134

"Yoksa sizler, Yakub'a ölüm geldiği zaman orada mıydınız? Hani O, oğullarına şöyle demişti: "Benden sonra neye ibadet edeceksiniz?" Onlar da şöyle demişlerdi: "Senin Tanrına ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın bir tek Tanrı olan İlahına ibadet edeceğiz. Biz O'na teslim olmuşuzdur." İşte onlar bir ümmetti, geçti. Onların kazandığı kendilerinin, sizin kazandığınız da sizindir; ve siz onların yaptıklarından sorulmayacaksınız" .

Bil ki, Cenâb-ı Allah İbrahim (aleyhisselâm)'in oğullarına, dini ve İslâm'ı vasiyyet hususundaki hassasiyet ve ihtimamını anlatınca, yahudî ve hristiyanlar aleyhine olan delili kuvvetlendirmek ve onu çok daha iyi beyan etmek için, bunun peşisıra Yaküb (aleyhisselâm)'un da oğullarına aynı vasiyyeti yaptığını zikretti. Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır:

Edatı Hakkında Geniş Bilgi

Bilmek gerekir ki, edatının mânası ya istifham harfi veya atıf harfi manasındadır. Bu harf, atıf harflerinden, harfine benzer ve iki şekilde gelir: Ken- dişinden önceki ifadeye bağlı olarak (muttasıla) veya ayrı olarak (munkatı'a)... Muttasıl olarak gelişine gelince, bu senin, "Yanında Zeyd mi vardı, yoksa Amr mı?" demen gibidir. Sen bu ikisinden birisinin onun yanında olduğunu bilmeyip de "Bu ikisinden birisi senin yanında mıdır?" diye sorduğun zaman, muhakkak ki onun cevabı "evet" veya "hayır" olacaktır. Ama, bu ikisinden birisinin onun yanında olduğunu, fakat Zeyd'in mi, Amr'ın mı olduğunu bilmediğin zaman, bunu tayin etmek için, dersin.. "Yani, ben, bu ikisinden birisinin senin yanında olduğunu biliyorum. Fakat şu mu, bu mu?" demektir.

Munkatı' olana gelince, nahivciler bu harfin istifhâm hemzesiyle beraber bulunduğunda, anlamına geldiğini söylemişlerdir. Bunun örneği şudur: Bir kimse, "O, muhakkak ki bir devedir... yok, yok koyun galiba!" dediğinde, sanki bu sözü söyleyenin gözü bazı nesnelere takılmış ta, o onların deve olduğuna karar vermiş; bu zannı üzerine de onların deve olduğunu haber vermiş... Sonra, ona bir şüphe geldiği için, bu haberinden vazgeçmek ve, onların koyun olup olmadığını sormak istemiştir. Önceki haberinden vazgeçmesi, harfinin ifâde ettiği manadır. Onların koyun olup olmadığını sorması ise, istifham hemzesinin ifâde ettiği mânadır.

(......) ifâdesi, (Bunlar muhakkak ki devedir.. Onlar yoksa koyun mudurlar?) ifâdesinin yerini tutmaktadırlar. sözün, sözüne bağlı olmayan müste'nef (lâfzen müstakil) bir sözdür. Bu nasıl olmasın ki? Muttasıl olanın hilafına, burada, ifâdesinden vazgeçilmiştir (idrâb). Senin, ifâden, "Onlardan hangisi senin yanındadır? anlamındadır. Bu cümlede, den sonraki kısım, s: den önceki kısımdan ayrı değildir; çünkü bunun delili şudur: Amr, Zeyd'in eşidir. Buna delil olarak senin, onlardan tek bir isimle bahsederek, diyebilmen kâfidir. Kur'an'ı Kerim'de, edatının bu her iki çeşidi de çok gelmektedir.

Muttasıl olanına gelince, bu Cenâb-ı Hakk'ın, "Sizi yaratmak mı zor, yoksa semâyı yaratmak mı? Allah onu bina etti, tavanım da yüksetti" (Nazi'at, 27-28) ayetinde olduğu gibidir.. Yani, "Hangisinin yaratılışı daha zor?" demektir.

Munkatı' olana gelince, bu Cenâb-ı Allah'ın şu ayetinde geldiği gibidir:

"Elif-lâm mîm.. Kendisinde hiçbir şüphenin olmadığı bu kitabın indirilişi, âlemlerin Rabbi katındandır.. Yoksa onlar, "Onu kendisi uydurdu" mu diyorlar?" (Secde, 1-3).

