veren kimseler hakkında da hüküm böyledir, işte burada sayılan sihrin bütün çeşitleri küfür değildir. İnsanların evlerine kirli şeyleri gömme hususundaki hüküm de böyledir. Aynı şekilde, bunu cinlerin yaptığı vehmini verme hakkındaki hüküm de böyledir. Çeşitli yiyeceklere uyuşturucu katan kimse hakkında da, durum aynıdır; çünkü bu hususlara ait herhangi bir şey küfür noktasına varmaz ve bu öldürme cezasını kesinlikle icab ettirmez. İşte sihir konusunda umumi olarak söylenebilecek söz budur. Allah kullarına yeten ve onları koruyandır. Biz şimdi yine, tefsirimize dönelim. Allahü Teâlâ'nın: "Fakat şeytanlar, insanlara sihri öğretmeleri sebebiyle, kâfir oldular" sözüne gelince âyetin zahiri, insanlara sihri öğretmiş olmalarından ötürü, onların kâfir olmuş olmalarını gerektirir. Çünkü bir hükmün vasfa terettüb etmesi, o vasfın illet olduğunu gösterir. Küfür olmayan şeyi öğretmek ise, küfrü gerektirmez. Binaenaleyh, âyet, sihri öğretmenin ve sihrin küfür olduğuna delâlet etmiş olur. Bunu kabul etmeyen kimseler, şöyle diyebilirler: Biz, bir hükmün vasfa dayanmasının, o vasfın o hükmün illeti olduğu hususunu kabul etmiyoruz. Tam aksine mânâ, onlar kâfir oldular; buna rağmen, insanlara sihri öğretiyorlardı, şeklindedir. Buna göre şayet bu müşkil bir meseledir; çünkü Allahü Teâlâ, âyetin sonunda iki meleğin de insanlara sihri öğrettiklerini haber vermiştir. Şayet sihri öğretmek küfür olsaydı, iki meleğin de küfre nisbet edilmesi gerekirdi. Halbuki, bütün meleklerin masum olduğu sabit olduğu için, bu caiz değildir. Ve yine siz, "Sihir olarak isimlendirilen her şeyin küfür olmadığına işaret etmiştiniz" denilirse, biz deriz ki, müşterek lâfız, ihtiva ettiği bütün müsemmâları hakkında umumî değildir. Buna göre biz, küfür diye adlandırılan bu sihri, sihir diye adlandırılan birinci nev'e hamlederiz ki bu, yıldızların ilâh olduğuna inanmak, mucizeleri ve harikulade halleri ortaya koymak hususunda yıldızlardan meded ummadır. İşte bu sihir nev'i, küfürdür: Şeytanlar da, diğer kısımları değil, bu tür sihri yaptıkları için ancak kâfir olmuşlardı. Ayette Geçen İki Melek (Harût ve Marût) "İki melek" ifâdesine gelince, biz bu iki meleğin bu çeşit sihri öğrettiklerini kabul etmiyoruz. Aksine, belki onlar Cenâb-ı Allah'ın: İnsanlar o İki melekten, kendisiyle karı kocanın arasını ayıracakları şeyleri öğreniyorlardı" âyetinde de beyan edildiği gibi, diğer sihir çeşitlerini öğretiyorlardı. Yine, onların bu çeşit sihri öğrettiklerinin kabul edilmesi halinde bile, bu sihri öğretmek ancak, onu öğreten, öğrenen kimsenin onun gerçek ve hakikat olduğuna inanmasını istemek gayesiyle öğretirse, küfür olur. Sihirin zararından sakınmak için sihir öğrenmeye gelince, bunu öğrenmek küfür değildir. Meleklerin öğretmesi, Cenâb-ı Allah'ın o iki melekden bahsederken: "Biz ancak bir imtihan vesilesiyiz; binaenaleyh kafir olma! demedikçe hiç kimseye sihir öğretmiyorlardı" buyurduğu gibi, mükellefin sakınması için olmuştur. İnsanlara sihri öğreten şeytanlara gelince, bunların maksatlarının bu tür şeylerin hak olduğuna inanmak ve inandırmak olduğudur. Böylece, iki şey arasındaki fark ortaya çıkmış olur. Nafi, ibn Kesir, Asım ve Ebû Amr, (......) kelimesini şeddeli olarak (......) kelimesini de nasb ile (......); diğerleri de, (......) kelimesini şeddesiz ve (......) kelimesini de ref ile okumuşlardır. Her iki okuyuş şeklinde de mana aynidir. Enfâl suresindeki, Fakat, Allah attı... "(Enfal. 