144

"Biz, yüzünü çok kere göğe doğru döndürdüğünü görüyoruz. Şimdi seni muhakkak hoşlanacağın bir kıbleye çeviriyoruz. (Namazda) yüzünü artık Mescid-i Haram'a çevir. (Ey müminler) siz de nerede bulunursanız yüzlerinizi o yana döndürün. Şüphe yok ki kendilerine kitab verilenler bunun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu pek iyi bilirler. Allah onların yapacaklarından gafil değildir" .

Bil ki Allah'ın, "Biz, yüzünü çok kere göğe doğru döndürdüğünü görüyoruz" buyruğu ile ilgili iki görüş vardır:

1) Ekseri müfessirin benimsemiş olduğu meşhur görüştür. Buna göre, bu Hazret-i Peygamber'in Beyt-i Makdis'den Kâ'be'ye dündürülmeyi beklemesinden ötürüdür. Bu görüşte olanlar, şu hususlara yer vermişlerdir:

a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Beyt-i Makdis'e dönmekten hoşlanıyor, Kâ'be'ye yönelmeyi arzuluyordu. Ne var ki o, bunu diliyle belirtmiyordu, bu sebeple de yüzünü gökyüzüne döndürüyordu.. İbn Abbas'dan Hazret-i Peygamber'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:"Ey Cebrail Allah'ın beni Yahudilerin kıblesinden başka bir kıbleye döndürmesini arzuluyorum.. Çünkü oraya yönelmekten artık hoşlanmıyorum." Bunun üzerine Cebraîl O'na, "Ben de senin gibi bir kulum; bunu Rabbinden iste!" dedi. Artık bundan sonra Hazret-i Peygamber Cebrail'in, istediği şeyi getireceğini umarak, devamlı göklere doğru bakıyordu. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak bu ayeti indirdi.

Bu görüşte olanlar, bu imtihanın sebebi hususunda da şu görüşleri beyan etmişlerdir:

Birincisi: Yahudiler şöyle diyorlardı: "O, bize muhalefet ediyor, sonra da kalkıp kıblemize dönüyor.. Biz olmasaydık, nereye döneceğini bilemeyecekti." İşte bundan ötürü, Hazret-i Peygamber onların kıblelerine yönelmeyi istemedi.

İkincisi: Kâ'be'nin Hazret-i İbrahim'in kıblesi olmasıdır.

Üçüncüsü: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bunuo Arapların islâm'a moy)sine ve girmesine sebeb olacağını düşünmüş olmasıdır.

Dördüncüsü: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bu şerefin başka bir mescid için değil de doğup büyüdüğü beldesinde bulunan bir mescid için olmasını daha çok istiyordu.

Kâdî bu sonuncusuna itiraz ederek şöyle demiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, kendisine doğru namaz kılması emrolunan bir kıbleyi hoş görmemesi, gönlünün arzuladığı bir kıbleye Rabbinin onu dündürmesini istemesi ve kendi arzusuyla oraya meyletmesi yakışık almaz. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kurtuluşun hevâ-vü heves ve arzunun meylettiği yönün aksinde olduğunu bilmiş ve öğretmiştir."

Bil ki bu izah, faydası az olan bir izahtır. Çünkü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den yadırganacak olan, Allah'ın kendisine emrettiği şeyden yüz çevirmesi ve hevâvü hevesinin meylettiği şeyle meşgul olmasıdır. Böyle bir şey yapması doğru değildir. Ama onun kalbinin birşeye meyletmesi, kalbinde Allah'ın o şeye izin vermesini arzulaması, bilhassa bunu diliyle ifâde etmediği zaman, yadırganacak bir husus değildir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gönlünün bir şeye meyletmesi, kalbinde Allah'ın o şeye izin vermesini arzulaması uzak görülecek bir ihtimal değildir. Bu, hiçbir cihetten yadırganamaz.

b) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Allahü Teâlâ'ya bununla duâ etmesi hususunda Cebrail'den izin istediği zaman, Cebraîl ona, Allah'ın kendisine bu duâ hususunda izin verdiğini bildirmiştir. Bu böyledir, çünkü peygamberler, yararlı olmayan bir şeyi isteyip de icabet olunmayarak mertebelerinin yara almasına, tahkir edilmesine sebebiyet vermemek için, ancak Allah'ın izni ile O'ndan bir şey isterler. Cenâb-ı Hak O'na icabet hususunda izin verince, O kendisine olumlu cevap verildiğini anladı, bunun üzerine, icabete dair vahyi getirmesi için Cebrail'i beklemek üzere, yüzünü göklere doğru çevirmeye başladı.

c) Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Cebraîl (aleyhisselâm) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, Allahü Teâlâ'nın kıbleyi Beyt-i Makdis'den başka bir cihete tahvil edeceğini bildirmek üzere gelmiş, fakat O'na, kıbleyi tahvil edeceği yeri bildirmemişti. Hazret-i Peygamber'e ise, hiçbir kıble Kabe'den daha sevgili değildi, bu nedenle, vahyin gelişini bekleyerek yüzünü göklere doğru çevirmeye başladı. Çünkü O biliyordu ki Allah onu namazsız bırakmayacaktı. Derken Cebraîl gelerek O'na Kabe'ye doğru namaz kılmasını emretti." Bu görüşü söyleyenler ise, bazı hususlarda ihtilâf etmişlerdir:Onlardan bazıları şöyle demiştir: Hazret-i Peygamber Beyt-i Makdis'e yönelmekten men edilip, kendisine bir kıble de tayin edilmedi.. Bundan dolayı O, namaz vakti geldiği halde, kıblenin belirtilmemesi sebebiyle, namazının gecikmesinden korktu.. İşte bu sebepten dolayı O, yüzünü göklere doğru çevirmeye başladı.. Bu görüş Esamm'dan rivayet edilmiştir.Diğer bazılarıysa şöyle demişlerdir: Beyt-i Makdis, kendisine doğru namaz kılınması caiz olacak biçimde kıble olarak kalmakla beraber, Cenâb-ı Hak Hazret-i Peygamber'e bu kıbleyi (Kabe'yi) de vaadetmişti. Fakat Hazret-i Peygamber bu va'adden dolayı, bunun olmasını bekliyordu.

Bir de, O, kıblenin Beyt-i Makdis'den Kabe'ye çevrilmesinde birçok dinî faydalar umuyordu: Arapların İslâm'a yönelmeleri, yahudilerden ayrışmak, gerçek mü'minlerin münafıklardan ayrılması gibi... İşte bundan dolayı O, yüzünü göklere çeviriyordu.Bu izah, daha uygundur. Aksi halde, ikinci kıble birinci kıbleyi neshetmez; daha doğrusu o ikinci bir kıble gibi olurdu. Halbuki müfessirler, ikinci kıblenin birinci kıbleyi neshettiği hususunda icmâ etmişlerdir. Çünkü, yönelinecek yön belirtilmeden namaz ile emrolunmak caiz değildir.

d) Hazret-i Peygamberin yüzünü göklere döndürmesi, duadır.

2) Bu, Ebu Müslim el-İsfehânî'nin görüşüdür. Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: Eğer, bu görüşe delâlet eden haberl olmasaydı, aksi halde ayetinlâfzının başka bir mânaya ihtimali olurdu. Bu da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Medine'ye gelişinin başlangıcında yüzünü göklere doğru çevirmekte olduğunun, muhtemel olmasıdır. Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber Mekke'de namaz kıldığında Kabe'yi kendisiyle Beyt-i Makdis arasına alıyordu. İşte bu, Kabe'ye doğru bir namaz kılmak idi. Medine'ye hicret edince ise, nereye yöneleceğini bilemedi, bunun üzerine, ayeti nazil oluncaya kadar Allah'ın emrini bekledi.

