117"Onlar (yahûdi ve hristiyanlar), "Allah kendine çocuk edindi" dediler. Allah (bu gibi şeylerden) münezzehtir. Aksine göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur, hepsi O'nun emrine amadedir. O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Bir şeye hükmettiği zaman, ona ancak "ol" der, o da oluverir" . Âyette bahsedilen söz, yahûdi, hristiyan va müşriklerin kötü fiillerinden onuncusudur. Yine bil ki, Hak teâlâ'nın, âyetinin zahirî mânası, "Allah'ın mesdcidlerinden menedenden daha zalim kim vardır" (Bakara, mjâyetiyle ilgilidir. Bazı âlimlerin bu sözü sadece hristiyanlara, bazısının ise, sadece müşrik Araplara ait saydıklarını zikretmiştik. Biz ise bu sözün sadece yahûdilere ait olduğunu söylemiştik. Bu üç grup kâfir de Allah'ın çocukları olduğunu iddia etmişlerdir. Çünkü yahûdiler, "Üzeyr Allah'ın oğludur" (Tevbe, 30); hristiyanlar, "İsâ Allah'ın oğludur" (Tevbe, 30), müşrik Araplar İse, "Melekler Allah'ın kızlarıdır" demişlerdir. Bu sebeble, şüphesiz bütün bu takdirlere göre, âyette onlardan bu sözü nakletmek doğru olmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh), bu âyetin Kâb b. Eşref, Kâb b. Esed ve Vehb b. Yahûdâ hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Çünkü bu üçü, Üzeyr (aleyhisselâm)'in Allah'ın oğlu olduğuna inanıyorlardı. Allahü teâlâ'nın, "Allah (bu gibi şeylerden) münezzehtir" ibaresine gelince, bu Allah'ın kendisi onların söylediği sözlerden tenzih ettiği, ve tenzihi ifâde eden bir kelimedir. Nitekim Cenâb-ı Hak bir başka âyette: "Allah, kendisinin çocuğu olmaktan münezzehtir" (Nisa, 171) buyurmuştur. Allah bir keresinde bunu açıkça ifâde etmiş, bir başka kere ise, orada o mânayı gösteren karineler bulunduğu için kısaca, "O, münezzehtir" buyurmuştur. Bu tenzihe, Hak teâlâ'nın: "Aksine göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur" esasını delil getirmiştir. Kâfirlerin bu husustaki itikadlarının yanlışlığına bu âyetle birçok bakımdan delil getirilmiştir: 1) Vacibu'l-Vücud olan (Allah'ın) dışında kalan bütün varlıklar, lî-zâtihî mümkin (zatı gereği mümkin)dir. Zatı gereği mümkin olan varlıklar ise sonradan yaratılmıştır. Sonradan yaratılmış olanlar Vacibu'l-Vücûd'un mahlûkudurlar. Mahlûk olan ise Vâcibu'l-Vücûd'un çocuğu olamaz. Vâcibu'l-Vücûd'un dışında kalanların, zatı gereği mümkin varlıklar oluşu şöyle izah edilir: Eğer zatları gereği vâcib olan (Vâcibu'l-Vücûd) iki varlık bulunmuş olsaydı, bunlar şüphesiz varlıklarının vâcib olması bakımından müşterek olur, ve herbiri diğerinden kendilerine mahsûs olan özelliklerle ayrılmış olurdu. Müşterek olan hususiyetleri, birini diğerinden ayıran hususiyetlerden başkadır. Bu iki varlıktan herbirinin iki parçadan meydana gelmiş olması gerekir. Parçalardan meydana gelen her bütün, parçalarının herbirine muhtaçtır. Parçalardan herbiri ise, bütünden başkadır. O halde her mürekkeb (bütün) başkasına muhtaçtır. Başkasına muhtaç olan ise zâtı gereği mümkin olan varlıklardır. Binaenaleyh zâtı gereği vâcib sayılan bu iki varlıktan herbiri aslında zâtı gereği mümkin varlıktırlar. Bu ise hulf (tenakuz) dur. Sonra biz diyoruz ki: Eğer bu iki parçadan