115"Doğu da, batı da Allah'ındır. Onun için nereye dönersen, Allah'ın yüzü (kıblesi) oradadır. Şüphe yok ki Allah vâsî ve hakkıyla bilicidir' . Bil ki bu ayette bazı mes'elefer vardır; Bakara, 115 Âyetinin Nüzul Sebebi: Alimler bu âyetin sebeb-i nüzulü hususunda ihtilâf etmişlerdir. Önemli olan husus şudur: Ekseri âlimer bu âyetin, namazla ilgili bir hadiseden dolayı nazil olduğunu iddia etmişlerdir. Bazı âlimler ise bu âyetin, namazla ilgili olmayan bir hâdiseden dolayı nazil olduğunu ileri sürmüşlerdir. Birinci görüş, şu iki bakımdan daha kuvvetlidir: a) Bu, bütün sahabe ve tabiinden rivayet edilen görüştür. Selef-i Salihin'-in sözleri ise dinde hüccet kabul edilir. b) Allahü teâlâ'nın: "Nereye dönersen" sözünün zahiri, namazda kıbleye yönelmeyi ifâde eder. İşte bu sebebten dolayı, Allah'ın: "Yüzlerinizi... çevirin" (Bakara. 144) âyetinden de ancak bu mâna anlaşılır. Âyetin Kıble Hakkında Olduğu Görüşü Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz deriz ki: Bu görüşte olanlar da birkaç şekilde kendi aralarında ihtilâf etmişlerdir: 1) Allahü teâlâ bu âyetle, mü'minlerin Beyt-i Makdis'e yönelmeyi bırakıp Ka'be'ye dönmelerini istemiştir. Böylece Hak teâlâ, doğunun, batının ve bütün yön ile tarafların kendisinin mülkü ve yarattığı şeyler olduğunu beyân etmiştir. Binâenaleyh Allah'ın yönelmenizi emrettiği yer kıbledir. Çünkü kıble, zatından dolayı kıble olmamıştır. Aksine Allah onu kıble tayin ettiği için kıble olmuştur. Binaenaleyh eğer Allah Ka'be'yi kıble yapmış ise bunu kabul etmemezlik etmeyin. Zira Allahü teâlâ kullarını dilediği gibi yönetir. O, rahmeti geniş olan ve kullarının menfaatlerini daha iyi bilendir. Cenâb-ı Allah bu hususu, sanki kıblenin neshedilip bir taraftan diğer tarafa değiştirilebileceğini beyân etmek için zikretmiştir. Böylece bu âyet, Allah'ın kıbleyi değiştirme hususundaki muradının bir mukaddimesi (hazırlaması) olmuş olur. 2) Kıble Beyt-i Makdis tarafından çevrilince, yahûdiler bunu hoş karşılamamışlardır. İşte bunun üzerine, yahûdilerin görüşünü reddetmek için bu âyet inmiştir. Bu, Abdullah b. Abbas (radıyallahü anh)'ın görüşüdür. Bu âyet, aynen şu âyet gibi: "De ki "Doğu da batı da Allah'ındır. O dilediğini, -dosdoğru yola hidayet eder" (Bakara, 142). 3) Ebû Müslim'in görüşüdür. Ona göre, yahûdi ve hristiyanlardan her biri cennetin başkalarına değil kendilerine ait olduğunu iddia etmişler de bunun üzerine, Allahü teâlâ bu âyet ile onları reddetmiştir. Çünkü yahûdiler, Allah'ın oradaki kayanın üzerinden göğe yükseldiğine inandıkları için, kıble olarak ancak Beyt-i Makdis'e; hristiyanlar da, Allah'ın: "Kîtap'ta Meryem'i de an. Hani o, ailesinden ayrılıp doğu tarafta bir yere çekilmişti" (Meryem, 17) âyetinde de naklettiği gibi, Hazret-i İsâ (aleyhisselâm) sadece doğuda doğduğu için kıble olarak o tarafa yönelmişlerdir. Buna göre bu iki din sahiplerinden herbiri, mâbudlarının bir mekâna hulul ettiğine inanmışlardır. Mekâna hulul etmiş olan bir varlık ise, yaratıcı değil mahlûktur. Onlar Hafik ile mahlûku birbirinden ayıramazken, nasıl olur da cennet sırf kendilerinin olabilir? 