142'İnsanlardan kimi beyinsizler, "Onları, üzerinde bulundukları kıblelerinden çeviren nedir?" diyecekler.. De ki: Doğu da Allah'ındır, batı da.. O, dilediğini dosdoğru olan yola iletir" . Bil ki bu, yahudî ve hristiyanların, İslâm'ı tenkit etmek için zikretmiş olup da, daha sonra, "Nesh, ya cehaleti gerektirir veya cehalete nisbet edilmeyi.. Bu iki durum da Hakîm olan Allah'a yakışmaz... Bu böyledir, çünkü iş, ya kayıttan hâlî olur veya devam etmeksizin mukayyet olur.. Veyahut da devam kaydı ile mukayyed olur. Eğer kayıddan hâli ise iş, ancak bir defa gerekir. Bu takdirde de bundan sonra işin, öncekinin aksine gelmesi nâsih olmaz. Eğer "devam etmeme" kaydı ile kayıdlı ise, o zaman da birşeyden sonra, onun hilâfına gelenin onu neshedici (nâsih) olmayacağı açıktır. Eğer "devamlı olma" kaydı ile birşey mukayyed ise ve o şeyin, uzun müddet kalacağına ve sonra Cenâb-ı Allah'ın onu kaldıracağına delâlet eden bir lâfız zikredilerek, onun devamlı kalacağına inanılır İse, bu durumda Allah'ın bunu bilemeyip de, daha sonra bu işin farkına varmış olması gerekir. Eğer Allahü teâlâ, bunun devamlı olarak kalacağına delâlet eden bir lâfız zikrettiği halde, devamlı olarak kalmayacağını biliyor idi ise, bu Allah'a cehalet nisbet etmeyi gerektirir. Böylece neshin ya câhil olmayı veya cahil sayılmayı gerektirdiği ortaya çıkar ki her ikisi de Allah hakkında imkânsızdır. Bu sebeple Allahü teâlâ'nın bir hükmü neshetmesi imkânsız olur. Binaenaleyh Hak teâlâ'nın ahkâmında neshin bulunduğunu söyleyen kimsenin batıl bir görüşe tutunmuş olması gerekir" diye ifâde ettikleri, ikinci şüpheleridir. Bu yolla yahudî ve hristiyanlar. kıblenin değiştirilmesi hususundaki tenkidleri ile İslam'ı tenkide yönelmişlerdir. Sonra onlar, bu gerekçelerini birçok şüpheye dayayarak şöyle demişlerdir: "Biz neshi caiz görürsek, ancak maslahatların (menfaatlerin) değişmesi durumunda caiz görürüz. Bu hususta ise, diyebiliriz ki: Bütün yönler, Allah'ın mülkü ve mahlûku olmaları bakımından eşittirler. Bundan dolayı kıblenin bir yönden başka bir yöne çevrilmesi, faydası olmayan bir iştir. Bu sebeble de o, abesle iştigal sayılır. Abes ile iştigal etmek ise Hakim olan Allah'a yakışmaz. Bu da, bu değiştirmenin Allah tarafından olmadığını gösterir." Onlar, bu izahları ile, İslâm dinini tenkidi gaye edinmişlerdir. Biz şimdi ayetin lâfızlarının tefsiri hususunda konuşup, sonra da Cenâb-ı Hakk'ın Kur'ân-ı Kerim'de açıkladığı şekilde bu şüpheye cevap vereceğiz. Cenâb-ı Allah'ın, "Beyinsizler şöyle diyecekler.." buyruğu hususunda iki izah vardır: 1) Bu Kaffâl'ın tercihidir. Buna göre, bu fiil her nekadar gelecek zaman için ise de bazan geçmiş zaman için de kullanılır. Bu, tıpkı bir iş yapıp da, o hususta arkadaşlarından birisinin tenkidine maruz kalan bir insanın durumu gibidir.O, bu, tenkide karşı şöyle der: 'Ben onların yapmış olduğum iş hususunda, beni tenkid edeceklerini biliyorum." Bu, sözün tekrar ve iade edilecek bir pozisyonda olduğunu ifâde eder. Buna göre onlar, bu sözü bir kere söylemiş oldukları halde, ileride tekrar söyleyecekler. Bu izaha göre şöyle denilebilir..."İnsanlardan kimi akılsızlar bunu söyleyecekler ..." Nitekim o yahudiler bu sözü söyledikleri zaman bu ayetin nazil olduğuna dâir bazı rivayetler gelmiştir. 