herbiri vâcib olur ise, bu hususta geçen taksim geri döner, ve bu o varlığın sayısız parçalardan meydana geldiği neticesine bizi götürür ki bu da imkânsızdır. Bunun imkânsız olmadığını kabul edersek maksad hâsıl olur. Çünkü her çoklukta fertler bulunur. Bu fertler zatları gereği vâcib olurlarsa, yukarıda anlatıldığı gibi, mürekkeb (bütün) olurlar. Buna göre basit de mürekkeb olur. Bu da hulf (tenakuz) dur. Eğer bu fertler (parçalar) mümkin olurlarsa, bu fertlere muhtaç olan bütün (mürekkeb) de, öncelikle mümkin olur. Böylece bu aklî delil ile Vâcibu'l-Vücûd olanın dışındaki bütün varlıkların zatları gereği mümkin oldukları ortaya çıkmış olur. Zatları gereği mümkin olan her varlık, bir yaratıcıya muhtaçtır. Bu mümkin varlıkta yaratıcı olan varlığın tesiri, ya bu mümkin varlık henüz yok iken olur veya meydana geldiğinde olur. Eğer birinci ihtimal söz konusu olursa, bu mümkin varlık muhdes (sonradan olma)dır. Eğer ikinci ihtimal söz konusu olursa, bu varlığın müessir (yaratıcı) varlığa muhtaç oluşu ya varlığını sürdürürken veya meydana gelirken olur. Birincisi imkânsızdır. Çünkü bu var olanın yeniden yaratılmasını gerektirir. Böylece ikinci ihtimal kesinleşmiş olur ki, bu da o mümkin varlığın sonradan yaratılmış (muhdes) olmasını gerektirir. Böylece Allah'dan başka her şeyin, daha önce yok olduğu halde sonradan var olan (muhdes) bir varlık olduğu, varlığının ise ancak Allahü teâlâ'nın yaratması, yoktan var etmesi ve icâd etmesiyle meydana geldiği ortaya çıkmış olur. Bu sebeble, Allah dışındaki bütün varlıkların Allah'ın mülkü ve kulu olduğu anlaşılır. İşte bundan dolayı da O'nun dışındaki varlıkların O'nun çocuğu olması imkansız olur. Bu aklî delili biz, Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğundan elde ettik. Yani, mülkü, mahlûku, icâd ettiği şey ve yoktan yarattığı şey olması bakımından Allah'ın dışındaki herşey O'na aittir. 2) Allah'a çocuğu olarak nisbet edilen bu şey, ya kadîm (ezelî)dir veyahut muhdes (sonradan yaratılmış)tir. Eğer o ezelî olursa, ezelî olan şeylerden birine "çocuk", diğerine "baba" dememiz, aksini söylememizden daha uygun olmaz. Bu sebeple, bu şekilde söylenecek söz, delile dayanmayan bir hüküm olur. Eğer çocuk muhdes olursa, o zaman bu çocuk o kadîm zatın ancak mahlûku ve kulu olur. Bu sebeble de O'nun çocuğu olmaz. 3) Çocuğun babanın cinsinden olması gerekir. Eğer biz Allah'ın bir çocuğu olduğunu farzetsek, bu çocuk bazı bakımlardan Allah'a benzer, bazı bakımlardan da ondan ayrı olması gerekir. Böyle birşey de onların herbirinin hem mürekkeb hem de muhdes olmasını gerektirir. Bu ise imkânsızdır. Bu nedenle Allah ile onun için farzedeceğimiz çocuğun aynı cinsten olması imkânsızdır. O halde Allah'ın çocuğunun bulunması imkânsızdır. 