112"Cennete ancak yahûdi veya hristiyan olanlar girecektir, dediler. Bu onların kuruntularıdır. De ki: Eğer, iddianızda doğru iseniz, getirin delilinizi...Evet kim, muhsin olarak özünü Allah'a teslim ederse, işte onun mükâfaatı Rabbi katındadır. Böylelerine bir korku yoktur, onlar hüzünlenmiyeceklerdir de..." . Bu, yahûdilerin hakkı karıştırmalarının ve müslümanların kalblerine şu; he atmalarının dördüncü çeşididir. Bil ki, yahûdiler, hristiyanlar hakkında, "Onlar cennete gireceklerdir" demiyorlar; hristiyanlar da yahûdiler hakkınd "Onlar cennete gireceklerdir" demiyorlar. Binaenaleyh sözü şöyle ayırma gerekir, Cenâb-ı Hak sanki şöyle buyurmuştur; "Yahudiler, cennete ancak yahûdi olanlar girecektir dediler; hristiyanlar de cennete ancak hristiyan olan girecektir dediler." Biz her fırkadan herbirinr diğerini küfre nisbet ettiklerini bilip dururken, sözü başka şekilde takdir mümkün değildir. Bunun bir benzeri Hak teâlâ'nın: "Ya, yahûdi veya hristiyan olunuz, dediler" (Bakara, 135) âyetidir. (......) kelimesi, (......) kelimesinin (......) ve, (......) kelimesinin de, (......) şeklinde çoğul olması gibi, (......) kelimesinin çoğuludur. Buna göre şayet, nasil isim müfred, haber cemî olmak üzere, (......) denilmiştir denilirse, biz deriz ki: "İsim, kelimesinin lâfzına; haber de, (......)'in mânasına hamledilmiştir. Bu Hasan el-Basri'nin: "Ancak, cehenneme yaslananlar hariç" (Saffat, 163) kıraatinde olduğu gibidir. Ubeyy ibn Ka'b ise (......) şeklinde okumuştur. Allahü Teâlâ'nın: "Bu, onların kuruntularıdır " buyruğuna gelince, bu onların temenni ettiği şeylerdir, demektir. Sonra onlar bunu çok fazla arzuladıkları için, kendileri bakımından bizatihi bir hak olarak kabul etmişlerdir. Şayet, "Onların, demeleri tek bir arzuyu ifâde ederken, niçin Cenâb-ı Hak, cemî şeklinde olmak üzere, (......) buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki bununla önceki arzularına da işaret edilmiştir. Bu da onların, mü'minlere Rableri katından herhangi bir hayrın indirilmemesi, onların yeniden küfre dönmelerini istemeleri ve cennete kendilerinden başkalarının girmemelerini arzulamalarıdır. Bu izaha göre âyetin takdiri, "Bu batıl kuruntular, onların arzuladıkları şeylerdir" demektir. Hak teâlâ'nın, sözü (mâna bakımından) Allah'ın: sözüne bitişiktir. ifâdesi ise, bir ara cümledir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Zeki kimse, nefsini terbiye edip ölümden sonrası için çalışan kimsedir. Aciz ise, nefsini nevasının peşine takıp, Allah hakkında (kendileri için) bâtıl şeyler tasavvur edendir' Tirmizî, Kıyamet. 25 (4/638). Hazret-i Ali (radıyallahü anh) de"Kuruntularına güvenme, çünkü bunlar aslı çıkmayan, yalancı emtia gibidirler" demiştir. Cenâb-ı Hakk'ın: "Deki: Delillerinizi getirin" âyetine gelince, bunda bazı meseleler vardır: (......) kelimesi, (hazır et, getir) mânasında olan, gibi bir sestir. Âyet, bir şey iddia eden kimsenin, ister birşeyi ispat etmek.isterse nefyetmek istesin, mutlaka bir delilinin bulunması gerektiğini gösterir. Bu ise, taklit ile hükmetmenin yanlış olduğunu gösteren en doğru delillerdendir. Nitekim şair şöyle demiştir: "Şahidsiz bir