2) Allahü teâlâ, onlar bu sözü söylemeden önce, onların böyle söyleyeceklerini haber vermiştir. Bunun bazı faydaları vardır: a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sözü, söylemeden önce haber verince, bu gaybtan haber verme olur ki, bu bir mucizedir. b) Allahü teâlâ, önce bu hususu haber verip, sonra da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onu duyması, önceden haberi olmaksızın bu sözü duymasından daha az eziyet verici olur. c) Cenâb-ı Hak, önce bu sözü ona haber verip, sonra da bu sözle beraber cevabını zikrettiği zaman, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onlardan bu sözü duyduğunda, onlara karşı cevabı hazır olmuş olur: Bu da, cevabı henüz hazır değilken bu sözü onlardan duymasından daha münasiptir. "Sefeh"kelimesinin aslına gelince.bunu, (Bakara, 13) ayetinin tefsirinde açıklamıştık. Özet olarak diyebiliriz ki lehine ve aleyhine olan şeyleri birbirinden ayırdedemeyip, faydalı şeyleri bırakarak, kendisine zarar veren şeylere yönelen kimse hafiflik ve "sefeh" ile vasfedilir. Din hususundaki cehalet (sefeh), dünyevî meselelerdeki cehaletten daha zararlı olduğunda şüphe yoktur. Bu sebeple dünya işleri konusunda apaçık görüşten sapan kimseye "sefih" (akılsız beyinsiz) denilince, dininin işleri hususunda böyle olan kimse bu isme daha çok müstehaktır. Binaenaleyh, hiçbir kâfir yoktur ki "sefih" olmasın... Bu ismi, yahudilere, müşriklere, münafıklara ayrı ayrı ve hepsine birden vermek mümkündür. Müfessirlerden bir grub, bu görüşleri ayrı ayrı söylemişlerdir: 1) İbn Abbas (radıyallahü anh) ve Mücâhid'e göre, bunlar yahudilerdir. Çünkü onlar.Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kendi kıblelerine yöneldiğine seviniyorlar ve O'nun kendileriyle aynı kıbleye yönetmesinin, belki de bütün hususlarda kendilerine muvafakat etmeye yönelteceğini zannediyorlardı. Ne zaman ki kıble değiştirildi, onlar bunu yadırgadılar ve kederlenerek: "Muhammed (putperest) atalarının yoluna döndü, o onların dinine meyletti. Şayet o, bizim kıblemize yönelmeye devam etseydi, onun beklenen ve Tevrat'ta müjdelenen peygamber olduğunu anlardık" dediler. Bunun üzerine, Allahü teâlâ'nın bu tefsir ettiğimiz ayette söyleyeceklerini bildirdiği sözü söylediler. 2) İbn Abbas (radıyallahü anh) Berâ b. Azib (radıyallahü anh) ve Hasan el-Basrî ile Esamm'ın söylediğine göre, bunlar müşrik Araplardır. Bu böyledir, çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Mekke'de iken Beytu'l-Makdis'e yönelmiştir. Müşrikler bu sebeple bundan sıkıntı duyuyorlardı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye gelip Kabe'ye yönelmeye başladığı zaman onlar, "Bize muvafakat etmeye mecbur kaldı. Eğer bu hal (kıble) üzere sebat ederse, onun için daha iyi olur" dediler. 3) Bu ayette kastedilenler münafıklardır. Bu görüş Süddî'ye aittir. Münafıklar bu sözü yönlerden birinin, Kıble'nin Kudüs'e çevrilmesini gerektirecek makul bir sebeble diğer yönlerden ayrılamayacağını ileri sürürek, alay etme gayesiyle söylemişlerdir. Buna göre kıblenin değiştirilmesi, sırf abesle iştigal ve şahsî görüş ve arzu ile hareket etmektir. Biz "Süfeha" kelimesini münafıklara hamlettik. Çünkü bu isim münafıklara has bir kelimedir. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: "İyi bilin ki onlar (miinaûklar)dırsefihlerin tâ kendileri. Fakat bunu bilmezler..." (Bakara. 