4) Çocuk, babanın kendi işlerini yerine getirmede âciz kaldığı durumlarda, onun yardımı umulduğu ve yaşlılıkta kendisine ihtiyaç duyulacağı için istenir. Buna göre, çocuk yapmak ancak kendisine fakirlik, acizlik ve ihtiyaç arız olacak kimseler için düşünülür. Bütün bunlar Cenâb-ı Hak için muhal olunca, Allah'ın çocuk edinmesi de muhal olur. Bil ki Hak teâlâ, kendisine çocuk nisbet eden kimselerin sözlerini birçok yerde nakletmiş ve onlara karşı şu delili getirmiştir: "Yerde ve göklerde mevcud olan herkes Allah'ın kuludur." Yine Allah, "Birşeyin olmasına hükmettiği zaman O, ona sadece "ol" der, o da oluverir" esasını delil getirmiştir. Hak teâlâ, Meryem sûresinde: "İşte hakkında şek (ve ihtilâf) etmekte oldukları Meryem oğlu İsâ Hak sözünde budur. Allah'ın evlâd edinmesi olacak şey değildir. O münezzehtir. O bir İşin (olmasını) isteyince ona "ol" der, o da oluverir" (Meryem, 35-36) buyurmuştur. Yine bu sûrenin sonunda: "Dediler ki: Rahman bir evlâd edindi." Andolsun ki siz pek çirkin bir şey söylediniz. Onlar o Rahman (olan Allah'a) bir evlâd iddia ettiler diyer bu sözden neredeyse gökler parçalanacak, yer yarılacak ve dağlar parçalanıp çökecekti. Halbuki Rahman'ın bir evlâd edinmesi asla uygun değildir. Göklerde ve yerde olan herkes istisnasız, O Rahmana mutlaka kul olarak gelecektir" (Meryem, 89-94) buyurmuştur. Eğer, 'Allah'ın, konumuz olan âyette göklerde ve yerde olan herşeyin mâliki olduğuna; Meryem sûresinde: "Göklerde ve yerde olan herkes istisnası O Rahman'a mutlaka kul olarak gelecektir" buyurduğu gibi, göklerde ve yerde olan kimselere mâlik olduğuna delil getirmesindeki hikmet nedir?" denilirse, biz deriz ki Allahü teâlâ'nın bu sûrede: "Aksine göklerde ve yerde olan herşey Allah'ındır" buyurması daha manidârdır. Çünkü, (......) kelimesi canlı cansız herşeyi içine alır. Allahü teâlâ'nın, "Hepsi ona itaat eder" âyeti ile ilgili birkaç mesele vardır: "Kunût" masdarının asıl mânası "devam etmek'tir. Bu kelime dört mânada kullanılmıştır: a) Taat mânasında...Meselâ: "Ey Meryem, Rabbine itaat et" (Al-i imran, 43) âyetinde oluğu gibi. b) Uzun müddet kıyamda (ayakta) durmak mânasında... Meselâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: "Hangi namaz daha efdaldir?" diye sorulduğunda O'nun, "Kunuta uzun olan" Müslim, Müsafirin, 164-165 (1/520). cevabını vermesi gibi. c) Susmak mânasına.. Nitekim Zeyd b. Erkam (radıyallahü anh), Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'ın (divanında) tam huşu ile (sessiz olarak) durun" (Bakara, 238)âyeti nazil oluncaya kadar biz namazda konuşurduk. Bu nazil olunca artık konuşmadık. d) Devam etmek mânasına.. Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki bazı müfessirler, âyetini, "Yerde ve gökte olan herşey Allah'a boyun eğip itaat ediyor" diye tefsir etmişlerdir. Buna göre, lâfzındakitenvin, muzafun ileyhden bedel olarak gelmiştir. Bu Mücâhid ve İbn Abbas'ın görüşüdür. Buna göre bu kâfirler için, "Onlar itaat edici kimseler değiller" denilmiş olmaktadır. Bu durumda da diğer görüşte olanlar âyetin mânasının, "Kâfirler kıyamet gününde itaat ederler " şeklînde olacağını söylerler. Bu sonraki de Süddi'nin görüşüdür. Buna göre o şekilde tefsîr edenlere: "Bu, mükelleflerin sıfatıdır. Halbuki, 'Göklerde olan herşey O'nundur" ifâdesi mükellef olmayan varlıkları içine almaktadır" denilince, bu durumda rnüfessirler "kunût" kelimesine başka mânalar verme cihetine gitmişlerdir: a) "Yerde ve göklerde bulunan Allah'ın sanatının eserleri, bu varlıkların sonradan olma emareleri