108

"Daha önce Musa'dan talep edildiği gibi, yoksa siz de mi peygamberinizden bazı isteklerde bulunuyorsunuz? Her kim imânı küfürle değiştirirse, muhakkak ki dosdoğru yoldan sapıtmıştir" .

Burada birkaç mesele bulunmaktadır:

“Em” Edatı Hakkında İzahat

(......) harfi, muttasıl ve munkatı olmak üzere iki kısımdır. Muttasıl olan, elifin dengidir. Bu, (......) kelimesinin bir araya getirmiş olduğu manayı dağıtmak içindir; nitekim, edatı da, nün bir araya toplamış olduğunu dağıtır. Sen şöyle dersin: 'Onlardan dilediğine, leyde veya Amr'a vur!" Sen, "onlardan istediğine vur!" "İster Zeyd'e, ister Amr'a!" dersin.Munkatı'a olan, ise, ancak tam bir sözden sonra bulunur. Çünkü bu, elif ve mânalarınadır. Arapların, "Onlar develer midir, yoksa daha doğrusu koyunlar mıdır?" ifâdesi gibi. Araplar sanki böylece, "Daha doğrusu onlar, koyundurlar" demiştir. Allahü Teâlâ'nın: Daha doğrusu onlar, bunu o uydurdu diyorlar" (Hud, 13) âyeti de böyledir. Şair Ahtal, şöyle demiştir:

"Çözlerin sana yalan söyledi; daha doğrusu sen, alacakaranlık vasıtasıyla sevgilin Rebâb'ın hayalini gördün."

Bu Âyetin Muhatapları Kimlerdir?

Alimler, âyetteki muhatap hususunda, birkaç görüş uzere intilâf etmişlerdir:

Bunlar, müslümanlardır. Bu Asâmm, Cübbaî ve Ebû Müslim'in görüşüdür. Bunlar bu görüşlerine bazı deliller getirmişlerdir:

1) Allahü Teâlâ âyetin sonunda: buyurmuştur. Bu söz, ancak mü'minler hakkında doğru olabilir.

2) Hak teâlâ'nın, ifadesi, bir ma'tûfun aleyh'in olmasını gerektirir ki, bu da O'nun: "Hâ'inâ demeyiniz" (Bakara. 104) kavlidir. Buna göre Allah sanki şöyle buyurmuştur:" deyiniz ve dinleyip kabul ediniz; siz emrolunduğunuz gibi mi yaparsınız, yoksa peygamberlerinizden bazı taleplerde mi bulunursunuz?"

3) Müslümanlar Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e öğrenmek gayesiyle, araştırılmasında kendileri için herhangi bir hayır bulunmayan şeyler hakkında soru soruyorlardı. Nitekim yahûdiler de Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm)'dan, araştırılmasında kendileri için herhangi bir hayır bulunmayan hususları soruyorlardı.

4) Müslümanlardan bir grup, kendilerine ait kutsal bir panonun olmasını istemişlerdi. Nitekim müşriklerin de, böyle kutsal panoları bulunuyordu; bu, kendisine taptıkları ve üzerine yiyecek ve içecek şeyleri astıkları bir ağaç idi. Bu, Hazret-i Mûsa'nın kavminin, Hazret-i Mûsa'dan, müşriklerinki gibi kendilerine ilâhlar yapmasını istemesine benziyordu.

b) Bu, Mekkelilere bir hitaptır ki, bu görüş İbn Abbas ve Mücâhidin görüşüdür. Onlar şöyle demiştir: Abdullah ibn Ümeyye el-Mahzûmî, Kureyş'ten müteşekkil bir topluluk içinde bulunduğu hâlde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelerek şöyle demiştir: Ey Muhammed, Allah'a yemin olsun ki, bizim için yerden kaynaklar fışkırtmadıkça. senin hurmalıkların ve üzüm bağların olmadıkça veyahut da senin altından bir evin olmadıkça, ya da gökyüzüne çıkmadıkça sana imân etmeyiz. Biz senin, Allah'tan Abdullah ibn Ümeyye ye, "Muhammed Allah'ın Resulüdür, binaenaleyh O'na uyunuz!" diyen bir kitabı bize getirmediğin sürece, senin semâya yükseldiğine de inanmayız!" Geriye kalanlarsa Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şöyle demiştir: "Eğer buna gücün yetmezse, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın Allah katından kavmine, içinde helâl ve haramın, hadler ve feraizin zikredildiği levhalar getirmesi gibi, kendisinde helâl ve haramın, hadler ve feraizin zikredildiği bir kitabı toptan olarak Allah katından bize getir! İşte ancak bu durumda sana imân ederiz!".