17) ve "Fakat Allah öldürdü.."(Enfal, 17) âyetlerinde böyledir. Muhtar olan görüş, atıf vâvı ile okunduğunda şeddeli olması, okunduğunda da şeddesiz okunmasının daha güzel olduğudur. Bu ayette, tercihe şayan olan vecih şudur: (......) şeddesiz olarak okunursa atıf otur, söze bitişik olduğundan atıf vâvına gerek kalmaz. Ama şeddeli okunursa atıf olmaz; çünkü edatı gibi amel etmektedir. Cenâb-ı Allah'ın: "Bahirdeki iki meleğe, Hârût'a ve Marût'a indirileni.' sözüne gelince, bu âyette bazı meseleler vardır: (......)' deki (......) Hakkında Muhtemel İzahlar (......) ifâdesindeki (......) hakkında iki vecih vardır. a) Bu, (......) mânasınadır. Bu görüşte olanlar.üç değişik görüş üzere ihtilaf etmişlerdir: 1) Bu kelime, (......) kelimesine matuftur. Mâna, buna göre şöyledir: Onlar insanlara sihri ve aynı şekilde o iki meleğe indirilmiş olan şeyi öğretiyorlar... 2) Bu kelime, (......) ifâdesine atıftır. O zaman âyetin mânası şöyle olur: Onlar, Süleyman (aleyhisselâm)'ın mülküne iftira olarak şeytanların söyledikleri şeye ve o iki meleğe indirilen şeye uyarlar..Çünkü sihirin bir kısmı küfürdür. Bu da şeytanların okumuş olduğu sihir çeşididir; yine bir kısmı da, karı ile koca arasını ayırmada müessirdir. Bu da, o iki meleğe indirilmiş olan sihirdir..Buna göre Cenâb-ı Allah, sanki yahûdilerin her iki sihir çeşidini de yaptıklarını, birisiyle yetinmediklerini haber vermiştir. 3) Bu (......)'nın nahiv bakımından yeri, (......) ifâdesi üzerine atf olmak üzere, çerdir. Buna göre âyetin takdiri şöyle olur: Süleyman'ın mülkü hususunda, bir de o iki meleğe indirilen şey hususunda şeytanların yalan yere, iftira olarak söyledikleri şeye... Bu Ebû Müslim (radıyallahü anh)'in görüşüdür. Bu zat, iki meleğe sihir indirilmiş olduğunu kabul etmez ve bu görüşüne birçok yönden delil getirir. Birincisi: Sihir, şayet onlara indirilmiş olsaydı, onu indirmiş olan Cenâb-ı Allah olurdu. Bu ise caiz değildir; çünkü sihir, küfür ve abes ile iştigaldir. Bunu indirmek Cenâb-ı Hakk'a uygun düşmez. İkincisi: "Fakat şeytanlar, İnsanlara sihri öğreterek kâfîr olmuşlardı" ifâdesi, sihir öğretmenin küfür olduğunu gösterir. Meleklerin, sihir öğrettikleri sabit olursa, onların kâfir olmuş olmaları gerekir. Bu ise bâtıldır. Üçüncüsü: Peygamberlerin, sihir öğretmek için gönderilmeleri caiz olmadığı gibi bu, melekler hakkında haydi haydi caiz değildir. Dördüncüsü: Sihir, ancak kâfirlere, fâsıklara ve inatçı şeytanlara izafe edilir. Cenâb-ı Allah'ın nehyettiği ve ahiret azabıyla tehdidde bulunduğu bir şey Allah'a nasıl nisbet edilir? Sihir, bâtılı hak gösteren bir şey değil midir? Allah'ın sünneti ise onu ipal etmek şeklinde cereyan etmiştir. Nitekim Cenâb-ı Allah Hazret-i Mûsa 'nın kıssasında, "Sizin yaptığınız sihirdir; Allah onu mutlaka iptal edecektir" (Yunus, 81) buyurmuştur. Sonra, Allah kendisine rahmet etsin, Ebû Müslim, bu âyetin tefsirinde müfessirlerin çoğunun görüşünden farklı olan bir yol tutarak şöyle der: Şeytanlar sihri Hazret-i Süleyman ondan uzak olduğu hâlde, Süleyman (aleyhisselâm)'ın mülküne nisbet ettikleri gibi, o iki meleğe indirilen şeyi de, onlara indirilen şey sihir olmaktan uzak olduğu hâlde, sihre nisbet ettiler. Bu böyledir, çünkü o iki meleğe indirilen şey şeriat, din ve hayra davet idi..O iki melek, insanlara, kendilerinin kabul edilmek ve