ve Allah'ın Rab olduğuna delil olan şeylerden dolayı, yer ve gökler bir yüce yaratıcının var olduğuna şehâdet ediyorlar." b) "Yerde ve göklerdeki herşey Allah'ın mülkünde ve O'nun ezici kudreti altındadır. O, onlar üzerinde dilediği gibi tasarruf eder." Bu Ebu Müslim'in görüşüdür. Her iki izaha göre de âyet umûmîdir. c) "Allah, bu ifadesiyle melekleri Üzeyr (aleyhisselâm)'i ve Hazret-i İsâ (aleyhisselâm)'yı kastetmiştir. Yani, "Kendilerine Allah'ın çocukları denilen bu varlıklar, Allah'a itaat etmektedirler" demektir. Hazret-i Ali b. Ebi Tâlib (radıyallahü anh)'in bir hristiyana şöyle dediği nakledilmiştir. "Şayet Hazret-i İsâ, Allah'a ibâdet etmekte isyan etmemiş olsaydı, ben onun dininde olurdum". O, hristiyan: "Hazret-i İsâ Allah'a itaatte son derece ciddi olduğu halde böyle birşey, onun hakkında nasıl söylenebilir?" deyince, Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şu cevabı vermiştir: "Eğer Hazret-i İsâ İlâh ise, kendisinden başkasına nasıl itaat eder. İbadet etmek ancak kula yakışır." Hristiyan cevab veremedi. "Kunût", lügatte "devam etmek" mânasını ifâde ettiğine göre, âyetin mânası şöyle olur: "Mümkin olan varlıkların bekası, ancak Cenâb-ı Allah sayesinde ve O'ndan dolayıdır." Bu da âlemin devam etmesi ve hayatiyyetini sürdürmesi için Hak teâlâ'ya muhtaç olmasını gerektirir. Böylece mümkin varlıkların ne meydana gelirlerken, ne de varlıklarını sürdürürlerken bir müessire olan ihtiyaçlarının kesilmeyeceği sabit olur. Burada kelime, (......) şeklinde, akıl sahiplerini gösteren bir cemî olarak getirilmesine rağmen aynı âyette, akıl sahibi olmayan varlıklar için kullanılan, niçin getirilmiştir? denilebilir. Cevab: Burada değil de, getirilmesi, onların durumlarını tahkir etmek içindir. Allah, Göklerin ve Yerin Yaratıcısıdır Allahü teâlâ'nın: "O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır " âyetiyle ilgili birkaç mesele vardır: Bedî ve mübdî aynı mânaya gelir. Kaffâl, (......) kelimesinin (elem verici); (......) kelimesinin (hakkıyla yapan) mânasına gelmesi de (yaratan) manasınadır. Fakat normal şekil olan, bırakılıp, (Bedî) sıfatına geçildiği için bir mübalağa manası vardır. Çünkü "Bedî" kelimesi, Allah birşeyi yapmazken de, yaratmanın onun şanından olup bu sıfata müstehak olduğunu gösterir. Bu tıpkı, bu hususta sâmî ve semi kelimeleri gibidir. Bazen de, bedî, mübdî mânasına gelir. "İbda" inşa etmek, yoktan var etmek manasınadır. Bunun zıddı ise, "Bir örneğe bakarak yaratmaktır." İşte bu sebepten ötürü insanlar daha önce olmayan bir şeyi söyleyen veya yapan kimseye "mübtedî", bidatcı demişlerdir. Bil ki bu ifâde, kendinden önceki âyetin mânasını tamamlamaktadır. Çünkü Allahü teâlâ: "Aksine göklerde ve yerde olan herşey O'na aittir" buyurmuş ve kendisinin gökte ve yerde olan herşeyin sahibi olduğunu beyân etmiş, bunun peşisıra da bizzat göklerin ve yerin de sahibinin kendisinin olduğunu bildirmiş, sonra da birşeyi nasıl yoktan var edeceğini açıklayarak: "O, birşeye hükmettiği zaman, ona ancak "ol " der, o da oluverir" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili olarak da birkaç mesele vardır: Kadâ Kelimesinin