Allah sanki şöyle demektedir: "Allah en iyisini bilir.. İşin doğrusu şu ki, onlar "O, onu uydurdu" diyorlar." Bu da, önceki sözden vazgeçilip, sonrasından istifhamın vaki olduğuna delâlet eder. Çünkü bu ifâdede, (......) sözündeki gibi bir mâna bulunmamaktadır.

Tahkik ehli olmayan bazı müfessirler, buradaki, fı edatının istifham hemzesi gibi olduğunu söylemişlerdir ki bu, daha önce zikretmiş olduğumuz (......) gibi, munkatı'a olan, (......) edatı, (......) mânasını taşıdığı için, doğru değildir.

Bu mukaddimeyi iyice anladığın zaman biz deriz ki, bu ayetteki, (......) edatı, muttasıl mıdır, munkatı' mıdır? Bu hususta iki görüş vardır:

1) Bunun öncesiyle irtibatı yoktur (munkatı'). Buradaki istifham hemzesinin mânası "inkârı" dir. Yani, "Daha doğrusu sizler, orada bulunmuyordunuz" demektir.

(......) kelimesi, "hazır olan, bulunan" mânasında olmak üzere, (......) kelimesinin çoğuludur. Buna göre ayetin mânası, "Yakub (aleyhisselâm)'a ölüm geldiğinde siz, O'nun yanında bulunanlardan değildiniz" olur. Ayetteki hitâb, Ehl-i Kitâb'adır. Cenâb-ı Allah, üzerinde bulundukları şeyin peygamberlerin dini olduğunu iddia etmeleri hususunda, onlara sanki şöyle demiştir: Siz, peygamberlerin din hususundaki vasiyyetlerine şahid olsaydınız, bunu nasıl derdiniz? Siz eğer peygamberlerin vasiyyetlerine şahid olsaydınız, üzerinde bulunduğunuz dini terkeder, İbrahim, Yakub ve O'ndan sonraki diğer peygamberlerin üzerinde bulunmuş oldukları dinin ta kendisi olan Muhammed'in dinine rağbet ederdiniz.

Şayet: " İnkâr yoluyla yapılan istifham, ancak bâtıl olan söze yöneltilir.. Halbuki bu ayette Yakub (aleyhisselâm)' dan nakledilen söz, bâtıl olmayıp hak bir sözdür. İnkâr yoluyla istifham bu söze nasıl tevcih edilebilir?" denilirse, biz de deriz ki: "İnkâr yoluyla getirilen istifham, onların yalnız Yakûb (aleyhisselâm)'un vefatı esnasında hazır bulundukları iddiasına mütealliktir. Cenâb-ı Allah'ın inkâr ettiği, işte budur. Bundan sonra, Cenâb-ı Allah'ın Yakûb (aleyhisselâm)'un sözü olarak naklettiği ise, ısmıdır. Bu müstakil bir sözdür. Daha doğrusu Cenâb-ı Allah sanki, onların bu ölüm esnasında hazır bulunmalarını inkâr edince, bundan sonra bu vasiyyetin keyfiyetini beyan etmiştir."

2) Bu ayetteki, muttasıldır. Bunun izahı, bundan önce düşmüş olan bir ifâde takdir etmektir. Burada sanki şöyle denilmektedir:

Yani, "Sizin atalarınız olan daha önceki İsrailoğulları, Hazret-i Yakûb, oğullarını İslâm milletine ve tevhîde davet ettiği zaman buna şahid olmuşlardı.. Bunu siz de biliyorsunuz.. Öyleyse size ne oluyor da, peygamberlere berî oldukları şeyleri isnâd ediyorsunuz?.."

Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesinde iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Kaffâl ifâdesindeki birinci (......) harfi, şâhidlerin şahidlikleriyle ilgili vakti; ikinci (......) harfi ise, Yakub (aleyhisselâm)'a ölümün geldiği vakti gösterir" demiştir.

İkinci Mesele

Bu ayet, peygamberlerin (aleyhisselâm) evlâdlarına olan şefkat ve merhametlerinin din konusunda olduğunu, gayretlerinin, başka şeylere değil ancak dine müteveccih olduğunu gösterir.

Cenâb-ı Hakk'ın, ayetinde iki mesele bulunmaktadır:

Birinci Mesele

(......) lâfzı, akıllı olmayan varlıklar için kullanıldığı halde, Yakûb (aleyhisselâm) bunu Hak Mabûd'u ifâde için nasıl kullanmıştır?