13). 4) "Süfeha" kelimesine, bu sayılanların hepsi dahildir. Çünkü ayetteki bu lâfız, başında umûm ifâde eden eliflâm bulunan âmm bir lâfızdır. Biz, bu kelimenin bütün kâfirler için kullanılabileceğini aklî delil ile açıklamıştık. Ayet de buna delâlet eder. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendini bilmez (sefth)den başka kim İbrahim milletinden (dininden) yüz çevirir?" (Bakara, 130)sözüdür. Buna göre, bu kelimenin bütün bu kimselere şâmil olması gerekir. Kâdî ise şöyle demiştir: "Ayetten maksad, bu sözün onların hepsinder çıktığını açıklamaktır. Durum böyle olunca, (süfehâ) lâfzının umûmî olduğum söylemek uzak bir ihtimal sayılmaz." Biz de deriz ki: Bu kadar bir şey, lâfzın ne umumî olmasına manidir, ne de hususî olmasını gerektirir. Daha doğrusu akla en yakın olan, bu gruplardan hepsinin bu sözü söylemiş olduğudur. Çünkü İslam düşmanları, dini yaralamak ve tenkid etmek karakterindedirler. Onlar fırsat buldukça, söyleyeceklerini mutlaka söylerler. Hak teâlâ'nın, "Onları üzerinde oldukları kıbleden çeviren nedir?" ayetinde birçok mesele vardır: (......) onu ondan çevirdi, dönderdi manasınadır. (......) ifâdesinin, zıddı mana taşır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim öyle bir günde onlara arka çevirirse.." (Enfal, 16) ayeti de bu manadadır. Tefsir ettiğimiz ayetteki, sözü, istihza ve taaccüb yollu bir sorudur. Değişmeden Önce Kıblenin Neresi Olduğu Meselesi: Buradaki "yüz çevirme" hususunda iki görüş vardır: 1) Bu goruş mufessırlerın üzerinde ittifak ettikleri meşhur bir görüştür: Kıble, Beytu I-Makdıs den Ka be yonune çevrilince, kafirler muslumanları kınayarak şöyle dediler: "Onları üzerinde oldukları Kıblelerinden dönderen sebep nedir?" Buna göre ayetteki, (......) ifâdesindeki, (......) zamiri Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve mü'minlerin yerini tutmaktadır. Müslümanların daha önce yöneldikten kıble Beytü'l-Makdis idi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Medine'yö gittikten sonra kıbleyi ne zaman değiştirdiği hususundaki rivayetler çok çeşitlidir. Enes b. Malık (radıyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre, hicretten dokuz veya on ay sonra; Muaz (radıyallahü anh)'dan rivayet edildiğine göre, onüç ay ay sonra; Katâde'den rivayet edildiğine göre onaltı ay sonra ve İbn Abbas (radıyallahü anh) ile Bera b. Âzib (radıyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre onyedi ay sonradır. Bu son görüş bizce, diğerlerinden daha sağlam ve mazbuttur. Bazı kimselerden ise kıblenin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Medine'ye hicretinden onsekiz ay sonra tahvil edildiği, rivayet edilmiştir. Vâkıdî, kıblenin onyedinci ayın başlagıcında, Receb ayının ortasında Pazartesi günü tahvil edildiği söylemiştir. Diğer bazıları ise, hicretten iki sene sonra kıblenin değiştirildiğini söylemişlerdir. 2) Ebu Müslim'in görüşüdür: Buna göre, Hak teâlâ'nın kıbleyi, Beytü'l-Makdis'den Kâ'be'ye çevirdiğine dâir haber sahih olunca, kıblenin değiştirildiğine hükmetmek gerekir.