143"Böylece sizi (Ey Muhammed Ümmeti) vasat (orta, mutedil) bir ümmet yaptık, tâ ki insanlara karşı siz şahidler olasınız ve bu peygamber deksize tam bir şâhid olsun diye..." Bil ki bu ayette birkaç mesele vardır: (......) ifâdesindeki kâf harfi teşbih (benzetme) kâfıdır. Öyle ise, kendisine benzetilen nedir? Bu hususta bazı görüşler vardır: a) Bu, manası ile ilgilidir. Yani "Size, hidayetimizle in'amda bulunduğumuz gibi, sizi vasat bir ümmet olarak yaratarak da in'amda bulunduk" demektir. b) Ebu Müslim'in görüşüne göre mana şu şekilde olur: "Sizi kıblelerin en ortası bir kıbleye çevirdiğimiz gibi, aynı şekilde orta (vasat) bir ümmet yaptık." c) Bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Andolsun ki biz onu dünyada seçtik" (Bakara, 130) ayetinde, Hazret-i İbrahim hakkında söylediği hususa râcîdir. Yani, "Biz onu dünyada seçtiğimiz gibi, aynı şekilde sizi de orta bir ümmet kıldık" demektir. d) Bana göre ayetin takdiri şu şekildedir: "Doğu da Allah'ındır, batı da. Bu yönler Allah'ın mülkü ve milki olmaları bakımından müsavi oldukları halde, Cenâb-ı Hak bir lüftu ve ihsanı olmak üzere bir kısmını, kıble yaparak daha fazla şereflendirip yüceltmiştir. Aynen bunun gibi, bütün insanlar da Allah'ın kulu olma bakımından müşterektirler. Ancak Cenâb-ı Hak bu ümmet-i Muhammed'e, -mecbur olmaksızın- kendisinden bir lütuf ve ihsan olarak, daha çok şeref verip, daha çok ibâdete tâytk görmüştür. e) Zamirin merci'i meşhur ve ma'rûf olunca, bu merci' bazen zikredilmeksizin de, zamir zikredilebilir. Tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, "Muhakkak ki biz onu. Kadir gecesinde inzal ettik" (Kadir, 1) ayetinde olduğu gibi sonra Cenâb-ı Hakk'ın dilediği kimseleri azîz ve istediği kimseleri zeltl kılmaya kadir olan bir zât olduğu herkesçe bilinen ve meşhur olan bir husustur. Buna göre O'nun, ifâdesi, yani, "Kendisinden başka hiç kimsenin kadir olamayacağı şu hayret verici meydana getirme ve yaratması gibi, aynı şekilde biz sizi orta bir ümmet yaptık, kıldık" anlamına gelir. Bil ki, (el-vasat) kelimesi, isim olduğu zaman Hak teâlâ'nın tıpkı, (Bakara, 143) ayetinde olduğu gibi ortadaki sin harfi harekelenir. Zarf olduğu zaman ise, ortası sakin olur. Mesela "Topluluğun ortasına oturdum" ifâdesinde olduğu gibi... Alimler, (......) kelimesinin açıklanması hususunda ihtilâf ederek, şu hususları zikretmişlerdir: 1) (âdil, dosdoğru) demektir. Bunun delili ayet, haber, şiir, rivayet ve mânadır. Ayetten delile gelince bu, Hak teâlâ'nın, "Yani "en âdilleri dedi..." (Kalem. 28) kavlidir. Haberden delile gelince bu Kartal'ın Sevrî'den; Sevrî'nin Ebû Saîd el-Hudrî'den; onun da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayetine göre, Hazret-i Peygamber, ifâdesini, diyerek tefsir etmiştir. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "işlerin en hayırlısı en vasat olanıdır" Hadis hakkında bakınız: Keşfu'l-Hafâ, 1/391. yani en doğru ve dengeli olan... buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in neseb cihetinden Kureyş'in en vasatı, yani en âdil ve dengeli, en seçkin olanı olduğu söylenirdi. Hazret-i Peygember (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "En adil ve en dengeli metoda yapışın.) Şiirden bunun delili Züheyr'in şu sözüdür: "Onlar, gecelerin birinde büyük belalar geldiğinde halkın, hükümlerine razı olduğu âdil kimselerdir." Bunun nakilden (dilden) olan deliline gelince, Cevheri, Sıhâh adlı lügatinde, ayetindeki, (......) kelimesini, âdil manasına almıştır. Aynısını Ahfeş, Halil ve Kutrûb da söylemişlerdir. Bunun mana bakımından delili, bir-kaç yöndendir: a) her iki uçtan uzak olma manasında hakikat olarak kullanılır. Şüphe yok ki iki aşırı uç olan ifrat ve tefrit, kötüdürler. Buna göre ahlâkî bakımdan mutavassıt olan, her iki uçtan uzak olur, böylece de dengeli ve faziletli olmuş olur. b) Allah, adaleti "vasat" diye adlandırmıştır. Çünkü adalet, iki davalıdan birine meyletmez. O halde âdil kimse, iki taraftan birisine meyletmeyen kimsedir. c) Cenâb-ı Allah'ın, "Aynı şekilde sizi vasat (orta) bir ümmet kıldık" buyruğu ile maksadı, hiç şüphe yok ki ümmet-i Muhammed'i övmektir. Çünkü O'nun, bir vasfı zikredip onu, kendisi için onları şahidler kılmasına adetâ sebeb kılması, daha sonra da Resûlü'nün şahadetini buna atfetmesi, bu ancak bir-medih olursa caizdir. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın, lâfzından maksadının, din huşunda medhi ifâde eden birşey olduğu ortaya çıkmış olur. Hak teâlânın onları "şahidler" kabul etmesi, ancak onların âdil olmaları durumunda caiz olur. Bu sebeble, (vasat) kelimesinden, "adalet" manasının kastedilmiş olması gerekmiştir. d) Birşeyin en dengeli yeri, onun ortasıdır. Çünkü onun diğer uçlara nazaran durumu, düz ve denge üzere oluşudur. Uçlara (kenarlara) gelince, onlar daha çabuk bozulur ve dengesini kaybeder. En orta kısım ise korunmuş ve kuşatılmış vaziyettedir. Orta hakkında bunları söylemek doğru olunca, o, sanki hiçbir tarafa meyletmeyen, tamamen dengeli olan şeyden ibaret olmuş olur. 2) (vasat), herşeyin seçkini ve iyisi manasınadır. Alimler bu açıklamanın bazı sebeblerden ötürü, bu ikinci görüşün daha evlâ olduğunu söylemişlerdir: a) "Vasat" lâfzı cansızlar için de kullanılır. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Mekke'de, haccımı yapabilmek için, bedevi bir Araptan bir deve kiraladım. O bana, "yani, bana dinarların en iyilerinden ver, dedi." Halbuki adalet vasfı cansız varlıklarda bulunmaz. Binaenaleyh, (vasat) kelimesini "iyi" manasına almak daha uygundur. b) "Vasat" kelimesini iyi, güzel manasına almak, Hak teâlâ'nın, "Sizler insanlar için çıkarılmış olan en hayırlı ümmetsiniz" (Al-i İmran, 110) ayetine de uygundur. 3) Bir kimse, dediği zaman, bunun manası, "O bizim en faziletlimizdir" yani o adam, onların içinde, tıpkı gerdanlığın ortasındaki kıymetli mücevher gibidir. Bu benzetmenin aslı şudur: Tebaa, ortalarında bulunan reislerinin etrafını sarar ve onu aralarına alırlar.. İşte bu manadan dolayı, (vasat) lâfzı kullanmıştır. 