106

"Biz neshettiğimiz veya unutturduğumuz bir âyetin ya ondan daha hayırlısını, yahud onun benzerini getiririz. Allah'ın herşeye kemâliyle kadir olduğunu bilmiyor musunuz?" .

Bil ki bu, yahûdilerin İslâmiyet aleyhindeki ikinci çeşıd dedikodularıdır. Onlar şöyle demişlerdir: "Ashabına önce birşey emredip, sonra yasaklayıp daha sonda da aksini emreden ve bugün söylediğinden yarın dönen Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bakmaz mısınız?" İşte bunun üzerine bu âyet nazil olmuştur. Bu âyet hakkında konuşmak birkaç meseleyi bilmeye dayanır:

Nes”in Mânası

Arapça'da "nesh", birşeyi iptal etmek manasınadır. Kaffâl, nesh'in nakletmek ve değiştirmek mânasına olduğunu söylemiştir. Bizim delilimiz, kelimenin şöyle kullanılmasıdır: Bir kavmin ayak izlerini rüzgâr yok ettiği zaman, (Rüzgâr kavmin izlerini yok etti); ve güneş gölgeyi giderdiği zaman, denilir. Çünkü göige bazan diğer bir mekânda bulunmayabilir. Binaenaleyh onun bulunduğu yerden oraya intikâl etmesi söz konusu olmamalıdır. Bir de Cenâb-ı Hak:

"O (Peygamber) ne zaman birşey arzu etse, şeytan onun arzusuna (temennisine) mutlaka (bir şey) atar. Nihayet Allah şeytanın atacağı bu (fitneyi) giderir, iptal eder" (Hacc 52) buyurmuştur. Sözde asıl olan hakiki mânâsıdır. Lâfzın "iptal" mânasında hakiki olduğu sabit olunca, müşterek mâna ifâde etmeyi defetmek için, "nakil" mânasında hakiki olmaması gerekir. Buna göre şayet, "Arapların rüzgârı, izleri silici, güneşi de gölgeyi giderici olarak görmeleri mecazdır. Çünkü izleri ve gölgeyi gerçekte yok eden Hak teâlâ'dır. Bu mecaz olunca, bu kullanışı lâfzın bu mânada hakiki olduğuna delil getirmek imkânsız olur. Sonra biz sizin getirdiğiniz delile muarız bir delil getirerek şöyle deriz: Nesh, nakletmek ve değiştirmektir. Bir kitabı, diğer bir kitaba aktarırken, istinsah ederken onu öbürüne taşımış oluruz, Ruhların bir bedenden diğer bedene geçmesine "tenasüh"; asırların birinden sonra diğerinin gelmesine ve miras mallarının varislerin birinden diğerine geçmesine denilmesi hep bu mânadadır. İşte bütün bunlar birincisinin yerine, birşeyin diğerine geçmesidir. Cenâb-ı Hak da:

"Size hakkı söyleyip duran bu, bizim kitâbımızdır. Muhakkak ki biz, ne yapıyor idiyseniz, biz onları istinsah ediyor (yazdırıyor)duk (Casiye, 29) buyurmuştur. Bu sebepte lâfzın nakletmek mânasında hakiki olması, müşterekliği bertaraf etmek için iptal etmek mânasında hakiki olmaması gerekir" denilirse, birinciye iki yönden cevap veririz:

a) Güneşi ve rüzgârı, o yok etme işinde müessir kılmış olması bakımından Allahü Teâlâ'nın, bu işe memur edilmeleri itibariyle de bunların nâsih olmaları imkânsız değildir.

b) Dilciler, nesh'ı güneşe ve rüzgâra nisbet etme hususunda hata etmişlerdir. Farzedelim ki bu böyledir, ancak bizim delilimiz, onların bu fiili rüzgâra ve güneşe isnad etmiş olmalarından ötürü, nesh lâfzını "izâle etmek" mânasına kullanmalarıdır.

İkinciye ise şu şekilde cevap veririz: Nakt, iptal etmekten daha hususidir. Çünkü, naklin olduğu yerde, bir sıfat yok olmuş, onun peşinden başka bir sıfat meydana gelmiş demektir. Çünkü mutlak yokluk, peşinden başka bir şeyin meydana geldiği bir yokluktan daha umûmidir. Lâfız hâs ile 'âmm arasında dönüp dolaştığında, 'âmm mânasında almak daha evlâdır. Allah en iyisini bilendir.

Farklı Kıraatlere Göre Hasıl Olan Mâna Zenginliği

İbn A'mir, nûn'un dammesi ve sîn'in kesresi ile, diğerleri de her iki harfin de fethasıyla, (......) şeklinde okumuşlardır. İbn Amir'in kıraatine göre burada iki vecih bulunmaktadır:

a) Gerek, (......) ve gerekse, (......)'nın aynı mânada olmalarıdır.

b) (......) lâfzının mânası, (......) demektir. Nitekim bir topluluk, Haccâc'a, bir adam astığı için, demişlerdir; yani, "onu kabir sahibi olan yapın!... demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak: "Sonra onu öldürdü ve kabre koydu" (Abese, 21) buyurmuştur.

İbn Kesir ve Ebu Amr, nün ve hemzenin fethasıyla, şart sebebiyle meczum olmak üzere, tehir edersek" şeklinde okumuşlardır. Ebû Amr, bu gibi yerlerde hemzeyi ihmal etmez. Çünkü hemzenin sükûnu meczûm olmanın alâmetidir. Bu, tehir etmek mânasına gelen, kelimeşinden iştikak etmiştir. "Nesfe (haram aylan ertelemek), küfürde bir fazlalıktır" (Tevbe, 32) âyetindeki, lâfzı bu mânadadır. Veresiye alış-verişin, diye isimlendirilmesi de bu mânadadır. Dilciler, (......) şeklinde kullanırlar ki, birincisinin mânası, "Allah onun ecelini erteledi.", ikincisinin mânası da, "Onun ömrünü arttırdı" demektir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de:

"Kimi, ömrünün uzaması ve rızkının çoğalması sevindirirse, o kimse sıla-i rahimde bulunsun" Müsned, 5/279. buyurmuştur.

