124

"Ve hatırlayın o zamanı ki Rabbi, İbrahim'i birtakım kelimelerle imtihan edip de o, bunları tamamen yerine getirince: "Seni insanlara imam (önder) yapacağım" buyurmuş. (İbrahim): "Zürriyetimden de.." demiş, Allah ise: "Zâlimler ahdime eremez" demişti" .

Bil ki Allahü teâlâ, İsrailoğullarına çeşitti nimetlerini ve onların dinleriyle fiilleri hususundaki kabahatlarını sonuna kadar sayıp bu bölümü, söze başladığı, (Bakara, 47-48) ayetleriyle bitirince, bir başka izaha başlamıştır. Bu da Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in kıssasının ve çeşitli hallerinin anlatılmasıdır. Bunun hikmeti şudur: Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), faziletini bütün milletlerin ve grupların kabul ettiği bir kimsedir. Meselâ müşrikler, onun faziletli olduğunu kabul edip, onun soyundan gelme, Harem'inde yerleşmiş olma ve onun yaptığı Ka'be'ye hizmet etme ile şeref duyarlardı. Yahudi ve hristiyanlar gibi Ehl-i Kitab olanlar da onun faziletini ikrar edip, onun soyundan olduklarını söyleyerek iftihar ederlerdi. İşte bu nedenle Allahü teâlâ, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, müşriklerin, yahudi ve hristiyanların Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sözünü kabul etmelerini, dinini tasdiki ve şeriatine uymalarını gerektiren birtakım işlerinden bahsetmiştir. Bunu birkaç türlü izah edebiliriz:

a) Allahü teâlâ, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e bazı mükellefiyetleri emredip, o da bunları yerine getirince ve sorumluluğundan kurtulunca, nübüvvet ve imamete nail olmuştur. Bu da yahudî, hristiyan ve müşriklerin dikkatini, dünya ve ahirette hayrın ancak isyan ve inadı bırakarak, Allah'ın ahkâm ve tekliflerine uymakla meydana geleceğine çekmiştir.

b) Hak teâlâ, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in imameti, soyu için de istediğini naklederek, "Zalimler ahdime eremez" buyurmuştur. Bu ifâde dini husustaki imamet (önderlik) ve reislik makamının zalimler için söz konusu olamayacağını gösterir. İşte bu sebeple zalimler, bu makamı elde etmeyi istediklerinde, onlara inadı, diretmeyi ve bâtılda taassubu terketmeleri vâcib olur.

c) Haccetmek Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dininin hususiyetlerindendir. Bundan dolayı Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e uymanın vâcib olduğu konusunda, yahudî ve hristiyanlar için adetâ bir hüccet olsun diye, Hazret-i İbrahim'in de hacc yaptığını nakletmiştir.

d) Kıble, Beyt-i Makdis'den Ka'be'ye çevrilince bu, yahudî ve hristiyanların gücüne gitmişti. Hak teâlâ, Ka'be'nin, kendisine saygı duymanın ve uymanın vâcib olduğunu kabullendikleri İbrahim'in de kıblesi olduğunu açıklamıştır. Böylece bu, onların kalblerinde bu husustaki öfkenin gitmesini sağlayacak hususlardan olmuştur.

e) Müfessirlerden, Allah'ın kendisiyle Hazret-i İbrahim'i imtihan ettiği kelimeleri, neticeleri beden temizliğine varan birtakım emirlerle tefsir edenler vardır. Bu da, müşriklerin İslam yolunu tercih etmelerini gerektiren hususlardan sayılır. Çünkü onlar da, Hazret-i İbrahim'in faziletini kabulleniyorlardı. Bu yine onlara, buraya kan sürme ve temizliğe dikkat etmeme gibi alışkanlık edindikleri şeyleri bırakmalarını gerektirir. Bazı müfessirler de, "ayette geçen "Kefneler"!, Allah'ın dini hususunda Hazret-i İbrahim'i denediği şeylere karşı, İbrahrim (aleyhisselâm)'in sabrı" diye açıklamışlardır. Bu şeyler de onun, yıldızlara, aya ve güneşe bakması, putlara tapanlarla münazara etmesi, sonra da oğlunun kesilmesi ve kendisinin ateşe atılmasına rağmen Allah'ın hükümlerine inkiyâd etmesidir. Bütün bunlar, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in faziletini kabullenen yahudi, hristiyan ve müşriklerin bu konuda, Hazret-i İbrahim'e benzemelerini; hasedi, taassubu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e uymayı hoş görmemeyi bırakma hususunda, Hazret-i İbrahim'in yoluna girmelerini gerektirir. İşte bütün bu sebeblerden ötürü Allahü teâlâ, Hazret-i İbrahim'in kıssasını burada zikretmiştir. Bil ki Cenâb-ı Allah, Hazret-i İbrahim'den bazısı onu mükellef tuttuğu güç işler, bazısı da ona has kıldığı büyük teşrifler olan birçok hususu nakletmiştı Biz, inşaallah bunları hep izah edeceğiz. Bu ayet, kendisinden sonra bir şereflendirme meydana gelen bir teklif-i ilâhi'den bahsetmektedir. Bu teklif, Cenâb-ı Allah'ın şu buyruğunda bahsettiği şeydir: "Hatırlayın o zamanı ki Rabbi, İbrahim'i birtakım kelimelerle imtihan edip de o, bunları tamamen yerine getirince.." Bu ayette bazı meseleler vardır:

Birinci Mesele

Keşşaf sahibi şöyle demiştir: Ayetteki da âmil olan ya mukadder bir fiildir, meselâ bu şu şekillerde olabilir, "Onu imtihan ettiğinde şöyle şöyle oldu" veya, ifadesidir:

İkinci Mesele

Allahü teâlâ, Hazret-i İbrahim'e olan mükellefiyetlerini, mânâda genişlik olsun diye "belâ" olarak isimlendirdi. Çünkü bu gibi şeyler, kimin emrettiği bilinmemesi bakımından, bizim tarafımızdan, belâ, tecrübe ve mihnet gibi görülür.

Neticeleri Bilmesine Rağmen Allah'ın, Kulunu İmtihanı Caiz midir?

Örfte böylesi kullanış çok olunca, Hak teâlâ'nın emir ve yasaklarını mecazî olarak bu şekilde isimlendirmesi caiz olur. Çükü Allahü teâlâ hakkında imtihan etme ve deneme fiillerinin kullanılması caiz değildir. Zira Allahü teâlâ, ezelden ebede kadar olan, nihayetsiz tafsilatı olan bütün malûmatı bilir. Hişam b. Hakem : "Allahü teâlâ, ezelde sadece eşyanın hakikatini ve mahiyetini bilir. Ama bu mahiyetlerin meydana geliş ve varlık alemine girişlerini ise ancak bunlar meydana gelirken bilir" demiş ve görüşüne naklî ve aklî deliller getirmiştir. Onun naklî detili işte bu ayettir. O, bu ayetin delil oluşunu, Allahü teâlâ'nın kullarını imtihan edip denediğini açıkça ifâde edişinden ve bunun benzerini diğer ayetlerde de zikretmesinden çıkarmıştır. Mesela Allahü teâlâ,

"Sizden cihâd edenlerle, sabredenleri bilelim diye sizi İmtihan edeceğiz" (Muhammed, 31); "Hanginizin ameli daha güzel olacak diye, sizi imtihan etmek için" (Mûlk, 2) ve Bakara suresinde ileride gelecek olan ayetinde "Muhakkak ki sizi. korku veaçlık türü birşeyle imtihan edeceğiz" (Bakara, 155) buyurmuştur. Yine Hişam, görüşünü kuvvetlendiren şu ayetleri de zikretmiştir:"Siz ikiniz ona yumuşak söz söyleyin, belki o düşünür veya (Allah'dan) korkar " (Taha, 44). (......) kelimesi tereccî (ummak manasını ifâde etmek) içindir.

"Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibâdet edinr umulur ki ittikâ edesiniz " (Bakara, 21). Bu ve benzeri ayetler, Hak teâlâ'nın eşya meydana gelmezden önce, onların meydana geleceğini bilmediğini gösterir.Hişam bazı aklî deliller de ileri sürmüştür:

1) Eğer Allahü teâlâ, eşya meydana gelmezden önce, eşyanın meydana geleceğini bilmiş olsaydı, o zaman hem Hâlik'ta hem mahlûkta kudretin olmadığını söylemek gerekirdi. Bu ise imkânsızdır. İmkânsıza götüren şey de aynıdır. Bu ikisinin birbirini gerektirmesinin izahı şöyledir: Allahü teâlâ'nın meydana geleceğini bildiği şeylerin meydana gelmemesi imkansız olur. Çünkü birşeyin meydana geleceğini ve gelmeyeceğini bilmek, iki zıt durumdur. İki zıddın arasını bulmak ise muhaldir. Allah'ın meydana gelmeyeceğini bildiği şeylerin, aynı bu delilden ötürü meydana gelmesi imkânsızdır. Buna göre şayet Allahü teâlâ, cüzî şeylerin tamamını, onlar olmazdan önce bilseydi, o şeylerin bazısının meydana gelmesi vâcib, bazısının meydana gelmesi mümtenî (imkânsız) olurdu. Halbuki kesinlikle ne vacib olan için, ne de mümtenî olan için kudrete gerek yoktur. Binaenaleyh böyle olan şeylere Yaratıcı Teâlâ'nın ve yaratılanın kudreti olmadığını söylemek gerekir. Biz bunun imkânsız olduğunu söyledik. Yaratıcı için bunun imkansız olduğunu söyledik, çünkü âlem muhdes (sonradan olma) dır. Ona bir tesir eden (yaratan) vardır. Bu müessirin mutlaka kadir olması gerekir. Çünkü bu tesir, müessirin zatı gereği olsaydı, müessir kadîm olduğu için alemin de kadim olması veya âlem hadis olduğu için müessirin de hadis olması gerekirdi.Bu kudretin mahlûk için imkânsız olduğunu söyledik, çünkü biz, birşey, yapmak istediğimizde ona kadir olduğumuz, birşeyi yapmamak istediğimizde de onu yapmamaya kadir olduğumuz manasında, kendimizde bir işi yapma veya yapmamaya açıkça bir güç buluyoruz. Buna göre bu iki şeyden birisi vacib, diğeri mümtenî olsaydı, açıkça varlığı bilinen bu güç söz konusu olmazdı.

2) İlmin, bilinen iki şeyden birine taalluk etmesi, o İlmin diğerine taalluk etmesinden başkadır. Bu sebepten ötürü bizi, diğerine taallukunun farkında olmamızla beraber, bu ikisinden birini düşünebiliyoruz. Eğer bu iki taalluk tek bir taalluk gibi olsaydı, bu imkânsız olurdu. Çünkü tek bir şeyin aynı anda hem bilinebilmesi, hem de bilinememesi imkânsızdır. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki eğer Hak teâlâ, cüz'iyyatın tamamını bilmiş olsaydı, sınırsız ilmi olurdu. Veya onun İlminin taalluk ettiği sayısız şeyler olurdu. Her iki halde de aynı anda sayısız mevcudat meydana gelirdi ki bu imkânsızdır. Çünkü o zaman bu eşyanın toplamı, on eksiğinden daha fazla olurdu. Noksan olabilen şey sonludur. Fazla olan da, sonlu olandan on fazlasıdır. Sonlu olana, sonsuz olan eklendiği zaman toplam sonlu olur. Bu durumda sonsuz eşyanın var ol- ' ması imkânsızdır.

Şayet, "Mevcut olan ilimdir. İlmin taalluk ettiği şeyler ise haddizatında varlıkları olmadığı halde a'yânda bulunan nisbi işlerdir" denilirse, biz deriz ki: İlim bir malûma taalluk ederse ancak ilim olur. Binaenaleyh eğer bu taalluk haddizatında mevcut olmasaydı, ilmin de aslında ilim olmaması gerekirdi ki bu da imkânsızdır.

3) Bu nihayeti olmayan malumatın sayısını Allah bilir veya bilmez. Eğer Allah onların sayısını bilirse, bu malumat sınırlı demektir. Çünkü belli bir sayısı olan herşey sınırlıdır. Eğer Allahü teâlâ, bu malumatın sayısını bilmez ise, onları tafsilatıyla bilmiyor demektir. Bizim sözümüz de bu konudadır.

4) Her malum, zihnimizde diğerinden ayırdedilmiştir. Başkasından ayırdedilen herşeyin dışındakiler, ondan hariçtir. Ondan hâriç olan herşey ise ondan başkadır. O halde bu şey, sonlu ve sınırlıdır. Bu sebeble her malum sınırlıdır. Binaenaleyh sınırsız olan şeylerin malum olması imkansız olur.

5) Birşey, ancak ilmin ona taalluku ve nisbeti bulunursa malûm olur. Birşeyin birşeye nisbet edilmesi, haddizatında tahakkuku muteber bir haldir. Çünkü birşeyin kendisinde bir belirginlik olmazsa, o, o olması bakımından, başkasının ona nisbet edilmesi imkânsız olur. Müşahhas bir şey, varlık alemine girmezden önce, kesinlikle müşahhas olamaz. Bu sebeble onun ilme konu olması imkânsız olur.

Şayet, "Bu görüş muhal ve mürekkeblerin varlık âlemine girmezden önce (bilinebilir olmasıyla) bâtıl olur. Çünkü biz, onların belirginlikleri olmadığı halde, onları bilebiliyoruz" denilirse, biz deriz ki: Senin bu söylediğin, bizim sözümüzle bir tezad eder, bu ise bizim sözümüze bir cevap değildir. Böyle bir durum ise, şek ve şüpheyi izale etmeyecek şeylerden sayılır. Hişâm sözüne devamla: "İşte bütün bu akfî izahlar, bu kabil ayetlerin zahirî manalarından mecazî manalarına geçilmesine gerek olmadığına delalet eder" demiştir.

Bil ki bu Hişâm, Rafizilerin reisidir. Bundan dolayı eski Rafizilar bedâ görüşüne sahiptirler. Müslümanların çoğu ise Allahü teâlâ'nın, cüz'î şeyler meydana gelmeden önce de, onları bildiğinde ittifak etmiş ve görüşlerine şu şekilde delil getirmişlerdir:

Cüz'îyyâtın meydana gelmezden önce de, Allah'ın malûmatı dahilinde olmaları doğrudur. Biz, bu cüz'iyyâtı Allah'ın bilmesinin doğru olduğunu söyledik, çünkü biz de, onlar meydana gelmezden önce onları bilebiliyoruz. Zira biz, güneşin yarın doğudan doğacağını bugünden bilebiliyoruz. Meydana gelmeleri o şeylerin, mümkün olduklarını gösterir. Biz, cüz'îyyâtın bilinebilmesinden dolayı, Allah'ın onları bilmesi gerektiğini söyledik. Çünkü Allah'ın ilminin malumata taalluk etmesi, Allah'ın zatı gereği olması gereken bir husustur. Bu sebeple, Allah'ın ilminin, bilinebilecek şeylerin bazısına taalluk etmesi, diğer bazısına taalluk etmesinden daha evlâ değildir. Buna göre bir tahsis bulunsaydı, bu durumda bir muhassise (tahsis edecek olana) ihtiyaç olurdu ki bu imkânsızdır. Bu sebeple de Allah'ın ilminin, hiçbir malumata (bilinebilecek şeye) taalluk etmemesi gerekirdi. Eğer onun ilmi, malumatın bazısına taalluk ederse, hepsine de eder ki, zaten bizim söylemek istediğimiz de budur.Hişam'ın ileri sürdüğü birinci şüpheye gelince, buna şöyle cevap veririz: Birşeyin meydana geleceğini bilmek, onun meydana gelmesine bağlıdır. Meydana gelme de kudrete bağlıdır. O halde bağlı olan şey, bağlandığı şeye ters olmaz. Bu sebeple ilim, kudretten müstağnî kılmayan, ondan ayrılmayan bir sıfattır. O'nun İkinci şüphesine (deliline) şöyle cevap veririz: Senin bu şüphen, sonu olmayan sayı dizileri ile bozulur.

O'nun üçüncü şüphesine de şu şekilde cevap veririz: Cenâb-ı Allah eşyanın sayısını bilmez. Bu durum, Allah'a cehalet isnâd edilmesini gerektirmez. Çünkü cehalet, eşyanın muayyen bir sayısının olduğudur. Allahü teâlâ onun sayısını bilmez. Fakat eşyanın aslında belli bir sayısı olmadığı zaman, "Allah eşyanın sayısını bilmez" dememizden, Allah hakkında bir cahilliğin söz konusu olması gerekmez.

O'nun dördüncü şüphesine cevabımız ise şöyledir; Alimin, onun başkasından farklı olduğunu bilmesi malûmun şartından değildir. Çünkü malumun başkasından farklı olduğunu bilmek, o başka şeyi de bilmeye dayanır. Buna göre, birşeyi bilmek, o şeyi başkasından ayırdetmeye ve birşeyin başkasından farklı olduğunu bilmek de o başkasını bilmeye dayanmış olsaydı, o zaman insanın hiçbirşey bilememesi, ancak sayısız şeyleri bildiği zaman birşeyi bilebilmesi gerekirdi.O'nun beşinci şüphesine de, yukarıda bahsettiğimiz nakz (hükümsüz illetin bulunması) deliliyle cevab veririz. Şüphe nakzolunduğunda ortadan kalkar. Böylece Allah'ın ilminin umumiliğine delâlet eden bu bahsettiğimiz delillermuarızlardan salim kalır. Muvaffakiyet Allah'dandır.