kendilerine tutunulmak üzere gönderilmiş olduklarını, "Biz ancak bir imtihan vesilestyiz, binaenaleyh sen küfre girme" sözleriyle te'kid ederek, sadece bunu öğretiyorlardı. İnsanlardan bir grup onların söyediklerine tutunurken, diğer bir grub buna karşı çıkarak, bundan saptı. Buna göre, nın mânası, "Onlar fitne ve küfürden, karı ile kocanın arasını ayıracak miktarı öğreniyorlardı" olur. Ebû Müslim'in görüşlerinin izahı budur. b) edatı, nefy (olumsuzluk) manasınadır. Buna göre kelime, ibaresine atfedilmiş olur. Cenâb-ı Allah sanki şöyle demiştir: Süleyman kâfir olmadı ve o iki meleğe de sihir indirilmedi. Çünkü sihirbazlar sihri Süleyman (aleyhisselâm)'a nisbet ediyorlar ve o sihrin Babil'de Hârut ve Mârut adlı iki meleğe indirilen şeylerden olduğunu iddia ediyorlardı.. İşte bu sebeple Cenâb-ı Allah, her iki iddiaları hususunda da onları reddetmiştir.âyetindeki, da nefy ifâde etmektedir. Bunun mânası şöyledir: "Onlar hiç kimseye bunu öğretmiyorlar; aksine, en şiddetli bir biçimde insanları bundan nehyediyorlardı." Cenâb-ı Allah'ın: "Biz arcak bir imtihan vesilesiyiz demedikçe.." sözüne gelince, buradaki (......) kelimesi imtihan ve sınamak anlamlarına gelir. Âyetteki, sözü senin şu sözün gibidir: "Ben falancaya, eğer şöyle yaparsan, sana şu isabet eder" demedikçe. ona şunu emretmedim.." Yani, ben ona o şeyi emretmedim, daha doğrusu onu ondan sakındırdım. Bu görüşlerin hepsi güzelse de, birinci görüş hepsinin en güzelidir. Çünkü normal olarak, sözünün -ayrı bir delil bulunmadıkça- uzakta olan bir kelimeye değil de, yanıbaşındaki kelimeye matuf olması gerekir. Ebû Müslim'in, "Eğer, o iki meleğe sihir indirilmiş olsaydı, bu sihri indiren Cenâb-ı Allah olmuş olurdu" sözüne mukabil biz şöyle deriz: Bir şeyin tavsif edilmesi, bazan onu yapmaya teşvik etmek, bazan da ondan sakındırmak gayesiyle olur. Nitekim şair şöyle demiştir: "Şeni, kötü bir niyetle değil, ama ondan korunmak için öğrendim." Ebû Müslim'in ikinci olarak söylemiş olduğu "sihri öğretmek, Cenâb-ı Allah'ın: sözünün delaletiyle küfürdür" sözüne karşı şöyle cevap veririz: Biz, bunun bir haldeki vakıayı bildirdiğini, böyle bir şeyin doğruluğu hususunda da tek bir suretin bulunmasının yeterli olacağını açıklamıştık. Buradaki bu şekit de şudur. Şeytanların, yıldızların ilâh olduğunu söyleyen kimselere sihri öğretmekte meşgul olması ve bunu öğretmekten maksatlarının da, bu görüşün hak olduğunu ısbat etmek olduğudur. Ebû Müslim'in üçüncü olarak söylediği, "Peygamberlerin sihir öğretmek için gönderilmeleri caiz olmadığı gibi, meleklerinki de caiz değildir" sözüne karşılık şöyle deriz: Biz peygamberlerin sihir öğretmek için gönderilmiş olmalarının caiz olmadığını kabul etmiyoruz. Çünkü sihrin öğretilmesinden maksadın, onun bâtıl olduğuna dikkat çekmek olması da mümkündür. O'nun dördüncü olarak söylediği, "Sihir ancak kâfirlere ve inatçı şeytanlara izafe edilir; buna göre Allah'ın yasakladığı bir şey, nasıl Allah'a izafe edilir?" sözüne karşı deriz ki, amel ile öğretme arasında bir fark bulunmaktadır. Öyleyse, onunla amel etmenin nehyedilmiş olması niçin caiz olmasın? Onun fesadına dikkat çekmek gayesiyle öğretilmesine gelince bu, emredilen bir şey olur. Hasan el-Basri, (......) kelimesini lâm harfinin kesresiyle (......) şeklinde okumuştur. Bu kıraat, Dahhâk ve İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir. Sonra bunlar delâlet