Şayet bu olmasaydı, ayetteki, (üzerinde oldukları) ifâdesi ile, "Yani sefihlerin üzerinde oldukları" manası murad edilmiş olabilirdi. Çünkü onlar ancak yahudilerin ve hristiyanların kıblesini biliyorlardı. Yahudilerin kıblesi batıya, hristiyanlarınki ise doğuya doğru idi. Herhangi bir yöne yönelmedikçe, kendi namazlarını kılmak adetleri değil idi. Onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Kâ'be'ye doğru yüzünü çevirdiğini görünce, bu yadırgamakta oldukları birşey olduğu için şöyle dediler: "Bir kimse bizce kıble olarak bilinen şu iki yönden başka bir yöne nasıl yönelebilir?" Bunun üzerine, Allahü teâlâ onlara cevaben "De ki: doğu da Allah'ındır, batı da.." (Bakara. 142) buyurdu. Bil ki Ebu Müslim, gerçekten doğru söylemiştir. Çünkü bu zahir rivayetler olmasaydı, bu ifâde başka manalara da gelebilirdi. Kaffâl şöyle demiştir: "Kıble, insanın yüzünü dönderdiği cihet, yön demektir. Bu kelime, masdarından gelmektedir. Kıble'ye "kıble" denmesinin sebebi, namaz kılan kişi o yönü, o yön de namaz kıian kimseyi karşısına aldığı içindir." Kutrub ise şöyle demiştir: "Araplar konuşmalarında, "onun sığınacak bir yeri yoktur" manasında, derler." Yine bu kelimenin, istikbâle (yönelme) masdarından alındığı da söylenmiştir. Bir başkası şöyle demiştir: İki adam karşı karşıya (yüz yüze) geldikleri zaman, herbiri, diğerinin kıblesi olur. Muhdesûn grubuna giren bir şair, "Senin sığınağını kendime bir durak ve sığındığım her yerde orayı kıble edindim." Allah'ın Emirlerinin Sebeblerini Araştırmak Gerekmez Cenâb-ı Allah'ın, "De ki doğu da batı da Allah'ındır" buyruğu, bu şüpheye verilen ilk cevaptır. Bü sözün anlattığı şudur: Bütün yönler mülk ve milk itibarıyla Allah'ındırlar. Bu sebeple onlardan hiçbirisi zâtı gereği kıble olmaya hak kazanamaz. Ancak Allah onlardan birini kıble yaptığı için, o kıble olabilir. Durum böyle olunca kıbleyi bir yönden diğer bir yöne döndürmesi hususunda Hak teâlâ'ya itiraz edilemez. Eğer, "Kıblenin önce belirlenip, daha sonra da başka bir cihete döndürülmesindeki hikmet nedir?" denirse, deriz kî: Kıblenin önceden tayini (belirlenmesi) meselesinde Ehl-i Sünnet ile Mutezile arasında şiddetli bir anlaşmazlık vardır. Ehl-i Sünnet Allahü teâlâ'nın hükümlerinin sebeblerini araştırmak gerekmediğini söyleyip, buna birkaç yönden delil getirmişlerdir. 1) Bir maksaddan dolayı bir iş yapıldığında, ya bu işi yapan kimse için bu maksadın bulunması, bulunmamasından daha evlâdır, veyahut da böyle olmayıp o maksadın olması ile mevcud olmaması, bu kişiye nisbetle müsavidir. Şayet birinci ihtimal söz konusu olursa, o işi yapanın zâtı eksik olmuş ve başkasıyla tamamlanmış olur ki bu Allah hakkında imkânsızdır. İkinci yani müsavat ihtimali söz konusu olması takdirinde ise maksad ve müreccih olması mümkün olmaz. Biri çıkıp şöyle diyebilir: "Ona göre bu gayenin varlığı veya yokluğu müsâvî olabilir. Fakat bir başkası için varlığı yokluğundan daha faydalı ise, hikmetli kimse, başkasına fayda sağlamak için onu yapar." Cevaben deriz ki: Faydanın başkasına râci olması ile kendisine raci olmaması Cenâb-ı Allah'a göre müsavi midir, değil midir? İşte o zaman yine mezkûr taksim tekrar geri gelir (aynı yere dönülür). 2) Bir gaye için, bir iş yapan kimse, o vasıta olacak iş olmaksızın, maksadını elde etmeye ya kadirdir veya kadir değildir. Eğer kadir ise, bu işi ona vasıta yapması abes olur. Eğer kadir değilse, bu, aciz olmak manasına gelir ki, bu Allahü teâlâ hakkında düşünülemez. 