Arapçada Zamirin Mercii Konusunda Tafsilât

Bil ki zamirin mutlaka kendinden önceki birşeye râcî olması gerekir. Buna göre zamir merciinden lâfzen ve manen ya önce olur, veya sonra olur, veyahut lâfzen önce, manen sonra olur. veyahut da bunun aksine olur.

Birinci kısma gelince ki bu, zamirin lafzen ve manen merciinden önce olmasıdır, nahivcilere göre meşhur görüşte bu caiz değildir. İbnu Cinnî bunun caiz olduğunu söylemiş ve buna hem nakli (şiirden), hem de aklî delil getirmiştir. Şiirden delili şairin şu sözüdür:

"O'nun Rabbi benim için Adiy b. Hatim uluyan köpekleri cezalandırdığı gibi cezalandırsın, nitekim böyle yaptı da..."Aklî delile gelince, bu caizdir çünkü fail müessir olan, mef'ul ise onun etkisini alandır. Fiilin hem faile hem de mefule taalluku güçlüdür. Dolayısıyla bunlardan herbirinin lâfzen diğerinden önce gelmesi uzak görülmez. Sonra biz (nahivciler), mansub olan kelimenin merfu olana lafzen takdim edilmesinin caiz olduğunda ittifak ettik. Takdim caiz olduğu halde takdimin yapılmaması da böyledir.

İkinci kısma gelince, ki bu zamirin lâfzen ve manen merciinden sonra gelmesidir, bunun doğru olduğunda herhangi bir münakaşa yoktur. Meselâ, senin, (Zeyd, kölesini dövdü) demen gibi.

Üçüncü kısma gelince, ki bu zamirin lâfız bakımından merciinden önce gelip mana bakımından sonra olmasıdır.Bu senin "Kölesini Zeyd dövdü" demen gibidir. İşte burada zamir, her nekadar lâfız bakımından önce gelse bile, mana bakımından sonradır. Çünkü mansub olan şey, takdir bakımından merfudan sonra gelir. Böylece sanki sen şöyle demiş oldun: "Zeyd kölesini dövdü.." şüphesiz bu da caizdir.

Dördüncü kısma gelince, ki bu zamirin mana bakımından merciinden önce, lâfız bakımından ise sonra olmasıdır, bu, Allahü teâlâ'nın şu ayetinde olduğu gibidir: Çünkü merfû (fail) mana bakımından mansubdan (mefulden) öncedir. Buna göre ayetin takdiri, (......) şeklinde olmuş olur. Fakat durum mana bakımından bu şekilde ise de, lâfızda zamir önce değil de sonra olduğu için böyle olması şüphesiz caiz ve yerinde olmuştur.

Dördüncü Mesele

İbn Âmir, he harfi ile min arasına bir elif getirerek, (......) şeklinde, diğer kıraat imamları ise (......) şeklinde okumuştur. Bu iki okunuş da lügata uygundur. İbn Abbas (radıyallahü anh) ve Ebu Hayve (radıyallahü anh), "İbrahim" kelimesini merfû, "Rab" kelimesini de mansub okuyarak (......) şeklinde okumuşlardır. Buna göre ayetin manası, "Hazret-i İbrahim, Rabbine bazı dualarla, deneyen birisinin deneyişi gibi, Allah onları kabul edecek mi kabul etmeyecek mi diye dua etmiştir" şeklinde olur.

Hak teâlâ'nın Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'i İmtihanı

Müfessirler, lâfzın zahirinin bu manalara delâlet edip etmediği konusunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları şöyle demişlerdir: Lâfız bu manalara delâlet eder. Bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın imamet, Beytullah'ı temizleme, onun temellerini yükseltme ve Hazret-i Muhammed(sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olarak gönderilmesi hususundaki duaları gibi, zikrettiği şeylerdir. Çünkü bütün bunlar güç şeylerdir.

İmametin güç olmasına gelince, burada bundan maksad nübüvvet (peygamberlik)tir. Bu mükellefiyet ise büyük zorlukları ihtiva eder. Çünkü Peygambere, risaletini tebliğ hususunda bütün meşakkat ve yorgunlukları yüklenmesi, bu yüzden öldürülse de peygamberliğin herhangibir tebliğini yerine getirmede hıyanet etmemesi gerekir. Şüphe yok ki bu en büyük güçlüklerdendir. İşte bu sebepten ötürü peygamberlerin mükâfaatının, başkalarınkinden çok büyük olduğunu söyledik.

Ka'be'nin yapılması, temizlenmesi ve temellerinin yükseltilmesinin güç oluşuna gelince, bu hususta Beytullah'ın nasıl yapıldığını gösteren rivayetlere vâkıf olan kimse, bunlardaki zorluğun fazlalığını anlamış olur. Sonra bu ifâde, Hacc menâsıkını edâ etmeyi de içine alır. Allahü teâlâ, Hazret-i İbrahim'i mevkıfta şeytan ile, onu taşlamak v.b. şeylerle imtihan etmiştir.

Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i Allah'ın âhir zamanda peygamber olarak göndermesi için dua etmesinin zorluğu, bunun sırf Allah rızası için ihlâsla yapılması gereken ve kalbten hasedin tamamıyla yok olmasına bağlı olan şeylerden olduğu içindir.

Böylece bu ayetin peşinde zikredilen bu emirlerin güç ve zor mükellefiyetler olduğu ortaya çıkmış olur. Bu sebeple de Allah'ın Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'i kelimelerle imtihan etmesinden muradın bu şeyler olması mümkündür. Muradın bu olduğuna, Allahü teâlâ'nın bunu atıf harflerinden herhangi birisiyle ayırmaksızın zikretmiş olması, (......) demeyip de, (......) demiş olması da delâlet eder. Böylece bu, bu imtihanın saydığımız şeylerle mükellef tutmadan başka birşey olmadığını gösterir.

Kâdî bu görüşe itiraz ederek şöyle demiştir: "Sizin bu söylediğiniz, ancak Allah'ın bu ayeti, (......) şeklinde buyurup, bundan sonra da (......) demesi halinde caiz olur. Fakat ayetin tertibi böyle değildir. Aksine Cenâb-ı Hak, (......) ifâdesini, (......) ifâdesinden sonra zikretmiştir. Bu da Hak teâlâ'nın Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'i kelimelerle imtihan edip, onun da onları tam olarak yaptığına, Allahü teâlâ'nın bundan sonra, (......) buyurduğunu gösterir."

Kâdî'nin bu itirazına şöyle cevap verilebilir: Kelimelerden maksad, sadece imamet (önderlik, liderlik) değildir. Tam aksine imamet, Beytullah'ı bina etmek, temizlemek ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olarak gönderilmesi için dua etmektir. Allahü teâlâ sanki Hazret-i İbrahim'i bu sayılan şeylerin tamamıyla imtihan etmiş, bunu müteakiben de Hazret-i İbrahim'i birtakım şeylerle imtihan ettiğini icmâlî (özet) olarak haber vermiş. Hazret-i İbrahim'in bu şeyleri yerine getirdiğini bildirmiş. Daha sonra bu hususları tafsilâtlandırmıştır. Bu, uzak görülecek şeylerden değildir.

Diğer bazı müfessirlerse şöyle demişlerdir: Ayetin zahirinde, bu kelimelerden ne murad edildiğini gösteren birşey yoktur. Bu görüş iki manaya getir:

1) Allah, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'î, mükellef tuttuğu birtakım kelimelerle imtihan etti. Bunlar Allah'ın emirleri ve yasaklarıdır. Buna göre sanki Cenâb-ı Hak, "Hani Rabbi, İbrahim'i dilediği şeyleri emretmekle imtihan etti" buyurmuştur

2) "Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in kavmine ulaştıracağı kendi kelimeleri (sözleriyle), onu imtihan etti." Birinci görüşte olanlar bu teklifin hangi surette olduğu hususunda birtakım görüşler belirterek ihtilâf etmişlerdir:

a) İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Bunlar onun şeriatında farz, bizim şeriatımızda sünnet sayılan on özelliktir. Bunların beşi baş ile, beşi de bedenle ilgilidir. Baş ile ilgili olanlar, ağza su vermek, burna su vermek, saçları tepeden ortadan yarmak, (ikiye ayırmak), bıyıkları iyice kısaltmak ve misvak kullanmak. Bedenle ilgili olanlar ise sünnet olmak, kasıkları tıraş etmek, koltuk altı kıllarını yolmak, tırnakları kesmek ve su ile istincâ etmek."

b) Bazıları da, Allah'ın Hazret-i İbrahim'i İslâm'ın özelliklerinden otuzuyla imtihan etmiştir. Bunlardan onu.Berae (Tevbe) süresindeki, "Tevbe edenler, ibâdet edenler, hamd edenler, seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülükten nehyedenler ve Allah'ın sınırlarını (hükümlerini) koruyanlar (yok mu?) Sen (bu) mü'minleri (cennetle) müjdele" (Tevbe, 112) ayetinde belirtilen; on tanesi, Ahzab süresindeki,