Buna iki yönden cevap verilir:

a) (......) lâfzı her şey hakkında kullanılan "âmm" bir lâfızdır. Buna göre, bu ifâdenin mânası, "Hangi şeye ibadet edeceksiniz?" demek olur.

b) (......) ifâdesi, senin tarifini ve tasvirini öğrenmek istediğinde söylemiş olduğun, "İnsan nedir?" sözün gibidir.

İkinci Mesele

(......) sözüyle ilgilidir. Cenâb-ı Hakk'ın, sözüne gelince, burada birtakım meseleler vardır: İki câhil fırka, bu ayete tutunmuşlardır:

Ayeti Yanlış Anlayan Mukailidlerle Ta'lîmiyye Fukahâsına Cevap

1) Mukallidler. Onlar şöyle demişlerdir: Yakûb (aleyhisselâm, )'un oğulları, taklitle yetinmişlerdir. O da, oğullarının bu sözlerini yadırgamamıştır. Bu, taklidin kâfi olduğuna yeterli bir delildir.

2) Tâ'limiyye fırkası.. Onlar şöyle demişlerdir: Allah'ı bilmenin yolu ancak, peygamber ve imâmın tâ'lîmi, öğretmesidir. Bu ayet buna delâlet etmektedir. Çünkü Yakûb (aleyhisselâm)'un oğulları, "Aklın delâlet ettiği İlâha ibâdet ederiz, demediler de, "Senin ve atalarının ibadet ettiği İlaha ibadet ederiz" dediler. Bu, Marifetullâh'ın yolunun ancak tâ'lîm olduğuna delâlet eder.

Buna cevap: Ayeti kerimede, Yakûb (aleyhisselâm)'un oğullarının İlâhı aklî delille bildiklerine bir delâlet olmadığı gibi, aynı şekilde bu İlâhı, bir taklid ve bir ta'lim yoluyla tanıyıp kabul ettiklerine de bir delâlet bulunmamaktadır. Taklit ve a'lim görüşü bir delil ile bâtıl olunca, bu topluluğun imanının bu yolla olmayıp, istidlal yoluyla meydana geldiğini anlamış olduk..

Bu konuda söylenecek en son söz şudur: Madem ki böyle, o halde onlar istidlal yolunu niye zikretmediler?

Bu soruya birkaç yönden cevap verilir:

1) Bu ifâde, Allahü Teâlâ'nın sıfatlarını O'nun tevhidi, ilmi, kudreti ve adaleti ile açıklamaktan daha veciz ve özlü bir ifâdedir.

2) Bu, Yakûb (aleyhisselâm)'un nefsini rahatlatmaya daha yakın olan bir ifâdedir.. Buna göre oğulları sanki şöyle demişlerdir: "Biz ancak, senin yoluna benzeyen bir yol üzerinde gideriz!.. Kendisine ibadet edip, ibâdeti yalnız kendisine tahsis edeceğimiz İlâh konusunda, sana herhangi bir muhalefetimiz yoktur..."

3) Belki de bu, bu surenin başlarında Hak teâlâ'nın,

"Ey insanlar sizi ve sîzden öncekileri yaratan Rabbinize ibâdet (kulluk) ediniz" (Bakara, 21) ayetinde bahsettiği, Yaratıcının varlığına dâir delilin zikrine işarettir. İşte burada onların, "Senin ve atalarının İlahına ibadet ederiz" sözlerinden maksadları budur. Yani, "Senin ve ecdadının varlığı kendisine delâlet eden ilaha ibâdet ederiz" demektir. Bu izaha göre, bu, taklide istidlal ettiklerine işarettir.

İkinci Mesele

Kaffâl şöyle demiştir: Bazı tefsirlerde, "Yakub (aleyhisselâm) Mısır'a geldiğinde, ora halkının ateşe ve putlara taptığını gördü. İşte bu sebeble, vefatından sonra oğullarının halinin ne olacağı hususunda endişelenerek, onları Allah'a kulluğa teşvik etmek için bu sözü söylemiştir" diye yer almıştır.

Kâdî de İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan şunu nakletmiştir: "Yakub (aleyhisselâm), oğulları putlara ve ateşe taptıkları için, ölürken onları etrafına toplayarak: " Ey oğullarım! Benden sonra neye tapacaksınız?" dedi. Onlar: "Senin ve atalarının İlahına kulluk edeceğiz" cevabını verdiler."