4) Ümmet-i Muhammed'in din hususunda ifrat ile tefrit arasında; hâdiseler hususunda da çok ileri gitmekle çok geri kalmak arasında mutedil ve dengeli olmaları manâsında onlara, denilmesi caizdir. Çünkü ümmet-i Muhammed, hristiyanların çok aşırı giderek Allah'ı bir oğul ve ilâh tutmak; yahudilerin de peygamberleri öldürüp, kitapları değiştirmek, vb. hususlarda günahlar irtikâb etmek gibi kusurları işlememişlerdir. Bu görüşler birbirine zıt olmayıp, birbirine yakın olan görüşlerdir. Allah en iyisini bilir. Alimlerimiz bu ayetle, kulun fiilini Allah'ın yarattığına istidlal etmişlerdir. Çünkü bu ayet, bu ümmetin adaletinin ve onların hayırlı olmalarının, Allah'ın yapması ve yaratması ile olduğuna delâlet etmektedir. İşte bu mezhebimiz için açık bir delildir. Mutezile ise şöyle demiştir: Cenâb-ı Hakk'ın bu "yapması, kılmasından murad, ümmet için onları yarattığf zaman, gerek sözlerinde, gerekse amelleri hususunda onların doğruyu tercih edeceklerini bildiği lütuf ve ikram fiilleridir. Âlimlerimiz buna şu açıklamalarla cevap vermişlerdir: 1) Bu, ayetin zahirini terketmektir. Bu ise, ayeti zahirine hamletmenin mümkün olmadığına deliller bulunduğu zaman kendisine müracaat edilecek bir yoldur. Ancak biz, aklî delillerin sadece bizden yana olduğunu beyan etmiştik. Bu konuda Mu'tezile'nin söyleyebileceği en son söz, onların medh-zem, sevâp-ikâb gibi hususlara tutunmalarıdır. Biz defalarca, bu yolun onların kendi esaslarına göre "ilim ve sebep" meseleleriyle çelişki teşkil ettiğini açıklamıştık. Çelişkili olan söze ise kesinlikle iltifat edilmez. 2) Allahü Teâlâ bu ayetten önce, "Dilediğini dosdoğru olan yola iletir" (Bakara, 142) buyurmuştur. Allahü Teâlâ'nın dilediği kimseleri hidâyete iletip, dilediği kimseleri de iletmemesi hususunda, bu ayetin bizim görüşümüz için delil teşkil ettiğini açıklamıştık. Binaenaleyh, bu iki ayetten herbiri diğerinin manasını te'kid etsin diye, bu ayeti de aynı mânaya hamletmek gerekir. 3) Bütün varlıklar için Allahü Teâlâ'nın kudreti dahilinde olan lütuf fiillerinin hepsini, Allah halketmiş, yaratmıştır. Durum böyle olunca, bunu, bu manayı sırf mü'minlere tahsis etmenin hiçbir manası yoktur. 4) Allahü Teâlâ bunu, bu ümmete verilmiş bir lütuf sadedinde zikretmiştir. Lütuf fiilleri ise vâcibtir. Vacib olan şeyin ise, bir nimet olarak zikredilmesi caiz değildir. Bu Ayet İcma'ın Delillerinden Biridir Gerek bizim âlimlerimizin ve gerekse Mu'tezile'nin çoğu bu ayetle, icmâ-ı ümmetin bir delit olduğuna istidlal ederek, şöyle demişlerdir: Allahü Teâlâ bu ümmetin âdil ve hayırlı olduğunu haber vermiştir. Buna göre şayet onlar mahzurlu ve yasak bir şey üzerinde olsalardı, adalet ve iyilikle vasıflandırılmazlardı. Ümmet-i Muhammed'in mahzurlu olan herhangi bir şeye yönelmeyecekleri kesinlik kazanınca, onların görüşlerinin de bir hüccet olması vâcib olur. Buna göre eğer, "Ayetin zahiri bırakılmıştır, çünkü ümmeti adaletle vasıflandırmak, ümmetin fertlerinin herbirinin adaletle vasıflandırılmasını gerektirir; halbuki, zarurî olarak bunun böyle olmadığı bilinir. Bu sebeple ayeti, ümmetin ihtiva ettiği fertferin tamamına değil de bir kısmına hamletmek gerekir, bu sebeple biz ayeti, masum imamlara hamlediyoruz. Biz, ayetin zahirinin terkedilmediğini kabul etsek bile, ancak biz herşeyin "vasatının önün en seçkin ve en iyisi olduğunu kabul etmiyoruz. Sizin zikretmiş olduğunuz vecihler de, iki bakımdan çelişki meydana getirirler. a) İnsanın âdîl olmast, onun vâcibleri yerine getirip, haramlardan kaçınmasından ibarettir. Bu, kulun fiilindendir. Halbuki Allahü Teâlâ onları, vasat bir ümmet yaptığını haber vermiştir. Binaenaleyh bu, onların vasat olmalarının, Allah'ın fiili olmasını gerektirir. Bu da, onlar âdil olmadan da onların "vasat' olmalarını gerektirir. Aksi halde, bir makdûrün (güç yetirilen şey, fiil) iki kâd ile meydana gelmesini gerektirir ki, bu da imkânsızdır. b) "Vasat", iki şeyin arasında ortada bulunan, mutavassıt olan şeyin adıdır. Binaenaleyh bu kelimeyi hem adalet hususunda hem de hayırlı olmak anlamında hakikî (mecazî değil) kılmak, müşterekliği gerektirir ki, bu aslolanın hilâfına bir durumdur. Biz onların "hayırlı olmakla" vasıflandırılmış olmalarını kabul etsek bile, ancak bu vasfın meydana gelmesi için, niçin sadece büyük günahlardan kaçınmak kâfi olmasın? Durum böyle olunca, ümmetin ittifak etmiş olduğu şey, her ne kadar hata olsa dahi, bununla beraber o, küçük günahlardan olur. Bu da onların hayırlı ümmet olmalarına zarar vermez.. İnsanlara şahitler olsunlar diye, Allahü Teâlâ'nın onların âdil olduklarına hükmetmiş olması da, bu ihtimali güçlendiren hususlardandır. Küçük günahları işlemek ise, şehâdete mâni değildir. Biz onların küçük ve büyük günahlardan kaçınmış olmalarını kabul etsek bile, ne var ki Allahü Teâlâ, onlar insanlara şahidler oldukları için, onların işte bundan ötürü bununla vasıflanmış olduklarını beyan etmiştir. Bu şehadetin ancak ahirette tahakkuk edeceği malûmdur. Bu sebeple, onların adaletinin orada tahakkuk etmesinin vâcib olması gerekir. Çünkü şahitlerin adaletine, şahidlik etmeyi üzerlerine aldıkları zaman değil, ancak şehadette bulunurken itibar edilir. Bunun böyle olduğunda bir münakaşa yoktur. Çünkü ümmet ahirette masum olur. O halde, daha niçin onlar "dünyada da böyledir" dedin? Biz onların dünyada da âdil olmalarının vâcib olduğunu kabul etsek bile, ancak bu ayetle hitâb olunanlar, bu ayet nazil olduğu sırada mevcud olan kişilerdir. Çünkü bulunmayan kimselere hitap etmek imkânsızdır. Durum böyle olunca, bu ayet o zaman bulunanların adaletli olmalarını gerektirir, onların dışında kalanların ise mutlaka olmalarını gerektirmez.. Bu ayet, o kimselerin icmâının hak olduğuna delâlet eder. Binaenaleyh, onlardan herbirinin bu hususta bir görüşü olduğunu bildiğimiz zaman, bizim icmâ'ya tutunmamız vâcib olur. Ne var ki bu, bu kavimlerden herbirini bizzat, onlardan her birinin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in vefatından sonraya kaldığını ve bu icmâda onların hepsinin görüşünün bulunduğunu bilmemiz mümkün olur. Bütün bunlar adeta imkânsız gibi olunca, icmâya yapışmak da imkânsız olur" denilirse: Muarızımızın, "Ayetin Zahiri terkedilmiştir" sözüne şöyle diyerek cevap veririz: Biz Allahü Teâlâ'nın, "İşte böylece biz sizi orta bir ümmet yaptık" ifâdesinin, onlardan herbirinin başkalarıyla bulunduğu zaman bu sıfat ile muttasıf kıldığını gerektirmiş olmasını kabul etmiyoruz. Bize göre, ümmetin fertlerinden herbiri, üzerinde ittifak ettikleri bir işte âdildirler. Daha doğrusu onlar ihtilâf ettiği zaman, bu durumda çirkini işlemiş olurlar. Biz, bunun onlar bir fikir üzerinde bir araya geldikleri zaman, yöneltilmiş bir hitap olduğunu söyledik. Çünkü Allah'ın, 'ifâdesi, onların herbirine yalnız başına değil, hepsine birden hitaptır. Biz bunun, ümmetten hirbir ferdin âdil olmasını gerektirdiğini kabul etsek bile, biz bu hususta başka bir delil bulunduğu için ayetle ümmetin bir kısmı hakkında amel edilmediğini söylüyoruz. Bu sebeple ümmetin geriye kalan kısmı hakkında amel etmek gerekir. Bu ayetten maksadın; ümmetin hepsi böyle değildir; tam aksine bundan murad, onlar arasında bu sıfatı taşıyan kimselerin mutlaka bulunmasıdır, diyen âlimlerin sözünün manası da budur. Biz, bizzat onları tanımadığımız zaman, kıyas yapanların da onların sınıfına