4) Bir kısım âlimler şöyle demişlerdir: Allahü Teâlâ, bu âyet ile, istediği bir yöne yönelme hususunda insanları serbest bırakmak suretiyle, Beyt-i Makdis'e yönelmelerini neshetmiştir. Buna göre, müslümanların, namazda istedikleri yöne dönebilecekleri ortaya çıkmıştır. Ne var ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de dilediği bir yöne dönme imkânı olduğu halde O, yine Beyt-i Makdis'e dönmeyi tercih ediyordu. Sonra Allahü teâlâ, bu hususu da kıble olarak bizzat Ka'be'yi tâyin etmekle neshetmiştir. Bu, Katâde ve İbn Zeyd'in görüşüdür. 5) Âyetten maksad, Ka'be'yi görmekte olan kimselerdir. Buna göre, bu durumda olan kimsenin Ka'be'nin istediği yönüne dönmesi caizdir. 6) Abdullah b. Âmir b. Rebi'a'nın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Biz, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte, karanlık bir gecede, savaşta idik. Dolayısıyla kıble yönünü tâyin edemedik. Bu sebeble, herbirimiz önüne rastlayan bir taşı kıblesi kabul etti. Sonra herbirimiz namazını kıldı. Sabah olunca kıbleye yönelmeden namaz kılmış olduğumuzu anladık. Durumu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e haber verince, Allahü teâlâ işte bu âyeti indirdi." Bu hadis, onların o esnada Ka'be'ye dönderilmiş olduklarını gösterir. Çünkü savaş Beyt-i Makdis'in kıble oluşu neshedildikten ve hicretten sonra farz kılınmıştır. 7) Âyet, bineğinin yöneldiği tarafa doğru, bineğinin üzerinde nafile namaz kılmakta olan yolcu hakkında nazil olmuştur. Sa'id b. Cübeyr'in İbn Ömer (ra)'den rivayet ettiğine göre, o şöyle demiştir: "Bu âyet, yolculukta bineğinin istediği yöne dönen ve bineğin üzerinde namaz kılan kimse hakkında nazil olmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem). Mekke'den döndüğünde, bineğinin üzerinde, başı ile imâ ederek Medine'ye doğru nafile namaz kılmış idi." Buna göre "nereye yönelirseniz, " âyetinin mânası, "yolculukta nafile namaz kılarken, yüzünüzü nereye çevirirseniz Allah'ın yüzü (kıblesi) oradadır. İstediğinize ulaşmış olursunuz. Şüphesiz Allah lütfü geniş ve zengin olandır. Bu hususta size ruhsat vermesi de onun fazlının geniş oluşundan ve zenginliğindendir. Bu gibi durumlarda, şayet o, kıbleye yönelmenizi farz kılsaydı, şu iki zarardan arkadaşlarınızdan ayrılmanız... Farz namazlar böyle değildir. Çünkü bunlar vakitleri belli ve sınırlı olan namazlardır. Buna göre onları edâ ederken, bineklerinizden inmenizi ve farz namazlarda kıbleye yönelmenizi farz kılmak herhangi bir güçlüğe götürmez. Nafile namazlar böyle değildir. Çünkü bunların vakti sınırlı değildir. Bu durumda kıbleye yönelmenizi teklif etmek bir güçlüğe götürür" demektir. Eğer, "Bu görüşlerden hangisi doğruya daha yakındır?" denilirse, deriz ki: "Allahü teâlâ'nın, buyruğu bir muhayyerliği imâ eder. Muhayyer (serbest) bırakmak ise ancak iki hususta olur. a) Binek üzerinde nafile namaz kılma hususunda; b) Karanlık vb. sebeblerden dolayı, yolculukta kıbleyi tayin etmede ictihâd etmek imkânsız olunca. Çünkü bu iki durumda, namaz kılan muhayyer olur. Bunların dışındaki hallerde ise muhayyerlik söz konusu değildir" Allahü teâlâ, bu âyetle mükellefleri istedikleri yöne dönmede serbest bırakmıştır. "Müslümanlar Beyt-i Makdis'i şart olduğu için değil, efdal ve evlâ olduğu