3) Cenâb-ı Hak, bir gayeden ötürü bir iş yaptığında, eğer bu maksad (gaye) kadim ise, o kadim olduğu için, fiilin de kadim olması gerekir ki bu imkânsızdır; Eğer bu maksad muhdes (sonradan olma) ise, onun sonradan tahakkuk ettirilmesi bir başka maksada (gayeye) dayandırılmış olması gerekir ki bu devr-i fâsid ve teselsülü doğurur. Bunlar da imkânsızdır. 4) Alemin ihdasının daha önce veya daha sonra değil de, muayyen bir akte tahsis edilmesi, eğer önce veya sonra değil de onun bu vakte tahsis edilmeşini gerektiren bir hikmetten doayı ise, bu hikmetin niçin başka bir vakitte değil de bu vakitte meydana geldiğinin sebebini sormak gibidir. Bunlardan birisi, bir müreccihten müstağni olursa, diğeri de böyle olur; bir müreccihe muhtaç olursa, diğeri de böyle olur. Eğer bu bir hikmete dayanmazsa, bu durumda Allah'ın fail ve yaratıcı oluşunun bir hikmet ve maksada dayanması geçersiz olur. 5) Meydana gelen bütün hayr, şer, küfr, iman, taat ve isyanın, Allah'ın kudreti ve iradesi ile meydana geldiğine delâlet, daha önceden geçmiş olan delillerde Allah'ın her fiilinin bir maksada mebnî olduğu görüşünü iptal eder. Çünkü, kulda küfrün yaratılması ve bu küfürden dolayı da ona devamlı olarak azab edilmesi hususunda Allah'ın kula ait bir maksad (kulun lehine bir fayda) güttüğü söylenemez. 6) Ezelde, muayyen bir fiili yaratmasına Allah'ın kudret ve iradesinin taalluk etmesi, ya caiz veya vâcib olur. Eğer bu caiz olursa, bu başka bir müessire muhtaç olur ki, burada teselsül gerekir; bir de kadîm olana yokluğun nisbet edilmesinin doğru olması gerekir.. Eğer vâcib olursa, vâcib zaten sebeplendirilemez. Binaenaleyh, bu izahlar ışığı altında bize göre, Allah'ın fiil ve hükümlerini bir takım sebeb ve geyelere bağlamanın imkânsız olduğu ortaya çıkar. Durum böyle olunca, O'nun fâîliyyet ve yaratıcılığı, sırf ilâh oluşu, kudreti, hükmünün geçerliliği ve hükümran olması ile tahakkuk eder İşte Allahü Teâlâ'nın, "De ki, doğu da Allah'ındır, batı da!" sözünün açıkça delâlet ettiği husus budur. Çünkü Allah, neshin mümkün olmasını Kendisinin doğu ve batının mâliki olmasına bağlamıştır. Mülkiyyet ise, Allah'ın Mutezilenin dediği gibi, hikmete bağlanamaz.. Böylece bu ayetin bütün açıklığıyla bizim görüş ve kanaatimizin delili olduğu ortaya çıkmış olur. Mu'tezile'ye gelince, onlar şöyle demişlerdir: Deliller, Allahü Teâlâ'nın hakim olduğuna delâlet edip, hakîm olanın fiillerinin ise maksad ve gayelerden hali olması caiz olmayınca, biz Hak teâlâ'nın bütün fiil ve hükümlerinde bir hikmet ve maksadın olduğunu anlamış oluruz. Sonra bu hikmet ve maksatlar bazan bize açık olur, bazan da kapalı olur. Kıblenin bir cihetten başka bir cihete döndürülmesinin bizim için açık olmayan, birtakım gizli ve saklı maksatlardan dolayı olması mümkündür. Durum böyle olunca, Kıble'nin bu tahvilinden dolayı İslâm dinini ta'n etmek imkânsız olur. Kıblenin Varlığındaki Hikmetler Bu hükmün tafsilâtlı olarak açıklanmasıyla ilgilidir. Bitmek gerekir ki bu gibi konular, katî olamazlar. Tam aksine, olsa olsa ihtimali olan birtakım şeyler olurlar. Namazda kıblenin tayini hususuna gelince, âlimler bu hususta bazı hikmetler zikretmişlerdir. a) Allahü Teâlâ insanda mücerred ve aklî olan şeyleri idrak edecek