Diğerleri de, nûn'un dammesi, sin'in kesresi ile ve kökünden olmak üzere (......) şeklinde (unutturursak...) okumuşlardır. Âlimlerin ekserisi, bu kelimeyi hatırlamanın zıddı olan nisyâna, unutmaya hamletmişlerdir. Onlardan bir kısmı da, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı:

"Unuttu da, biz onda bir azim bulamadık" (Taha. 115) yani "terketti ve: "Onlar nasıl bu gün ile karşılaşmayı unuttularsa, biz de bu gün onları unutacağız" (A'raf, 51) âyetlerinde olduğu gibi, kelimeyi "terketmek" mânasına hamletmişlerdir. Açık olan, "nisyan"(unutma) kelimesini terketme mânasına hamletmek mecazidir. Çünkü unutulan şey terkedilmiş olur. Terketmek nisyânın ayrılmaz bir parçası olunca, müfessirlerin bazısı melzûmun ismini lâzıma vermişlerdir. Bu kelime, , şeddeli olarak ; Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hitab olmak üzere (......) ve (......) şekililerinde okunmuştur. Abdullah b. Mes'ud (radıyallahü anh) ise, (......) şeklinde; Huzeyfe (radıyallahü anh) de (......) şeklinde okumuştur.

Üçüncü Mesele

Âyette geçen, mâ-i cezâiyyedir. Bu tıpkı, "Sen ne yaparsan ben de vaparım" demen gibidir. Bu kelimenin ameli, şart ve ceza cümlelerindeki her iki fiil de muzârî olursa cezimdir. Buna göre fiili şart, cümlesi ise cezadır ki iki fiil de meczumdur.

Istılah Manasıyla Nesih

Ulema ıstılahında nâsih, şer'î bir yolla sabit olan hükmün artık bundan sonra ortadan kalktığına delâlet eden şer'î bir yoldan ibarettir. Nâsih, mensûh hükmünden sonra gelerek, varlığı ile hükmü yürürlükten kaldırır. Buna göre biz "şer'î bir yol" sözümüz ile Allah'dan ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den sâdır olan söz ile, her ikisinden nakledilen fiilleri kastediyoruz. Bu konudaki iki görüşten birine göre "icmâ-i ümmet" bu tarifin dışında kalır. Çünkü icmâ, bu izaha göre şer'î bir yol değildir. Şeriatın aklın hükümlerini neshedici olması gerekmez. Çünkü akıl şer'î bir yol değildir. Mu'cizenin de şer'î hükümleri neshedici olması söz konusu değildir. Çünkü mu'cize Şerîatın tın açıklandığı bir yol değildir. Keza hüküm; bir gaye (müddet), bir şart veya bir istisna ile de kayıtlanmış olmamalıdır. Çünkü bunlarda sonradan gelme şartı yoktur. Allah bize birşeyi emredip, sonra da onu yapmamızı yasakladığı zaman bize bir şey (söylememiz) gerekmez. Çünkü bu nehyin misli nâsih olmasaydı, emrin hükmünün misli sabit olmazdı.

Yahudilerin İddiasının Aksine [Nesih Şer'an ve Aklen Mümkündür]

Nesh bize göre aklen mümkün olduğu gibi, naklen de vâki olmuştur. Çünkü yahûdilerden bazıları, neshin aklen caiz olduğunu inkâr ederler, bazıları ise aklen mümkün görürler, ancak naklen bunun vâkî olmadığını söylerler. Müslümanların bir kısmının neshi inkâr ettikleri rivayet edilmiştir. Çoğu müslümanlar neshin aklen-caiz olduğuna ve bilfiil vâki olduğuna delil getirmişlerdir. Çünkü deliller Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olduğunu gösterir. Onun peygamberliği ise kendinden önce geçenlerin şeriatının mensûh olduğuna hükmetmekle ancak doğru olur. Binâenaleyh neshin var olduğuna kesin hükmetmek gerekir.

Yine biz deriz ki, yahûdileri susturacak iki delil vardır:

1) Tevrat'ta Allahü teâlâ'nın Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'a, gemisinden inerken şöyle vahyettiği yer almıştır: "Ben, her canlıyı senin ve soyun için yenilecek şey kıldım ve bunu sizin için, kan hâriç, yeşil otlar gibi, mutlak olarak helâl kıldım. Binâenaleyh siz kanı yemeyiniz." Halbuki sonra Cenâb-ı Hak, Hazret-i Musâ (aleyhisselâm)'ya ve İsrâiloğullarına pek çok hayvanı haram kılmıştır.

2) Adem (aleyhisselâm) kızkardeşler ile erkek kardeşleri birbiriyle evlendiriyordu. Halbuki Cenâb-ı Allah, bunu daha sonra gelmiş olan Hazret-i Musâ (aleyhisselâm)'ya haram kılmıştır.

Neshi inkâr edenler ise şöyle demişlerdir: Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğinin ancak neshi kabul etmekle doğru olacağını kabul etmiyoruz. Çünkü şöyle denilebilir: Hazret-i Musâ ve İsâ (aleyhisselâm), Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şeriatının ortaya çıkacağı zamana kadar insanlara kendi şeriatlarına göre emretmişler, bundan sonra ise Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e uymalarını söylemişlerdir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şeriatı zuhur edince, o ikisinin şeriatıyla mükellef olma durumu ortadan kalkmış, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şeriatına göre mükellefiyet söz konusu olmuştur. Fakat bu nesih değil, aksine tıpkı Allah'ın:

"Sonra orucunuzu "geceye kadar" tamamlayınız" (Bakara, 187) âyetinde olduğu gibidir. Neshin asıl bakımından meydana geldiğini inkâr eden müslümanlar görüşlerini işte bu yola bina etmişler ve şöyle demişlerdir: "Kur'an'da, Hazret-i Musâ ve Hazret-i İsâ (aleyhisselâm)'ya Tevrat ve İncil'de, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olarak gönderileceği müjdesi verildiği O zuhur edince O'nun şeriatına dönülmesi gerektiğinin bildirdiği yer almıştır. böyle olunca ve bu ihtimaller de ortada bulunurken neshin meydana geldiğine kesin hükmetmek imkânsız olur."