hususunda ihtilâf etmişlerdir. Hasan el-Basri şöyle demiştir: Onlar, Babil şehrinde insanlara sihir öğreten sünnetsiz iki teknisyendiler. Onların, iki iyi padişah olduğu da söylenmiştir. Âyetteki meşhur kıraat, lâmın fethasıyla olanıdır. Buna göre bu ikisi, gökten İnen ve isimleri Harut ve Marut olan iki melek idi. Bu ikisinin Cebrail ve Mikâil (aleyhisselâm) oldukları da söylenmiştir. Bunların, Cebrail ve Mikâil (aleyhisselâm)' den başka olan iki melek olduğu da söylenmiştir. Kelimedeki lâm harfini kesreli okuyanlar, buna birçok delil getirmişlerdir: 1) Sihir öğretmek meleklere yakışmaz. 2) Cenâb-ı Allah: "Şayet biz bir melek indîrseydik, iş olup biter, sonra da onlara mühlet verilmezdi". (En'am, 8) buyurduğuna göre, O'nun iki meleği indirmiş olması nasıl caiz olur? 3) Eğer Cenâb-ı Allah iki meleği indirmiş olsaydı, onları ya iki adam şeklinde gönderirdi veya böyle yapmazdı. Eğer onları, adam olmadıkları halde, iki adam şeklinde gönderseydi, bu, insanları cahil bırakmak ve onlardan gerçeği gizlemek olurdu ki, bu da caiz değildir. Eğer bu caiz olsaydı, müşahede ettiğimiz her bir insanın da, gerçek bir insan olmaması, aksine meleklerden bir melek olması niçin caiz olmasın? Eğer Cenâb-ı Allah o iki meleği adam suretine sokmamış ise, şu âyet bu görüşü zedelemektedir: "Eğer biz peygamberi bir melek yapsaydık, onu bir adam suretinde getirirdik. (En'am, 9) Birinci delillerine şöyle cevap veririz: Sihir öğretmek için meleklerin gönderilmiş olmasının hikmetini ileride açıklayacağız. İkinci delillerine şöyle cevap veririz: Bu ayet, âmm olan bir âyettir. (......) kelimesindeki lamın fetha ile okunması, mütevâtir bir kıraattir ve bu hâs olur. Hâs olan âmm olandan önce gelir. Üçüncü delillerine şöyle cevap veririz: Cenâb-ı Allah, o iki meleği insan şeklinde indirmiştir. O devirdeki peygamberler hayatta iken kullara düşen görev, insan suretinde gördükleri kimsenin insan olduğuna kesin şekilde hükmetmemeleri idi. Aynı şekilde Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında da, Dihyetu-l Kelbî (radıyallahü anh)'yi gören kimsenin, onun, insan olduğunu kesin olarak söylememesi, aksine bu hususta tavakkuf etmesi gerekirdi. Hârut ve Mârut Kıssası Ve Tenkidi Onların iki melek olduğunu söyleyen âlimler de, onların indiriliş sebebi hususunda ihtilâf etmişlerdir. İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan şöyle rivayet edilmiştir: Cenâb-ı Allah, meleklere Hazret-i Adem'i tanıttığı zaman onlar, "Yeryüzünde, orada fesat çıkaracak ve kan dökecek kimse mi yaratacaksın?" (Bakara, 30) dediler. Cenâb-ı Allah onlara, "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim" (Bakara, 30) diye cevap verdi. Sonra Cenâb-ı Allah, insanlara bir grup meleği görevlendirdi; bunlar "Kirâmen Kâtibîn, melekleri idi. Bu melekler, insanların kötü amellerini semâya çıkarıyorlardı. Melekler, onların bu kötü amelleri yapmalarına ve onlardan sâdır olan bu kabahatlere rağmen, Cenâb-ı Allah'ın onları hâla hayatta bırakmasına şaşırıp kaldılar. Üstelik insanlar, bütün bunlara sihir yapmayı eklediler. Meleklerin şaşkınlığı daha da arttı. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, melekleri imtihan etmek istedi ve onlara, "İlim, zühd ve din bakımından en üstün olan meleklerden ikisini seçin; onları yeryüzüne indirip imtihan edeceğim" dedi. Onlar da Hârut ve Mârutu seçtiler. Cenâb-ı Allah bu iki meleğe, insanlarda bulunan şehvet hissini verdi ve onları yeryüzüne indirip, şirk, kati, zina ve içki içmeyi onlara yasakladı. Onlar yeryüzüne inince, en güzel kadınlardan birisi, Zühre adındaki bir kadın onların yanına geldi. Bu melekler o kadından kâm almak istediler. Kadın, puta taparlarsa ve içki içerlerse onların dediğini yapacağını söyledi. Önce bu melekler, bunu yapmaktan çekindiler; sonra şehvet onlara galip gelerek, her iki hususta kadının teklifini kabul ettiler. İçki içmeye ve puta tapmaya yöneldikleri esnada bir dilenci geldi. Kadın, "Bu dilenci, gördüğü bu hallerimizi insanlara anlatırsa, halimiz kötü olur. Eğer bana vuslatı istiyorsanız, bu adamı öldürün!" dedi. Melekler, önce bunu yapmak istemediler, ama sonra o adamı öldürdüler. Öldürme işini tamamlayınca kadını aradılar, fakat bulamadılar. Sonra bu iki melek o anda pişman oldular, üzüldüler ve Allah'a yakarmaya başladılar. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah onları, dünya azabı ile ahiret azabından birisini seçme hususunda muhayyer bıraktı. Onlar, dünya azabını tercih ettiler. İşte bu sebeple bunlar, semâ ile yeryüzü arasında, Babil'de, asılmış olarak azâb görüyorlar. Ve İnsanlara sihri öğretiyorlar. Sonra, müfessirlerin Zühre hususunda iki görüşü vardır: 1) Cenâb-ı Allah iki meleği insanların şehveti ile imtihan edince, Zühre denilen yıldıza ve feleğine, yeryüzüne inmelerini emretti, derken o hâdise vuku buldu. İşte o zaman Zühre ve feleği, o iki melekte gördükleri hali kınayarak, yüksele yüksele gökteki yerlerine çıktılar. 2) Bu kadın yeryüzünün fahişelerindendi. O iki melek içki içtikten, o inşanı öldürdükten ve puta taptıktan sonra o kadınla zina yaptılar ve ona göğe çıkmak için okudukları ismi öğrettiler. O kadın da o ismi söyleyip göğe yükseldi. Daha önce ismi "Bîduht" idi. Cenâb-ı Allah onun şeklini değiştirip Zühre yıldızı haline soktu. Bu rivayetler fâsid, merdûd, kabul edilemez rivayetlerdir. Çünkü Allah'ın kitabında bunlara delâtet edecek birşey olmayıp, aksine birçok yönden onu geçersiz sayacak hususlar vardır: a) Daha önce geçmiş olan ve meleklerin bütün günahlardan masum olduğunu gösteren deliller. b) Bu görüşte olanların "Bu iki melek dünya azabı ile âhiret azabı arasında muhayyer bırakılmışlardır" sözleri fâsiddir. Daha doğru olan, onların tevbe ile azâb arasında muhayyer bırakılmış olmalarıdır. Çünkü Hak teâlâ, ömrü boyunca kendisine şirk koşan kimseyi bile bu ikisi arasında muhayyer bırakmıştır. Hâl böyle iken bu hususta o iki meleğe nasıl daha cimri davranır? c) Şaşılacak şeylerden biri de bu görüşte olanların şu sözleridir: "Bu iki melek azâb gördükleri hâlde insanlara sihir öğretiyorlar ve cezalandırılmakta oldukları o vaziyette bile, insanları sihre çağırıyorlar." Bu sözün yanlışlığı zahir olduğuna göre deriz ki: O iki meleğin indirilmesinin sebebinin birçok izahı vardır: a) Şüphesiz o esnada sihirbazlar çoğalmıştı. Bunlar, sihir konusunda daha önce bilinmeyen şeyleri ortaya çıkardılar ve peygamberlik iddiasında bulundular, bununla insanlara meydan okudular. Bu sebepten dolayı, Cenâb-ı Allah, insanlara bu yalancı peygamberlere karşı koyabilsinler diye sihri öğretmek üzere bu iki meleği gönderdi. Bu, şüphesiz en güzel gaye ve maksadlardan biridir. b) Mu'cizenin sihirden farklı olduğunu anlamak, mu'cize ve sihrin ne olduğunu bilmeye bağlıdır. Halbuki insanlar o zaman sihrin mahiyetini