şey iddia eden kimsenin iddiası, mutlaka geçersiz kılınır." Cenâb-ı Hakk'ın, (......) ifâdesine gelince, bu hususta bazı izahlar vardır. a) Bu ifâde, yahûdilerin, kendilerinden başkasının cennete gırmeyeceğ iddiasının aksini isbat içindir. b) Allahü Teâlâ, yahûdilerin delilleri olmadığını ortaya koyunca, özünü Allah'a teslim etmiş kimselerin delilinin olabileceğini isbat etmiştir. c) Onlara sanki şöyle denilmiştir: Siz, bu hâl üzere olduğunuz sürece cenneti elde edemezsiniz. Ama. yolunuzu değiştirir, özünüzü Allah'a testim ede ve iyilikte bulunursanız sizin için cennet vardır. Bu, onları İslâm'a arzulandırma, üzerinde bulundukları halden vazgeçerek bu yola dönmeleri için, onlarır durumunun cennete gireceklerin durumundan farklı olduğuna bir açıklama olur. O ifâdesinin mânasına gelince, bu nefsi Allah'ın itaatine teslim etmek demektir. İfâdede özellikle, birçok sebepten dolayı (yüz, zât, öz) sözü zikredilmiştir. 1) Yüz, duyguların, düşüncelerin ve hayallerin kaynağı olması bakımından, uzuvların en şereflisidir. Uzuvların en şereflisi Allah'a itaat edince, onun dışındakilerin itaati daha evlâdır. 2) "Yüz" kelimesiyle, bazan "zât" ifâde edilir. Nitekim Cenâb-ı Hak: "zâtı hariç, her şey yok olucudur" (Kasas, 88): ve "Ancak yüce Rabbinin zâtını istemek..." (Leyl, 20) buyurmuştur. 3) İbâdetlerin en büyüğü secdedir, ki bu da ancak "yüz" vasıtasıyla ifâ edilir. İşte bu sebepten dolayı, özellikle "yüz" kelimesi zikredilmiştir. İşte bundan ötürüdür ki, Zeyd İbn Amr İbn Nufeyl: "Özümü, ağır kayaları taşıyan yeryüzünün kendisine inkiyâd ettiği zata teslim ettim. Özümü tatlı, akıcı ve buz gibi sulan yüklenmiş olan bulutun kendisine boyun eğdiği zâta teslim ettim" demiştir. Böylece kişi, nefsini bezlederek onu bu işe vermiştir. Allah, ayetinde, sözünü zikredip bununla bir "şeyin kendisini" kastetmiştir. Bu da ancak boyun eğmek, mütevazi olmak, Allah'a itaat hususunda nefsin arzularını kırmak ve onun günah işlemesinden kaçınmakla olur ifâdesinin mânası ise, kendisine hiçbir şirk bulaşmamış olduğu halde, sırf Allah için demektir. Böylece kişi, Allah'la beraber bir başkasına ibadet etmiş ve ümidini Allah'tan başkasına bağlamış olmaz. Bu ifâdede, kişinin ameliyle, onu ancak, ihlâs ve ibadet hususunda Allah için bir ibadet tarzında yaptığı zaman faydalanabileceği hususuna bir delâlet bulunmaktadır. Ayetteki İhsan, Korku ve Hüzün Olmama Kavramlarının Tahlili Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğunun mânası, "Onun Allah'a karşı ibadet ve tevazuunun, kötü bir fiille değil, güzel bir fiille, olması gerekir" demektir. Çünkü Hindularda Allah'a karşı mütevazî olurlar, ama bu teyazûlarını kötü fiillerle ifâde ederler, ifâdesi, cümledeki yer bakımından, hal ifâde eder. Bu senin tıpkı, "Falanca, binitli olduğu halde geldi" demen gibidir. Bu aynen, demektir, Sonra Cenâb-ı Hak, bu iki hususiyeti bir arada bulunduran kimseye, katında mükâfaat olduğunu beyan etmiştir. Bu mükâfaattan maksat, onun büyük ecridir. Sonra bu nimetlerle beraber, onlara korku ve hüznün arız olmayacağını beyan buyurmuştur. Korkuya gelince, bu istikbâle aittir. Hüzün ise, bazan hâlde, bazan de geçmişe