İşte bu, yukarıda zikredilen iki susturucu delile karşı yapılan bir itirazdır.

Neshi inkâr eden kimseler şöyle istidlal etmişlerdir: Allahü teâlâ Hazret-i İsâ (aleyhisselâm)'nın şeriatını beyân ettiği zaman, bu şeriata delâlet eden lâfız hakkında ya bu o şeriatın devamına delâlet etmektedir veya devamına delâlet etmemektedir, yahut da bu şeriatta devam edeceğine dâir veya devam etmeyeceğine dâir bir delâlet yoktu" denilebilir.

Birinci Kısım: Eğer bir şeriatta, onun devam edeceğini açıklamış, sonra da onun devam etmeyeceği ortaya çıkmış ise, bu ilk haber bir yalan olur, bu ise şeriat hakkında caiz değildir, Yine biz bunu mümkün görsek, bizim şeriatımızın da, mensuh olmadığını bilmeye dâir bir yol bulamayız. Çünkü bu konuda söylenecek en ileri söz, şeriatın şöyle demesidir Bu şeriat ebedîdir, hiçbir zaman mensûh olmayacaktır. Fakat biz bu sözün, ikisinin de devam etmemesiyle birlikte, Hazret-i Musâ ve Hazret-i İsâ (aleyhisselâm)'nın şeriatlarinde bulunduğunu görünce, bu söze güven tamamen kaybolur. Buna göre şayet, "Devamlı oluşu gösteren lafız zikredilmiş, sonra da kendisinin ileride neshedileceğini gösteren bir şey eklenmiştir veya eklenmemiştir, ne var ki Cenâb-ı Hak, bunu açıkça belirtmiş, ancak bu bize, bir nebze olsun ulaşmamıştır, denilmesi niçin caiz olmasın?" denilirse, biz deriz ki bu görüş bazı bakımlardan zayıftır. Şöyle ki:

a) Hem devam edeceğini hem de devam etmeyeceğini kesinlikle bildirmek, mütenakız bir durum olup tam bir cehalet ve abesiyetten (saçmalamaktan) ibarettir.

b) Bu takdire göre Cenâb-ı Hak Hazret-i Musâ ve Hazret-i İsâ (aleyhisselâm)'nın şeriatlarının mensûh olacağını beyan etmiştir. Neshin meşru olduğu naklolununca, bu durumun da nakledilmesi gerekir. Çünkü bu keyfiyyet nakledilmeden şeriatın aslını nakletmek caiz olsaydı, bunun aynısının bizim şeriatımız hakkında da olması caiz olurdu ki, bu durumda bizim şeriatımızın mensûh olmadığına dair kesin hüküm vermek mümkün olmazdı. Çünkü bu, nakledilmesi için her türlü sebebin mevcud olduğu mühim hadiseler cümlesindendir. Böyle olan şeyin şöhretinin, tevatür derecesine varmış olması gerekir. Aksi halde denebilir ki, belki de Kur'an'a muaraza edilmiş, ama bu nakledilmemiştir; belki de Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) bu şeriatı değiştirmiş, ama bu, nakledilmemiştir. Bu keyfiyetin tevatür yoluyla nakledilmesinin vâcib olduğu sabit olunca, biz deriz ki, şayet Cenâb-ı Hak, Hazret-i Musâ ve Hazret-i İsâ (aleyhisselâm) zamanında şeriatlarının neshedileceğini açıkça bildirseydi bu tevatür ehli arasında meşhur ve zarurî olarak da onlara malûm olurdu. Eğer durum böyle olsaydı, büyük bir cemaatin bu hususta ihtilâfı imkânsız olurdu. Biz, yahûdi ve hristiyanları bunu inkâr hususunda mutabakat halinde gördüğümüz için, şeriatlarının neshedileceğine dair herhangi bir sarih açıklamanın bulunmadığını anlamış olduk.

İkinci Kısım: Bu da Allahü Teâlâ'nın, Hazret-i Mûsâ (aleyhisselâm)'nın şeriatı hakkında onun şeriata devam etmeyip, sonunun geleceğine delâlet eden bir kayıt koymuş olmasının söylenmesidir ki bu geçersizdir. Çünkü, eğer durum böyle olsaydı, bunun tevatür ehli tarafından zarurî olarak bilinmiş olması gerekirdi. Bunun doğru olduğunun kabul edilmesi durumunda da bu bir nesh değil, tam aksine bir sürenin sona ermiş olması olur.

Üçüncü Kısım: Allahü Teâlâ'nın Hazret-i Mûsâ (aleyhisselâm)'nın şeriatı hususunda açık bir beyanda bulunup, onda, onun devam edip etmeyeceğini beyan etmemiş olmasıdır. Buna göre biz deriz ki, usûl-i fıkıhta mücerret emir, tekrar ifâde etmez. Tam aksine, tek bir defayı ifade eder. Mükellef bir kere emri yerine getirdi mi, o emrin mesuliyetinden kurtulmuş olur. Bu sebeple, bundan sonra diğer bir emrin gelmesi, birinci emri neshetmiş olmaz. Bu sebeple bu taksime göre, nesh'in varlığına hükmetmenin imkânsız olduğu ortaya çıkmış olur.