İştikakı ve Mânası Hakkında Tafsilat Bazı edibler şöyle demişlerdir: aslında mastardır, ama sonradan isim olarak kullanılmıştır. Bu sebebten ötürü, (......) kelimesinin (......) şeklinde çoğul yapılması gibi, bu kelime de (......) şeklinde çoğul yapılmıştır. Kaziyye de bu mânadadır, (......) kelimesinin cemî ise (......)dır. (......) kelimesi (......) fiilinden müştak olarak veznindedir. (......) kelimesinin aslı ise, idi. Fakat ye harfi, zâid eliften sonra kelimenin sonunda yer aldığı için i'lâl yapılarak elife çevrildi. Sonra bu elif, vezninin zâid elifi ile biraraya gelince, iki elifin lâfzen birarada bulunması imkânsız olduğu için, hemzeye çevrildi. fiilinden olan (......) kelimesi; fiilinden olan fiilinden gelen fiilinden gelen kelimeleri de bunun birer benzeridir. Kelimenin sonundaki harfin aslının hemze değil de "yâ" olduğunun delili kelimenin fiilinin çekiminin çoğunda harfinin bulunmasıdır. Sen, dersin. Bu sonuncusundaki ya, muhataba zamiridir. Kadâ kelimesinin mânasına gelince, terkibinin delâlet ettiği asıl mâna, "kat'etmek, kesip atmak, kesin karar vermek " mânâsıdır. Meselâ Arapların, hakim bir karara vardığı zaman, "Hakim, falanca için filanca aleyhine şu şekilde hüküm vermiştir" demeleri bu mânadadır. İşte bundan ötürü davaları sona erdiği zaman hâkime, denilir. İbnü'l-Enbâri, dilcilerin şöyle dediklerini nakletmiştir:kelimesinin mânası, işleri sona erdiren, işleri sağlam yapan demektir. Birşey tamamlanıp sona erdiğinde; muhtaç olanın ihtiyacını giderdiği zaman ve birisi borcunu ödediği zaman denilmesi bu köktendir. Sanki buna göre, mahkemeleşmeyi ve birinin kendini haklı görmesini sona erdirdiği veya mahkemeleşenlerden herbirini diğerinden ayırdığı için bu ismi almıştır. Arapların, birşeyi tamamlayıp sağlamca yaptığı zaman, demeleri ve Hak teâlâ'nın; "Onları, yedi gök olarak sapasağlam yaptı" (Fussilet, 12) buyruğu hep bu mânayadır. Bir işi tamamlayıp sapasağlam yapmak da bu mânayadır. Çünkü bir işi tamamlamada da, onu sona erdirmek, ve onu bitirmek mânası vardır. Bu mânada olmak üzere, birisi bir işi sağlamca yapıp bitirdiğinde, denilir. Birisi öldüğünde Arapların: ve demeleri ve birisi birisini öldürdüğünde, demelerine gelince, bu yukarıda geçen mânanın mecazi kullanılışıdır. Aralarında bulunan müşterek nokta ise, zahirdir. "Şahin süzüldü" ifâdesindeki fiile gelince, bu kökten değildir. Bu terkibin düzeninin (harflerinin yeri) değiştirilerek meydana getirilen kelimelerin mânası da bu görüşü destekler. Bu değiştirme ile ve kelimeleri elde edilir. Bunların birincisi ile, yardı ve yarıldı mânasında denilir. Yumurta, kabuğunun üstünden çatladığı zaman aynı kökten ;duvar kendiliğinden yıkıldığında denilir. Kesmek, yarmak, yarılmak ve yıkılmak birbirine yakın olan mânalardır. (......) terkibi ve bundan müştak olan kelimelerin de kesmek mânasına delâlet etmeleri açıktır. Bu böyledir, çünkü birşey kesilince daralır, veya daralınca kesilir. Bu terkibe yakın olan kelimelerin de kesmek mânasına delâlet etmeleri de bu hususu kuvvetlendirir. Bunlardan birincisi, insan birşeyi kestiği zaman (......) denir. Birşeyi masdarıyla adlandırmak suretiyle, yaş