Sonra Kâdî bu rivayetin iki bakımdan uzak bir ihtimal olduğunu söylemiştir:

a) Onlar, ilim ve yakîn bulunan kimseler gibi hemen tevhidi tasdik etmişlerdir.

b) Hak teâlâ, Kur'an-ı Kerim'de, Hazret-i Yakub (aleyhisselâm)'un evlâdının durumunu zikretmiş ve onların sâlih kimseler olduğunu belirtmiştir. Dolayısıyla bu rivayet, onların durumu ile bağdaşmaz.

Üçüncü Mesele

Hak teâlâ'nın, (......) ifâdesi, (Babaların) ifâdesinin atf-ı beyânıdır. Kaffâl şöyle demiştir: "Hazret-i İsmail, İshâk (aleyhisselâm)'dan daha yaşlı olduğu için, ayette daha önce zikrediidiği söylenmiştir."

Dede, Baba Mesabesinde Sayılır mı? (Miras Konusu)

Şafiî (radıyallahü anh) "Baba-anne bir, veya baba bir erkek ve kız kardeşler, dedeleri olduğu için mirastan düşmezler" demiştir. Bu, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman, Hazret-i Ali, Abdullah b. Mes'ud ve Zeyd (radıyallahü anha)'in görüşüdür. Bu aynı zamanda İmam Malik, İmâm Ebu Yusuf ve İmâm-ı Muhammed'in de görüşüdür. Ebu Hanife ise, bu çocukların, dedeleri sebebiyle mirastan mahrum olacaklarını söylemiştir ki bu Hazret-i Ebu Bekir, İbn Abbas ve Hazret-i Aişe (radıyallahü anha)m)'nin görüşüdür. Tabiînden Hasan el-Basrî, Tavus ve Atâ'nın görüşü de böyledir.

Bu, çocukların dedeleri hayatta olduğu için mirastan mahrum edilmeyeceklerini söyleyenlerin iki izahları vardır:

1) Dede için iki hayırdan biri vardır: Ya onlarla beraber eşit hisse alır veya malın üçte birini alır, sonra kalan mal erkeklere iki hisse, kızlara bir hisse olmak üzere kardeşler arasında bölüştürülür. Bu aynı zamanda Zeyd b. Sabit (radıyallahü anh)'in rr.ezhebi ve Şafiî (radıyallahü anh)'nin görüşüdür.

2) Dede, eşit paylaştıklarında hissesine altıda birden eksik mal düşmediği zaman, bir erkek kardeş gibi sayılır. Eğer, eşit paylaşma durumunda malın altıda birinden azı onun hissesine düşer ise, bu durumda dedeye altıdabir verilir, bundan eksik verilmez.

Ebu Hanife, dedenin baba mesabesinde olduğunu, babanın erkek ve kız kardeşleri mirastan hacbettiğini (mahrum ettiğini), dolayısıyla da, dedenin de onları.mirastan mahrum bırakması gerektiğine delil getirerek şöyle dedi: "Biz ayet ve hadisten dolayı dedenin baba mesabesinde olduğunu söyledik. Bu hususta iki ayet vardır: Birisi tefsir etmekte olduğumuz, "Biz senin ve babaların İbrahim, İsmail ve İshak'ın İlahına ibâdet ederiz" ayetidir. Bu ayette Cenâb-ı Hak, "baba" lâfzını "dede" için kullanmıştır.

Şayet, "Hazret-i İsmail onların babası olmadığında ittifak olduğuna göre, "baba" lâfzı "amca" hakkında da kullanılmıştır" denilirse, biz deriz ki: "Kullanış zahirî olarak hakikî mananın delilidir. Mevcud olan bir delilden dolayı bu kelimenin amca hakkında kullanılması bırakılmıştır. Dolayısıyla ayette bizim sözümüze delil vardır.

Bu hususta ikinci ayet delilimiz ise, Allahü teâlâ'nın Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm)'dan hikaye edip haber verdiği, "Ben babalarım İbrahim, İshâk ve Yaküb'un dinlerine uydum" (Yusuf, 38) sözüdür.

Bunun hadisten deliline gelince bu, Atâ'nın İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet ettiği şu sözüdür: "Dedenin baba mesabesinde olduğu hususunda dileyen kimse ile Hacer-i Esved yanında lânetleşebilirim (yeminleşirim)."

Yine İbn Abbas (radıyallahü anh): "Zeyd b. Sabit Allah'dan korkmuyor mu?, Oğulun oğlunu (torunu) oğul gibi sayıyor da, babanın babasını (dedeyi) baba mesabesinde saymıyor" demiştir.