Bil ki, bu cümlemizi usûl-i fıkıh konusundaki, "Kitabu'i-Mahsûl" adlı eserimizde izah ettikten sonra, neshin mevcut olduğu hususunda Allahü Teâlâ'nın "Biz neshettiğimiz veya unutturduğumuz bir âyetin, ya ondan daha hayırlısını yahut onun benzerini getiririz" (Bakara. 106) âyetine sarılmıştık. Aslında bu âyetle de istidlal etmek zayıf kalmaktadır. Çünkü âyetteki, şart ve cezayı ifâde eder. Nitekim, senin, "Sana kim gelirse, sen ona ikram et!" sözün, gelme işinin tahakkuk ettiğini göstermez. Tam aksine, o ne zaman gelirse, ikram etmenin o zaman vâcib olduğunu gösterir. Bunun gibi âyet de, neshin bilfiil tahakkuk ettiğini göstermez. Tam aksine, neshin meydana gelmesi durumunda, ondan daha hayırlısının getirilmesinin vâcib olduğuna delâlet eder. Buna göre, neshi isbat hususunda en kuvvetli olan hususun, bizim, Cenâb-ı Hakk'ın şu âyetterine dayanmamızdır: Biz, bir âyetin yerine başka bir âyeti getirdiğimizde" (Nahl, 101); ve:o dilediğini siler, (dilediğini de) bırakır. Kitab'ın anası O'nun yanındadır" (Rad, 39). Allah en iyisini' bilendir.

Neshin Kur'an'da Câri Olması

Âlimler, Kur'an'da neshin bulunduğu hususunda İttifak etmişlerdir. Ebû Müslim ibn Bahr, Kur'an'da neshin bulunmadığını söylemiştir. Cumhûr-u ulemâ, Kur'an'da neshin bulunduğuna dair birçok delil getirmişlerdir.

a) Cenâb-ı Hakk'ın: âyetidir.

Ebu Müslim'in Nesih Hakkındaki Âyeti, Anlayışı ve Tenkidi

Ebû Müslim buna, birçok bakımdan cevap vermiştir:

1) Neshedilmiş âyetlerden murad Tevrat ve İncil gibi eski kitaplarda bulunan ve Allahü Teâlâ'nın hükümlerini bizden kaldırarak başkasıyla teabbûd etmemizi emretmiş olduğu şeylerden olmak üzere, cumartesi yasağı ve doğu ve batı cihetlerine yönelerek namaz kılmak gibi, dinî ahkâmdır. Çünkü yahûdi ve hristiyanlar, "Ancak, sizin dininize tâbi olan kimselere imân ediniz" diyorlardı. Böylece Allah, bunu, bu âyetle, onların aleyhine olmak üzere yürürlükten kaldırmıştır.

2) Neshten murat, onun Levh-i Mahfuz'dan nakledilip, başka kitaplara aktarılmasıdır. Bu, tıpkı: "Ben kitabı istinsah ve naklettim" denilmesi gibidir.

3) Bu âyet nesh'in vaki olduğuna delâlet etmeyip, tam aksine nesh vuku bulmuş olsaydı, mensûhtan daha hayırlısı olana doğru olacağına delâlet eder.

Bazı âlimler, Ebu Müslim'in birinci itirazına şöyle cevap vermişlerdir: Âyet (......) kelimesi, mutlak olarak zikredildiği zaman, bununla kastedilen Kur'an âyetleridir. Çünkü, bizim alışmış olduğumuz şey budur.

İkincisine ise şu şekilde cevap verilmiştir: Kur'an'ın Levh-i Mahfuz'dan nakledilmesi, O'nun bir kısmına has bir durum değildir. Halbuki nesh, Kur'an'ın bazı kisımlarıyla ilgilidir. Birisi red için getirilen bu maddelerden birincisi için şöyle diyebilir: "Âyet lâfzının Kur'an'a has olduğunu kabul etmiyoruz. Tam aksine bu tabir "her türlü delil" hakkında umumi olan bir sözdür. İkincisine de, âyette zikredilen neshin Kur'an'ın bir kısmına has olduğunu da kabul etmiyoruz. Daha doğrusu ifâdenin takdiri şöyledir:

-Allah en iyisini bilir ya- "Levh-i Mahfuz'da neshettiğimiz şeylere gelince, biz bundan sonra ondan daha hayırlısını getiririz" demektir.

İkinci Delil: Kur'an'da neshin bulunduğunu söyleyenlerin ikinci delili şöyledir: Allahü Teâlâ, kocası ölmüş kadına tam bir yıl beklemesini emretmiştir ki, bu husus Cenâb-ı Hakk'ın

"Sizlerden geriye eşler bırakarak ötenler, eşlerinin, yılma kadar faydalanmalarım vasiyyet etsinler.."(Bakara.240) âyetinde bahsedilen husustur. Sonra bu, "dört ay on gün" hükmüyle neshedilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak:

"Cariye zevceler bırakarak ölenlerin eşleri kendi kendilerine dört ay on gün beklerler" (Bakara. 234) buyurmuştur. Ebû Müslim şöyle demiştir: Bir yıl bekleme işi, tamamıyla ortadan kalkmamıştır, çünkü, kadın şayet hamile olursa, ki onun hamlinin süresi tam bir yıldır, onun iddet süresi tam bir yıl olmuş olur. Bu hüküm bazı durumlarda devam edince, bu nesih değil, bir tahsis olur. Buna şu şekilde cevap verilir: Hamilelik iddetinin süresi, çocuğu doğurmakla sona erer. Gebeliğin bir sene veya daha az veyahut da daha çok süre içinde olması fark etmez. Buna göre bütün bir seneyi, iddet süresi kabul edmek tamamıyla zail olur.

Üçüncü Delil: Cenâb-ı Allah: Ey İmân edenler. Hazret-i Peygamberle gizli söyleştiğinizde, söyleşmenizden önce bir sadaka veriniz" (Mücadele, 12) âyeti ile Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'le fısıltı ile konuşmadan önce, sadaka vermeyi emretmiş, sonra da bunu neshetmiştir.