Müslüman erkek ve kadınlar, mü'min erkek ve kadınlar, itaat eden erkek ve kadınlar, doğru erkek ve kadınlar, sabreden erkek ve kadınlar, huşûlu erkek ve kadınlar, sadaka veren erkek ve kadınlar, oruç tutan erkek ve kadınlar, ırzlarım muhafaza eden erkek ve kadınlar, Allah'ı çok zikreden erkek ve kadınlar için Allah bir bağışlama ve büyük bir mükâfaat hazırlamıştır" (Ahzab, 35) ayetinde belirtilen; on tanesi de Mü'minûn süresindeki,

"Namazlarında huşûya riayet eden, boş ve faldesiz şeylerden yüz çeviren, zekatlarım veren, zevceleri ve sağ ellerinin malik olduğu (cariyeleri) müstesna, ırzlarını koruyan -çünkü bu hususta kınanmazlar; bundan ötesini isteyen de haddi aşanlar olur- emânetlerine ve verdikleri sözlere riayet eden, namazlarına devam eden mü'minler muhakkak ki, felah buldular. İşte bunlar (cennete) vâris olanların tâ kendileridir" (Mü'minun 1-10) ayetlerinde belirtilen hususlardır.Ibn Abbas (radıyallahü anh)'dan Meâriç süresindeki,

"Onlar namazlarına devam ederler" (Meâriç, 34) ayetine kadar bahsedilen on hususiyeti de geçen hususiyete ilâve ederek bu mükellefiyetlerin sayısını kırka çıkardığı rivayet edilmiştir.

c) Allah, Hazret-i İbrahim'e tavaf, sa'y, şeytan taşlama ve ihrama girme gibi hac menâsikini emretmiştir. Bu Katâde ve İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın görüşüdür.

d) Allahü teâlâ, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'i, güneş, ay, yıldızlar, yaşlı iken sünnet olma, ateşe atılma, çocuğunu kurban etmesi ve hicret şeklinde yedi şeyle imtihan etmiş, o da bunlart tamamem yerine getirmiştir. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Allah, "Vazifesini tastamam yerine getiren İbrahim..." (Necm, 37) buyurmuştur. Bu görüş Hasan el-Basri'den rivayet edil'miştir

e) Bundan murad, Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabbi ona "Teslim ol" dediği zaman o, "Alemlerin Rabbine teslim oldum" demişti" (Bakara, 131) ayetindebahsettiği durumdur.

f) Onun, babasıyla, kavmiyle ve Nemrud'la tevhid hususundaki mücadeleleri, namaz, zekat, oruç, ganimetlerin taksimi, misafir ağırlama ve bunlara devam etmesi gibi hususlardır.

Kaffâl (r.h) şöyle demiştir:Sözün özü şudur: "İmtihan: Yapılmasında bir külfet, zorluk ve sıkıntı olan şeyleri yapmak zorunda bırakma" manasını ifâde eder. Binaenaleyh bu lâfız, bütün bu anlatılanları içine aldığı gibi, herbirini tek tek de ifâde edebilir. Bu sebeble bütün bunlar hakkında rivayet sabit olmuşsa, bütününün var olduğunu söylemek gerekir. Şayet bunlardan bazısı hakkında rivayet var ise o zaman, rivayetler arasında bir çelişki meydana gelir ki bu takdirde söz söylememek gerekir. Allah en iyi bilendir.

İmtihan Hazret-i ibrahim'in Nübüvvetinden Önce mi Sonra mı Vaki Oldu?

Kâdî şunu söylemiştir: Bu imtihan, O peygamber olmazdan önceydi: Çünkü Cenâb-ı Hak, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in bunları yapmış olmasının, onu imam yapma- sına sebep olduğuna dikkat çekmiştir; sebeb ise neticeden önce gelir. Bundan ötürü bu imtihanın, Hazret-i ibrahim'in imâm oluşundan önce var olmuş olması gerekir. Yine bu aklın prensiplerine de uygundur. Bu böyledir, çünkü, nübüvvetin şartlarından olan vefa, ancak, dünyanın bütün lezzet ve şehevî arzularından yüz çevirmek, insanlara müdahane yapmayı terketmek, içinde bulundukları bâtıl dinler ile yanlış inancan takbih etmek ve her türlü mahlûkat tarafından gelebilecek eziyetlere katlanmakla meydana gelir. Şüphe yok ki bu, meşakkatlerin en büyüğü ve insanı bitkin düşüren şeylerin en ağırlarındandır. İşte bu sebebten dolayıdır ki peygamberlerin ecri, ümmetlerininkinden daha büyüktür. Durum böyle olunca, Allahü teâlâ Hazret-i İbrahim'i meşakkatli mükellefiyetlerle imtihan etmiştir. Hazret-i İbrahim bu mükellefiyetleri yerine getirince Allahü teâlâ, ona nübüvvet ve risalet elbisesini giydirmiştir.

Diğer bazıları ise bu imtihanın nübüvvetten sonra olduğunu, çünkü Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in bu mükellefiyetlerle mes'ul olduğunu ancak vahiy yoluyla bileceğini, binaenaleyh vahyin, kendisinin böyle mükellef olduğunu bilmeden önce gelmesi gerektiğini söylemişlerdir.

Kâdî buna şöyle cevap vermiştir: "Allahü teâlâ'nın Hazret-i İbrahim'e bu güç mükellefiyetleri (Cebrail (aleyhisselâm)'in diliyle vahyetmiş olması muhtemeldir. Cenâb-ı Hak, o bunları tamamlayınca, onu insanlara gönderilmiş bir peygamber yapmıştır."Sen bu meseleyi iyice anladığın zaman deriz ki: Kâdî şöyle demiştir: "Kelimelerden kastedilen şey, Hasan el-Basri'nin zikrettiği yıldız, güneş ve ay ile ilgili hadistir. Çünkü Allahü teâlâ, Hazret-i İbrahim'i, peygamberlikten önce bunlarla imtihan etmişti. Çocuğunu kurban etmesine, hicret etmesine ve ateşe atılmasına gelince, bütün bunlar peygamberlikten sonra olmuştur. Sünnet olması da böyledir. Çünkü rivayet edildiğine göre Hazret-i İbrahim yüzyirmi yaşında iken kendi kendisini sünnet etmiştir." Kâdî sonra da şöyle demiştir: "Eğer "kelimeler" ile murâd edilenin bu şeyler olduğuna dâir katî nakli bir delil bulunursa, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onları tamamladı" sözünden maksadı şu olur: Allah, onun durumundan, bu şeyleri tamamlayacağını ve peygamberlikten sonra bunları yerine getireceğini anladı da, ona imamet (önderlik) ve peygamberlik elbisesini giydirdi.

Yedinci Mesele

(......)deki faili gösteren gizli zamir iki kıraattan birine göre; "Onları hakkıyla yaptı, eksiklik ve gevşeklik göstermeksizin en güzel bir şekilde edâ etti" manasında olmak üzere Hazret-i İbrahim'e aittir. 'Vazifesini tastamam yerine getiren İbrahim, ." (Necm. 37) ayeti de böyledir.

Diğer kıraate göre ise, "Allah ona dilediği şeyleri verdi, hiç birşeyi eksik bırakmadı" manasında olmak üzere Allah'a aittiradıyallahü anhllah'ın. Seni insanlara imam (önder) yapacağım" sözünde geçen "imam" kelimesi, sırta giyilen şeye "izâr" denilmesi gibi, kendisine uyulan kimseye verifen isimdir, "Dininde insanlar sana uyarlar" manasına olur. Burada birkaç mesele vardır:

Ayette Geçen "İmam" Tâbirinden Maksad?

Muhakkik âlimler şöyle demişlerdir: Buradaki "imâm" kelimesinden maksad "nebî" dir. Buna birkaç husus delâlet etmektedir:

1) Cenab-ı Hakk'ın insanlara imam sozu, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'i bütün insanlara imâm yapmış olduğunu gösterir. Bu durumda bulunan kimsenin ise Allah katından gönderilmiş, müstakim bir şeriatı olan bir peygamber olması gerekir. Çünkü şayet o, bir başka peygambere tâbi olmuş olsaydı, o zaman o peygamberin imâmı değil de, uyanlarından birisi olurdu ki, bu umûmî ifâde bâtıl olurdu.

2) Lâfız, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in her hususta imâm (önder) olduğuna delalet eder. Bu durumda olan kimse, ancak bir peygamberdir.

3) Bütün peygamberler (aleyhisselâm), insanların kendilerine uyması vâcib olduğu için imâm, (önder) dirler. Cenâb-ı Allah bu manada, "Biz o peygamberleri emrimizle (insanları) hidâyete ulaştıran imamlar (önderler) kıldık" (Enbiya, 73) buyurmuştur.