ve bazan de geleceğe ait olur. Bu şekilde Cenâb-ı Hak bu iki husus (yani korku ve hüznün olmaması) ile saadetin sonsuzluğuna dikkat çekmiştir. Çünkü büyük nimet devamlı ve çok korkudan ve hüzünden de uzak olup kişi elde ettiğine veya elde edemediklerine üzülmeyip, içinde bulunduğu halin sona ermesinden ve değişmesinden korkmayınca, işte o zaman nimet zirveye ulaşmış olur. İşte bu ifâdede, bu yola teşvik ve daha önce zikredilmiş olan ve bu yolun zıddı olan kâfirlerin yolun dan bir sakındırma mevcuttur. Bil ki Allahü teâlâ ilk önce zamirleri müfred söyleyip, sonra da cemî olarak getirmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın şu ayetleri de, ifâde bakımından tıpkı bunun gibidir. Cenâb-ı Hak önce: "Göklerde nice melekler vardır..." (Necm, 26) buyurmuştur, bundan sonra da "Onların şefeâtleri..." (Necm, 26) buyurmuştur; yine Allahü Teâlâ, bir yerde, "Onlardan seni dinleyen vardır"(Enâm, 25)buyurmuştur, bir başka yerde de, "Sana kulak verirler" (Yunus, 42) buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak: "Onlardan seni dinleyen vardır. Senin yanından çıktıkları zaman..." (Muhammed 16) buyurmuştur. Cenab-ı Hak ayette, "çıktılar" buyurmuş, fakat (çıktı) dememiştir. Bil ki biz, Cenâb-ı Hakk'ın: buyruğunu ihlâs diye tefsir edince, burada İhlasın hakikatinden bahsetmemiz uygun olacak. Bunun izahı ise, ancak birkaç mesele altında yapılabilir. Birinci mesele niyetin fazileti hakkındadır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ameller ancak niyetlere göredir" buyurmuştur. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Muhakkak ki Allah sizin şekillerinize ve amellerinize bakmaz. Allah ancak sizin kalblerinize ve niyetlerinize bakar!" Müslim, Birr, 34 (4/1987); İbn Mâce, Zühd 9(3/1288). buyurmuştur. İsrâilî haberlerin birisinde anlatıldığına göre bir adam, ıssız bir çölde eğri büğrü bir kum yığınına rastlamış ve kendi kendine şöyle demiş: Bu kum yığını şayet yiyecek olsaydı, onu insanlara taksim ederdim!.. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak onların peygamberine şöyle vahyeder: "Ona de ki, Allah senin sadakanı kabul etti, güzel niyyetini şükranla karşıladı ve sana, şayet kum yığını yiyecek olsaydı, sen de onu tasadduk etseydin, elde edecek olduğun sevabın aynısını verdi." İnsan yaptığı fiillerde bir fayda temini veya bir zararı savuşturmanın bulunduğunu bilip veya zannedip yahut da böyle olduğuna inandığı zaman, onun kalbinde o fiile karşı bir temayül ve istek belirir. Bu, bir şeyin varlığını yokluğuna tercih etmeyi gerektiren bir sıfattır ki, irâdedir. Bu İrade de, niyyettir. Kişiyi bu niyyete sevkeden sebep ise, bu ilim veya bu zan veyahut da bu itikâddır. Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki, bir fiile sevkeden sebep ya bir veya iki saik olur. İkinci duruma göre, bu iki sebepten her biri sevketme hususunde ya müstakildir veyahut da bu iki sebep müstakil değildir. Veya, bu ikisinden biri müstakil, diğeri ise müstakil değildir. İşte bu dört kısımdır: a) Sevkeden sebebin tek olması.. Bir insana yırtıcı bir hayvan hücum etti ğinde insan o hayvanı gördüğü zaman yterinden fırlar. Onu kalkmaya şevke den şey, kaçmasında bir faydanın, kaçmamasında ise bir zararın bulunduğuna inanmış olmasıdır. İşte bu tek sebep, bunun gibidir. İşte bu niyyet halis; bunun gereği ile amel etmek de ihlâs olarak isimlendirilir. b) Bir fiilde, iki müstakil sebebin bulunmasıdır. Nitekim, bir insandan, fakir bir dostunun ihtiyacını karşılamasını istediğinde, o da bu ihtiyacı, o kimse arkadaşı olduğu için ve fakir olduğu için karşılar. Bu iki sebepten herbiri tek olarak bulunsaydı, ihtiyacın giderilmesini istemede müstakil sebep olurlardı. Buna sebeplerin uyuşması (Muvâfakatü'l-Bâis) denir. c) Eğer bu sebepler tek tek bulunsaydılar, herbiri müstakil (bağımsız) olmazdı. Ancak bunlar hep beraber bulunurlarsa müstakil bir sebep olurlar. Buna da "müşareket" denir. d) Bu iki sebepten herbiri müstakil olup, diğerinin onu takviye edici olmasıdır. Meselâ, insan pekçok taatta bulunmuş ve o taatlan edâ ederken, bir grup insan onu görmüş olabilir. Böylece bu fiil ona, insanların görmelerinden dolayı daha kolay gelir. İşte bunun ismi da "muavenet" tir. Mû'minin Niyeti Amelinden Hayırlıdır" Hadisinin Şerhi Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Mü'minin niyeti amelinden hayırlidır" Taberanî, (Kaşfu'l-Haîa. 2/324). hadisinin izahı hakkındadır. Alimler bu hususta birkaç açıklamada bulunmuşlardır: a) Niyet gizli, amel ise aşikârdır. Gizlide itaat etmek, açıkta itaat etmekten daha efdaldir. Bu tutarlı bir izah değildir. Çünkü bu namazın niyetinin bizzat namazdan daha hayırlı olmasını gerektirir. b) Niyet amelin (ibadetin) bitişine kadar sürer. Ameller ise devam etmez. Devamlı olan, devamlı olmayandan daha hayırlıdır. Bu da tutarlı bir açıklama değildir. Çünkü bu, çok amelin az amelden daha hayırlı olduğu manasma gelir. Yine namaz ibâdetinin niyeti birkaç saniyede olur. Halbuki ameller devam eder. c) Tek başına niyet, tek başına olan amelden (niyetsiz amelden) daha hayırlıdır. Bu görüş de zayıftır. Çünkü niyetsiz amelde hiç hayır yoktur. Hayırlı olma hususunda müşterek olan şeyler arasında tercih yapılabilir. d) Hayırdan murad, daha efdal olanı tesbit etmek değil, aksine bundan murad şudur: Niyet, amellerden doğan hayırlardan daha hayırlıdır. Bu görüş de zayıftır. Çünkü hadîsi bu manada almak, açık olan bir manayı izah etmeye kalkmaktan başka birşey ifâde etmez. Hadîsin izahı hususunda en güzel vecih, şöyle denilmesidir: Niyet her türlü gevşeklikten uzak olmadığı müddetçe, kesin olmaz. Gevşekliklerden uzak olunca, bir mâni olmazsa, niyetin peşinden o fiilin yapılması vacib olur. Durum böyle olunca niyetin fiilden kesin olarak ayrılmadığı sabit olur. İşte bu sebepten dolayı niyetin amelden daha efdal olduğu söylenmiştir. Bupu birkaç yönden izah edebiliriz: 1) Amellerin hepsinde maksad, marifetullah ile kalbi nurlandınp, Allah'-dan başka herşeyden temizlemektir. Niyet, kalbin sıfatıdır, fiil ise kalbin sıfatı değildir. Kalbte, kalbin sıfatının tesiri, azaların sıfatının tesirinden daha güçlüdür. Bu sebeple mü'minin niyeti hiç şüphe yok ki amelinden daha hayırlıdır. 