için, tercih etmişlerdir" diyenlerin görüşü, uzak bir ihtimaldir. Çünkü Ka'be'ye döndürülmezden önce, Beyt-i Makdis'in şeriatta önemli bir mevkii olduğunda bir ihtilâf yoktur. Eğer durum bu görüşte olanların dediği gibi olsaydı, böyle bir şerefli mevkii olmamış olurdu. Yine şöyle denilmesi gerekirdi: Beyt-i Makdis, Ka'be'nin kıble olmasıyla neshedilmiştir. Bu delil, âyetin üçüncü ve dördüncü görüşe hamledilmesini gerektirir. Âyeti birinci görüşe hamledenlerin ise şöyle demeleri gerekir: "Kıble değiştirilince, yahûdiler, hem Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hem de mü'minlerin daha önce Beyt-i Makdis'e yönelmiş olarak kıldıkları namazlar hakkında ileri geri konuşmaya başladılar. Allahü teâlâ da bu âyetle, o vakitte o kıbleye yönelmenin, bu vakitte ise Ka'be'ye yönelmenin doğru olduğunu beyân ederek, onların bu iki kıbleden herbirine yönelişlerinin izinle olduğunu ve o yönde Allah'ın kıblesinin olduğunu açıklamıştır. Bu görüşte olanlar, âyeti bu mânaya hamletmenin daha evlâ olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu her namaz kılanı içine alır. Âyet birinci görüşe hamledilirse umûmî olmaz. Çünkü o zaman, farzları değil, sadece nafile namazları ve mukim olanların namazını değil, husûsi bir durumda olan yolcuların namazını içine alır. Umûmî bir lafzı, umûmî mânasına hamletmek mümkün olduğu zaman, böyle yapmak onu tahsis etmekten daha uygundur. Bu konuda söylenecek son söz şudur: Bu te'vile göre, mutlaka birtakım kayıtar koymak gerekir. Bu da, âyetin tefsiri hususunda şöyle denilmesidir: "Emredildiğiniz yönlerden hangisine dönerseniz, Allah'ın kıblesi orasıdır." Fakat böyle bir takdir, her halükârda gerekmektedir. Çünkü Hak teâlâ'nın: "Kendi arzunuza göre nereye dönseniz, Allah'ın kıblesi orasıdır" demesi imkânsızdır. Öyle ise, bizim zikrettiğimiz takdirin mutlaka yapılması gerekir. Durum böyle olunca, muhayyer bırakma yolu ortadan kalkmış olur. Bunun bir benzeri de içimizden birisinin, birbirine bağlı birçok işleri çocuğuna emretmiş iken, ona yönelip, "Nasıl hareket edersen, rızama uymuş olursun" demesidir. Bu durumda, onun bu sözü, çocuğuna sıkıştırma veya serbest bırakma gibi, emrettiği üslublara göre bir emir mânasında anlaşılır. Bu söz, mutlak muhayyer bırakma mânasına hamledilemez. İşte burada da böyledir. Namaz ve Kıble İle İlgili Olmadığı Görüşü İkinci görüş, bu âyetin namazın dışında bir hâdise sebebiyle nazil olduğunu iddia edenlerin görüşüdür. Bunların da bazı izahları vardır. a) Âyetin mânası şudur: Kendisinde ismimin anılmasına manî olmaları ve oraların harab edilmesine gayret etmeleri sebebiyle, mescidlerime engel olarak zâlim olan şu kimseler için şöyle şöyle cezalar vardır. Hem onlar benden ve benim hükümranlığımdan kaçarak nereye yönelirlerse yönelsinler, muhakkak benim hükümranlığım onların yakasına yapışacak ve, benim kudretim onları aşacaktır. Ben onları bilirim, oldukları yer bana gizli değildir." Âyetin böyle anlaşılmasında, günahlardan sakındırma ve onları işlemeden insanları alıkoyma vardır. Allahü teâlâ'nın: "Hiç şüphesiz Allah vâsî ve âlimdir" buyruğu tıpkı, "Göklerin ve yerin bucaklarından geçip gitmeye gücünüz yetiyorsa, haydi geçin. Fakat bir kudret olmadıkça asla geçemezsiniz" (Rahman. 