Halifeler de imâm sayılırlar. Çünkü onlar insanların kendilerine tâbi olmaları, söz ve hükümlerini kabul etmeleri gereken bir mevkidedirler.

Kadılar ve fâkihler de bu manada imamdırlar.

İnsanlara namaz kıldırana da imâm denilir. Çünkü onun arkasında namaza duranın ona uyması gerekir.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"İmâm, ancak kendisine uyulsun diye imam yapılmıştır. Binaenaleyh o rükû yaptığında, siz de rükû yapınız. Secdeye vardığında siz de secdeye varınız ve imamınıza muhalefet etmeyiniz" Aynı manada daha uzun bir hadis için bkz: Buhari, Taksirü's-Salat. 17; Müslim, Salat, 81-84 (1/309). Böylece imâm isminin, dinî bakımdan kendisine uyulması lâyık olan kimseye verildiği sabit olmuştur.

Bazan bâtıl hususunda kendisine uyulan kimseye de "imâm" denilebilir. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Biz o (Firavun hanedanını), ateşe :ağıran imamlar (önderler) yaptık" (Kasas, 41.) Ancak imâm ismi mutlak olarak kullanıldığında bu manaya gelmez, daha doğrusu mukayyed (kayıdlı) olarak kullanıldığında bu manaya gelebilir. Çünkü Cenâb-ı Hak, sapıklığın imamlarını zikrettiği zaman bunu, "Ateşe (cehenneme) çağırırlar" sözü ile kayıdlamışr. Nitekim ilâh ismi de ancak Hak olan Mabud'u ifâde eder. Bâtıl olan mabud -.Kkında ilâh ismi ancak kayıdlı olarak kullanılır. Nitekim Cenâb-ı Hak: "Allah'ı bırakıp taptıkları ilahları, onlara hiçbir fayda vermemiştir" (hud, 101); ve: "Şimdi sen kendisine hep taptığın ilahına, bak"(Taha, 97) buyurmuştur.

İmam isminin zikrettiğimiz manayı ifâde ettiği ve peygamberlerin de imâmlığın en yüksek mertebesinde oldukları sabit olunca, ayette geçen "imâm" lafzını, "nübüvvet" manasına hamletmek gerekir. Çünkü Hak teâlâ, "imâm" lâfzını burada büyük bir ihsan tarzında zikretmiştir. Bu sebeple minnet edilen bir ihsan olması için onun, en büyük nimetlerden olması gerekir. Bundar layı da "imâm" lâfzını "peygamberlik" (nübüvvet) manasına almak vâcib olur.

Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in Kıyamete kadar Süren İmameti

Allahü teâlâ, Hazret-i İbrahim'e, onu insanlar için bir imâm yapacağını va'adettiği zaman, kıyamet kopuncaya kadar bu va'adinde durmuştur. Çünkü çok büyük ihtilâflarına ve birbirlerinden son derece uzak olmalarına rağmen, bütün dinlerin mensubları Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e saygı göstermekteler ve hem neseb, hem de din ile şeriat bakımından ona mensub olmakla şeref duymaktadırlar. Öyle ki putperestler de, Hazret-i İbrahim'e saygı duymaktadırlar. Cenâb-ı Hak, kitabında bu hususta şöyle buyurmuştur: "Sonra biz sana, "Hanif olarak İbrahim'in dinine uy!" diye vahyettik" (Nahl, 123); "Kendini bilmezden başka kim İbrahim'in dininden çevirir?" (Bakara, 130); ve: "Babanız İbrahim'in dini.. O sizi önceden, müslür lar diye isimlendirdi" (Hacc, 78). Bütün ümmet-i Muhammed namazlarının sonunda şöyle dua eder: "Allah'ım, İbrahim'e ve İbrahim'in âline merhamet edip onları mübarek kılıp, onları bağışladığın gibi, Muhammed'e ve âline (ashabına, ümmetine) de merhamet et."

İmamet İçin Nas Şart mıdır?

İmâm'ın ancak bir nas ile imâm (lider) olabileceğin söyleyenler bu ayete tutunarak şunu söylemişlere Cenâb-ı Hak, imâm olacağı hususunda açık bir nas (ayet) göndermek suretiyle, ancak Hazret-i İbrahim'i imâm olacağını açıklamıştır. Bunun bir benzeri de Hak teâlâ'nın: "Ben, muhakkak ki yeryüzünde bir halife yaratacağım " (Bakara, 30) ayetidir. Bu ayet Cenâb-ı Allah, Hazret-i Adem (aleyhisselâm) için halifelik makamının, ancak buna delâta eden açık bir nas ile meydana geleceğini göstermiştir. Bu görüş zayıftır. Çünkü biz, ayetteki "imâm"lıktan maksadın peygamberlik olduğunu beyân etmiştik. Sonra imametten maksadın, mutlak imamlık (önderlik) olduğunu kabul etsek bile, ayet imametin yolunun nas olduğuna delâlet etmektedir. Bu konuda da bir anlaşmazlık söz konusu değildir. Anlaşmazlık sadece imametin, bir nas olmaksızın sabit olup olmayacağı hususundadır. Bu ayette ise, gerek olumsuz, gerek olumlu yönden meselenin bu tarafından bahsedilmemiştir.

Dördüncü Mesele

Allahü teâlâ'nın, "Seni insanlara imâm yapacağım kavli, İbrahim (aleyhisselâm)'in bütün günahlardan masum oduğuna delalet eder. Çünkü imâm kendisine uyılan ve yolundan gidilen kimsedir. Şayet o günah işleyecek olursa, bu hususta bizim ona uymamız gerekir. Neticede bizim aynı fiili işlememiz gerekir. Bu ise imkânsızdır. Çünkü bir fiilin günah olması, yapılması yasak olduğu içindir. Bir fiilin vacib olması ise, terkedilmesi yasak olduğu içindir. Bu ikisinin aynı anda olması imkânsızdır.

Allahü teâlâ'nın, "Zürriyetimden de.." sözü ile ilgili birçok mesele vardır:

Zûrriyet Lâfzının Mânası

"Zürriyet" kelimesi, insanın evlâdı ile evlâdının çocukları manasınadır. Bu kelime, "Allah canlıları yarattı (saçtı)" ifâdesinden alınmıştır. Araplar, (canlılar) kelimesinde olduğu gibi, kolaylık olsun diye, kelimenin aslındaki hemzeyi terketmişlerdir. Bu kelime hakkında şöyle bir açıklama daha vardır: Bu kelime, (......) kelimesinin ism-i mensubudur.

İkinci Mesele

"Zürriyetimden de.." sözü ayette daha önce geçen, (......) deki, (......) harfine atıftır. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) sanki şöyle demiştir: "Zürriyetimden bir kısmını da (imâm) kıl." Nitekim sana, "Sana ikramda bulunacağım" denildiğinde sen "Zeyde de.." dersin.

Üçüncü Mesele

Bazı alimler şöyle demiştir: Hak teâlâ, Hazret-i İbrahim'e zürriyetinden peygamberler çıkaracağını bildirince, o, bunun bütün zürriyeti için mi, bir kısmı için mi olacağını; hepsinin bu işe lâyık olup olamayacağını öğrenmek istemiştir. Bunu üzerine Allahü teâlâ, ona, zürriyeti içinde bu işe müsaid olmayan zalimlerin de bulunacağını bildirmiştir.

Bir kısım alimler de şöyle demişler: Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), bunu, öğrenmek istemek niyetiyle söylemiştir. Soru yoluyla Hazret-i İbrahim bunu öğrenmeyince, Allahü teâlâ ona açıkça, "Nübüvvetin, onun kavminden zalim olan kimseler için söz konusu olmadığını.." söyleyerek cevap vermiştir.

Eğer, "Hazret-i İbrahim, "zürriyetimden de..." sözünü söylemeye izinli miydi yoksa izinli değil miydi? Şayet, Allah bunu istemesine izin vermiş ise, niçin isteğini reddetti? Yok eğer ona bu konuda izin vermemiştir. O halde bu bir günahtır "denilirse, biz deriz ki: Allah'ın "Zürriyetimden de ..." ayeti, Hazret-i İbrahim'in soyundan bazılarının insanlara imam (önder, peygamber) olmasını istediğini gösterir. Nitekim Cenâb-ı Allah da, onun duasına zürriyetinden mü'min olan İsmail, İshak, Yakub, Yusuf, Musa, Harun, Davud, Süleyman, Eyyub, Yûnus, Zekeriyya, Yahya ve İsâ (aleyhisselâm) gibileri hakkında icabet etmiş, peygamberlerin sonuncusunu da, soyundan olan ve peygamberler ile imamların en faziletlisi bulunan Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) kılmıştır.