dahil olması için, onların bir görüş ve bir fiil üzere içtima etmelerine ihtiyaç duyarız. Bunun misali şudur: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), falancanın çocuklarından birinin görüşünde ve tefekküründe mutlaka isabet edeceğini söylediği zaman, biz bizzat o kimsenin kendisini tanıyamayıp da onun çocuklarının bir fikir üzerinde ittifak ettiklerini gördüğümüzde, o fikrin hak olduğunu anlanz. Çünkü onların içinde, artık hakka isabet eden bir kimse mutlaka vardır. Ama, Hazret-i Peygamber'in belirttiği kişinin dışında olan bir görüş üzerinde ittifak ettikleri zaman, biz o fikrin hak olduğuna hükmedemeyiz. Çünkü doğrunun, muhalefet eden o tek şahsın yanında olması caizdir. İşte bundan dolayı ulemâdan pekçoğu, şöyle demiştir: Ümmetin içinde hakka isabet edeni hata edenden ayırdığımız zaman, hüccet hakka isabet edenin görüşündedir. Biz kesinlikle hata eden kimsenin görüşüne itibar etmeyiz. Muarızımızın: "Onların vasat olmalarından maksat, onların âdil olmaları olsaydı, kulun fiilin'in Allah'ın mahlûku olması gerekirdi" şeklindeki sözüne gelince biz deriz ki, yukarıda izahı geçtiği gibi, bu bizim mezhebimizdir. Muarızımızın, "Niçin, Allahü Teâlâ'nın onların âdil ve hayırlı olduklarını haber vermesi, onların küçük günahlardan kaçınmalarını gerektirir dediniz?" şeklindeki sözüne gelince, biz deriz ki, Allah'ın verdiği haber sadece doğrudur. Sırf doğru haber ise, kendisinden haber verilen şeyin meydana gelmesini gerektirir. Küçük günahları işlemek, hayır değildir. O halde ikisini bağdaştırmak bir çelişki meydana getirir. Bir kimse şöyle diyebilir: Bir şahsın hayırlı olduğunu söylemek, onun bütün şeylerde veya bazısında hayırlı olduğunu haber vermekten daha genel bir ifâdedir. İşte bu sebepten ötürü, bunu iki kısma ayırmak doğru olur. Buna göre de şöyle denilir: Hayır, ya bazı şeylerde hayır olur, veyahut de hepsinde hayır olur.. Taksimi yapılan şey, iki kısım arasında da müşterektir. Buna göre bazı bakımlardan hayırlı olan kimseye, bu hayırlıdır!" denilmesi yerindedir. Binaenaleyh, Allahü Teâlâ'nın bu ümmetin hayırlı olduğunu haber vermesi, onların bütün şeyler hususunda hayırlı olduklarını söylemiş olmayı gerektirmez. Bu sebeple bu, onların küçük günahları işlemeleri şöyle dursun, büyük günaha yönelmelerine de ters düşmediği ortaya çıkmış olur. Biz bu delili, usûl-i fıkıhta pekiştirmiştik. Ne var ki, bu delâletin aleyhine yine de böyle bir suâl varid olmuştur. Diğer soruya da, Hak teâlâ'nın, 'İşte böylece biz sizi orta bir ümmet yaptık" buyruğu, ümmetin evveli ve sonrası, ayet nâzii olurken mevcut olanlarla, onlardan sonra kıyamete kadar gelecek olanların hepsine bir hitaptır, diyerek cevâp verilir. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın. 'Size kisas tarz kılındı" (Bakara, 178) ;ve Oruç size farz kıtındı" (Bakara, 183) ayetleri de herkesi içine alır, sadece o zaman bulunanlara tahsis edilemez. Allah'ın diğer teklifleri, emir ve yasakları da ümmetin hepsine yöneltilmiş bir hitaptır. İmdi şayet, "Eğer durum böyle olsaydı, bu kıyamete kadar var olacak herkes için bir hitap olurdu. Böylece de Cenâb-ı Hak o toplumların hepsi hakkında adaletle hükmetmiş olurdu. Buna göre daha sen, nereden her asır halkı için adaletli olduklarına hükmediyor, böylece de onları kendilerinden sonra gelenlere hüccet yapıyorsun?" denilirse, deriz ki: Allahü Teâlâ onları, insanlar üzerine şahid tutunca, bu durumda hiz ümmetin ilkini ve sonunu, hepsini başkasına hüccet olarak kabul edersek, bir fayda elde edemeyiz... Çünkü ümmetin hepsini hüccet kabul etmemiz durumunda geriye bunların, aleyhine hüccet olacakları bir toplum kalmaz. Böylece de bununla maksadın, her asırda bulunan insanlar olduğunu anlamış oluruz. Bir asrın insanlarını "ümmet" diye isimlendirmek caizdir, çünkü "Ümmet", aynı yöne yönelen bir cemaatın ismidir. Her asrın halkının böyle olduğunda şüphe yoktur. Bir de Cenâb-ı Hak, buyurmuş, onları belirsiz bir lâfızla ifâde etmiştir. Ki bunun da, her asrın halkını içine aldığında şüphe yoktur. Ümmet-i Muhammed'in Öbür Ümmetler Hakkındaki Şahitliği Alimler Allahü Teâlâ'nın, "İnsanlara şahitler olasınız diye" ayetinde zikredi- len şehadetin ahirette mı dünyada mı meydana geleceği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Birinci Görüş: Bu şehâdet ahirette meydana gele çektir.. Bu görüşü benimseyenlerin iki izah şekli bulunmaktadır. 1) Çoğunluğun benimsediği görüştür ki, buna göre bu ümmet peygamberlerin lehine olmak üzere onları yalanlayan toplumların aleyhine şehadet ederler. Ümmetlerin, peygamberlerin tebliğini inkâr ettikleri, bunun üzerine de Hak teâlâ'nın çok iyi bilmesine rağmen, peygamberlerden tebliğde bulunduklarına dair bir delil talep edeceği, böylece ümmet-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in getirileceği bunların şehadette bulunacağı, bunun üzerine diğer ümmetlerin "Siz bunu nereden öğrendiniz?" diyecekleri, böylece de ümmet-i Muhammed'-in, "Biz bunu Allah'ın, sadık peygamberinin lisanı ile tebliğ edilen Kitab'ında (Kur'an) verdiği haberlerle öğrenmiştik" diyecekleri; bunu müteakiben de Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in getirileceği ve kendisine ümmetinin durumunun sorulacağı, O'nun da ümmetini tezkiye edip, onların âdil olduklarına şehadette bulunacağı rivayet edilmiştir ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın, 'Her ümmetten bir şahid getirdiğimizde, seni de onların üzerine şahit tuttuğumuzda onların hali nice olacaktır?" (Nisa, 41) kavlinde zikredilen husustur. Kâdî, bu rivayeti bazı bakımlardan tenkit etmiştir. a) Ümmetlerin peygamberlerini yalanlayacakları rivayetinin dayanağı, kıyamet ehlinin yalan söyleyeceklerine dayanır. Bu, Kadiye göre geçersizdir. Ancak ne var ki biz, bu mesele üzerinde, En'âm sûresinde Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra, onların başvuracakları yol ancak "Rabbimiz olan Allah'a yemin ederiz ki, biz ortak koşanlar değildik" demeleri olmuştur. Bak, kendilerine karşı nasıl da yalan söylediler?" (En-âm, 23-24) ayetinin tefsirinde duracağız. Ümmetin ve Hazret-i Muhammed'in şehadetleri, ahirette Allahü Teâlâ'nın, peygamberlerinin doğruluğuna dair şehâdetine dayanır. Durum böyle olunca, niçin Allahü Teâlâ doğrudan peygamberleri lehine şehadette bulunmasın? Bu husustaki hikmet, fazilet bakımından Hazret-i Muhammed'in ümmetini, hemencecik Allah'ı, O'nun bütün peygamberlerini doğrulamaya ve onların tamamına iman etmeye yöneldikleri için, diğer ümmetlerden ayırmaktır. Bunlar diğer ümmetlere nisbetle âdil bir kimsenin fâsık bir kimseye nisbeti gibidir. İşte bu sebepten dolayı Allahü Teâlâ, diğer ümmetlerin aleyhine olarak onların şehadetlerini kabul etmiş, onların adaletlerini göstermek, fazilet ve üstünlüklerini ortaya koymak için, onların aleyhine olarak diğer ümmetlerin şehadetlerini kabul etmemiştir. c) Bu gibi haberler, şehâdet diye adlandınlamaz. Kâdî'nin bu görüşü de zayıftır. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Bir şeyi güneş gibi (çok iyi) bildiğin zaman, şehâdet et!" diye buyurmuştur. Allahü Teâlâ'nın haber verdiği şeyler ise, güneş gibi açık seçik olarak bilinir. Binaenaleyh bundan dolayı şehadette bulunmanın.cevâzı, vâcib olur. 2) Alimler ayetin mânasının "Kendisiyle hakka muhalefet etmiş oldukları fiilleri sebebiyle, insanların aleyhine şehadette bulunasınız diye!" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. İbn Zeyd dört türlü şahidin olduğunu söylemiştir: a) Kulların amellerini tesbit etmekle görevli meleklerin şehâdeti.. Nitekim Cenâb-ı Hak, şöyle buyurmuştur: "Her nefis, yanında bir sürücü ve şahid olduğu halde gelir" (Kaf, 21), Her soz söylediğinde onun yanında hazır bir gözcü bulunur" (Kâf, 18); ve: "Muhakkak ki sizin üzerinizde, bekçiler vardır, kirâmen kâtibin melekleri.. Yaptığınız şeyleri bilirler" (İnfitar, 10-12). b) Peygamberlerin şehâdeti.. Bu Cenâb-ı Hakk'ın Hazret-i İsa(aleyhisselâm)'dan naklederek, söylediği, "Ben onların arasında olduğum sürece, onlar üzerinde bir gözcü idim. Fakat ne zaman ki sen beni çekip aldın, onların üzerinde şahid yalnız sen kaldın!" (Maide, 117); Hazret-i Muhammed ve ümmeti hakkında söylemiş olduğu tefsirini yapmış olduğumuz bu ayet ile, yine başka yerde buyurduğu, "Her ümmetten bir şahid getirdiğimizde, seni de onların üzerine şahit tuttuğumuzda onların hali nice olacaktır?" (Nisa. 41) ayetleridir. c) Özellikle Hazret-i Muhammed'in ümmetinin şehâdeti.. Nitekim Cenâb-ı Hak. "Ve, peygamberler ve şahidler getirilir..." (zümer, 69); ve "Şahidlerin dikileceği gün" (Mümin 51) buyurmuştur. d) Uzuvların şehâdeti.. Bu ikrar mertebesindedir, hatta ondan daha da ilerde.. Nitekim Cenâb-ı Hakti ve ayaklan, yapmış oldukları şeyler hususunda onların aleyhine şehâdette bulunurlar" (Nür, 24) ;ve, biz onların ağızlarını mühürleriz; onların elleri bize söyler ve kazandıkları şeyler hususunda ayakları şehâdet ederler" (Yasin, 65) buyurmuştur. İkinci Görüş: Bu şehâdet ancak dünyada yerine getirilir. Bunun izahı şöyledir: Şehadet, müşahede ve şühûd, görmek demektir. Meselâ bir şeye bakıp onu iyice gördüğün zaman, "Şunu müşahede ettim!" denilir. Göz ile görmek ve kalb ile bilmek arasında sıkı bir bağlantı bulunduğu için, kalbteki marifet de, muhakkak ki bazen müşahede ve şûhûd olarak; bir şeyi bilen ise, şâhid ve müşâhid diye adlandırılır. Sonra bir şeye delâlet de, o şeye şahidlik olarak adlandırılır. Çünkü bu delâlet, kendisiyle şahidin şahid vasfını kazandığı bir şeydir. Bir şeyi haber veren, o şeyin durumunu ortaya koyan, o şeyin delili sayıldığı için, bu haber veren kişi de şahid diye adlandırılır. Sonra bu lâfız şeriat örfünde, "Husûsî lâfızlarla, husûsî bir tarzda insanların haklarını haber veren kimseye" tahsis edilmiştir. Sen bunu iyice anladığında, biz deriz ki: Birşeyin durumunu iyice bilebilen, onun durumunu ortaya dökebilen herkes, o şeyin şahidi olabilir. Allahü teâlâ, bu ümmeti "şahidler" diye vasıflamıştır. Bu şehâdet ya ahiret veya dünya hususunda olabilir. Fakat bunun dünya hususunda olması caiz değildir. Çünkü Allahü teâlâ onları dünyevi hususta "âdil kimseler" kılmıştır. Bu da onarın, dünyevî hususta şahid olmalarını gerektirir. Biz, Hak teâlâ'nın Muhammed'i dünya hususunda âdil kimseler kıldığını söyledik. Çünkü O, "İşte bu şekilde biz sizi mutedil (âdil) bir ümmet kıldık" (Bakara, 142) buyurmuştur. Bu geçmişten haber vermektedir, Binaenaleyh en azından şu anda bu halin mevcut olması gerekir. Biz, "Muhakkak ki bu onların dünyada iken şâhid olmalarını gerektirir" dedik. Çünkü Hak teâlâ: "İnsanlara şahid olasınız diye İşte bu şekilde bizr sizi orta (âdil) bir ümmet kıldık" buyurmuş, böylece onların şâhid oluşlarını, cezanın şarta terettüb edişi gibi, orta (vasat) bir ümmet olmalarına terettüb ettirmiştir. Onların bu dünyada "mutedil bir ümmet" olma vasfı tahakkuk edince, "şahidler" olma vasfının da bu dünyada tahakkuk etmesi gerekir. İmdi eğer, "Şahadet etmeyi üzerine almak ancak dünyada olur. Her nekadar şahitliğin edâst kıyamette olsa dahi, şahadeti üzerine alan kimse de bazan "şâhid" diye adlandırılır" denilirse, biz deriz ki: Muteber olan şahadet, şahidliği yapmaktır, yoksa onu üzerine almak değildir. Bunun delili, Allahü teâlâ'nın şahitlikle adalete itibar etmiş olmasıdır. Kendisinde adalete itibar edilen şahadet, onu üzerine almak değil, edâ etmektir. Binaenaleyh ayetin, ' ümmet-i Muhammed'in, şahadeti bu dünyada yerine getireceklerini ifâde ettiği sabit olmuştur. Bu da bütün ümmetin bir şeyden haber verdiklerinde, onların sözlerinin hüccet olmasını gerektirir. Bizim, "İcmâ bir hüccettir" sözümüzün manası da işte budur. Böylece ayetin, icmâın bu bakımdan da bir hüccet olduğuna delâlet ettiği sabit olur. Bu görüşün doğruluğuna dair zikrettiğimiz delilin ilk iki, görüşü iptal etmez. Çünkü biz, bu delâletle ümmetin mutlaka bu dünyada şâhid olmaları gerektiğini beyan etmiştik. Bu, onların kıyamet gününde de, haberlerde geldiği şekilde, şahid olacaklarına ters değildir. Netice olarak, Allahü teâlâ'nın, "Tâ ki insanlara şâhid olasınız diye.." ifâdesi, ümmet-i Muhammed'in, icmâ ettikleri görüşleri insanlara hakkı açıkladığı için, icmâ halindeki görüşlerinin bir hüccet (delil) olduğuna işarettir. Buna Hak teâlâ'nın: "Peygamber de sizin üzerinize şahid olsun diye", yani "Bu şahadeti edâ etsin ve hakkı ortaya koysun diye" ayeti de bunu te'kid etmektedir. Bununla birlikte, ümmet-i Muhammed için ahirette de bu şahidliğin söz konusu olması imkânsız değildir. Böylece onlardan bu dünyada sudur eden şehâdet, "şehâdeti üzerine almak" manasına gelir. Çünkü ümmet-i Muhammed, hakkı isbat ettikleri zaman, bu isbat esnasında kabul edeni etmeyenden ayırdedip tanımış olurlar. Sonra kıyamette de buna şâhidlik ederler. Nitekim bir anlaşmaya şâhid olan kimse, hangi şeyin yerine getirilip, hangi şeyin yerine getirilmediğini bilir, sonra hâkimin huzurunda bunlara şahadet eder. Ayet, Müşebbihe, Hariciler ve Rafızîle ve fâsıklığı açık olan kimselerin icmâlarına edilmeyeceğini gösterir., Çünkü Allahü teâlâ cak kimselerin âdil ve hayırlı olmaları gerektiğini bildirmiştir. Bu hükümde, sözü veya fiili ile fâsık veya kâfir olan ile, ayeti reddetmek veya te'vil etmek suretiyle kâfir olan kimseler arasında fark yoktur. Allahü teâlâ, "İnsanlar üzerine şahid..." buyurmuştur, "İnsanlar üzerine şahid" buyurmamıştır. Çünkü ümmet-i Muhammed'in sözü ya fiilî veya