Ebû Müslim şöyle demiştir: Bu hüküm, sebebinin kalkmasıyla ortadan Kalkmıştır. Çünkü bu âyetle ibâdetin emredilmesinin sebebi, sadaka vermeyecekleri için, münafıkların mü'minlerden ayırdedilmesidir. Bu gaye tahakkuk edince, bu hükümle ibâdet de düşmüştür.

Buna şöyle cevab verilir: Eğer hal böyle olsaydı, bu durumda sadaka vermeyen herkes münafık olmuş olurdu. Bu ise bâtıldır. Çünkü, rivayet edildiğine göre, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'den başka kimse sadaka vermemiş (yani ondan başka bu hükümle amel eden olmamıştır). Cenâb-ı Allah'ın:

Madem ki siz bunu yapmadınız, Allah sizin tevbenizi kabul etti" (Mücâdele, 13) âyeti buna delâlet eder.

Dördüncü Delil: Allahü teâlâ: "Eğer sizden sabreden on kişi olur ise, ikiyüz kişiye gâlib gelirler" (Enfâl, 65) âyeti ile bir mü'minin on kâfire bedel olduğunu bildirmiş, sonra da bu hükmü:

"Artık şimdi Allah sizden (teklifi) hafifletti ve sizde za'af olduğunu bildi. Buna göre sizden sabırlı yüz kişi olur ise; bunlar ikiyüz kişiye gâlib gelirler" (Enfal, 66) âyeti ile neshetmiştir.

Beşinci Delil: Allahü teâlâ'nın; "İnsanlardan birtakım beyinsizler, "Onları, Önceki kıblelerinden çeviren (sebeb) nedir?" diyecekler..." (Bakara, 142) âyetidir. Cenâb-ı Allah sonra müslümanları, "Yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir" (Bakara, 144) âyeti ile ilk kıblelerinden döndermiştir.

Ebû Müslim şöyle demiştir: Kıble hakkındaki öbür hüküm tamamıyla kaldırılmış değildir. Çünkü kıbleyi tayin etmek müşkil olduğunda veya cihet bilindiği halde yönelme hususunda bir özür bulunduğunda o (eski) kıbleye yönelmek caizdir.

Buna cevabımız şudur: Senin zikrettiğin durumlarda Beyt-i Makdis'e yönelmek ile diğer cihetlere yönelmek arasında hiç bir fark yoktur. Binâenaleyh Beyt-i Makdis'i, başka yönlerden ayıran özellik tamamen yok olmuş demekt ki, bu da bir nesihtir.

Altıncı Delil: Allahü Teâlâ'nın: "Biz bir âyetin yerine diğer bir âyet tebdil ettiğimizde, -ki Allah neyi indireceğini çok iyi bilir- onlar, "Sen ancak bir iftiracısın" dediler" (Nahl, 101) âyetidir Tebdil, kaldırmayı ve bırakmayı içine alır. Kaldırılan şey ya âyetin okunan lâfz veya hükmüdür. O halde bu nasıl kaldırma ve neshetme olur?

Biz bu delilleri enine boyuna inceledik. Çünkü bunların herbiri bir nebze neshin olduğunu göstermektedir.

Ebû Müslim şöylece muhakeme yürütmüştür: "Allahü teâlâ kitabı Kur'an'ı, "Ne önünden' ne ardından O (Kur'an'a) hiçbir bâtıl gelmez" (Fussilet, 42) diye vasfetmiştir. Eğer nesh söz konusu olsaydı o zaman O'nun Kitabına bâtıl yanaşmış olurdu.

Buna şu şekilde cevap veririz: Bu âyetten maksad bu kitaba kendinden önceki semavî kitaplarda onu iptal edecek herhangi birşey gelmediği gibi, kendinden sonra da onu iptal edecek herhangi birşey gelmeyecektir.

Neshin Çeşitleri

Merisûh (neshedilen) ya sadece âyetin hükmü, ya sadece âyetin okunan lâfzı, veya âyetin hem okunuşu hem hükmüdür. Mensûh olanın sadece hüküm olması durumuna gelince, bunlar yukarıda zikrettiğimiz âyetler gibidir.

Sadece tilâveti (lâfzı) neshedilmiş olan âyetlere gelince bu, neshedildiği Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'den rivayet edilen şu âyettir. O şöyle demiştir: Biz "recm" ayetini; "Yaşlı erkek ve kadın (evliler) zina ettikleri zaman, Allah'dan, ibret verici bir ceza olmak üzere, o İkisini mutlaka recmediniz. Allah aziz ve hakimdir"'diye okurduk.

Şu da, lâfzı neshedilmiş olan âyetlere misâl olarak rivayet edilmiştir:

"İnsanoğlunun iki vadi dolusu malı olsa, onlara bir üçüncü vadi dolusu mal katmayı ister. İnsanın karnını ancak toprak doldurur. Cenâb-ı Allah tevbe edenin tevbesini kabul eder..."

Hem hükmü hem de metni mensûh olan âyetlere gelince, bu Hazret-i Aişe (radıyallahü anh)'nin bildirdiği şu hükümdür: Rıdâ, yani süt emmekle hasıl olan mahremiyet hakkında, Kur'an'da ilk nazil olan hükme göre malûm olan on emme ile hürmet hasıl olundu. Bu sonra "beş emme" hükmü ile neshedildi". Müslim, Rıda, 25- Bkz. Şerhu'n-Nevevî, 10, s.29. Şu halde on emme meselesinin hem tilâveti hem de hükmü neshedilmiştir. Beş emmenin ise tilâveti neshedilmekle beraber, hükmü kalmıştır.

Ahzâb sûresinin es-Sebu't-Tıvâl (itk yedi uzun sûre) gibi, hatta onlardan daha uzun olduğu, fakat sonradan bazı âyetleri neshedilerek kısaltıldığı rivayet edilmiştir.

Vahyedilen Âyetin Unutulması Mümkün ve Meşru Mudur?