hurma toplamak, denilmesi, mef'ûl mânasında fâit vezninde olarak, kesilmiş dal mânasında denilmesi ve tırpan gibi kendisi ile kesilen şey mânasında denilmesi bu köktendir. İkincisi, dişlerin ucuyla yeme mânasına gelen (......) kelimesidir. Çünkü bu kelimede de yenen şeyi koparma (kesme) vardır. Ucu kırılmış ve körlenmiş kılıca da bu kökten denilir. Üçüncüsü, incelik mânasına gelen, (......) kelimesidir. Zayıf olan adama, denilir. Çünkü azlık, zayıflık da kesmenin neticesidir. Dördüncüsü, fesâd mânasına gelen (......) veznindeki, (......) kelimesidir. Su kırbası koktuğunda ve içindeki şey bozulduğunda, denilir.Birşeyin soyunda bir kusur bulunduğu zaman da, denilir Bütün bunlar kesme sebeb ve neticesi olan şeylerdendir. İşte, (......) kelimesinin lügat bakımından asıl mânası hususunda söylenecek söz bundan ibarettir. Kadâ Kelimesinin Kuran-ı Kerim'de Kullanılışı Kur'an'da, (......) kelimesinin kullanıldığı mânalar hakkındadır. Âlimler bu kelimenin Kur'an'da değişik mânalarda kullanıldığını söylemişlerdir: a) Yaratma mânasında... Mesela: 'Allah onları yedi gök olarak yarattı" Fussilet, inayetinde olduğu gibi. b) Emretmek mânasında... Meselâ: "Rabbin, sadece kendisine ibadet etmenizi emrediyor" (İsra, 23) âyetinde olduğu gibi.. c) Hükmetmek mânasında... İşte bu mânadan dolayı hâkime, da denilmiştir. d) Haber vermek mânasında...Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kitap (Tevrat)' da İsrâilogullarına haber verdik ki... " buyurmuştur. Kelime ancak, harf-i ceri ile kullanıldığında, bu mânaya gelir. e) Birşeyi tamamlama mânasında...Nitekim Allahü teâlâ: "Bu iş bitince onlar, İnzâr ediciler olarak kavimlerine döndüler" (Ahkâf, 29) buyurmuştur. Yine Hak teâlâ, bu mânada: "İş temamlandı ve o dadının üzerinde durdu" yani "Kafirleri helak işi bittiği zaman " demektir. Yine, "Sonra kirlerini gidersinler" (Hacc.29), yani ondan kurtulsunlar, temizlenmeyi tamamlasınlar manasınadır. Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki: Allahü teâlâ'nın, "Bir İşe hükmetti zaman" ifadesiyle ilgili olarak, "Birşeyi yarattığında", "Birşeyi yapmaya karar verdiğinde, " "Birşeyi sapasağlam yaptığında" mânaları verilmiştir. Nitekim şâir şöyle demiştir: "Onların üzerinde Davud'un güzelce yaptığı iki zırh vardır. Veya Tubba'ın yaptırdığı geniş zırhlar vardır." Âlimler, (......) kelimesinin, husûsî bir söz hakkında hakîkî mânada kullanıldığında ittifak etmişlerdir. Bu, fiil veya gerçek iş hakkında hakikat olarak kullanılır mı? Evet, bu âyette "emir" kelimesinden murad budur. Bu konuda uzun izah Usûl-û Fıkıh'da geçmektedir. (......) Hakkında Kıraat Farkı Ve Bu Tabirin Tefsiri İbn Âmir, iki yer hâriç, bütün Kur'an'da geçen bu gibi âyetleri, (......) şeklinde okumuştur. Müstesna olan iki yer ise Al-i İmran sûresinin başındaki (......) (Al-i İmran, 59, 60) ayeti ile, En'am suresindeki (......) âyetidir. O, buradaki, (......) kelimelerini merfü okumuştur. Kisâi'nin, bu kelimeyi Nahl ve Nasin sûrelerinde mansub olarak, Kur'an'ın diğer yerlerindekini ise merfu olarak okuduğu rivayet edilmiştir. Diğer kıraat imamları ise bu ifâdeleri Kur'an'da her geçtiği