2) Niyetin amelleri, Allah'a taat ve inkîyâd olsun diye meydana getirmeye kastetmekten başka bir manası yoktur. Ameller, tekrarı ile hatırda tutma devam etsin diye yapılır. Binaenaleyh kalbte mevcud olan, zikir ve niyet, amele nisbetle, sebebe nisbetle gaye gibidir. Gaye şüphesiz sebepten daha şereflidir. 3) Kalb, bedenden daha şereflidir. Bu sebeple kalbin fiili bedenin fiilinden daha şerefli olur. Binaenaleyh niyet amelden daha üstün olur. Niyeti Şümûllendirmekle Sevabı Artırma Yolları Bil ki ameller üç kısımdır: Taat olanlar, isyan sayılanlar ve mubah olanlar. a) Günahlar, nıyyet sebebiyle günah olmaktan çıkmaz. Bu sebeple cahil, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in: "Ameller ancak niyetlere göredir" Buhâri'nin ilk hadisinden bir cümle. hadisinin niyet sebebiyle günahın taata dönüştüreceğini sanmasın. Meselâ başkasının malından bir fakire yedirmek ve haram maldan bir cami yaptırmak gibi... b) Taat olan fiiller, fiilin aslında ve fazilet bakımından niyetlere bağlıdır. Fiilin aslında bunun niyete bağlı olması, kişinin taat ile Allah'a ibâdet etmeye niyet etmesidir. Buna göre eğer insan riyaya (gösteriş) niyet ederse, bu taat değil, masıyet (günah) olur. Bunun fazilet bakımından niyete bağlı olması, çoğalmasıyla sevapların çoğalmasıdır. Nitekim mescidde oturup pekçok niyetler eden kimsenin durumu da böyledir. Mesela: 1) Bir kimse mescidin Allah'ın evi olduğuna inantr ve orada bulunmakle Mevlâsını ziyaret niyeti besler. Hazret-i Peygamer (sallallahü aleyhi ve sellem) de bu manada şöyle buyurmuştur: "Mescidde oturan kimse, Allah'ı ziyaret etmiş olur. Ziyaret edilen zatın, ziyaretçisine ikram etmesi gerekir." 2) Bu kimse, namazından sonra diğer namazı bekler. Bu bekleyiş hali namazda olan kimsenin halt gibidir. 3) Bu kimse, gözünü, kulağını ve diğer azalarını uygun olmayan işlerden çekmiştir. Çünkü itikâf, "men etmek" demektir. Men etmek de oruç manasınadır. Bu hal bir nevi ibadet maksadıyla inzivaya çekilmektir. İşte bu sebepten ötürü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ümmetimin ruhbanlığı, mescidlerde oturmalarıdır" buyurmuştur. 4) Bu kimse, kalbini ve gönlünü tamamıyla Allah'a çevirmiştir. 5) Bu kimse, Allah'dan başkasını kalbinden atmıştır. 6) Bu kimse, bir ilmi söylemeye, bir mâ'rufu (iyiliği) emretmeye veya bir münkerden nehyetmeye niyet etmiştir. 7) Bu kimse Allah için, bir kardeş edinmeyi istemiştir. Çünkü bu din ehlinin ganimetidir. 8) Bu kimse, Allah'dan utandığı için günahları terketmiştir. İşte niyeti çoğaltmanın yollan bunlardır. Diğer taatleri de buna kıyas et. c) Mubahlar: Hiçbir mubah yoktur ki güzel ibâdet olmasına sebep olacak bir veya birkaç niyet taşımasın. Bunun farkında olmayan ve o mubah fiilleri ibâdete çeviremeyen kimsenin zararı ne büyüktür. Bir hadiste şöyle vârid olmuştur: "Allah rızası için koku sürünen kimse kıyamet gününde, miskten daha güzel koktuğu hâlde gelir. Allah'ın rızası dışında koku sürünen kimse de kıyamet gününde, leşten daha pis kokarak gelir." Eğer, "Bu niyetin nasıl olduğunu bana izah et" dersen, bil ki: Koku sürünmekten maksad dünya lezzetlerine ulaşmak veya malının çokluğu ile övündüğünü ortaya koymak veyahut insanlara gösteriş yapmak veyahut da bununla kadınların kalblerini çalmak olursa, bütün bu niyetlerle