Müfessirler, Cenâb-ı Hakk'ın: "Biz bir âyeti nesheder veya unutturureak..." âyetinin izahı hususunda ih- titâf etmişler; bir kısmı, "nesh"i, "izâle etmek" mânasına alırken, bir kısmı da "Kitab'ı istinsah etmek" mânasına almışlardır. Bu ikinci görüş, Atâ ile Sa'id b. Müseyyeb'e aittir.

Birinci görüşün sahipleri, görüşlerini birkaç türlü izah etmişlerdir:

1) Âyet "Sizin okuduğunuz bir âyeti nesheder veya daha önce aranızda okumakta olduğunuz bir âyeti unutturursak..." manasınadır. Bu Hasan el-Basri, Esâm ve çoğu kelamcıların görüşüdür. Bunlar, kısmını, metni değil de hükmü neshedilen âyetfere, kısmını da hem lâfzı hem de hükmü neshedilen âyetlere hamletmişlerdir. Buna göre şayet "Unutmanın olması, âklen ve şer'an imkânsızdır. Âklen imkansız oluşu, Kur'an'ın mutlaka tevatür derecesinde sayıları çok kimseye ulaşmış olması gerekir. Halbuki bu sayıda insanın hepsinin unutması imkânsızdır. Şer'î delile gelince bu Allah'ın:

"Zikri (Kur'an-ı) biz indirdik ve onu biz koruyacağız" (Hicr, 9) âyetidir denilirse, birinciye iki bakımdan cevap veririz:

a) Unutma, Allah'ın Kur'an'dan çıkarılmasını, okunmasını, namazda tilâvet edilen ve hüccet getirilen şeyler cümlesinin dışında bırakılmasını emretmesi ile mümkün olur. Kendisiyle ibâdet etme hükmü kalkıp, aradan uzun zaman geçince o şey unutulur veya hatırlansa bile ancak haber-i vâhid seviyesinde hatırlanır. İşte bundan dolayı hafızalardan silinmiş olur.

b) Bu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için bir mu'cize olur. Bu konuda bir haber rivayet edilir: Bu habere göre müslümanlar bir sûre okuyorlardı, ertesi gün hepsi bunu unutuyorlardı.

Onların ikinci delillerine ise, bunun Cenab-ı Hakk'ın,

"Sana okutacağız da, Allah'ın diledikleri hariç, sen onları unutmayacaksın" (A'lâ, 6-7) ve, "unuttuğun zaman, Rabbini an" (Kehf, 24) âyetlerine muarız olduğunu söyleyerek cevap veririz.

2) Âyetin mânâsı "O âyeti değiştirirsek, biz onun ya sadece hükmünü, sadece lâfzını veyahut da her ikisini değiştiririz" demektir. Allah'ın ifâdesinden maksad ise, ."Onu olduğu gibi bıraktr, değiştirmeyiz" demektir. Biz "nisyan" (unutma) nın, olduğu hâl üzere bırakmak manasına da geldiğini izah etmiştik. Buna göre âyetin nihâi mânası şöyle olur: "Biz değiştirdiğimizin yerine daha hayırlısını veya dengini getiririz.

3) ifâdesi, "Biz âyeti indirdikten sonra onu kaldırırız" manasınadır. ifâdesini ise hemzeli olarak (......) şeklinde okuyarak, "Biz o âyeti Levh-i Mahfuz'dan indirmez, tehir edersek..." mânasına almışlardır. Veyahut da bu ikinci kelimenin mânası, "O âyetin neshini erteledik, şu anda neshetmiyoruz, ama fayda bakımından onun yerini tutacak şeyi indireceğiz" demektir.

4) ifâdesindeki âyetten maksad, hem hüküm hem de lafız bakımından neshedilecek âyetlerdir. "Yani olduğu gibi bırakırız" denilen âyetlerden murad ise hükümleri neshedilen âyetlerdir. Bu gibi âyetlerin lâfzı mensuh değildir, okunmaya devam edilirler.

İkinci görüşte olan müfessirlere gelince, onlara göre, ifâdesinden maksad, "Onu Levh-i Mahfuz'dan istinsah edersek..." mânasıdır, ifâdesinden maksad ise, "veya onu tehir edersek..." mânâsıdır. Ama bu ikinci kelimeyi, (......) şeklinde kıraat etmeye gelince, bunun mânası "Onu olduğu halde bırakırız, yani onun istinsahını bırakır, istinsah etmeyiz" demektir.

Cenâb-ı Allah'ın: "Hiçbir âyeti" ifâdesine gelince, Ebû Müslim dışındaki bütün müfessirter bunu, "Kur'an'dan hiçbir âyet" mânasına anlamışlardır. Ebû Müslim ise bunu, Tevrat ve İncil'e hamletmiştir.

Daha Hayırlısını Veya Benzerini Getirmenin Mânası: Vahyin Bazısı Daha Hayırlı Olur mu?

Hak teâlâ'nın: "Ondan daha hayırlısını veya mislini getiririz" buyruğu ile ilgili iki görüş vardır:

a) "Hüküm olarak daha hafif olanını,

b) Daha faydalı olanını getiririz" demektir Bu ikinci görüş daha evlâdır. Çünkü bu görüş, mükellefi, tabiatına daha kolay gelen şeylere değil, faydasına olan şeylere sevkeder. Buna göre eğer, "İkinci gelen hüküm birincisinden daha faydalı olsa, birincisinin faydası noksan olmuş olurdu. Binâenaleyh Allah bunu nasıl emreder?" denirse, biz deriz ki: Birinci gelen hüküm o âyetin geldiği zamana göre daha faydalı idi. İkinci gelen âyet ise daha sonraki zamana göre daha faydalıdır. Böylece suâl zâil olmuş olur. Bil ki âlimler, bu âyetten birçok nesh meseleleri çıkarmışlardır.