Dedenin baba mesabesinde olduğu sabit olunca, baba hayatta olduğu takdirde, kardeşlerin değil de babanın mirasın üçte ikisine hak kazandığı gibi, kardeşlerin değil de dedenin de malın üçte ikisine hak kazanması hususunda, Allahü teâlâ'nın, Ona ebeveyni vâris olur. Annesi için miras malının üçte biri vardır" (Nisa, 11) ayetine dedenin de girmesi gerekir.

Şafiî (radıyallahü anh) ise, "Dedenin baba mesabesinde olduğunu kabul etmiyoruz" demiştir. Onun buna delili şunlardır:

a) Siz bu ayeti, dedenin baba mesabesinde olduğuna delil getirdiğiniz gibi, biz de dedenin baba gibi olmadığına, "İbrahim oğullarına vasiyet etti ve Yakub'a.." (Bakara, 132) ayetini delil getiririz. Çünkü Hak teâlâ, bu ayette Hazret-i Yakub'u, İbrahim (aleyhisselâm)'in oğullarına dahil etmemiş, onu onlardan ayrı saymıştır. Babalık hususunda, bütün dedeler baba sayılsaydı, oğul olma hususunda bütün torunlar da hakîkî manada oğul mesabesinde sayılırdı. Hal böyle olmadığına göre, dedenin baba mesabesinde sayılamayacağı sabit olur.

b) Eğer dede, hakîkî manada baba mesabesinde olsaydı, babası ölüp de dedesi hayatta olanlar için, "Babası yoktur" denilemezdi. Nitekim bu husus, en yakın dede için de doğru olmaz. Bu doğru olmayınca, dedenin gerçekte baba mesabesinde sayılmadığını anlarız.

Buna göre şayet, "Baba ismi her nekadar bunların hepsi için kullanılsa bile, en yakın baba, dedenin derecesi en uzak olana nisbetle daha yakındır. İşte bundan dolayı, böyle bir nefiy (yoktur sözü) doğru olmuştur" denilirse biz deriz ki: İsim hem baba, hem de dede hakkında hakîkî olarak kullanılır ise, varoluştaki sıra "baba" isminin dededen alınmasına sebeb olmaz.

c) Eğer dede, hakîkî manada "baba" mesabesinde olsaydı, "O öldü ve geriye bir anne ile birçok babalar bıraktı" denilmesi doğru oturdu. Bu ise hiçbir fakîh, dilci ve müfessirin kullanmadığı bir ifâdedir.

d) Eğer dede, baba mesabesinde olsaydı, şüphesiz Arap dilini bilen sahabe, dedenin miras payı hususunda ihtilâf etmezlerdi. Eğer dede baba mesâbesinde olsaydı, nine de ana mesabesinde sayılırdı. Eğer böyle olsaydı, ninenin mirası meselesinde şüphe meydana gelip de, Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh) ashaba bu meseleyi sormazdı. İşte bu deliller dedenin, baba mesabesinde olmadığını gösterir.

e) Allahü teâlâ'nın, "Allah, çocuklarınız hakkında, erkek çocuklarınıza, kız çocuklarınıza vereceğinizin İki mislini vermenizi emrediyor" (Nisa, 11) ayetidir. Eğer dede, baba gibi olsaydı, o zaman oğlun oğlu (torun) da şüphesiz oğul gibi olurdu. Bu ayete göre de oğlun yanısıra, oğlun oğlunun (torunun) da miras alması gerekirdi. Durum böyle olmadığına göre, dedenin baba gibi olmadığını anlamış olduk.

Dedenin, baba mesabesinde olduğuna delil getirdiğiniz ayetlere tutunmanız hususunda size şunlarla cevap veririz:

1) Ubey (radıyallahü anh), ayeti, (......) şeklinde, (babaların) lâfzını çıkararak okumuştur. Bu kıraat, sizin maksadınıza zarar vermez. Çünkü şazz kıraatler mütevatir kıraatleri kaldıramaz. Aksine cevap olarak şöyle denilmelidir: Allahü teâlâ, (Baba) lâfzını hem dede için, hem de amca için kullanmıştır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, amcası Hazret-i Abbas (radıyallahü anh) hakkında, "Bu, babalarımdan hayatta kalandır" ve, "Babama veriniz" buyurmuştur. Bu da bize, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, amcasına, mecazî olarak "baba" dediğini gösterir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ona mecazî olarak "baba" dediğine delilimiz ise, biraz yukarıda zikrettiğimiz gibi, baba isminin "dede" ye verilmemesinin doğru oluşudur. Eğer hakîki manada dedeye baba denilseydi, bu böyle olmazdı.

İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın sözlerine gelince: o, bu ismi lügavî isimlere değil, şer'î hükümlere bakarak böyle demiştir. Çünkü dil alimleri arasında, kelimeler hususunda ihtilâf olmaz. Allah en iyisini bilendir.

Hak teâlâ'nın, (Tek ilâh) ifâdesi, tıpkı, 'Onun perçeminden, yalancı perçemden..." (Alak, 15-16) ayetinde olduğu gibi, "Babalarının İlahı" ifâdesinden bedeldir veya ihtisas olmak üzere mansubtur. Yani, "Babalarının ilahı sözümüz ile, tek ilahı kastediyoruz" demektir.

Allah'ın, "Biz ona tealim olanlarız..." buyruğu ile ilgili bazı görüşler vardır:

a) Bu, fiilinin failinden veya, daki zamir bu fiilin mef'ulüne racî olduğu için, fiilinin mef ûlünden haldir.

b) Bunun, üzerine atfedilmiş bir cümle olmasi da mümkündür.

c) Bunun, te'kid eden bir cümle-i i'tiraziyye olması da caizdir. Yani "Biz o İlah'a inkiyâd etmiş, ibadeti O'na has kılmış ve O'nu tanımış haldeyiz" demektir.

Cenâb-ı Allah'ın, "O bir ümmet idi, geçti..." buyruğu bir önceki ayette zikretmiş olduğu kimselere işaret etmektedir. Bunlar İbrahim, İsmail, İshak, Ya'kûb (aleyhisselâm) ve O'nun mü'min olan oğullarıdır. "Ümmet" sınıf (topluluk), kelimesi ise "geçti" ve "son buldu" manasınadır. Buna göre ayetin manası şöyledir: "Ben sizlere, onların haberlerini, dinleri olan İslam'ı ve onların İslam'a nasıl davet ettiklerini anlattım. Binaenaleyh onlar gibi yapmadığınız müddetçe, onların gidişatlarını bilmenizin size bir faydası olmaz. Eğer onlar gibi yaşarsanız, bunun size faydası olur. Şayet bunu kabul etmez, diretirseniz, onların amellerinin size bir faydası olmaz. Ayet birkaç meseleye delâlet eder:

Ayet Taklidin Bâtıl Olduğunu Gösterir

Ayet taklidin bâtıl (geçersiz) olduğuna delildir. Çünkü, "Kazandıkları onlara aittir" buyruğu, herkesin kazancının (kesbinin) kendisine ait olduğunu, başkasına fayda vermediğini gösterir. Eğer taklid caiz olsaydı, kendisine taklid ile uyulan kimsenin kesbi (kazancı) uyana fayda verirdi. Buna göre Cenâb-ı Allah sanki şöyle demiştir: "Ben, sizin onları taklid etmeniz için, onların durumlarını anlatmadım. Ancak size gereken şeye dikkat edesiniz ve istidlal ile, onların dininin, hak din olduğunu bilesiniz diye anlattım."

İkinci Mesele

Ayet, onların iman edip, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e muhalefetten kaçınmaları hususunda teşvik edildiklerini gösterir.

Neseple Öğünmenin Yersizliği

Bu ayet, yahudilerin, ataları iyi olan kimselere, bu iyiliğin fayda vereceği görüşlerinin aksi olarak, babalarının yaptığı taatlardan dolayı evlâtlarının sevab kazanamayacaklarına delâlet eder. Bunun izahı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayet edilen şu hadîste vardır: O (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:

"Ey Muhammed'in halası Safiyye, Ey Muhammed'in kızı Fatıma, kıyamet günü bana amellerinizle geliniz, neseblerinizle değil Biliniz ki ben, Allah'ın vereceği hiçbir şeyi sizden gideremem" ve: "Ameli kendisini yavaşlatan kimseyi, nesebi hızlandırıp (cennete götürmez)" Ebu Davud, İlim 1 (3/317) Nitekim Cenâb-ı Hak: "Ogün, onların arasında neseb bağlan olmadığı gibi, (birbirinin halini de) soruşturmazlar (Mû'minun, 101); "(İş) ne sizin, ne de Ehl-i Kitabın kuruntularına göredir. Kim bir kötülük yaparsa cezasını görür" (Nisâ, 123). "Herkes kendi aleyhine kazanır" (En'am, 164): "Hiç kimse, başkasının yükünü (günahını) çekmez" (isra, 15); ve: "Eğer yüz çevirirseniz, biliniz ki o (peygambere) onun mükellef olduğu, size de sizin mükellef olduğunuz şey vardır" (Nur, 54) buyurmuştur.