kavlî bir mükellefiyeti gerektirir. Bu da o anda kar dakinin lehine değil aleyhine olmuş olur. Buna göre eğer, "Önceki şahadetin sılası sonraya bırakılmış, ikine şehahâdetinki ise takdim edilmiştir" denilirse, biz deriz ki: Birincide maksad, onların şahadetlerinin diğer ümmetlerin aleyhine olduğunu göstermek, ikine ise Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sadece ümmet-i Muhammed'e şahid göstermektir. "(Habibim) senin hâlâ üzerinde bulunduğun (kıbleyi) kıble yapmamız, O peygambere (sana) uyanları, ayağının iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden (uymayanlardan) ayırdetmemiz içindir. Gerçi (bu) elbette büyük bir şeydir. Ancak bu, Allah'ın doğru yola ilettiği kimseler hakkında değildir, Allah imanınızı boşa çıkarmaz. Çünkü Allah insanlara çok şefkat ve merhametlidir" Bil ki Allah'ın, (......) ifâdesi, tıpkı "Allah Bahîyre (olan deveyi) kılmamıştır" (Maide, 103) yani "onu meşru kılıp dinî bir hûküm saymamıştır " ayetinde olduğu gibi, "Biz meşru kılmadık ve hükmetmedik" manasınadır. O'nun, ifâdesinin manası ise, "Sen oraya yöneleceğine inanıyordum" şeklindedir. Bu, tıpkı bir insanın, "Falanın falanca üzerinde bir borcu var" demesi gibidir. Ayetteki, ifâdesi, "kıble" nin sıfatı olmayıp, nin ikinci mefulüdür. Buna göre, Allahü teâlâ, "Biz kıbleyi, senin üzerinde olduğun cihet yapmadık" manasını murad etmiştir. Sonra burada iki açıklama vardır: a) Bu sözü, kıblenin belirlenmesi hususundaki hikmeti beyan etmektedir. Bu böyledir, çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Mekke'de Kâ'be'ye doğru namaz kılıyordu; daha sonra, yahudilerin kalbterini islam'a ısındırmak için hicretten sonra Beyt-i Makdis'e namaz kılmakla emrolunmuş, daha sonra da Kâ'be'ye döndürülmüştür. Buna göre, biz ayeti şöyle anlarız: "Biz kıbleyi, daha önce üzerinde olduğun (yöneldiğin) cihet yapmadık..." Yani biz, seni oraya ancak insanları imtihan edip denemek için döndürdük. b) Cenâb-ı Hakk'ın, "Senin üzerinde olduğun" ifâdesinin, Beyt-i Makdis'i kıble kılma hususundaki hikmetin bir anlatımı olması da caizdir. Yani, "Senin işin astl olan hüküm Kâ'be'ye dönmektir. O Beyt-i Makdis'e yönelmen, bir maksad sebebiyle olan geçici bir durum idi. Biz, kıbleyi bundan önce üzerinde olduğun cihet kılmıştık ki bu cihet de Beyt-i Makdis idi. Bu, insanları imtihan etmek, kimin Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ittiba edip kimin etmeyeceğini ve ondan nefret edeceğini görmek için idi." Burada Ebu Müslüm'in yaptığı üçüncü bir izah daha vardır O şöyle demiştir: Eğer bu husustaki rivayetler olmasaydı, ayet-i kerime, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yöneldiği kıblelerden hiç birisine delâlet etmezdi. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Siz en hayırlı bir ümmet oldunuz" (Al-i imran. 110) ayetinde olduğu gibi, bazan, manasına olmak üzere, "Allah aziz ve hakimdir" (Nisa, 165) ayetinde olduğu gibi, manasına olmak üzere, (mâzî füi) kullanılır. Bu sebeple Cenâb-ı Hakk'ın, sözünden muradının "Senin hep üzerinde olduğunkıbleyi (yani Kâ'be'yi) ancak şöyle şöyle yaptık" olması imkânsız değildir. Hak teâlâ'nın, ayetine gelince, bu hususta birkaç mesele vardır. Allahü Teâlâ'nın buyruğundaki lâm, gâye ve maksat ifâde eden lamdır, (lâmu'l-garaz). Allah hakkında maksad gütmenin doğru olup olmadığı; doğru olmadığını farz etmemiz durumunda, bu sözün nasıl te'vil edileceği hususu, daha önce geçmişti. Neticeyi Bilen Allah'ın İnsanları Sınaması Nasıl Anlaşılmalı? "Biz ancak şunu bilmek için şöyle şöyle yaptık" sözü, o şeyi bilmenin henüz gerçekleşmediğini, bu bilginin meydana gelmesi için de Cenâb-ı Hakk'ın o fiili işlediği vehmini verir. Bu da, Allahü Teâlâ'nın, meydana gelmeden önce, bu eşyayı bilmemesini gerektirir.. Müşkillik arzetme hususunda bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bizsiz den cihâd edenleri ve sabredenleri bilmek için, muhakkak ki sizi imtihan edeceğiz" (Muhammed, 31); Allah sizden hafifletti ve sizde bir zayıflık olduğunu bildi;" (Enfâl, 66) Belki o öğüt alır veya korkar. (Taha, 44) "Allah, doğru olanları muhakkak ki bilecektir." (Ankebut. 3); "Yoksa sizr Allah içinizden cihâd edip sabredenleri ortaya çıkarmadıkça, cennete gireceğinizi mi zannettiniz "(Al-i imran, 142) ve: "Oysaki onun, onlar üzerinde hiçbir gücü yoktu.. Bu ancak, ahirete inanan kimseyi ortaya çıkarmanız için idi" (Sebe, 21) ayetleridir. Bu meseleye dair sözümüz, Cenâb-ı Hakk'ın, "Hani Allah sınamıştı..." (Bakara, 124) ayetinin tefsirinde iyiden iyiye geçmişti... Müfessirler bu hususu birkaç yönden cevaplamışlardır. 1) Cenâb-ı Hakk'ın, (Bakara, 143) ayetinin manası, "Bizim peygamberler ve mü'minlerden meydana gelen taraflarımız bilsin diye..." olur. Nitekim kral, onu dostlarımız fethetti manasında, "Biz, falanca beldeyi fethettik" der. Yine Hazret-i Ömer Irak topraklarını fethetmiştir, denilmesi de bunun gibidir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Cenâb-ı Hakk'tan rivayet ettiği kudsî hadiste şöyle buyurulması da bu manadadır: "Kulumdan bana borç vermesini istedim, fakat o bana borç vermedi ve beni kınadı. Oysaki onun beni kınaması hakkı değildi.. O, "ah zaman!" der; bilmez ki zaman Benim.." Müsned. 2/300, 509. Hadiste, "Kim be nim bir dostumu küçümserse, muhakkak ki beni küçümsemiştir" şeklinde vârid olmuştur. 2) Bunun manası, "olmayan şey ortaya çıksın da, böylece o mevcut olsun" demektir. Sonra o mevcut olduğu zaman, Allah o şeyi mevcut olarak bilir; çünkü Allah'ın o şey mevcut olmazdan önce, onu mevcut olarak bilmesi imkânsızdır." Buna göre Hak teâlâ'nın, buyruğunun manası, "Biz onu meydana gelmiş şekliyle bilelim diye.." şeklinde olur. Buna göre şayet, "Bu, Allah'ın ilminin hadis olmasını gerektirir" denilir ise biz deriz ki âlimler, bir şeyin meydana geleceğini bilmenin, o şey meydana geldiği zaman onun varlığını bilmek gibi olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu konudaki ihtilâf oldukça meşhurdur. 3) "Biz, kalblerindeki ihlâsveya nifakın ortaya çıkmış olması sebebiyle şunları şunlardan ayırd edelim diye..." Böylece mü'minler kendi dost ve düşmanlarını tanımış olurlar. İşte bu sebeple "ayırdetme" işi, ilim olarak isimlendirilmiştir. Çünkü, bu ayırdetme işi de ilmin fayda ve neticelerinden birisidir. 4) (......) nin manası, "Ancak biz görelim... diye" demektir. Bunun anlamı şudur: Araplar, ilmi, rüyet (görmek), görmeyi de bilmek yerinde kullanarak mecaz yapmaktadırlar. Tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, . "Görmedin mi, nasıl... " (Fil, 1) ayetinde olduğu gibi.. (......) ve (......) kelimeleri, birbirinin yerini tutan kelimelerdir. 