bilmiyorlardı. Bu sebeple, onların mu'cizenin hakikatini bilmeleri de imkansız oldu. İşte bunun üzerine, böyle bir maksad için, sihrin mahiyetini anlatsınlar diye Allahü teâlâ bu iki meleği gönderdi. c) Şöyle de denilebilir: Allah'ın düşmanları arasına ayrılığı; dostlarının arsına ise sevgiyi yerleştiren sihir, onlarca mubah veya mendûb idi. İşte bundan dolayı, Hak teâlâ bu gaye ile, sihri öğretsin diye o iki meleği göndermiştir. Sonra o günün insanları bu iki melekten sihri öğrenmişler ve onu şer işler ile Allah'ın dostları arasına düşmanlık sokmak ve düşmanları arasında sevgi tesis etmek için kullanmışlardır. d) Herşeyi bilebilmek güzeldir. Sihir yasaklanmış olunca, onun bilinen ve tasavvur edilen birşey olması gerekir. Çünkü tasavvur olunamayan şeyi nehyetmek imkânsızdır. e) Belki de cinler, bir benzerini insanların yapamayacağı çeşitli sihirler biliyorlardı. Bundan ötürü Cenâb-ı Hak, insanların kendisi ile cinlere karşı koyabilecekleri şeyleri öğretmeleri için melekleri göndermiştir. f) Bunun, mükellefiyeti zorlaştırma babında birşey olması da caizdir. Çünkü insana, kendisini dünyevî lezzetlere ulaştıracak şeyi öğretip, sonra onu kullanmasını yasakladığı zaman bu, insan için çok güç olur. Bu sebeble de insan, buna riayet ederek büyük bir mükâfaatt elde edebilir. Nitekim Hak teâlâ: "Kîm (o nehirden) kana kana içerse benden değildir. Kim ondan tatmaz ise işte o bendendir" (Bakara, 249) buyurduğu gibi, Talût'un kavmini bir nehirden su 'içme husunda imtihan etmiştir. Böylece bütün izahlarla Allahü teâlâ'nın o melekleri sihri öğretmek üzere indirmesinin akıldan uzak görülemeyeceği ortaya çıkmış oldu. Allah en iyi bilendir. Bazı âlimler bu hâdisenin Hazret-i İdris (aleyhisselâm) zamanında olduğunu söylemişlerdir. Çünkü onlar böyle bir maksaddan dolayı insan suretinde indirilmiş iki melek oldukları için o esnada onun için bir mu'cize olsun diye bir peygamberin de mevcud olması gerekir. Bu iki meleğin iki peygamber olması caiz değildir. Çünkü Hak teâlâ'nın insanlara meleklerden peygamber göndermediği sabit olan bir husustur. "Hârut" ve "Mârut" kelimeleri lafzının atf-ı beyânıdır. Bu iki kelime, o iki meleğin özel ismidir. Gayr-ı munsarıf oluşlarının da delâlet ettiği gibi bu iki kelime Arapça asıllı olmayan iki özel isimdir. Bazılarının iddia ettiği gibi bu iki kelime "kırmak" manasına gelen, masdarlarından olsaydı munsarıf olmaları gerekirdi. Zührî, bu ifâdenin takdirinin, "O ikisi, Harût ve Marût idi" şeklinde olmak üzere, kelimeleri merfû olarak okumuştur. Cenâb-ı Allah'ın: "Onlar, "Biz ancak bir fitne (imtihan) vesilesiyiz. Onun için şahın kâfir olma" demedikçe kimseye sihir öğretmiyorlardı" âyetine gelince, bil ki Allahü teâlâ bu âyette o iki meleğin durumunu açıklayarak, sanki "Bu iki melek ancak sihir yapmaktan son derece sakındırdıktan sonra sihri öğretiyorlardı. Bu şiddetli sakındırmayı ifâde eden ise, "Biz bir fitneyiz. Onun için sakın kâfir olma" sözleridir." Âyette geçen "fitne"den maksad, Allah'a itaat edenin isyan edenden ayrılmasına vesile olan bir imtihandır. Nitekim Araplar saf olan kısmının tortusundan ayrılması için altın ateş üstüne konulduğu zaman, bunu, diye ifâde ederler. Sihri öğretmek için melek göndermenin niçin güzel olduğunu ortaya koyan görüşleri izah etmiştik. Bundan maksad, o ikisi sihri nitelendirmeden, sihrin çeşitli hilelerini ortaya koymadan ve insana