Allah'ın Ahdi

Allahü teâlâ'ın: "(Allah) "Ahdim zalimlere ulaşmaz" dedi" ayetiyle ilgili birçok meseleler vardır:

Birinci Mesele

Hamza ve Asım'dan rivayetinde Hafs, ye harfinin sükûnu ile kelimeyi, diğer kıraat imamları ise fethası ile, (......) şeklinde; bazıları ise ayeti, (......) şeklinde yani, "Senin zürriyetinden zalim olanlar, benim ahdime nail olamaz.." manasında okumuşlardır.

Cenâb-ı Hakkın Hazret-i İbrahim'e Verdiği Ahid Nedir?

"Ahd" kelimesi hususunda âlimler birkaç izah tarzı zikretmişlerdir.

1) Bu ahd, daha önce zikredilmiş olan imamlıkdır. Eğer imamlık tan murad edilen nübüvvet ise, işte budur; aksi halde, bu değildir.

2) Atâ'dan rivayet edildiğine göre "ahdim" demek, "rahmetim" manasına gelir.

3) Dahhâk'tan rivayet edildiğine göre, "benim taatim" manasınadır.

4) Ebu Ubeyd'den bunun, "benim emânım" manasında olduğu rivayet edilmiştir.

Birinci görüş daha uygundur. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "benim zürriyetimden de" kavli, O'nun "Ben seni, insanlar için bir imâm yapacağım" sözüyle va'adettiği bu imameti talep etmeyi ifâde eder. Bundan dolayı "Benim ahdim zâlimlere ulaşmaz" ifâdesi bu soruya ancak, "ahd" bü imamet mânasında olduğu zaman cevâp olabilir.

Üçüncü Mesele

Ayet Allahü Teâlâ'nın onun çocuklarından bazısına istediği şeyi vereceğine delâlet etmektedir. Eğer böyle olmasaydı, Hazret-i İbrahim'in isteğine (cevap) "hayır!" şeklinde olurdu; yahutta Cenâb-ı Allah, "Benim ahdim senin zürriyetine ulaşmaz! derdi..

Eğer, "İbrahim (aleyhisselâm) peygamberliğin zâlimlere uygun olmadığını bilmiyor muydu?" denilirse, deriz ki: "Evet, ama zürriyetinin durumunu bilmiyordu da, bunun için Cenâb-ı Allah, zürriyeti içerisinde durumu böyle olan kimselerin bulunacağını ve peygamberliğin ancak, zâlim olmayan kimseler için söz konusu olacağını beyan etmiştir.

Râfızîlefin Bu Ayetle İlgili Tutarsız İddaları

Rafizîler, bu ayetle, Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in imametlerinin geçersiz olduğu hususunda, üç yönden ihticâc etmişlerdir.

1) Ebubekir ve Ömer kâfirdiler. Kâfir olduklan için de zalim idiler. Binaenaleyh bu durumda, onların imamet ahdine lâyık olmadıklarını kesinlikle söylemenin doğru olması gerekir. Onların ne o vakitte ne de herhangi başka bir vakitte, imamet ahdine kesinlikle nail olmadıkları doğru olunca, onların imamete lâyık olmadıkları sabit olmuş olur.

2) Batınen günahkâr olan kimse, zâlimlerden olur. Ebu Bekir ve Ömer'in zahiren ve bâtınen günahkâr olan zalimlerden olmadıkları bilinmediği zaman, onların imametlerine hükmedilmemesi gerekir. İmamet ancak, ismeti sübût bulmuş olan kimse için söz konusu olabilir. İttifakla bu ikisinin masum olmadıkları bilinince, bunların imametlerinin hak olmaması gerekir.

3) Râfiziler şöyle demişlerdir: Bu ikisi, müşriktirler. Her müşrik de zâlimdir. Zâlim ise, imamet ahdine nail olamaz. Bundan dolayı bu ikisinin imamet ahdine nail olmaması gerekir. Bunların müşrik olmalarına gelince, bu ittifakla böyledir. Müşrikin zalim oluşu ise, Cenâb-ı Allah'ın: "Muhakkak ki şirk, büyük bir zulümdür" (Lokman, 13) ayetinden dolayıdır. Zâlimin imamet ahdine nail olamamasına gelince, o da tefsir etmekte olduğumuz bu ayetten dolayıdır.

Şöyle söylenilemez: "Onlar kâfir oldukları durumda zalim idiler; küfür onlardan gidince, bu zalim ismi de onlardan gitmiştir." Çünkü biz, "Zâlim, kendisinde zulüm bulunan kimsedir" diyoruz. Bizim, "kendisinde zulüm bulunan kimse" ifâdemiz "geçmişte veya şimdi kendisinde zulüm bulunan kimse" ifâdesinden daha umumidir. Çünkü bu mefhûmu, bu iki kısma taksim etmek mümkündür. İki kısma ayrılması mümkün olan bir şey, o iki kısım arasında müşterektir. İki kısım arasında müşterek olanın ise, bu iki kısımdan birisinin rulunmaması sebebiyle, ortadan kalkması gerekmez. Binaenaleyh, onun şu anda zalim olmaması, hiç zalim olmamış olmasını gerektirmez. Şer'î delillere : akıldığı zaman şu husus buna delâlet etmektedir: İman, tasdik olduğu halde .e tasdik de uyku halinde bulunmadığı halde, uyuyan kimseye mü'min denilebilmektedir. Bu.dahaönce kendisinde iman bulunduğu için, o kimseye mümin ismi verildiğini gösterir. Bu böyle olunca, daha önce kendisinden zulüm sâdır olmuş bir kimsenin, zalim addedilmesi gerekir. Aynı şekilde, kelâm (söz) birbirini takip eden harflerden yürümekte; ardarda gelen yer ve mekânlarda, peşipeşine bulunmaktan ibarettir. Muhakkak ki bütün bunların toplamının bir varlığı yoktur. "Kendisinden türetilmiş olan ismin" var olması, türetilmiş ismin hakîki olması için bir şart olsaydı, bu durum "konuşan", "yürüyen" ve benzeri isimlerin herhangi bir şey hakkında asla hakikat ifâde etmemeleri gerekirdi ki, bu kesinlikle yanlıştır. Böylece bu izah, türetilmiş ismin hakiki manayı ifâde edebilmesi için, kendisinden türetilmiş olduğu ismin bizzat bulunmasının şart olmadığını gösterir.

Buna şu şekilde cevap veririz: Sizin zikretmiş olduğunuz bu husus, şu durumla bir çelişki teşkil eder: Bir kimse kâfire selâm vermeyeceğine yemin etse de, daha önce uzun yıllar kâfir olduğu halde şu anda mü'min olan birisine selâm verse, bu kimse yeminini bozmuş olmaz. İşte bu husus, bizim söylediğimize delâlet eder. Bir de küfründen tevbe eden kimse kâfir; günahından tevbe eden kimse de âsî, günahkâr diye adlandırılamaz. Hüküm, bu misallerin benzerlerinde de aynıdır. Cenâb-ı Hakk'ın şu ayetlerine bakmaz mısın?

"Zâlim olanlara meyletmeyiniz" (Hûd, 113).

Cenâb-ı Hak burada, onlar zulüm üzere bulundukları sürece, müslümanları zâlimlere meyletmekten nehyetmiş ve, "İyilik edenlere karşı (muâtıaze için) bir sebep yoktur" (Tevbe. 91) buyurmuştur. Bunun mânası, "Onlar ihsanlarını sürdürdükleri sürece..." demektir. Bu, bu ayetteki "imâmet"ten maksadın, peygamberlik olduğunu açıklamış olmamıza binaendir, bu sebeple Allah'ı bir an bile inkâr eden kimsenin nübüvvete liyâkati olamaz..

Fasıkın İmameti Caiz midir?

Fakîh ve kelâmcıların çoğu şöyle demişlerdir: Fâsıkın devam ettiği sürece ona imameti vermek caiz değildir.

Bu âlimler, imamet esnasında meydana gelen fıskın, imameti iptal edip etmiyeceği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Çoğu âlimler, fâsıka imametin verilmesinin doğru olmayacağı hususunda bu ayeti delil getirmişlerdir. Bu ayetle iki bakımdan istidlal etmişlerdir:

a) Cenâb-ı Hakk'ın, "Ahdim zalimlere ulaşmaz" buyruğunun Hazret-i İbrahim'in, "Benim zürriyetimden de" isteğine karşı söylenmiş bir cevap olduğunu izah etmiştik. Hazret-i İbrahim'in, "Benim zürriyetimden de" ifâdesi Allah'ın zikretmiş olduğu imameti istemektir. Bu sebeple ayette bahsedilen "ahid" den maksadın, cevâp suale uygun olsun diye imamet olması gerekir. Binaenaleyh ayet, Allahü Teâlâ'nın sanki şöyle söylemiş olduğunu gösterir: "Benim imametim, zâlimleri içine almaz." Buna göre Allah'a İsyan eden herkes kendi nefsine zulmetmiş olur. Binaenaleyh ayet, bizim söylemiş olduğumuz şeye delâlet eder.