5) Ferrâ'nın taraftar olduğu görüştür. Buna göre bu âyette ilim hüdüsü, (sonradan olması) muhataplar itibariyledir. Bunun misâli şudur: Cahil ile akıllı bir kimse bir araya geldiklerinde cahil şöyle der: "Odun ateşi yakar.." Akıllı olan da, "Ateş odunu yakar. Hangisinin diğerini yaktığını bilmek için, onları biraraya getirelim" der. Ki bunun manası, "Hangimizin cahil olduğunu bilelim diye..."demektir.İşte, Cenâb-ı Hakk'ın (......) buyruğunun manası budur. Yani, "sizler bilesiniz diye..." demektir. Bu tür sözlerden maksat, hitabta yumuşaklık ve gönülleri yumuşatma ve cezbetme arsuzudur. Tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Muhakkak ki ya biz ya da siz hidayet üzerindesiniz' (Sebe, 24) ayetinde olduğu gibi. Böylece Cenâb-ı Hak şüphe vehmi veren sözü, hitabı inceltmek ve muhatabın gönlünü almak için, kendi nefsine nisbet etmiştir.. Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifâdesi de işte böyledir. 6)"Biz, size sanki, hiçbir şey bilmeyen bir imtihan edicinin muamelesi gibi muamele ediyoruz." Çünkü adalet bunu gerektirir. 7) ilim, (ifâdesi), mânada etkisi olmayan bir kelimedir. Buna göre Cenâb-ı Hak, ifâdesinin mânası, "Peygambere uyanların ittibâsı, yüz çevirenlerin de sırt dönmeleri meydana gelsin, hâsıl olsun diye..." şeklinde olur. Bunun bir benzeri de, senin, kendinden nefyedip kabullenmediğin bir şey hakkında söylediğin şu sözdür: "Bunun benden olduğunu bilmedi!.." Yani, "bu iş benden sadır olmadı" demektir. Buna göre, "Yani bu iş olsaydı, onu o Allah kesinlikle bilirdi " demektir. Âlimler, bu imtihanın kıblenin tayini sebebiyle mi, yoksa değiştirilmesi sebebiyle mi meydana geldiği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları şöyle demiştir: Bu, kıblenin değişmesi sebebiyle meydana gelmiştir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Kabe'ye doğru namaz kılıyordu. Medine'ye gelince Beyt-i Makdis'e doğru namaz kıldı. Bu, Hazret-i Peygamber'in onların kıblesini terketmiş olması bakımından, müşrik Araplara zor geldi. Daha sonra da yeniden Kabe'ye tevcih edilince, bu sefer de yahudilerin kıblesini terketmiş olması bakımından, bu iş, yahudilere zor geldi. Muhakkik âlimlerden ekserisi ise şöyle demişlerdir: "Bu imtihan kıblenin tahvili sebebiyle meydana gelmiştir. Çünkü yahudiler, "Muhammed eğer peygamberliği konusunda kesin bir bilgi ve yakîn üzere olsaydı, fikri böyle değişmezdi" demişlerdir." Kaffâl, İbn Cüreyc'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bana, müslüman olan kimselerden bazı kimselerin, "Hazret-i Muhammed de bir şaşkınlık içerisinde; bir oraya dönüyor, bir buraya!.." diyerek, İslâm'dan ayrıldıkları haberi ulaştı..." Süddî de şöyle demiştir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mescid-i Haram'a yönelince, insanlar ihtilâfa düştüler. Bunun üzerine münafıklar: "Bunların derdi ne; daha önce bir kıbleye yöneliyorlardı, sonraysa orayı terkettiler!" demişlerdir. Müslümanlar ise, "Beyt-i Makdis'e doğru namaz kılmış olarak ölüp giden kardeşlerimizin durumu nasıl olacak bilemiyoruz..." dediler. Başkaları da, "Babasının kentine ve doğduğu şehre öztem duydu., (da kıbleyi çevirdi)" dedi. Müşrikler ise, "O, dini konusunda iyice şaşırdı" dediler. Bil ki bu son söz, daha uygundur. Çünkü nesh konusunda ileri sürülen şüphe, kıblenin tayini sebebiyle öne sürülen şüpheden daha büyüktür. Halbuki Allahü Teâlâ, kıblenin tayini sebebiyle olan şüpheyi "kebîre" olarak vasfetmiş ve, "Bu, muhakkak ki, Allah'ın kendilerine hidayet ettiği kimseler hariç, (başkalarına) ağır gelmiştir" buyurmuştur. Binaenaleyh, bunu müşriklerin sözüne hamletmek daha evlâ olur. Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğu bir istiâredir.Bunun mânası şudur:"Allah'ı ve peygamberini inkâr eden kimselerden ayırdetmek için.."istiare ve vechi şudur: Ökçesinin üzerine geri dönen kimse, önündeki şeyi terkederek ona sırtını dönmüştür. Buna göre bu kimseler imanı ve dellileri terkedince, önündeki şeye sırt çeviren kimse gibi olmuş oldular da, bunun için bu şekilde nitelendirildiler.. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sonra arkasını döndü ve büyüklenmek istedi" (Müddessîr, 23); ve, ve arkasını döndü" (Kıyâme. 32) buyurmuştur. Bütün bunlar birer teşbihtirler. Allah'ın, (......) ifâdesinde birkaç mesele bulunmaktadır: (......) harfi, (......) den hafifletilmiş bir harftir. Bu, dört şekilde ele alınmaktadır, a) Ceza, b) (......) den hafifletilmiş, c) Olumsuzluk (nâfiye) ve; d) Zaide. Bu harfin ceza oluşuna gelince, bu iki cümleden birisini diğerine bağlamayı ifâde eder. Buna göre, gerektiren şart; gereken de ceza, demektir. Senin tıpkı, "Eğer bana gelirsen, sana ikramda bulunurum" demen gibidir. İkincisine, yani, (......) den muhaffefe (hafifletilmiş), (......)'e gelince bu, şeddeli, (......) yerinde olmak üzere, cümlede mânanın te'kid edilmesini sağlar. Senin tıpkı, "Muhakkak ki Zeyd ayaktadır" demen gibidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Muhakkak ki her nefsin üzerinde bir bekçi vardır" (Tarık. 4); ve, "Muhakkak ki Rabbimizin va'adi yerine getirilecektir" (isrâ, 108) buyurmuştur. Kur'an-ı Kerim'-ı de bunun pekçok misâli vardır, (......)yi muhaffefeden maksat, kendisinden sonra gelmesi uygun olmayan fiillerin getirilebilmesi içindir. Bu muhaffefe olan, (......)nin, hazfedilen şeyden bedel olmak üzere "lâm" harfiyle kullanılması gerekmiştir. Bir de bununla Hak teâlâ'nın, "Kafirler ancak bir aldanış içindedirler, " "Ben ancak bana vahyolunana tâbi olurum" (Ahkaf, 9) ayetlerindeki olumsuz, (......)inden ayırmak için, lamın gelmesi gerekmiştir. Çünkü bunlardan herbirini, anlattığımız gibi, hem isim hem de fiil izlemektedir. Olumsuzluk ifâde, eden gelince, bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Hüküm ancak Allah'ın hükmüdür." (En'âm, 57): "Siz ancak zanna uyuyorsunuz" (Enam, 148) ve ki eğer onlar (yer ile gök) zeval bulurlarsa, onları... kimse tutamaz..." (Fâtır, 41) ayetlerinde olduğu gibi... Yani, "Onları kimse tutamaz" demektir. Zâid olan, e gelince bu, senin, "Ben Zeyd'i görmedim" demen gibidir. Bu hususu iyice anladığın zaman biz deriz ki, Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğundaki, kendisine lâm harfinin gerekmiş olduğu, 'den muhaffefe, dir. Bundan maksat ise, cümledeki manayı te'kid etmektir. Cenâb-ı Hakk'ın, (......) ifâdesinin zamirin neye ait olduğu hussundadır. Bu hususta iki görüş bulunur: a) Bu zamir, ayetteki "kıble" lâfzına aittir. Çünkü zamirden önce mutlaka bir merciin geçmesi gerekir ki bu da Cenâb-ı Hakkın (......) ifâdesindeki lâfzıdır. b) Bu zamir, daha önce geçmiş olan sözün defâlet ettiği şeye aittir. Bu da, kıblenin tahvili meselesidir. Zamirin müennes olması ise, fiilinin masdarı olan, lâfzından dolayıdır. Çünkü Cenâb-ı Hakk, buyurmuş sonra da atfederek, buyurmuştur. Yani "Muhakkak ki bu yüz çevirme ağır geldi..'