Dördüncü Mesele

Ayet, "çocukların babalarının inkârından dolayı azab göreceklerini" iddia edenlerin görüşünün bâtıl olduğuna delâlet eder. Yahudiler, atalarının buzağıya tapmaları sebebiyle kâfir oldukları için, kendilerinin de cehennemde azab göreceklerini söylüyorlardı. Bu da Allahü teâlâ'nın onlardan naklettiği şu sözleridir: "Onlar, "cehennem azabı bizi ancak sayısı belli günlerce yakar" dediler" (Bakara, 80). Bu, atalarının buzağıya taptıkları günler sayısıncadır. Cenâb-ı Allah ise, bu iddianın geçersiz olduğunu açıklamıştır.

Kesb Meselesi Hakkında Geniş Bilgi

Ayet kulun kesb sahibi olduğuna (iktisâb ettiğine) delâlet eder. Ehl-i Sünnet ve Mu'tezile "kesb"in tefsiri hususunda ihtilâf etmişlerdir. Ehl-i Sünnet, "Kulun mevcut olmayan birtakım arazları kendi kudretiyle varlık alemine sokma" manasında müktesib olmadığında ittifak etmişlerdir. Bu prensipte anlaşmış olmakla beraber, kesbi şu üç değişik şekilde açıkladılar:

a) Bu, Allah kendisinden razı olsun, İmâm Eş'arî'nin görüşüdür: Buna göre, "kudret makdûrda (güç yetirilen, uygulanan şeyde) bir tesiri olmaksızın, makdûra taalluk eden bir sıfattır. Hatta dahası, kudret ile makdûr, ilim ile malûmun Allah'ın yaratmasıyla meydana gelmesi gibi, Allah'ın yaratmasıyla meydana gelmişlerdir. Fakat Allah'ın yaratmasıyla meydana gelen bu şey, hadis kudretin taalluk ettiği birşeydir ki, bu da kesbtir.

b) Fiilin bizzat kendisi, Allah'ın kudretiyle meydana gelir. Sonra o fiil için "taat" veya "günah" vasfı oluşur. İşte sonradan oluşan bu sıfat, hadis olan kudret (Allah'ın kulda yarattığı sonradan olma kudret) İle meydana gelmiştir. Bu, Ebu Bekr el-Bâkıllânî'nin görüşüdür.

c) Sonradan meydana gelen kudret (kulun kudreti) ile kadîm kudret (Allah'ın kudreti) aynı şeye taalluk ettikleri zaman, o şey bu iki kudret sebebiyle meydana gelmiş olur. Sanki kulun fiili, Allah'ın yardımıyla meydana gelmiş olur. İşte kesb budur. Bu görüş de Ebu İshâk el-İsferâyinî'ye nisbet edilir. Çünkü onun, "Kesb bir yardımcı ile meydana geten fiildir" dediği nakledilmiştir.

Kulun sonradan olma kudretinin fiilinde müessir olduğunu söyleyenler de İki fırkadır:

a) Sebeb ile birlikte bulunan kudretin, fiili meydana getirdiğini söyleyenler... Buna göre, Hak teâlâ, fiillerin var olmasına götüren sebebleri yaratan zât olması manasına, herşeyin yaratıcısıdır. Kul ise, fiillerinin meydana gelmesinde, kendisinde bulunan kudret ve sehebin müessir olması bakımından müktesib (kesb edendir). Bu İmamu'l Haremeyn el-Cüveyni'nin mezhebidir.O, bu görüşünü Nizamiye adını verdiği kitabında yazmıştır.Ebu'l-Huseyn el-Basrînin görüşü de, açıkça belirtmemiş olsa da, buna yakındır.

b) Bunlar Mu'tezile'dir. Onlar şöyle demişlerdir: Sebeb ile birlikte bulunan kudret, fiilin meydana gelmesini gerektirmez. Aksine kul yapmaya da yapmamaya da kadirdir. Bu ikisi de ondan sudur edebilir. Dilerse yapar, dilerse yapmaz. İşte fiil ve kesb budur."