bir aklî meleke ile bedenler âleminde etkin olan bir tahayyül kudreti yaratmıştır. Bu aklî kuvvet, hayalî kuvvet ile beraber olup, ondan pek nadir olarak ayrılır. İnsan, mücerred ve aklî her şeyi zihninde hazır tutmaya çalıştığında, onun bu aklî manalar için zannettiği birtakım hayalî şekiller meydana getirmesi gerekir. Böylece bu hayalî şekiller, o aklî manaları kavramaya yardım etmiş olurlar. İşte bu sebepten dolayı mühendis bir proje yapmak istediği zaman, onun, his ve hayâlin bu kültî hükmü idrak etmeye yardımcı olabilmeasi için, muayyen bir şekil ve belirli bir biçim meydana getirmesi gerekir. Zayıf bir kul, azametli bir hükümdarın meclisine girdiğinde, onun yüzünü mutlaka o melike dönmesi, ona arka dönmemesi, onu en güzel şekilde tavsif îtmesi ve ona son derece hizmet ve itaatta bulunması gerekir... Binaenaleyh amazda kıbleye teveccüh etmek, bu kimsenin hükümdara yönelip, ona sırt dönmemesi gibi olur. Namazda okunan dualar da, ona övgü ve medh yerine; rükû ve sücûd ise, melîke hizmet etmek yerine geçer.. b) Namaz kılmaktan maksat, kalbin huzuru, yani Allah'ın huzurunda olduğunu bitmesidir. Bu huzur ise, ancak sükûnet, başka şeylere iltifat etmemek ve kıpırdamamakla olur. Bu da ancak, kişinin bütün namazlarında muayyen bir istikâmete yönelmesiyle elde edilir. İnsanların vehminde bazı yönlerin diğerlerinden daha şerefli olduğu yerleşince, o cihete dönmek daha uygun olur. c) Allahü Teâlâ mü'minlerin birbirleriyle ülfet ve uyum içinde olmalarını sever. Bu nimetini onlara, şu ayetinde hatırlatmaktadır: "Allah'ın size olan nimetini hatırlayınız. Hani siz düşmanlar idiniz de, Allah kalblerinizi birleştirdi; O'nun nimeti sayesinde siz de kardeş oldunuz." (Al-i İmran, 103). Eğer onlardan herbiri namazında başka başka yönlere yönelmiş olsaydı, bu onlar arasında açık bir ihtilâf bulunduğu vehmini verirdi. İşte böylece Cenâb-ı Hak, bu sebeple aralarında bir uyum meydana gelsin diye, onlara muayyen bir yön tesbit etmiş ve onların hepsinin o tarafa yönelmelerini ermetmiştir. Burada, Allahü Teâlâ'nın, hayırlı fiiller hususunda kulları arasında bir uyum olmasını sevdiğine bir işaret vardır. d) Allahü Teâlâ Kâ'be'yi, "Evim" diyerek kendine nisbet etmiştir. Mü'minleri de, kulluk sıfatıyla yalnız kendisine nisbet etmiştir. Bu her iki izafet de, tahsis ve tekrim, şereflendirmek içindir. Buna göre Allahü Teâlâ sanki, "Ey mü'min, sen benim kulum; Kabe evim, namaz bana yapılan hizmetimdir. Binaenaleyh, bana hizmet hususunda, yüzünle benim evime; kalbinle de bana yönel!" demiş olmaktadır. e) Alimlerden bazıları, "Yahudiler kıbleye yöneldiler.. Çünkü Allah'ın Musa'ya olan nidası o cihetten gelmişti.. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sen batı yakasında değildin..." (Kasas, 44) ayetinde zikredilen durumdur. Hristiyanlar da, doğuya yönelmişlerdi. Çünkü Hazret-i Cebrail, "Kitab'da Meryem'i an! Hani O, ailesinden ayrılarak doğudaki bir yere çekilmişti!" (Meryem, 16) ayetinin de gösterdiği gibi, doğu tarafından Hazret-i Meryem'in yanına gelmişti. Mü'minler ise Kabe'ye yönelmişlerdir; çünkü bu Kabe, Allah'ın dostunun, Hazret-i İbrahim'in kıblesi; Allah'ın sevgili habibi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğduğu yer, bir de burası, Allah'ın saygın kıldığı bir