iyice nasihat edip de, "Biz bir fitne (imtihan vesilesiyiz)" demedikçe hiç kimseye öğretmediklerini ifâde etmektir. Yâni"Hernekadar sihri öğretmenin maksadı, bu bilgi vasıtasıyla sihir ve mu'cizeyi birbirinden ayırdedebilmek İse de, bu sayede senin çeşitli kötülük ve günahlara düşmen de mümkündür. Binâenaleyh bunu öğrendikten sonra sihri, sana yasak olan yerlerde kullanmaktan veya onun vasıtasıyla dünyevî herhangi bir maksada ulaşmaktan sakın" demektir. Karı Koca Arasını Ayırmanın Keyfiyeti Cenâb-ı Allah'ın: "İnsanlar o ikisinden karı ile kocanın arasını ayırdıkları şeyi öğreniyorlardı" âyeti ile ilgili birkaç mesele vardır: Âlimler bu ayırmanın izahı hususunda iki görüş bertmişlerdir: a) Bu ayırma ancak sihrin müessir olacağına inanmakla ve insanın böylece kâfir olması sebebiyle olur. Kişi kâfir olduğu zaman mü'min olan hanımının nikâhı ondan düşer. Bu bakımdan ikisi arasında bir ayrılık meydana gelmiş olur b) Sihri yapan, karı ile kocanın arasını, bâtılı hak göstermek, hileler, kışkırtma ve diğer sihir çeşitleri ile ayırır. Cenâb-ı Hak, bu şeyi açıkça beyân etmemiştir. Çünkü insanlar o iki melekten, ancak bu kadar sihir öğreniyorlardı. Fakat diğer sihir çeşitlerine de dikkat çekmek için sadece bu çeşidi zikretmiştir. Çünkü insanın hanımına olan ülfeti ve meylinin hertürlü sevginin üzerinde olduğu son derece bilinmektedir. Cenâb-ı Hak bu hususu zikrederek, sihir ile bu kadar ileri derecedeki sevgiye rağmen karı koca arasını açmak mümkün olduğuna göre, başka yerlerde haydi haydi mümkün olduğuna dikkat çekmiştir. Hak teâlâ'nın: "Onlar, o sihir ile hiç kimseye zarar veremezler" ifâdesi de bizim söylediğimize delâlet eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, burada zararı mutlak bırakmış, onun sadece karı koca arasını ayırma zararı olduğunu bildirmemiştir. Böylece Allah, en yüksek seviyede olduğu için, karı ile koca arasını ayıran sihri zikretmiştir. İzin Ve Ezan Kelimelerinin Mânası Cenâb-ı Allah'ın: "Ancak Allah'ın izniyle..."ifâdesine gelince, bil ki "İzin", emir makamında hakiki manasıyla kullanılır. Halbuki Hak teâlâ sihri emretmez. Bir de Allahü teâlâ bu buyruğu ile onları kınamayı ve zemmi kastetmiştir. Eğer Cenâb-ı Hak onlara sihri emretmiş olsaydı, onları bunu yaptıkları için kınaması caiz olmazdı. O hâlde bu ifâdeyi mutlaka te'vil etmek gerekiyor. Âyetin birkaç türlü te'vili yapılmıştır. a) Hasan el-Basri şöyle demiştir: Bundan maksad, aradan çekilmeyi ifâde etmektir. Yani sihir insanı büyülediği zaman, Allah dilerse ona mâni olur, dilerse sihir yapılan kişi ile sihrin zararı arasından çekilir, b) Esâm şöyle demiştir: ifâdesi, "Yani ancak Allah'ın bilgisi dâhilinde olur" manasınadır. Ezan'a da "ezan" denilmiştir. Çünkü ezan insanlara namazın vaktini bildirme manasını ifâde eder. Ezân'a "izin" de denilmiştir. Çünkü ezanı duyan kulaklar, namaz kılmaya izin olduğunu anlar. Allahü teâlâ'nın: "Ve bu, Hacc-ı Ekber günü Allah ve Resulünden bir bildiridir" (Tevbe, 3), “ O zaman Allah ve Rasulü ile harbetmeye girdiğinizi biliniz. "(Bakara. 