yerde, (......) şeklinde merfu okumuşlardır. Bunun mansub okunmasının sebebi, emre cevab kabul edildiği içindir. Bu mânanın uzak ihtimal olduğu da söylenmiştir. Merfu okunmasının sebebi ise, müste'nef Müste'nef, mâna bakımından kendisinden öncesiyle alâkalı olduğu halde nahiv bakımından müstakil olan cümledir. bir cümle kabul edilmesidir, takdirindedir. Bil ki Cenâb-ı Allah'ın, "Ancak ona "ol" der, o da oluverir" âyetinden murad, "Allah'ın olmasını istediği o şeye bizzat "ol" dediği ve o anda o şeyin meydana geldiği" mânası değildir. Çünkü bu yanlıştır. Bunun yanlış olduğuna birçok şey delâlet eder: 1) Cenâb-ı Allah'ın, "ol" sözü ya ezelî (kadîm) ya muhdes (sonradan) dır. Her İki ihtimal de fâsiddir. Böylece eşyanın meydana gelmesinin, (ol) sözüne dayandığını iddia eden görüş bâtıl olur. Biz, sözünün bazı bakımlardan dolayı kadîm olması caiz değildir dedik: a) kelimesi kâf harfinin önce gelmesi şartıyla kâf ve nün harflerinden meydana gelen bir lâfızdır. O halde kâf kendisinden önce geldiği için, nün harfinin mutlaka muhdes olması gerekir. Kâf harfi de muhdesten hemen önce geldiği için, onun da muhdes olması gerekir. b) (...diği zaman) kelimesi ancak müstakbele dâhil olur. Bu nedenle Allah'ın bu hükmetmesinin, kendisine harfi dâhil olduğu için, mutlaka sonradan olması (muhdes) gerekir. Hak teâlâ'nın "ol" sözü ta'kibiyye için olan fâ harfi sebebiyle, Allah'ın hükmüyle alakalı kabul edilmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "O zaman ona ancak "ol" der" buyurmuştur. Muhdesten sonra gelen de muhdestir. Binaenaleyh lâfzının kadîm olması imkansızdır. c) Allahü teâlâ, fâ-i takibiyye ile, mahlûkatın meydana gelişini sözüne bağlamıştır. Bu sebeble O'nun, 'demesi, mahlûkatın meydana gelmesinden az bir zaman öncedir. Muhdesten hemen önce olanın da muhdes olması gerekir. Bu sebeble, Cenâb-ı Allah'ın, sözünün kadim olması caiz olmaz. Yine Allah'ın, sözünün muhdes olması da caiz değildir. Çünkü her muhdes (sonradan olan), Allah'ın, demesine muhtaç olursa ve lâfzı da muhdes olursa, bu durumda, lâfzının bir başka, lâfzına muhtaç olması gerekir. Böylece de ya teselsül veya devr-i fâsid gerekir ki bu ikisi de muhaldir. Böylece de delil ile, sonradan olan varlıkların yaratılmasının, Allah'ın, "ol" demesine dayanmasının caiz olmadığı ortaya çıkmış olur. 2) Allahü teâlâ, mahlûkâta, ya onlar henüz var olmazdan önce veya varlık âlemine girerlerken, (ol) demiştir. Henüz onlar yok iken onlara, demiş olması görüşü bâtıldır, çünkü mevcud olmayana, mevcud olmadığı zamanda hitap etmek akılsızlıktır. İkinci ihtimal de bâtıldır, çünkü bunun neticesi de, Allah'ın mevcud olan varlıklara, mevcud olmalarını söylemiş olduğu neticesine götürür ki, bunun mânası yoktur. 3) Yaratılmış olanların bazısı cansızdır. Cansızı mükellef tutmak ise abestir. Hakîm olan Allah'a yakışmaz. 4) Kadir, irâdelerine göre bir şeyi yapabilen ve terkedebilen kimsedir. Biz, Allah'ın, ifâdesinden ayrılmış, irâde sahibi bir kadir varlığın olduğunu farzetsek, O ya yaratıp icad edebilen bir varlıktır veya buna kadir değildir. Eğer O yaratmaya imkânı olan birisi ise, bu durumda O'nun yaratması, Allah'ın, lâfzına dayanmaz. Eğer O yaratmayan birisi ise, bu durumda da kadir olan bu zatın ancak, demekle bir fiiti yapmaya kadir olması gerekir. Böylece de bu sizin, kudreti, diye isimlendirmeniz neticesine götürür. Bu da lâfzî bir münakaşadır. 