koku sürünmek günahtır. Eğer koku sürünmekten insanın maksadı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sünnetini ifâ etmek, Allah'ın kullarına eziyet verecek kokuları bertaraf etmek ve mescide saygısını ifâde etmek olursa, bu tam manasıyla bir ibâdet sayılır. Bunu iyice anladınsa, diğer mubah fiilleri buna kıyas et. Bu hususta kaide şudur: Yaptığın her bir şeyi Allah rızası için yaparsan, bu gerçekten ibâdettir. Allah'dan başkasının rızası için her ne yaparsan, helâl olanından hesaba çekilir, haram olanından azab görürsün. Bil ki cahil kimse, niyetin gerekli olduğu hususundaki aklî ve naklî izahları dinleyince, eğitimi ve ticareti esnasında, "Allah için okumaya. Allah için ticaret yapmaya niyet ettim" der ve bunun tam bir niyet olduğunu sanır. Heyhat! Bu, onun içindeki bir kuruntu ve dilinin söylediği bir sözdür. Niyet bütün bunlardan uzaktır. Niyet ancak nefsin ya dünyevi ya uhrevi olarak kendisinde maksûdunun açıkça bulunduğunu anladığı şeye meyletmesidir. Bu meyil olmadığı zaman insan, o fiili yapamaz. Bu tıpkı doyan kimsenin, "Yemek yemeye arzu duymaya niyet ettim" demesi veya hanımıy-la işini bitiren kimsenin, "Ben sevişmeye niyet ettim" demesi gibidir. Hatta bir şeye temayül etmenin yolu bile, ancak bu meylin sebeplerini elde etmekle mümkün olur. Bu sebepler de ancak o işteki menfaatleri bilmekle elde edilir. Sonra bu bilgi o meyil ve temayülü, kalb diğer meşguliyetlerden hâlî olursa, o zaman meydana getirebilir. Cinsî arzu galebe çalıp da, insan çocuk hususunda ne uhrevî, ne dünyevî sağlam bir maksada inanmaz ise; o kimsenin çocuğu olması niyetiyle cinsi münasebette bulunması mümkün olmaz. Aksine o şehveti teskin etmek niyetiyle yapılmış olur. Çünkü niyet, sebebi meydana getirmektir. Sebeb ise, bu hadisede, şehvetten başka birşey değildir. O halde o, çocuğu olmasına nasıl niyet edebilir? Böylece niyetin, dil ile veya kalb ile söylemekten ibaret olmayıp, aksine bu meylin meydana gelmesinden ibaret olduğu ortaya çıkmış olur. Bu ise gayba bağlı bir iş olup, bazan kolayca meydana getir, bazan ise meydana gelmesi imkânsız olur. Mükâfaatin Nevi Niyete Göre Değişik Olur Bil ki ibadetlerde insanların niyetleri çeşit çeşittir. Bazı insanların amelleri korku sebebiyle olur. Bu, insanın cehennemden korkmasıdır. Bazı, insanların ameli ise ümid sebebiyle olur. Bu, insanın cennete ulaşma ümîdidir. Cenneti elde etmek için çalışan kimse kötü işçi gibi, karnını doyurmak ve şehvetini gidermek için çalışmıştır. Bunun derecesi, ahmak insan derecesidir. Ama gerçek akıl sahiblerinin ibâdetine gelince, onlar Allah'ın celâlini sevdikleri için, ibâdetleri Allah'ı zikir ve O'nu tefekkür maksadından başka bir gaye taşımaz. Bunların diğer amelleri, sadece bu zikir ve fikiri te'kid içindir. Bu kimseler: "Rablerinin rızası için sabah aksam ibâdet edenlerdir" (Kehf, 28). İnsanların mükâfaatları niyetlerine göredir. Binaenaleyh mukarrebler Allah'ın zâtını seyretmekle nimetlenecekler. Cennet nimetleri ile mükâfaatlandırılanların şerefi, mukarreblerin makamı ile nimetlendirilenlerin şerefine nisbetle, Na'im cennetlerinin Cenâb-ı Hakk'ın zâtına nisbeti gibidir. |
﴾ 112 ﴿