." demektir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, (......) ifâdesi, (......) kelimesine delâlet etmektedir. Nitekim O'nun; "Üzerine Allah'ın adının anılmadığı şeylerden yemeyiniz; bu muhakkak ki bir fisktır" (Enam, 121) ayetinde buyurulduğu gibidir. Manânın, "Muhakkak bu fiil... idi" şeklinde olması da muhtemeldir. Bu ifâdenin bir benzeri de, "Yani, "(Eğer şunu yaparsan), onu yap; o iş ne güzeldir" ez-Zemahşeri, Esâsu'l-Belâğa, mad. sözüdür. Bil ki bu konu, daha önce zikretmiş olduğunuz, şu meseleyle alâkalıdır: Bu da, bu imtihanın ve sınamanın bizzat kıblenin kendisinden ötürü mü, yoksa kıblenin değiştirilmesinden dolayı mı olduğu hususudur. Biz, ikincisinin daha uygun olduğunu beyan etmiştik. Çünkü nesh sebebiyle ortaya çıkan zorluk kıbleler sebebiyle ortaya çıkan zorluktan daha kuvvetlidir. Bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, âyetinde bu işi "güç ve ağtr" olarak nitelemiştir. Hak teâlâ'nın, ayetinin manası "ağır, güç ve yadırganmış" demektir. O'nun tıpkı.; Ağızlarından ve büyük (ne cüretıkâr) söz çıktı!" (Kehf, 5), yani, bu iftira ne kadar büyüktür!" "Seni tenzih ederim, bu büyük bir bühtandır" (Nûr 16); ve, "iyi biliniz ki bu muhakkak Allah katındi büyük bir günahtır" (Ahzâb, 53) ayetteri gibidir. Sonra biz imtihanın kıble sebebiyle olduğunu söylersek, onu terketme nin onlara ağır ve zor geldiğini söylemiş oluruz. Çünkü bu, alışılmış olan âde ve tavırları, terketmeyi, ecdâd ve ataların yolundan vazgeçmeyi gerektirir. Eğer "İmtihan, kıblenin tahvili sebebiyle olmuştur" dersek, bunun insanın o seyir hak olduğunu, ancak nesh meselesini bilmesinden ve bu konudaki sorular dan kurtulmasından sonra mümkün olması itibariyle, ağır olduğunu söylemi; oluruz. Bu ise, Allah'ın kendisine hidayet ettiği kıblenin bir cihetten başka bi cihete çevrilmesinin, yadırganacak bir şey olmadığını bilen kimselere zor gel mez. Nitekim onların, meselâ sıhhat, hastalık, zenginlik ve fakirlik gibi hususlarda, bir durumdan başka bir duruma geçirilmeleri de yadırganacak bir şey değildir. Böyle bir görüşe ulaşan bir kimsenin, basîreti artar. Akılsız olan ve hevâsıyla işlerin zahirine tutunan kimselere ise, bu mesele ağır ve zor gelir. Cenâb-ı Allah'ın, (......) buyruğunu Ehl-i Sünnet, amellerin Allah tarafından yaratıldığı meselesine delil getirerek şöyle demişlerdir: Hidayetten murat, ya davettir veya yol göstermedir, yahut da o husustaki bilgiyi yaratmadır. Burada ilk iki ihtimal düşer, çünkü Cenâb-ı Allah, kıblenin tahvilinin kendisinin hidayet ettiklerinin dışındaki bütün insanlara ağır geldiğini bildirmiştir. Bundan dolayı şöyle denilmesi gerekir: Allah'ın hidayet ettiği kimseye, bu ağır gelmez. Davet etmek ve delilleri ortaya koymak manasında olan hidayet, herkes için umumîdir. Binaenaleyh, bunun kâfirlerden hiçbirine ağır gelmemesi icab ederdi. Onlara ağır geldiğine göre, buradaki bu hidâyetten muradın, onun bilgi ve marifetini yaratmak olduğunu anlıyoruz. Bizim söylemek istediğimiz de budur. Mu'tezile ise şöyle demiştir: Buna üç yönden cevap verilir: 1) Cenâb-ı Allah onları övgü yoluyla zikretmiştir; işte bu sebeple bunu mü'-minlere tahsis etmiştir. 2) Cenâb-ı Hak, bununla "hidayete ermeyi" murad etmiştir. 3) Allah'ın hidayetinden faydalanan onlardır. Onların dışındakilere sanki değer verilmemiştir. Mu'tezile'nin bu görüşlerinin hepsine şu şekilde cevap veririz: "Bu, ayetin zahirî manasını bırakmaktır. Bu ise aslolanın hilâfına yapılan bir harekettir." Allah en iyisini bilendir. "Allah İmanlarınızı Boşa Çıkarmaz" Demenin Manası Cenâb-ı Allah'ın, "Allah sizin imânlarınızı boşa çıkaracak değildir" ifadesiyle ilgili birkaç mesele vardır: Müslümanlardan Ebu Ümâme, Sad İbn Zurâre, Berâ İbn Âzib, Berâ İbn Ma'rûr ve benzeri kişiler, ilk kıbleye yönelik namaz kıldıkları zamanda ölmüşlerdi. Onların akrabaları, kıble tahvil edilince, "Ya Resulullah, kardeşlerimiz ilk kıbleye namaz kılmış olarak öldüler. Onların hali ne olacak?" dediler de, Cenâb-ı Allah bu ayeti indirdi. Bil ki böyle bir sebebin mutlaka olması gerekir. Aksi halde sözün irtibatı kaybolur. Bu müşkil, şöyle izah edilir: Neshi ancak Allah için bedâ (birşeyi sonradan öğrenmek) ile beraber olarak caiz görenler şöyle derler: Hüküm değişince, hükmün müfsid ve batıl olmuş olması gerekir. Böylece de bu sorudan dolayı onların kalblerine, Beyti Makdis'e doğru kılmış oldukları namazlarının boşa gittiği düşüncesi geldi. Sonra Hak teâlâ bu müşkili cevaplayarak neshin bir faydadan diğer bir faydaya, bir mükellefiyetten diğer bir mükellefiyete geçme olduğunu, yerine getirenin dine uygun hareket etmiş olması bakımından birinci hükmün ikincisi gibi olduğunu, bu durumda olanların mükâfaatlarının zâyî olmayacağını açıklamıştır. Bunun bir benzeri de, içkinin (Maide, 90-91) haram kılınmasından sonra, daha önce içki içmiş olup bu haram kılmadan önce ölmüş olan kimselerin durumunu sordukları zaman Cenâb-ı Allah'ın indirdiği şu ayettir: "İmân edip salih ameller işleyenlere... günah yoktur" (Mâide, 93). Bu ayette Allahü teâlâ, daha önce mubah kılmış olduğu için içki içenlere bir günah olmadığını onlara bildirmiştir. İmdi şayet, "şüphe, ancak Allah hakkında "bedâ" mümkün görülürse söz konusudur. O halde böyle birşey sahabeye nasıl yakışır?" denirse, biz deriz ki: Buna şu yönlerden cevap veririz: 1) Bu şüphe bir münafığa arız olmuştur. Böylece müslümanlar, bu münafığın sorusuna cevap versinler diye, Hak teâlâ bunu zikretmiştir. 2) Belki de onlar Kâ'be'ye yönelerek namaz kılmanın daha efdal olduğuna inanmışlar da, bundan dolayı onlar, "Daha önce ölmüş olan kardeşlerimiz de keşke bu günlere yetişselerdi" demişlerdir. Böylece Hak teâlâ, buna cevap olmak üzere bu ayeti indirmiştir. 3) Belki de Cenâb-ı Hak, bu ayeti, onların hatırlarına böyle bir şüphe geldiği zaman onu defetmek için, zikretmiştir. b) İbn Zeyd'in görüşü şöyledir: Allahü teâlâ sizin Beyt-i Makdis'den Kâ'be'ye çevrilmenizdeki faydayı bildiği halde, sizi Beyt-i Makdis'e yönelik namaz kılmaya devam ettirseydi bu, Ö'nun tarafından namazlarınızın boşa çıkarılması demek olurdu. Çünkü böyle bir durumda namazlarınız faydasız olurdu, böylece de boşa gitmiş olurdu. Halbuki Allahü teâlâ bunu yapmaz. c) Allahü teâlâ kıblenin değiştirilmesinin onlara güç geleceğini haber verince, bunun peşisıra onlara vereceği sevabını ve onların daha önce yaptıklarını boşa çıkarmayacağını zikretmiştir. Bu, Hasan Basrî'nin görüşüdür. d) Hak teâlâ sanki şöyle demiştir: "Namazlarınız boşa gitmesin diye, sizi bu mükellefiyeti kabul etmeye muvaffak kıldım." Çünkü onlar bu hükmü reddetmiş olsalardı, kâfir olacaklardı. O zaman da imânları boşa giderdi. İşte bunun için Cenâb-ı Hak, "Allah sizin imanlarınızı boşa çıkarmaz." Bunun için, şüphesiz sizi bu teklifi kabul etmeye muvaffak kılmış ve bu hususta size yardım etmiştir." Alimler Hak teâlâ'nın, (......) ifâdesinin kime hitab olduğu hususunda ihtilaf etmişler; iki değişik görüş belirtmişlerdir: a) Bu hitab, mü'minleredir. Kaffal, bu görüşün dört değişik izahını zikretmiştir: 1) Allahü Teâlâ, o gün hayatta olan mü'minlere hitab etmiştir. Bu, onların daha önce sordukları sorularının cevabıdır. 