yerdir." demişlerdir. Bazılarıysa şöyle demiştir: "Hristiyanlar, nurların doğduğu yere yönelmişlerdir. Biz müslümanlarsa nurların efendisi olan Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğduğu yere yöneldik.. Değil mi ki bütün nurlar O'nun nurundan yaratılmıştır." f) Alimler şöyle demişlerdir: "Kabe yerin göbeği ve ortasıdır. İşte bu sebepten dolayı Allahü Teâlâ bütün kullarına namazlarında yerin ortasına yönelmelerini emretmiştir. Bu da, her şeyde adaletin gerekli olduğuna işarettir, işte bu sebepten ötürü Cenâb-ı Hak yerin ortasını maklukâtının kıblesi kılmıştır." g) Allahü Teâlâ Kabe'ye yönelmeyi emrederek, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i sevdiğini ortaya koymuştur. Bu böyledir, çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), yahudilere muhalefet etmek için, uzun bir müddet bunu arzulamıştı. Bundan ötürü de Cenâb-ı Hak: "Biz, yüzünü çokça semaya doğru çevirdiğini görüyoruz.. Andolsun ki biz seni, hoşnud olacağın bir kıbleye döndüreceğiz.. Şimdi sen, yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir" (Bakara, 144) ayetini indirmiştir. Halk deyişinde, bir kimse bir başkasını sevmekle nitelendirildiği zaman temsilî olarak şöyle denilir: "Falanca falancaya sevgisinden dolayı kıblesini değiştirdi.." Allahü Teâlâ da sevdiği Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için kıbleyi hakîkî manada değiştirdi ve, "Seni memnun olacağın bir kıbleye döndüreceğiz" buyurdu da; "Benim razı (memnun) olacağım bir kıbleye seni döndüreceğim" demedi. Burada, Hak teâlâ'nın sanki şöyle dediğine bir işaret vardır: "Ya Muhammed, herkes benim rızamı talebederken, ben her iki dünyada da seni hoşnud etmeyi istiyorum. Dünyada seni hoşnud etmenin delili, şu zikrettiğimiz kıblenin değiştirilmesi meselesidir. Ahirette seni hoşnud etmeyi istemem ise, "Rabbin sana verecek, sen de razı olacaksın" (Duha, 5) ayetinde beyân edilen haldir." Burada fakirlerin şerefli olduğuna da bir işaret vardır. O da şudur; Allahü teâlâ fakirleri kovma ile kıbleden yüz çevirmeyi bir tutarak fakirleri kovma hususunda Cenâb-ı Hak: "Sen o (fakirleri) yanından kovarsan zalimlerden olursun." (Enam.52) buyurmuştur; Kıbleden yüz çevirme hususunda "Sana ilim geldikten sonra, eğer onların neva ve heveslerine uyarsan, şüphesiz zalimlerden olursun" (Bakara. 145) buyurmuştur. Sanki Hak teâlâ, "Kabe senin yüzünün (rızanın) kıblesi, fakirler ise benim rahmetimin kıblesidir. Binaenaleyh senin yüzünün kıblesinden yüz çevirmen zalim sayılmanı gerektiriyor, O halde benim rahmetimin kıblesinden yüz çevirmek ya nasıl olur?" buyurmuştur. h) Arş, Arşı yüklenen meleklerin; Kürsî Berere (Mukarreb) meleklerin; Beyt-i Ma'mûr, kâtib meleklerin; Kâ'be mü'minlerin; Hak da mütehayyir mü'minlerin kıblesidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Nereye dönerseniz, oradadır Allah'ın yüzü (rızası, razı olduğu kıblesi)"'(Bakara. 