Bunun üzerine Allahü Teâlâ, bu âyeti indirerek, "Yoksa sizler, resulümüz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den size Allah katından âyetler getirmesini mi istemeyi murad ediyorsunuz?" Nitekim, Hazret-i Mûsa ile beraber Tür dağına çıkan yetmiş kişi de, istekte bulunarak, "Allah'ı açıkça bize göster, " demişlerdi.

Mücahid'den, Kureyş'in, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, Safa tepesini kendilerine altın ve gümüş yapmasını istediği; bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de, "Evet, İsrailoğullarına verilen sofra gibi, bu da sizin olsun" dediği, ancak onların bundan kaçınarak, taleplerinden vazgeçtikleri rivayet edilmiştir.

c) Buradaki muhataplar, yahûdilerdir. Bu görüş, en doğru olanıdır. Çünkü bu sûre, Hak teâlâ'nın: "Ey İsrâiloğulları, benim nimetimi hatırlayınız..." (Bakara, 47) âyetinden başlamak üzere, onlardan nakillerde bulunmuş ve onlara karşı deliller ortaya koymuştur. Bunu te'yid eden diğer bir husus ise, âyetin medenî olmasıdır. Keza, buraya kadar sadece yahûdilerden bahsedilmiş, başkalarının zikri geçmemiştir. Öte yandan başka bir husus da, peygambere inananların Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bu kabil soruları neredeyse hiç sormamalarıdır. Zira mü'min, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e böylesi bir soru sorduğu zaman, imâna karşılık küfrü satın almış olur.

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın: buyruğunun zahirinde, sorunun keyfiyetinden öte, onların herhangi bir soru sordukları hususu mevcut değildi. Tam aksine bu hususta, onların soru sorduklarına dair zikretmiş olduğumuz rivayetlere başvurulur. Allah en iyisini bilendir.

Peygamberi Zora Koşmak İçin Mucize Talebi

Bil ki, onların zikretmiş olduğu sual, eğer mu'cize istemek için olursa, bu niye küfür olsun ki? Bir şey hakkında delil istemenin küfür olmadığı malûmdur. Eğer bu soru, hükümlerin neshedilmesi hususunda izah edilen hikmetten ötürü ise, bu da küfür olmaz.

Çünkü melekler, beşeriyetin yaratılması hususundaki hikmeti tafsilâtlı olarak istemişlerdi, fakat kâfir olmamışlardı. Bu sebeple, belki de en evlâ olanın, âyeti, onların Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm)'dan, müşriklerin ilâhları olduğu gibi kendileri için de ilâhlar yapmasını istemelerine hamletmektir. Eğer onlar mu'cize talebinde bulunmuşlarsa, bunu zorluk çıkarmak, cedelleşmek ve işi yokuşa sürmek için istemişlerdir. İşte böyle bir istekten dolayı kâfir olmuşlardır.

Bu âyetin, kendisinden önceki âyetlerle irtibat) konusunda âlimler birkaç vecih zikretmişlerdir:

Âyetin Mâ Kabliyte İrtibatı

a) Cenâb-ı Hak şeriatlarda neshin cevazına hükmettiğinde, muhtemelen onlar, bu hükmün tafsilâtını sorup soruşturuyorlardı. İşte bu sebeple Allahü Teâlâ onları bundan men etmiş ve, Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm)'nın kavminin sormuş oldukları bozuk maksatlı sualleri sormaları yakışmadığı gibi, onların da böyle suallerle meşgul olmalarının uygun olmadığını beyan etmiştir.

b) Geçmiş olan emir ve nehiylerden ötürü Cenâb-ı Hak onlaıa, "Eğer size emretmiş olduğum şeyi kabul etmez ve bana itaat hususunda diretirseniz, siz Hazret-i Musa'dan istenilmesi uygun olmayan şeyi isteyen kimseler gibi olursunuz" demiştir. Bu görüş Ebû Müslim'den nakledilmiştir.

c) Cenâb-ı Hak emredip ve yasaklayınca, O, "Size emrettiğini yapıyor musunuz, yoksa sizden önce Musa'nın kavminin tuttuğu yolu mu izliyorsunuz?" demiştir.

(......) Tabirinin İzahı

(......) demek, yolun tam ortası demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak: "Derken muttali oldu da, onu cehennemin tam ortasında gördü" (Saffat. 55) buyurmuştur. Bundan maksat, gerçekten yolun ortasında bulunmak mânası değil, bir teşbihtir. Bu hususta "vech-i şebeh" de (benzetme yönü) şudur: İmân etmiş olan kimse, kendisini kurtuluşa ve arzuladığı sevâb ve nimetleri elde etmeye götüren bir istikamet üzere hareket etmiş olur. Bu sebeple, küfrü alıp imânı veren kimse, bu istikametten sapmış olur. İşte bundan dolayı da, o kimse hakkında, "O, dümdüz yolun ortasında şaşırdı" denilmiştir.

Âyetin Nüzul Sebebi

108 ﴿