33) â.yeti gibidir. Buna göre âyetten maksad, Allah'ın ilminin genişliğidir. Bu da Allah'ın: “nerede olursanız olun, sizin yanınızdadır (Hadid. 4), "Üç kişinin bir gizli konuşması olsa, muhakkak O (Allah) onların dördüncüsüdür" (Mücâdele, 7); "Ey Rabbimiz, sen herşeyi rahmetin ve ilminle kuşattın" (Mü'min, 7); ve, "O (Allah) herşeyi ilmen kuşattı" (Tâhâ, 98) âyetlerinin bir benzeridir. Yani Allah ilmiyle, idaresiyle, kuşatmasıyla ve herşeye üstün oluşu ile bütün varlıkları kaplamıştır. b) Katâde şöyle demiştir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuştur ki: "Kardeşiniz Necâşî öldü. Onun için cenaze namazı kılın" Müslim, Cenâiz, 66-67 (2/657); Tirmizi, Cenâiz. 48 (3/357); Müsned. 2/241. Ashab da: "Müslüman olmayan bir kimse için cenaze namazı mı kılalım?" dediler. Bunun üzerine şu âyet nazil oldu: "Hakikaten Ehl-i Kîtab arasında Allah'a ve hem size hem de kendilerine indirilene, Allah'a saygı göstererek inanan kimseler vardır. Onlar Allah'ın âyetlerini verip az bir pahayı almazlar. İşte onlar öyledir. Onlara Rableri yanında ecirler vardır. Muhakkak ki Allah hesabı çabuk görendir" (Al-i imran. 199). Sahabe, "O, kıblenin dışındaki yönlere doğru namaz kılıyordu" dediler. O zaman da Hak teâlâ, âyetini indirdi. Buna göre âyetin mânası, "Doğu, batı ve bunlar arasında kalan milletlerin yönelip namaz kıldıkları bütün yönler bana aittir. Bu nedenle kim yönünü benim rızamı kastederek, bana itaat niyetiyle, bu yönlerden hangisine dönerse orada beni, yani sevabımı bulur" şeklindedir. Böylece bu izah tarzında, doğuya yönelmiş olarak ibâdet edip ölen Necâşî ve arkadaşları için bir mazeret kapısı açılmış olur. Bu, Allahü teâlâ'nın: "Allah sizin imânlarınızı, yani namazlarınızı boşa çıkarmaz" (Bakara, 143) âyeti gibidir. c) "Bana duâ edin duânızı kabul edeyim" (Mü'min, 60) âyeti nazil olduğu zaman, insanlar, "Ona nerede duâ edelim?" dediler. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Bu Hasan el-Basri'nin, Mücâhid'in ve Dahhâk'ın görüşüdür. d) Bu müslümanlara bir hitapdır. Mânası şöyledir: "Allah'ın mescidlerini tahrib edenlerin tahribi sizi, Allah'ın yeryüzünün neresinde olursanız olun, Allah'ı zikretmekten alıkoymasın. Çünkü doğu da, batı da, bütün yönler de Allah'ındır." Bu, Ali b. İsâ'nın görüşüdür. e) Bazıları, bu âyetin, içtihadın şartlarını yerine getirerek, ister namaz ister başka bir hususta olsun, ictihad yapan kimseler hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Bundan murad, müctehid içtihadın şartlarına hâiz olarak bir hüküm ortaya koymuş ise, doğruya isabet etmiştir. Eğer âyeti, "İstenilen herhangi bir yöne dönmenin caiz olduğuna delâlet ediyor" diye tefsir edersek, bu âyet mensûh olur. Eğer, "Kıble'nin Beyt-i Makdis'den Ka'be'ye döndüğünü gösteriyor" diye tefsir edersek, bu durumda da âyet nâsih olur. Eğer bu iki şeklin dışında başka şekillerle açıklarsak, âyet ne nâsih ne mensûh olur. Allah'ın, âyetindeki "lâm" harfi ihtisas (aidiyet, mülkiyet bildiren) lamıdır. Yani, "Allah doğu ve batının yaratıcısı ve sahibidir" demektir. Bu, doğunun ve iki batının Rabbidir" (Rahman, 17). ve, "Doğuların