115) buyurmuştur. Arş'ın nûr (ışık) dan; Kürsî'nin inciden ; Beyt-i Ma'mûr'un yakuttan; Kabe'nin ise beş dağdan yaratılmış olduğu sabit olmuştur. Bu beş dağ Sîna, Zeytâ, Cûdî, Lübnan ve Hira dağlarıdır. Buradaki incelik şöyledir: Cenâb-ı Allah sanki şöyle buyurmuştur: "Eğer üzerinde bu dağlar kadar günahın olsa ve hac niyetiyle Kâ'be'ye gelsen veya Ka'be'ye müteveccih olarak namaz kılsan, sen günahlarını affettirmiş ve bağışlatmış olursun." Bu konuda söylenen görüşlerin hepsi bunlardan ibarettir. Kuvvetli olan görüş birincisidir. Kıblenin Değiştirilmesindeki Hikmet Birinci mesele, kıblenin bir yönden başka bir yöne döndürülmeşindeki hikmet hakkındadır. Biz, bu döndürmenin yadırgandığı hususunda, kâfirlerin şüphelerinden bahsetmiştik. Bu şüphe şudur: "Yönler, hertürlü sıfat bakımından eşit olduğu için, kıblenin bir yönden diğerine döndürülmesi sırf abestir ki bu Hakîm Allah'ın fiillerinden değildir." Buna şu şekilde cevap veririz: Ehl-i Sünnet'e göre, Allahü teâlâ'nın hükümlerini herhangi bir hikmete bağlamak gerekmez. Buna göre durum açıktır. Mu'tezile'nin bu hususta iki izahı vardır: a) Farklı cihetlere göre farklı faydaların bulunması imkânsız değildir. Bu birkaç bakımdan izah edilebilir: 1) Bazı insanların kafalarında, mesela Kâ'be'yi Hazret-i İbrahim'in yaptığı ve ona saygı duyduğu için, Kâ'be cihetinin, diğer yönlerden daha şerefli olduğu fikri yerleşince, bu insanlar oraya yöneldikleri zaman, daha saygılı ve huşûlu olurlar ki bu da elde edilmek istenen bir faydadır. 2) Kâ'be'nin inşa edilmesi Araplar için büyük bir devlet (servet ve prestij) sebebi olduğu için, Araplar oraya daha fazla saygı duymuşlardır. 3) Yahudiler, "Biz size kıbleyi öğretmeseydik, siz kıblenin ne olduğunu bilmezdiniz" diyerek, müslümanlar Beyt-i Makdis'e yönelirken ayıplayınca bu, müslümanların zihinlerinin bulanmasına sebeb olmuştur. Bu bulanma da huşu ve huzûu bozan bir husustur. İşte bu sebebten dolayı, o kıbleyi değiştirmek münasib olmuştur. 4) Kâ'be, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğup büyüdüğü yerdir. Bundan dolayı Kâ'be'ye saygı duymak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a saygı duymayı gerektirir ki, bu güzel bir şeydir. Çünkü onların kalelerinde Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e olan saygıları kök salınca, din ve şeriat hususunda Resûlullah'ın emir ve yasaklarını daha kolay ve çabuk kabul ederler. Matluba götüren şey de matlubtur. Binaenaleyh kıblenin değiştirilmesi yerinde olmuştur. 5) Allahü Teâlâ bunu, "Senin üzerinde olduğun (Ka'be'yi) kıble yapmamız ancak, peygambere uyanları (uymayıp) ökçesi üzere dönenlerden ayırdetmeniz içindir" (Bakara, 143) ayetiyle açıklamıştır. Böylece Allahü teâlâ onlara, Mekke'de iken müşriklerden ayrılsınlar diye Beyt-i Makdis'e yönelmelerini; Mekke'den Medine'ye hicret edince, Medine'de de yahudiler bulunduğu için yahudilerden ayrılsınlar diye Kâ'be'ye yönelmelerini emretmiştir. Allahü teâlâ'nın, O dilediğini sıratı müstakime hidâyet eder" buyruğuna gelince, "hidayet" ile ilgili izah daha önce geçmiştir. Mutezile şöyle demiştir: "Hidayet; ulaştıran bir delâlet etmedir. Buna göre ayetin manası: "Allahü teâlâ, kulları kendileri için en faydalı olan şeye götürür" şeklinde olur. Sırat-ı Müstakim, insanların tutması halinde, onları cennete ulaştıran yoldur." Ehl-i Sünnet alimleri ise: "Bu hidayetten maksad, ya davettir, ya delâlet (yol gösterme) veya o konuda bir ilim meydana getirmektir. İlk ikisi bâtıldır. Çünkü ilk iki husus bütün mükellefler için yapılmıştır. Bu sebeble bu hidayeti üçüncü manada anlamak gerekir. Bu da hidayet ve delâletin, Allah tarafından olmasını gerektirir. |
﴾ 142 ﴿