Mutezile İmam-ı Eş'arî'ye şöyle demiştir: Kulun kudreti, Allah'ın yaratmasıyla meydana geldiği ve Allahü teâlâ o kulda bu kudreti yarattığı zaman kulun bu fiili yapmadığını söylemek imkânsız olur. Allah kulda bu kudreti yaratmadığı zaman, kulun bu fiili yaptığını söylemek imkânsız olur. Durum böyle olunca, kesinlikle kul bir şey yapma veya yapmama imkanı bulamaz. Kadir'in manası budur. Binaenaleyh buna göre kul kesinlikle kadir olamaz. Yine kulun müktesebi sayılan şu şey, ya Allah'ın kudretiyle meydana gelmektedir veya kesin olarak Allah'ın kudretiyle meydana gelmemektedir veyahut da hem Allah'ın, hem kulun kudretiyle birlikte meydana gelmektedir. Eğer bir fiil Allah'ın kudretiyle meydana geliyor ise, kul onda müessir değildir. O halde kul nasıl bu fiilin kesbedicisi olabilir? Eğer bu fiil kulun kudretiyle meydana geliyorsa, mesele yok, zaten bizim dediğimiz de budur. Şayet fiilin, her iki kudret ile birden meydana geldiği söyleniyorsa işte bu imkânsızdır. Çünkü Allah'ın kudreti birşeyi (fiili) yaratmada tek başına yeterlidir. Allah'ın kudreti birşeye taalluk ettiği zaman, o şeyde kulun kudretinin tesirinin de olduğu nasıl söylenebilir?

Bakıllânî'nin görüşü de zayıftır. Çünkü gasbedilen evde oturmanın haram oluşu, o mekânı işgal etmekten başka bir şey değildir. Buna göre bu işgal, eğer Allah'ın fiili ile meydana gelmişse, bizzat yasaklanan şeyi Allah o kulda kendisi yaratmıştır ki, bu da "teklif-i mâlâyutak"ın ta kendisidir! Eğer kulun kudretiyle meydana gelmişse, mesele yok, zaten bizce matlûb olan da bu neticedir.

İsferavîni'nin görüşü de zayıftır. Çünkü Allah'ın kudretinin tek başına müessir olduğunu açıklamıştık. Binaenaleyh, Allah'ın kudretinin yanında, kesin- kulun kudretinin tesiri söz konusu olamaz.

Mu'tezile'nin mezkûr iddiasına karşı Ehl-i Sünnet şöyle demiştir: Yalnız başına kulun yaratması ve icad etmesi, şu sebeplerden dolayı imkânsızdır:

1) Kul, şayet fiillerinin yaratıcısı olsaydı, o fitlerinin detaylarını da bitmiş olurdu. Halbuki kul, fiililnin detaylarını bilemez; o halde kul, fiilinin yaratıcısı değildir.

2) Eğer kul, fiilinin bizzat yaratıcısı olsaydı, ancak onun istediği şeyler olurdu. Halbuki durum böyle değildir. Çünkü kâfir, ilim elde etmek istediği halde cehaletten başka bir şey elde edememektedir.

3) Eğer kul kendi fiilinin yaratıcısı olsaydı, bu fiilinin yaratıcısı olması, bu fiilin ve bu kudretin zâtına bir ilâve olurdu. Çünkü, kulun o fiilin yaratıcısı olduğunu bir tarafa bırakarak biz o fiilin ve o kudretin bizzat kendisini düşünebiliriz; oysaki, düşünülen şey o gaflet edilenden başka bir şeydir.

Sonra bu icad etme işi (mûcidiyyet) hadistir; eğer onun sonradan oluşu kuldan ötürü ise, onun bir başka icâd etmeye muhtaç olması gerekir; bundan da teselsül meydana gelir ki; teselsül de imkânsızdır.. Eğer Allahü Teâlâ ve O'nun eserinin bu yaratıcılık esnasında meydana gelmesi vâcib olursa, bu durumda fiilin Allah'a isnad edilmesi gerekir. Halbuki Allah'ın yaratıcılığı hususunda bu bize gerekmez. Çünkü O, kadîmdir, o halde O'nun yaratıcılığı da kadîm olur. Bu sebepte de bu yaratıcılığın başka bir yaratıcılığa muhtaç olması gerekmez. İşte, her iki tarafın görüşü, özetle bundan ibarettir. Lâfızlar ve manalar hususunda iki grub arasındaki çekişme çok fazladır. Hidayet ancak Allah'tandır.

134 ﴿