ve batıların Rabbitne (yemin ederim)" (Meâric, 40); ve, "Doğu ve batının Rabbi" (Müzzemmil, 9) âyetleri gibidir. Hem sonra Hak teâlâ, bu iki yönü zikretmekle ikisi arasında yer alan bütün mahlûkata işaret etmiştir. Nitekim O şöyle buyurmuştur: "Sonra göğe yöneldi. O gök bir duman halinde idi. Ona ve yeryüzüne: "İkiniz ister isteyerek, ister kerhen gelin" buyurdu. Onlar da isteyerek geldik" dediler" (Fussilet, 11). Ayeti Yanlış Anlayan Mücessimeyi Red Âyet, tecsimi (Allah'ın cisim olduğu iddiasını) nefyetmeye, tenzihi isbât etmeye delâlet eden en güçlü delillerdendir. Bunun izahı iki bakımdandır: a) Allahü teâlâ, “Doğu ve batı Allaha aittir” buyurmu ve böylece bu iki yönün mülkü olduğunu açıklamıştır. Bu böyledir, çünkü, yön, vehimde uzunluğuna, enine ve derinliğine uzayıp giden bir şeydir. Böyle olan her şey bölünmeye müsaittir. Bölünen şey ise, parçalardan meydana getirilmiş şey demektir. Bu durumda olan her şeyin mutlaka bir yaratıcısı ve mucidi vardır. Bu delil, bütün cihetler için geçerlidir. Bütün cihetlerden, altı, üstü de kastediyorum. Böylece Hak teâlâ'nın bütün yönlerin (cihetlerin) yaratıcısı olduğu ortaya çıkmış olur. Yaratan, şüphesiz yaratılanlardan öncedir. Buna göre Hak teâlâ, âlemi yaratmadan önce de yönlerden ve mekânlardan münezzeh idi. Binaenaleyh hakikatlerin ve mahiyetlerin değişmesi mümkün olmadığı için, Allahü teâlâ'nın âlemi yarattıktan sonra da önceki haliyle kalmış olması gerekir. b) Hak teâlâ, "Her nereye dönerseniz, Allah'ın yüzü (kıblesi) oradadır" buyurmuştur. Eğer O, cisim olsaydı ve cisimden bir yüzü bulunsaydı, şüphesiz ki yüzü belli bir tarafta ve yönde bulunurdu. Bu durumda da, "Her nereye dönerseniz, Allah'ın yüzü oradadır" ifadesi doğru olmazdı. Allahü teâlâ, açıkça bunu ifâde ettiğine göre, O'nun cisim olmaktan münezzeh olduğunu anlamış olduk. Hasmımız bu âyeti iki bakımdan delil getirmiştir: 1) Âyet, Allah'ın yüzünün olduğunu gösteriyor. Yüz ise ancak cisim olan kimselerde bulunur. 2) Allahü teâlâ, kendisinin vâsî (geniş) olduğunu bildirmiştir. Genişlik ise cisimlere âit sıfatlardır. Hasmımızın birinci deliline şu şekilde cevap veririz: Yüz, aslında her nekadar belli bir uzuv mânasına ise de, biz, şayet burada bu kelimeyi bir uzuv oradadır" beyanının yalan olmuş olacağını açıklamıştık. Çünkü yüz, eğer doğu tarafına yönelik olsa, aynı anda batıya da yönelik olması imkânsızdır. Bu sebeple burada mutlaka bir te'vil yapmak gerekir. Bu te'vil de bir kaç şekilde olabilir: a) "Vechu'llah" (Allah'ın yüzü) izafet terkibindeki tamlama, "Beytu'llah (Allah'ın evi) ve Nakatu'llah (Allah'ın devesi) izafetle rinde ki gibidir. Bu tamlamanın mânası, Allah'ın onları yaratmasını ve icâd etmesini bir şeref verme üslubuyla bildirmektir. Bu sebeple Allah'ın, "Allah'ın yüzü oradadır" buyruğu, "Sizin kendisine yöneldiğiniz Allah'ın zâtı oradadır" manasınadır. Çünkü doğu ve batı tamamıyla Allah'a aittir. Kıble, ancak Allah onu kıble olarak tayin ettiği için kıble sayılmıştır. Buna göre, yaratma ve icâd etme yoluyla Allah'a nisbet edilen, Allah'ın tâyin ve tesbit ettiği âlemin herhangi bir yönü kıbledir. b) "Vecih" (yüz) den murad, kast ve niyettir. Nitekim Şâir: "Sayamadığım