279) ;ve : "" (Enbiya, 109) ayetleri de böyledir. c) Sihirden meydana gelecek zarar ancak Allah'ın yaratması, îcâd etmesi ve yoktan var etmesiyle meydana gelebilir. Böyle olmayan şeyin Allah'a nisbet edilmesi doğru olmaz. Nitekim Hak teâlâ: "Biz birşeyin olmasını istediğimiz zaman ona sözümüz sadece "ol" dememızdir, o da hemen oluverir" (Nahl, 40) buyurmuştur. d) "İzin"den murad "emir"dir. Bu görüş, ancak karı ile koca arasının ayrılma sebebi olarak, sihir yapanın kâfir olmasını, küfrün de nikâhın düşmesini gerektirmesini görmeye uygun düşer. İşte bu şer'îbir hükümdür. Şer'î hüküm ise ancak Allah'ın emri ile olur. Sihri Satın Almak Ne Demektir? Hak teâlâ'nın: "Onlar kendilerine zarar veren fakat hiç fayda vermeyen birşeyt öğreniyorlardı. Yemin olsun ki onu satın alanın âhirette hiçbir nasibi olmadığını bildiler" âyeti ile ilgili olarak da birkaç mes'ele vardır: Allahü teâlâ, burada "şirâ" (satın atmak) lâfzını birkac bakımdan, isti'are yoluyla zikretmiştir. a)Yahûdiler, Allah'ın kitabı (Tevrat'ı) kulak ardı edip, şeytanların okudukları şeye (sihre) sımsıkı sarıldıkları için, sanki Allah'ın kitabına karşılık sihri satın olmış gibi oldular. b) İki melek, âhiret menfaati elde etmeye vesile olsun diye, sihri öğretmenle sihirden sakındırmayı kastetmişlerdir. Sihir kullanılınca sanki sihir yapan kimse, âhirette elde edeceği menfaatlerine karşılık dünyevî menfaatleri satın olmış gibi olur. c) İnsan birşeyi elde etmek için sihir yaptığında sadece zahmet yüklendiğini bilir. O kimse sanki yüklendiği bu zahmetlere karşılık sadece sihir yapabilmeyi satın almıştır. Ekseri âlimler, (......) kelimesinin "nâsib, pay" mânasına olduğunu söylemişlerdir. Kaffâl bu kelimenin aslının, takdir (ölçüp biçmek) mânasında olan masdarından olmasının doğruya en yakın ihtimal olduğunu söylemiştir. "Cildi ölçüp biçti" ifâdesi de bu mânadandır. Şöyle denilmesi de bu mânadadır. "O, falanca adam için şu işine karşılık rızık (pay) olarak şu kadar dirhem takdir etti." Diğer âlimler ise, (......) kelimesinin halâs (kurtuluş) mânasına geldiğini söylemişlerdir. Ümeyye b. Ebi's-Salt'ın şu şiiri-de bu mânadadır: "Onlar için katrandan elbiseler ve bukağılardan başka nasib bulunmayan veyl (vâdisi)ne (gitsinler diye) duâ ederler." Âyette, Sihrin Zararını Hem Bildikleri Hem Bilmedikleri Geçiyor. İzahı Nedir? Geriye âyetle ilgili bir sual kalmıştır. O da şudur: Allahü teâlâ ilk önce. "(...bildiler)" ifadesiyle onların niçin bildiklerini söylemiş, sonra da. 'Eğer bilselerdi..." buyruğu ile de bilmediklerini beyân etmiştir' Buna birkaç bakımdan cevab verilir: a) Bilenler, bilmeyenlerden başka kimselerdir. Bilenler sihri öğreten ve insan'an onu öğrenmeye davet edenlerdir. Bunlar, Allahü teâlâ'nın, haklarında: "Ehl-i Kitap'tan bir grub. Allahın kitabını sanki bilmiyorlarmış gibi, arkalarına attılar" buyurduğu kimselerdir. Sihri öğrenmeye istekli olmayan cahiller ise "bilmeyenler"dir. Bu Ahfeş ve Kutrub'un cevabıdır. b) Biz bahsedilenlerin aynı kimseler olduğunu kabul etsek bile, onların birşeyi bilip başka birşeyi bilmemeleri uzak bir ihtimal değildir. Onlar âhirette kendilerinin bir nasibi olmadığını biliyorlar, âhiret menfaatlerinden kaçırdıklarını ve âhirette çekecekleri zarar ile cezanın ne kadar olduğunu bilmiyorlardı. c) Bahsedilenlerin aynı kimseler, bilinen şeyin de tek bir husus olduğunu kabul etsek bile, onlar ilimlerinden faydalanmayıp ilimlerinden yüz çevimiş olabilirler. Böylece bu ilim yokmuş gibi olur. Nitekim Cenâb-ı Hak kâfirleri, göz, kulak ve dillerinden hakkıyla faydalanmadıkları için, "Sağır, dilsiz ve a'md" (isra. 97) olarak nitelemiştir.'Birşeyi yapıp da yerliyerinde yapmayan adama, "Yaptın (zannediyorsun ama) yapmadın" denilir. |
﴾ 102 ﴿