Şayet, "Ayetin zahiri onların iç ve dışlarıyla zalim olmamalarını gerektirir; bu da imamlar ve kadîler hakkında doğru olmaz" denilirse, biz deriz ki: Şîa, bu ayetle masumiyetin hem zahirî hem de bâtını olarak vacib olduğu hususundaki görüşlerinin doğruluğuna istidlal etmişlerdir. Biz ise, ayetin muktezasının böyle olduğunu, ne var ki bâtına itibar etmeyi terkettiğimizi söyleriz. Böylece geriye, zahirî adalete itibar edilmek kalır.

Savet, "Yunus (aleyhisselâm), "Seni tenzih ederim " Allahım! Ben, zâlimlerden idim" (Enbiya, 87); Hazret-i Adem de, "Rabbimiz, biz canlarımıza zulmettik" (A'raf. 23) dememişler miydi?" denilirse, biz deriz ki, ayette zikredilen zulüm, mutlak anlamda zulümdür. Bu ise, Hazret-i Adem ve Yunus (aleyhisselâm) hakkında söz konusu değildir.

b) Allah'ın kitabında "and", bazan emir manasına kullanılır. Nitekim Cenâb-ı ben size, şeytana ibadet etmemenizi emretmedim mi?" (Yasin, 60) ve, "Dediler ki, Allah bize... emretti"

(Al-i İmran, 183) buyurmuştur. Halifelerin ümerâ ve hakimlerine olan ahidleri de bu anlamdadır. Allah'ın ahdinin, "O'nun emri" manasına geldiği sabit olunca, nun, "Benim ahdim zalimlere ulaşmaz" buyruğu her halükârda, zalimlerin ilahî emre muhatap olmadıklarını ve onların Allah'ın emirlerinin alınacağı makamda bulunmalarının caiz olmadığını gösterir.

Birinci şık, müslümanların, Allah'ın emirlerinin, başkalarına lüzumlu olması gibi, zalimlere de lüzumlu olduğu hususunda ittifak etmelerinden dolayı geçersiz olunca, geriye diğer şık kalmaktadır. Bu da, zalimlerin Allah'ın emirleri hususunda güvenilir olmadıkları ve bu hususta da onlara uyulmayacağı hususudur. Binaenaleyh onlar, dinî hususta imâm olamazlar. Bu şekilde ayetin delaletiyle fâsık kimsenin imametinin bâtıl olduğu ortaya çıkmış olur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Yaratıcıya İsyan hususunda, yaratılmışa itaat edilmez Müsned, 1/129; Müslim, İmâre, 39 (3/1469); Nesâi, Bi'al, 34 (7/160). buyurmuştur. Bu da fâsıkın hâkim olamayacağına, hükmetme mevkiine geldiğinde hükümlerinin geçersiz olduğuna delâlet eder. Aynı şekilde şehâdeti, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayeti ve fetva verdiğinde de fetvası kabul edilmez. Namaz kıldırması için, öne geçirilmez. Eğer kendisine iktidâ okunmuş olunursa, onun kıldırdığı namaz fasit olmaz.

Bu Konuda İmam Ebû Hanife'nin İçtihadı

Ebu Bekr er-Razî şöyle demiştir: Bazı kimseler, Ebu Hanife'nin mezhebine göre O'nun fâsıkın imâm ve halife olmasını caiz gördüğü halde, kadî olmasını caiz görmediğini sanmışlardır. Bu yanlış bir zandır. Ebu Hanife, her ikisinin şartının adalet olması hususunda halife ile hâkimi birbirinden ayırmamıştır. Rivayeti makbul olmayıp hükümleri geçersiz olduğu halde, fâsık olan kimse nasıl halife olabilir? Ve böyle bir şeyin Ebu Hanife hakkında iddia edilmesi nasıl doğru olabilir?

Halbuki Emevîler zamanında İbn Hubeyre O'nu kadî olmaya zorlamış ve onu dövdürmüştür. Ama O, bunu kabul etmemiştir. Bunun üzerine hapsolunmuş; İbn Hubeyre de isteğinde diretmiş ve onu her gün kamçılatmıştır. Ebu Hanife'nin öleceğinden korkutunca, zamanının fakîhleri ona, seni dövmelerinin sona ermesi için, İbn Hubeyre'nin herhangi bir işini deruhte et!" dediler. Bunun üzerine Ebu Hanife, onun ithal edilen saman balyalarını sayma işini üzerine aldı; böylece de İbn Hubeyre, Ebû Hanife'nin yakasını bıraktı.. Sonra, Halife Mansur, Ebu Hanife'yi kadılık görevine çağırdı; bunun üzerine Ebu Hanife de, Mansur'un şehrinin surları için dökülen kerpiçleri sayma işini üzerine aldı. Ve buna benzeyen diğer şeyler...

Ebu Hanife'nin Zeyd İbn Ali'nin işi hususundaki kıssası, ona mal taşıması ve insanlara gizlice, Zeyd İbn Ali'ye yardım etmek ve onun yanında savaşmanın vâcib olduğu hususunda fetvalar vermesi meşhurdur.

Yine Ebu Hanife'nin Abdullah İbn el-Hasen'in iki oğlu olan Muhammed ve İbrahim'le olan işi de böyledir.

Ebu Bekr er-Razî sözüne devamla şöyle demiştir: Ebu Hanife'nin şu görüşte olduğunu rivayet eden kimseler, rivayetlerinde yanılmışlardır: "Kadının bizzat kendisi âdil olup da, zâlim imamdan hüküm ve yargıyı üzerine alması halinde, onun hükümleri geçerli olup, arkasında namaz kılmak da caizdir. Çünkü kadı, bizzat âdil olup hükümlerini icra etmek de mümkün olunca, onun verdiği hükümler geçerli olur, burada, onu tayin eden kimse itibare alınmaz. Çünkü onu bu göreve atayan kimse, kadının diğer yardımcıları gibidir. Kadînın yardımcılarının âdil olmaları şart değildir. Görmez misin ki, hükümdarı olmayan bir ülke halkı, içlerinden âdil olan bir kimseyi kadılık mevkiine getirmek hususunda anlaşsalar; sonra da, onun hükmünü kabul etmeyenlere karşı onun yardımcıları olsalar, her ne kadar ona bir sultan ve bir imam tarafından velayet (kamu) yetkisi verilmemiş olsa dahi, onun hükümleri geçerli olur.

Ayet, Peygamberlerin İsmet Sıfatına Delâlet Eder

Ayet-i kerime, iki yönden peygamberlerin masum olduklarına delâlet eder:

a) Bu "ahd" den maksadın imamet olduğu sabit olmuştur. Şüphesiz her nebi, imam (önder) dır. Çünkü imâm, kendisine uyulan kimsedir. Nebî ise, insanların en üstünüdür. Ayet imâmın fâsıktardan olmayacağına delâlet ettiği zaman, Peygamberin, fâsık, günahkâr ve mâsiyet sahibi olmasının caiz olmadığını öncelikle gösterir.

b) Allah: "Benim ahdim zalimlere ulaşmaz" buyurmuştur. Buna göre ayette bahsedilen "ahd" eğer peygamberlik ise, zalimlerden hiç kimsenin ona ulaşmaması gerekir. Eğer imamet ise durum yine aynıdır. Çünkü her peygamberin mutlaka kendisine uyulan bir imâm (lider) olması gerekir. Her fâsık kendisine zulmetmiştir. Binaenaleyh peygamberliğin günahkârlardan hiçbiri için söz konusu olmaması gerekir. Allah en iyi bilendir.