günahlardan Allah'a istiğmr ederim. O, niyetler ve ameller sadece kendisine yapılan ve kulların Rabbi olandır" demiştir. Bu âyetin bir benzeri de: "Yüzümü, gökleri ve yeri yaratana çevirdim (yani Ona yöneldim.) (En'am, 79) âyetidir. c) "Vech" den maksad, Allah'ın rızasıdır. Bunun bir benzeri de: "Biz ancak Allah'ın yüzü için (rızası için) sizi doyuruyoruz" (İnsan, 9); yüzünden başka, yani Allah'ın rızası için yapılandan başka, hersey yok olacaktır" (Kasas, 88) âyetleridir. Bu ikisi arasındaki benzeme yönü şudur: Bir insana gitmek isteyen kimse, şüphesiz onun yüzüne ve önüne doğru yaklaşır. Bir kimsenin rızasını elde etmek isteyen kimse de böyle yapar. Çünkü onun rızasına yaklaşmak ister. İşte bu sebepten ötürü birisinin rızasını istemek, "onun yüzünü istemekle" ifâde edilmiştir. d) "Vech" kelimesi, Allah'ın, ifâdesinde olduğu gibi, zâiddir (mânada etkisi yoktur). İnsanlar, başka bir mâna murad etmedikleri halde, "Bu işin vechi şudur" derler. Bu sözle onlar, "Burada şu kastedilmiştir" demek istemişlerdir. Bil ki bu açıklama lügat bakımından doğrudur. Fakat burada sözün devamı var. Çünkü böyle diyen kimseye, Allah'a mekân isbât etmek caiz olmadığı halde, "Allah'ın yüzü (oradadır)" âyetinin mânası nedir?" denilir. Bu sebeple, "Bundan murad şudur" diye, âyeti te'vil etmek gerekir. "Allah'ın yüzü oradadır" ifâdesinin mânası, kendisine dönülüp Allah'a ibadet edilen kıble oradadır; veya Allah'ın rahmeti, nimeti, mükafaahnı ve masını elde etmenin yolu oradadır" şeklindedir." Hasmın ikinci deliline de şu şekilde cevap verebiliriz: Allahü teâlâ, kendisinin "Vâsî" (geniş) olduğunu bildirmiştir. Binaenaleyh bu sözü zahirî mânasında almak imkânsızdır. Aksi halde, Allah'ın, parçalanması, cüzlerine ayrılması gerekir. Böylece de bir yaratıcıya muhtaç olmuş olur. Bu kelimeyi zahirine hamletmeyip, aksine mutlaka Allah'ın kudreti ve mülkünün genişliği mânasına; veya rahmet ve mağfiretinin genişliğine, yahut da kulları, rızasını elde edebilsinler diye kullarının faydasına olan şeyleri beyan etmesi hususundaki lütfunun genişliği mânasına alınması gerekir. Bu izah, söze daha uygun gelmektedir. Bu kelimeyi Allah'ın ilminin genişliğine hamletmek caiz değildir. Aksi halde "vâsî" sıfatından sonra, ayette "âlim" sıfatının zikredilmiş olması, lüzumsuz bir tekrar olurdu. Hak teâlâ'nın bu âyette "âlim" sıfatını getirmesi, namaz kılan kimseye Allahü teâlâ'nın gizli ve aşikâr herşeyi bildiğini, Allah'a hiçbirşeyin gizli kalmadığını düşünmesi itibarıyla tefritten kaçınsın diye bir tehdid gibidir. Böylece, namaz kılan kimse gaflet etmekten sakınır. (vâsi'un atîm) ifâdesinin, "şartlarına uyarak namaz kılan kimseye mükafâatını; namaz kılmayan kimseye de cezasını tastamam verme hususunda Allah'ın kudreti geniştir" mânasına olması da muhtemeldir. Birisi geldiğinde veya gittiğinde, fiili kullanılır. Bu kelime hem gelmek hem de gitmek mânasına geldiği için "ezdâd" dandır. Bu âyette, bu kelime "yönelmek, gelmek" mânasına kullanılmıştır. Hasan el-Basri, "tevelli" masdarından olmak üzere, "te" harfini fetha ile okuyarak, "Nerede, kıbleye yönelirseniz " mânasını murad ederek kelimeyi, (......) şeklinde okumuştur. |
﴾ 115 ﴿