2) Onlar kıblenin neshinden (değiştirilmesinden) önce ölen müslümanların durumunu sormuşlardı. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah da, diye cevap vermiştir. Yani, "Kıblenin değiştirilmesinden önce kıldığınız namazları, Allah boşa çıkarmaz. Bundan önce ölenlerin durumu da aynıdır." 3) Kıble değiştirilince hayatta olanlar, önceki namazlarının bâtıl olduğu vehmine kapılıp, bundan sonra Kâ'be'ye yönelik kıldıkları namazların, o daha önceki namazları için keffâret olduğunu sanmışlar ve bu anlayışlarından dolayı kendi durumlarını sormaya lüzum görmeyip, daha önceki namazlarına keffârette bulunma fırsatı bulamayan ölmüş müslümanların durumunu sormuşlardır. İşte bunun üzerine, buyurulmuştur. Buradaki "İmanlarınızdan" maksad, "dindaşlarınızın namazları" demektir. Bu, tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, "Hani siz bir şahsı öldürmüştünüz" (Bakara, 72) ;ve: "Hani sizin için denizi ayırmıştık" (Bakara, 50) ayetlerinde olduğu gibidir. 4) Bu, sorunun hem hayattakiler, hem de o esnada ölmüş olan mü'minler için sorulmuş olması da mümkündür. Çünkü onlar namazlarının mûkafaatının yok olmamasına son derece dikkat eder ve titrerlerdi. Bu dikkat her iki grup hakkında da söz konusudur. İşte bundan ötürü hem hayattakiler, hem de ölmüş olanlar için, (imanınız, namazınız) ifâdesi kullanılmıştır. Çünkü Araplar muhatab ve gâibten müştereken haber verdikleri zaman, hitabı tağlib ederek (yani gaibi de onun içinde sayarak), "Sen ve falanca bunu siz yapmıştınız" derlerdi. Allah en iyi bilendir. b) Ebu Müslim şöyle demiştir: "Bunun, Ehl-i Kitab'a bir hitab olması da muhtemeldir. Ayetteki "İmân" sözünden maksad, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğinden önce ehl-i kitabın kıldıkları namazları ve taatlarıdır. Daha sonra bunlar neshedilmiştir." Ebu Müslim, şeriatımızda neshin bulunmadığını kabul ettiği için, bu görüşü seçmiştir. Amel Hakkında İman Tabiri Kullanılmasının İzahı (......) ifâdesi imânın taat fiillerinin ismi olduğuna delil getirmiş ve, "Çünkü Allahü teâlâ, burada iman sözü ile namazı kastetmiştir" demişlerdir. Onların bu görüşüne şu şekilde cevap veririz: Biz, bu ayetteki "iman" lâfzından maksadın (sadece) namaz olduğunu kabul etmiyoruz. Bundan maksad tasdik ve ikrardır. Buna göre Allahü teâlâ sanki şöyle demiştir: "Allahü Teâlâ, sizin namazın farz olduğunu tasdik etmenizi boşa çıkarmaz." Buradaki "imarv"dan maksadın namaz olduğunu kabul etsek bile, namaz imanın en büyük rüknü, en şerefli neticesi ve semeresidir. Bu sebeple, işte bu bakımdan, istiare yolu ile "iman" kelimesinin "namaz" manasında kullanılması caizdir. Allahü teâlâ'nın ayeti, "Sizin imanlarınızın mükâfaatını boşa çıkarmaz" demektir. Çünkü iman sona erer ve biter. Böyle olan şeyin muhafaza edilmesi ve boşa çıkarılması imkânsızdır. İman sona erdikten sonra da sevab hak edilebilir. İşte bu sebepten ötürü "mükâfaatı muhafaza etmek veya boşa çıkarmak" sözü doğru olur. Bu, tıpkı Hak teâlâ'nın, "Ben, sizden ibadet eden hiçbir kimsenin ibadetini boşa çıkarmam" (Âl-i İmran, 195) ayeti gibidir. Allahü teâlâ'nın, "Hiç şüphesiz Allah insanlara ra'ûf ve rahimdir" ayeti ile ilgili birkaç mesele vardır: Kaffâl (rh.a), "Allah ona rahmet etsin şöyle demiştir: "Re'fet ile rahmet arasında fark vardır. Çünkü re'fet, bilhassa rahmette ileri bir dereceyi ifâde eder ki, bu da "hoşa getmeyeni defedip zararı gidermek" manasınadır. Nitekim Cenâb-ı Allah'ın, "O ikisine karşı, Allah'ın dini hususunda bir re Tef (acıma) sizi tutmasın" (Nur, 2) ayetinde olduğu gibi. Yani, "O ikisine zarar gelecek, kötülük dokunacak diye acıyıp da onlardan (zina) celdesini (sopasını) kaldırmayınız" demektir. Rahmete gelince, bu, daha şumûllü bir kelimedir. Re'fet'in manası ile birlikte, ikram edip lûtufda bulunma manaları da rahmette vardır. Allahü teâlâ, yağmura da "rahmet" ismini vermiş ve, " O Allah'ın rahmetinin (yağmurunun) önüsıra müjdeleyid olarak rüzgârları gönderendir" (Araf, 57) buyurmuştur. Çünkü yağmur da Allah'ın bir lütfü ve ihsanıdır. Buna göre Allahü teâlâ, onların amellerini boşa çıkarmayacağı, sıkıntılarını hafifleteceği manasında olmak üzere, "re'fetini;" sonra da daha umûmi ve kapsamlı olsun diye rahmetini zikretmiştir. O'nun rahmeti sadece bu meseleyle ilgili olmayıp, re'fet kelimesiyle ifâde edilen zararları da defedip, aynı zamanda faydaları celbedici olması bakımından da rahîmdir. Âlimler bu iki ismin, ayetin daha öncesi ile ilgisinin ne olduğu hususunda bazı görüşler zikretmişlerdir: 1) Allahü teâlâ, onların namazlarını boşa çıkarmayacağını haber verdiği için, "Allah insanlara ra'ûf ve rahimdir" buyurmuştur. Allah ra'ûf ve rahim iken, onun namazları boşa çıkaracağı nasıl düşünülebilir. 2) O, ra'ûf ve rahîm olduğu için, sizi bir hükümden diğer bir hükme geçirmiştir. İşte bu sizin için hem dinî hem dünyevî bakımdan en faydalı ve uygun olanıdır.. 3) Allahü teâlâ, "Bu, Allah'ın hidayete erdirdiği kimselerin dışındakilere ağır gelir" buyurmuştur. Buna göre Allahü teâlâ sanki şöyle demiştir: "Ancak ra'ûf ve rahîm olduğu için onların hidâyete erdirmiştir." Amr, Hamza, Kisâi ve Asımdan rivayet eden Ebu Bekir kelimeyi, hemzeli olarak ve işbâ'sız, (......) şeklinde, (......) vezni üzerine okumuşlardır. Diğerkıraat imamları ise, (......) vezninde, med ile, hemzeli ve işba'lı, (......) şeklinde okumuşlardır. Bu kelimenin dört şekli vardır. Diğer ikisi, (......) gibi, (......) ve (......) gibi şeklidir. Mutezile bu ayeti, Allahü teâlânın ne küfrü ne fesadı yarttığına delil getirerek şöyle demiştir: Allahü teâlâ, kendisinin insanlara karşı ra'uf ve rahim olduğunu bildirmiştir. Kafirler de insandır. Bu sebeble onlara karşı da ra'ûf ve rahîm olmuş olması gerekir. Allah ancak onları devamlı azaba ve ebedî cezaya götüren küfrü onlarda yaratmmış ve onlara güçlerinin yetmeyeceği şeyi teklif etmiş olursa böyle olmuş olur. Çünkü Allahü teâlâ bu küfür zararına sokmasının yanısıra ra'ûf ve rahîm olsaydı, O'nun ra'ûf ve rahîm olmaması halinin nasıl olacağı düşünülemezdi. Bil ki bu husustaki izah, defalarca geçti. Allah en iyisini bilir. |
﴾ 143 ﴿