5) lâfzının, şayet yaratmada (tekvin) de bir tesiri olsaydı, biz de bu kelimeyi söylediğimizde, aynı tekvînî tesirin meydana gelmesi gerekirdi. Biz bu hususun fesadını (bozukluğunu) açıkça bildiğimiz için, bu kelimenin yaratmada bir etkisi olmadığını anlamış olduk. 6) kelimesi, kâf harfinin nûn'dan önce olması şartıyla, kâf ve nûn'-dan meydana gelmiş bir kelimedir. Buna göre müessir olan ya bu iki harfte biridir veya her ikisidir. Eğer biri ise, (......) kelimesinin bir tesiri yoktur, tesir bu iki harften birisine aittir. Eğer tesir her ikisine birden ait ise, bu da imkânsızdır. Çünkü her ikisinden meydana gelen toplamın bir varlığı yoktur. Çünkü birinci harf meydana gelirken, ikincisi meydana gelmemiştir. İkincisi meydana gelirken de birincisi bitmiştir. Bu iki harfin toplamı meydana gelmezse, bu toplamın bir tesiri kesinlikle olmaz. 7) Cenâb-ı Allah: "Muhakkak ki Allah indinde, İsâ'nın hâli, Âdem'in hâli gibidir. Allah o Âdem'i topraktan yarattı. Sonra ona "ol" dedi o da oluverdi" (Al-i imran. 59) buyurmuş ve "ol" deyişinin, Hazret-i Âdem'i yaratmasından sonra olduğunu göstermiştir. Çünkü birşeyden sonra olan, kendinden öncekinde müessir (etkili) olamaz. Böylece biz birşeyin meydana gelmesinde Allah'ın, sözünün bir etkisi olmadığını anlamış olduk. Bu sebeble de, bu izahlara göre, bu görüşün yanlışlığı ortaya çıktı. Bu sabit olunca biz deriz ki: Âyeti te'vil etmek gerekir. Bu te'vil de birkaç şekilde yapılabilir: a) En güçlü olan lefvil şöyledir-. Cenâb-ı Allah'ın, "ol" demesinden maksadı, eşyanın yaratılmasında kudret-i İlâhi'nin sür'atle nüfuz ettiğini göstermektir. Bir de bu, Hak teâlâ'nın eşyayı, düşünmeksizin, yardım olmaksızın ve denemeksizin yarattığını gösterir. Bunun bir benzeri de, Allah'ın gökleri ve yeri yaratışını anlattığı şu sözüdür: "Allah o (göğe) ve arza "ister isteyerek, ister istemeden (kerhen) gelin " dedi. Onlar da "İsteyerek geldik" dediler" (Fussilet, 11). Bu, onların söylediği bir söz olmadığı halde, o yer ile göğün yaratılmasında ilâhî kudretin, hiçbir maniayla karşılaşmaksızın süratli bir şekilde nüfuz edişini göstermektedir. Arapların şu sözü de;bunun bir benzeridir: Duvar, kazığa: "Beni niye yarıyorsun?" demiş, o da: "Beni çakana sor. Çünkü arkamda olan peşimi bırakmıyor." Şu âyet de bunun bîr benzeridir: "Herşey Allah'ı hamdiyle tesbih ediyor. Fakat siz onların tesbihini anlamazsınız" (İsra, 44). b) "ol" sözü, Allah'ın melekler için yaptığı bir alâmettir. Melekler bu sözü duydukları zaman, bir işin, bir şeyin meydana geleceğini anlarlar. Bu görüş Ebû'l-Huzeyl'den nakledilmiştir. c) Bu, Allah'ın kendilerine: "Hor ve hakir maymunlar olun" (Bakara. 65) dediği ve benzeri durumda olan mevcud insanlar için söylediği bir sözdür. Bu, Esam'ın gördüşüdür. d) Bu, diriler için bir ölüm, ölüler için ise, bir dirilme emridir. Bu görüşlerin hepsi zayıftır, kuvvetti olanı, birinci görüştür. |
﴾ 117 ﴿