Neshe Ait Muhtelif Meseleler

Birincisi, Nesh-i Bedel:

Bir grub âlim, bir âyetin hükmünün ancak ona bedet getirilirse neshedilebileceğini söylemiş ve bu âyetin, nesh söz konusu olduğu zaman mutlaka o âyetten sonra, ondan daha hayırlısının veya denginin getirileceğine delâlet ettiğini ifâde ederek, bu âyetin, neshedilenin yerine bir bedelinin mutlaka getirileceği hususunda açık olduğunu söyleyerek delil getirmişlerdir.

Bunlara şu şekilde cevab verilir: Bundan muradın şu olması neden caiz olmasın? "O hükmü gidermek, artık o emre uymakla kulluk etmeyi kaldırmak o vakitte o hükmün devam etmesi durumundan daha hayırlıdır." Sonra bir bedeli inmeksizin âyetlerin neshedildiğine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e fısıltı ile konuşmadan önce sadaka verilmesi hükmünün yerine başka bir hüküm getirilmediği halde neshedilmiş olması delâlet eder (Mücadele, 12. âyetine işaret ediliyor).

İkincisi: Nesheden Hüküm Daha Ağır Olabilir mi?

Bir grub âlim de şöyle demişlerdir: "Daha ağır bir hükmü getirmek bir âyetin neshedilmesi caiz değildir."Bunlar, "Allah'ın, "Ondan daha hayırlısını veya mislini getiririz" buyruğu, nâsih olan âyetin hükmünün daha ağır olmasını nesheder, çünkü daha ağır olan daha hayırlı veya öncekine denk olamaz" diyerek delil getirmişlerdir.

Bunlara şöyle cevab verilir: Âyetteki "daha hayırlısı" ifâdesi ile kastedilen şeyin, âhiret hususunda daha çok sevap kazandıracak olan bir hüküm olması niçin caiz olmasın? Hem sonra böylesi neshin vâki olduğuna, Hak teâlâ'nın, zina eden kadınlar hakkında, evlerinde hapsedilmeleri hükmünü, onlara celde vurulması ve recmedilmeleri hükmü ile; aşure orucunu, Ramazan ayı orucu ile; bazılarına göre namazlar başlangıçta ikişer rekatlı iken, mukim olanlar için bunu dörder rekatlı namaz ile değiştirmesi delâlet eder. Bunu iyice anladığında biz deriz ki: Bir hükmün, daha ağır şekliyle değiştirilmesi (neshi) geçen misallerde vuku bulmuştur. Hükmün, daha hafifi ile neshedilmesi-ne gelince, bu meselâ iddet müddetinin bir yıl iken, dört ay on güne; gece namazlarının vâcib iken, muhayyer bırakılmasına doğru neshedilmesi gibidir. Bir hükmün, dengi bir hükümle neshedilmesi ise, kıblenin Beyt-i Makdis'den Kâ'be'ye çevrilmesi gibidir.

Üçüncüsü: Âyet Hadisle Nesholunur mu? Olunmaz Diyen İmam Şafiî'nin Delilleri Ve Ona İtiraz

Şafii (radıyallahü anh): "Kur'an, mütevatir hadis ile nesholunamaz" demiş ve bu görüşüne bu âyetle istidlal etmiştir.

a) Allahü Teâlâ, neshettiği âyetlere bedel olarak, ondan daha hayırlısını haber vermiştir ki bu O'nun, o âyet cinsinden bir şey getireceğini gösterir. Nitekim birisi: "Ben senden bir elbise alırsam, ondan daha hayırlısını sana getiririm" dediğinde, bu söz onun, elbise cinsinden daha iyi bir elbise getireceğini ifâde eder. Bunun böyle olduğu sabit olunca, mutlaka neshedici şeyin (nâsih'in), neshedilen (mensûh) cinsinden olması gerekir. Binaenaleyh Kur'an'ın cinsi yine Kur'an'dır.

b) Allahü teâlâ'nın: "Ondan daha hayırlısını getiririz" buyurması, bu daha hayırlıyı, yalnız kendisinin getireceğini gösterir. Bu İse, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in getirdiği (söylediği) sünnet değil, Allah'ın kelâmı olan Kur'an'dır.

c) Allahü teâlâ'nın: "Ondan daha hayırlısını getiririz" buyruğu, getirilen (nâsih) şeyin âyetten daha hayırlı olmasını gerektirir. Halbuki sünnet Kur'an'-dan daha hayırlı olamaz.

d) Cenâb-ı Allah: "Bilmiyor musun, Allah herşeye hakkıyla kadirdir" buyurmuştur. Bu, daha hayırlı olanı getirenin, bütün hayırlara gücü yeten zat olduğuna delâlet eder ki o da Allahü teâlâ'dır.

İmam Şafii'nin bu dört görüşünün hepsine toptan şöylece cevab verilebilir: Allahü teâlâ'nın: "Ondan daha hayırlısını getiririz" buyruğundaki bu hayrın, "nâsih" olması icab ettiği hususu âyette yer almaz. Aksine bu daha hayırlı olan şeyin, neshin meydana gelmesinden sonra gerçekleşecek ve nâsihe mugayir (nâsih'ten başka birşey) olması da muhtemeldir. Bu ihtimalin hakikat olduğuna bu âyetin, daha hayırlısını getirmede ilk âyetin neshine dayanmış olması hususunda açık bir ifâde bulunması delâlet eder. Eğer bir âyetin neshedilmesi, bu daha hayırlı olan şeyi getirmeye dayansa idi devr-i fâsid gerekirdi, bu ise bâtıldır. Sonra cumhur (ekseri âlimler) Kur'an'ın hadis ile de neshedilmesinin fiilen vaki olduğunu da söylemişlerdir: Çünkü akbabalara vasiyyette bulunmayı ifâde eden âyet (Bakara, 180), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Dikkat edin, varis olacak kimse lehine vasiyet yapılmaz Ebu Dâvud, Vesâyâ 6 (3/114); Tirmizi, Vesâyâ, 5 (4/433).

Hadisi ile; celde âyeti (Nur, 2), evliler için recm gerektiğini ifâde eden hadîs ile neshedilmiştir.