Allahü teâlâ'nın Ahdi Ve Kulun Ahdi Hakkında Tafsilât

Bil ki Allahü teâlâ, senin O'na bir ahdin, O'nun da sana bir ahdi olduğunu beyân edip, sen ahdine riayet ettiğinde, kendisinin ahdini yerine getireceğini açıklayarak: "Bana olan ahdinizi (sözünüzü) yerine getirin, ben de size olan ahdimi yerine getireyim(Bakara. 40) buyurmuştur. Sonra Cenâb-ı Hak başka ayetlerde sadece senin ahdini, veya sadece kendi ahdini zikretmiştir. Senin ahdin hususunda şöyle buyurmuştur: "Bir söz verdikleri zaman sözlerinde (ahidlerinde) duranlar" (Bakara, 177); "(Onlar), emânetlerine ve ahdlerine riayet ederler" (Mü'minûn, 8); "Ey iman edenler, ahidlerinizi yerine getirin" (Mâide, 1) ve: "Yapmadığınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmadığınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir kızgınlığa sebebiyet vermiştir" (Saf. 2-3). Allahü teâlâ, kendi ahdi, (sözü, va'adi) hususunda ise şöyle buyurmuştur: "Sözünde Allah'dan daha vefakâr olan kimdir?" (Tevbe, 111). Sonra O, babamız Hazret-i Adem'e nasıl ahidde bulunduğunu beyân ederek: "Daha önce Adem'e andolsun kibir ahidde bulunmuştuk da, o bunu unuttu. Onda bir azim bulmadık (Ta-ha, 115) buyurmuş. Sonra bize nasıl ahidde bulunduğunu anlatarak: "Ey Ademoğulları, ben size ahdetmedim mi..?"(Yasin, 60); buyurmuştur. Daha sonra İsrailoğullarına nasıl ahidde bulunduğunu, "Allah, bize hiçbir peygambere... getirinceye kadar imân etmemizi bize emretti (ahdetti)" (al-i imran, 183) diye; daha sonra da Peygamberlere olan ahdini, "Biz İbrahim'e ve İsmail'e ahdettik..." (Bakara, 125)diye; bu tefsir etmekte olduğumuz ayette de: "Ahdim zalimlere ulaşmaz" diye, zalimlerin ahdine ulaşamayacağını beyan etmiştir.

Bu muahede (ahidleşme) hususundaki bu derece itinâ, bunun hakikatini araştırmayı icab ettiriyor. Buna göre biz deriz ki: Senden alınan ahd (söz), ancak hizmet ve kulluk sözüdür. Cenâb-ı Allah'ın iltizam ettiği ahid ise ancak rahmet ve rubûbiyet sözüdür (ahdidir).

Sonra akıllı kimse bu ahidleşme üzerinde düşündüğünde, kendisinin ahdini devamlı surette bozduğunu, Rabbininse devamlı olarak ahdine vefa gösterdiğini anlar. Şimdi biz, bu konunun temel noktalarına değinerek şöyle deriz:

a) Allah'ın sana olan ilk nimeti seni yaratmak, yoktan var etmek, diriltmek, akıl ve onu kullanacak aletler vermiş olması nimetidir. Bütün bunlardan maksat, senin Allah'a itaat, hizmet ve O'na kullukla meşgul olmandır. Nitekim "Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım" (Zariyat, 56) buyurmuştur. Yine Allah, kendisini boş yere bir şey yaratmaktan ve icad etmekten tenzih ederek:

"Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunan şeyleri boş yere, oyalanmak için yaratmadık; biz onları ancak bir hak ile yarattık" (Dühan, 38-39); "Biz göğü, yeri ve bu ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık. Bu, kâfirlerin zanmdır" (Sad, 27); ve: "Siz, sizi boş yere yarattığımızı ve bize dönmeyeceğinizi mi sandınız?" (Mü'minun, 115) buyurmuştur.

Sonra Cenâb-ı Hak, yaratmasındaki ve yoktan var etmesindeki hikmeti açıkça beyan ederek: "Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım" (zariyat, 56)buyurmuştur. Böylece Allahü Teâlâ, seni yaratmış, diriltmiş; sana her türlü nimeti vermiş ve seni akıllı, iyiyi kötüyü ayırdeden bir varlık olarak yaratmış olması bakımından rubûbiyyet ahdini yerine getirmiştir. Bu sebeple sen, O'na hizmet, itaat ve kulluk ile meşgul olmazsan, Allah'ın rubûbiyyet ahdini ifâ etmesine rağmen, sen kulluk ahdini bozmuş olursun.

b) Rubûbiyyet ahdi, muvaffak kılmayı ve hidâyete erdirmeyi gerektirir. Senden olan kulluk ahdi ise, amelinde ciddiyet ve gayretini gerektirir. Sonra Cenâb-ı Hak, rubûbiyyet ahdini bîhakkın yerine getirmiş, ner bir zerreyi seni hak yola iletecek bir hidâyet rehberi yapmıştır: "Hiçbir şey yoktur ki, Allah'ı tesbih ediyor olmasın " (İsra, 44).Sen ise, itaat ve kulluk ahdine kesinlikle vefa göstermedin.

c) Allah'ın verdiği iman nimeti nimetlerin en büyüğüdür. Bunun delili ise şudur: Bu nimeti kaçırdığında, sen ebedî ve devamlı olarak bedbahtların en bedbahtı olursun.. Sonra bu nimet, Allah tarafındandır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sizde olan her bir nimet, ancak Allah'tandır" (Nahl. 53) buyurmuştur. Bu nimet O'ndan olmasına rağmen, yine O sana teşekkür ve takdir ederek, "İşte bunlar yok mu, onların gayretleri makbuldür" (isra, 19) buyurmuştur. Allahü Teâlâ bu nimete mukabil bu nimete teşekkür edince, senin O'nun tevfikine ve hidayetine haydi haydi teşekkür etmen gerekir... Sonra sen sadece küfrân-ı nimette bulundun. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kahrolasıca insan, nedir onu küfre sevkeden?"(Abese, 17) buyurmuştur. Allahü Teâlâ ahdini yerine getirdiği halde sen ahdinde durmadın..

d) Onun nimetleri rızası uğruna harcamandır. Buna göre, O'nun sana olan ahdi, sana çeşitli nimetlerini vermesidir ki, O da bu ahdini yerine getirmiştir. Senin O'na olan ahdin ise, O'nun nimetlerini rızası uğruna harcamandır; ama ne var ki sen bunu yapmadın.muhakkak ki insan, kendisini Allah'dan müstağni görmekle azmaktadır " (Alak, 6-7).

e) Fakirlere lütufta bulunasın diye Allah sana, çeşitli nimetleri lütfetmiştir. Nitekim O, "Ve ihsan edin; muhakkak ki Allah ihsan edenleri sever" (Bakara, 195) buyurmuştur. Sonra sen bunu insanlara eziyyet etmek ve onları hayret içinde bırakmak için bir vasıta edindin. Nitekim onlar, cimrilik yaparlar ve insanlara cimriliği öğütlerler" (Nisa, 37) buyurmuştur.

f) Hamdine yönelsin diye, O sana bu büyük nimetleri vermiştir; oysa ki sen, O'nu değil de başkasını översin.. Hele bir bak bakalım; büyük bir hükümdar, sana çok kıymetli bir elbise hediye etse.. Sonra sen de onun huzurunda ondan yüz çevirip, alalâde kimselerin hizmetiyle meşgul olsan.. Söyle bakalım, sen te'dib edilip azarlanmayı hak etmez misin? Burada da böyledir. Şunu bilmek gerekir ki, biz Allah'ın ihsan ve rubûbiyyet ahdine nasıl vefa gösterdiğini ve bizimse ihlâs ve ubûbiyyet ahdini nasıl ihlâl etmiş olduğumuzu açıklamaya kalkarsak, buna gücümüz yetmez. Çünkü biz, hayatımızın başından sonuna kadar O'nun zahir ve bâtınımızla ilgili çeşitli nimetleri bir an olsun, bizi bırakmaz. Bu nimetlerden herbiri, başlıbaşına bir şükrü ve başlıbaşına bir hizmeti gerektirir.

Sonra biz O'nun nimetlerinin şükrünü edâ etmemiz bir yana, O'nun nimetlerinin farkına varıp, onların keyfiyyet ve kemiyyetlerini bile hakkıyla tanıyamadık.

Sonra, Allahü Teâlâ, bizim bu kadar kusur ve gafletimize rağmen, çeşitli nimet ve lütuftarını artırmaktadır. İşte böylece biz, hayatımızın başından sonuna kadar sadece noksanlık, kusur ve kınanmaya müstehak olma derecelerimizi fazlalaştırdık. Halbuki Allahü Teâlâ, ihsan, lütuf ve keremini; hamde ve övgüye müstehak olmasını arttırdı; çünkü bizim kusurumuz ne kadar çok olursa, bundan sonra O'nun bize olan nimeti daha fazta müessir olur. O'nun bize olan nimeti ne kadar çok olursa, O'na şükür hususundaki kusurumuz da o nisbette kötü ve çirkin olur. Buna göre bizim fiillerimizin çirkinlikleri artarken, O'nun fiillerinin güzellikleri ise, sona ermeyecek biçimde devam etmiştir.

Sonra Allahü Teâlâ bu ayette, "Benim ahdim zalimlere ulaşmaz" buyurmuştur. Bu, şiddetli bir tehdittir. Ancak biz şöyle deriz: Ya Rabb, senden, sana yakışan kerem, af, rahmet ve ihsanın sudur etmiştir; bizdense, bize yakışan kusur, cehalet, zulüm ve tembellik sâdır olmuştur. Böylece biz, senden senin hakkın için ve senin bütün âlemi kaplayan fazlınla bizi bağışlamanı istiyoruz; ey merhametlilerin en merhametlisi...

Kabe'nin Bazı Vasıfları, Mekke'nin Emin Olması

124 ﴿