İmam Şafiî (radıyallahü anh) şöyle cevap vermiştir: "Cumhurun birinci deliline gelince, bu zayıftır. Çünkü, mîrasın vârisin hakkı olması, peygamberin sözünü bu mânada vasiyyete hamletmeye mâni oluyor. Bu sebeble miras âyetinin (Nisa, 11-12), bu vasiyete mâni olduğu sabit olur. Onların ikinci delilleri de zayıftır. Çünkü Hazret-i Ömer (radıyallahü anh): "Yaşlı erkek ile yaşlı kadın (evli erkek ve kadınlar) zina ettikleri zaman, onları mutlaka recmediniz" ifâdesinin Kur'an'dan olduğunu rivayet etmiştir. Buna göre belki de bunda da nesh ancak Kur'an ile olmuştur." Bu konudaki sözün tamamı usûl'ü fıkıh kitaplarında mevcuttur.

Cenâb-ı Allah'ın: "Allah'ın herşeye hakkıyla kadir olduğuna bilmiyor musun?" âyeti, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve diğer insanların, mükellefi, Allah'ın meşîetinin, hükmünün ve hikmetinin altında evirip çevirmeye kadir olduğuna ve Allah'ın irâde ettiği şeyi savuşturup istediği belayı engelleyecek hiç kimsenin olmadığına dikkatlerini çekmektedir.

Mutezilenin Bu Âyetle Kur'an'ın Mahlükiyeline İstidlali Ve Tenkidi

Mû'tezile, Kur'an'ın mahlûk (yaratılmış) olduğuna, Bazı bakımlardan, bu âyette istidlal etmiştir.

a) şayet Allah'ın kelâmı (Kur'an) kadîm (ezelî) olsaydlı nâsin ve mensuhun da ezelî olmaları gerekirdi.Fakat bu imkânsızdır. Çünkü nâsih âyetin mensûhtan sonra olması gerekir. Birşeyden sonra olanın kadîm olması imkânsız olur. Mensûh'a gelince, onun da zail olmuş ve kalkmış sayılması gerekir. Zevali sabit olan şeyin ezelî olması, âlimlerin ittifakıyla imkânsızdır.

b) Âyet, Kur'an'ın bazı âyetlerinin bazı âyetlerinden daha hayırlı olduğuna delâlet ediyor. Böyle olan birşey ise kadîm olamaz.

c) Allahü teâlâ'nın "Allah'ın herşeye hakkıyla kadir olduğunu bilmiyor musun?" sözü, bu âyetten maksadın, O'nun bazı âyetleri neshedip, öncekinin yerine diğer bir şeyi getirmeye kadir olduğunu gösterir. Allah'ın kudreti dahilinde olup tahakkuk etmiş olan herşey muhdes (sonradan olma)dır.

Âlimlerimiz bunlara şöyle cevap vermişlerdir: Birşeyin nâsih ve mensûh olması, lâfız, ibare ve kelimelere arız olan sıfatlardandır. Bu vasıfların sonradan olduklarında herhangibir münakaşa yoktur. Öyleyse niçin, "ibare ve ıstılahların medlulü olan hakiki mânanın muhdes (sonradan) olduğunu" söylüyorsunuz?

Mû'tezile şu şekilde demiştir: "İbare ve kelimelerin mânası olan o mânanın, ilk taallukunun zâti olup yeni bir taallukunun olduğunda şüphe yoktur. Buna göre ilk taalluk muhdestir. Çünkü o zail olup gitmiştir. Halbuki kadim oları şey zail olmaz. Mânanın ikinci olarak taalluk ettiği şey ise hadis (sonradan olma) dır. Çünkü o hiç yok iken meydana çıkmıştır. Halbuki hakiki söz bu taalluklarından ayrılmazlar. Bu taalluklardan ayrılmayan şey ise muhdestir. Muhdesten ayrılmayan şey de muhdestir. O halde muhdese taalluk eden kelâmın da muhdes olması gerekir."

Âlimlerimiz buna şu şekilde cevap vermiştir: Allah'ın kudreti, ezelde âlemin yaratılacağına taalluk etmiştir. Buna göre âlem varlık haline geldiği zaman bu taalluk devam eder mi, etmez mi? Sen bak, eğer "Kadir olanın mevcud olanı icâd etmeye kadir oluşu devam eder" dersen, bu imkânsızdır. Eğer, "Bu taalluk zail olup bitmiştir", dersen, o zaman sizin mânalar ve kelimeler hakkındaki izahınıza göre, Allah'ın kudretinin de hadis (sonradan olma) olması gerekir. Allah'ın ilmi de aynı durumdadır. O'nun ilmi ezelde âlemin olacağına taalluk etmiştir. Buna göre âlem var olunca, eğer ilk taalluk devam ederse bu cehalet olur. Eğer devam etmiyor ise, bu durumda sizin izahınıza göre, ilk taallukun da hadis olması gerekir. Çünkü ilk taalluk kadîm olsaydı zâil olmaz ve bundan sonra meydana gelecek taalluk hadis olurdu. Buna göre Allah'ın âlim oluşu, hadis olan (muhdes olan) taalluklardan ayrılmazdı. Muhdesden ayrılmayan da muhdes olur. O halde, Allah'ın âlim oluşu da muhdes (sonradan olma) dır. Sizin Allah'ın ilmi ve kudreti hususunda vereceğiniz cevaplar, bizim Allah'ın kelâmı hususundaki cevabımızın aynısıdır.

Mâ'dûm (Olmayan) Şey Sayılır mı?

Âlimler Allah'ın: "Allah herşeye hakkıyla kadirdir" ifâdesini, yok olana "şey" denilebileceğine delil gc- tirmişlerdir. Bunun izahı yukarıda geçtiği için tekrar etmeyeceğiz. "Kadîr", fa'il vezninde olup, ismi fail mânasını ifâde eder. Bu vezin mübalağa (ileri seviyeyi) ifâde eden bir vezindir.

106 ﴿