İkinci Mesele

Alimler Hazret-i Peygamber'in Beyt-i Makdis'e doğru kıldığı namaz hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bir grup şöyle demiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'de Kabe'ye doğru namaz kılardı. Medine'ye gelince onyedi ay Beyt-i Makdis'e yönelerek namaz kılması emrolundu."Başka bir grup, "Daha doğrusu O, Mekke'de Beyt-i Makdis'e doğru namaz kılıyordu, fakat Kabe'yi kendisiyle Beyt-i Makdis arasına alıyordu" demiştir.Bir üçüncü grup ise, "Aksine O, Mekke'de sadece Beyt-i Makdis'e doğru namaz kılıyordu.. Medine'de ise başlangıçta onyedi ay Beyt-i Makdis'e doğru namaz kıldı.. Sonra Cenâb-ı Allah, birçok faydası olduğu için, Kabe'ye yönelerek namaz kılmasını emretti" demiştir.

Üçüncü Mesele

Alimler Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Beyt-i Makdis'e yö- nelmesinin, başkası caiz olmayan bir farz mı, yoksa, Hazret-i Peygamber'in onunla beraber başka bir kıbleye yönelmekte muhayyer bırakıldığı bir kıble mi olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. er-Rebî İbn Enes: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu hususta muhayyer idi" der. İbn Abbas (radıyallahü anh) ise: "Ona yönelmek kendisinde muhayyerlik bulunmayan kesin bir farz idi" der.Bil ki, bu iki ihtimalden hangisi olursa olsun, birinci kıble mensûhtur.Birinci görüşü benimseyenler, Kur'an ve hadisten delil getirmişlerdir. Kur'an'dan getirdikleri delil, "Doğu da Allah'ındır, batıda.. Ne tarafa yönelirseniz, Allahm vectıt oradadır (Bakara, 115) ayetidir. Bu ayet, Hazret-i Peygamber'in dilediği yöne teveccüh etmekte muhayyer olmasını gerektirir.Bu görüşte olanların hadisten getirdikleri delil ise, "Ebu Bekr er-Razî'nin "Ahkâmu'l Kur'an" isimli kitabında rivayet ettiği şu haberdir:Medine'den bir grup insan, hicretten önce bîat etmek üzere Mekke'ye. Hazret-i Peygamber'in yanına gitmek üzere yola çıktılar. Bunların içinde Berâ İbn Ma'rûr da vardı. Yolda, namazını kılarken bu zât Kabe'ye doğru yöneldi. Diğerleri ise, bundan kaçınarak, "Hazret-i Peygamber Beyt-i Makdis'e yönelerek namaz kılıyor" dediler. Mekke'ye geldiklerinde, bunu Hazret-i Peygamber'e sordular.. Hazret-i Peygamber de: "Ben (daha önce) bir kıble, yani Beyt-i Makdis üzerinde idim.. Eğersen ona yönelerek namaz kilmiş olsaydın, o sana yeterdi" buyurmuş, fakat ona namazını yeniden kılmasını emretmemiştir. Bu hadis o müslümanların kıble hususunda muhayyer olduklarını gösterir.İkinci görüşü benimseyenler, Cenâb-ı Allah'ın (Bakara, 144) ayetini delil getirmişlerdir. Bu ayet, Hazret-i Peygamber'in ilk kıbleden hoşnud olmadığına delildir. Eğer Beyt-i Makdis ile Kabe arasında muhayyer olsaydı, Beyt-i Makdis'e yönelerek namaz kılardı. Ondan hoşnud olmadığı halde ona yönelerek namaz kıldığına göre, O'nun Beyt-i Makdis ile Kabe arasında muhayyer olmadığını anlıyoruz.

Dördüncü Mesele

Meşhur görüşe göre, Beyt-i Makdis'e yönelmek, Kâbe'ye yönelme emri ile neshedilmiştir. Bazıları şöyle demiştir: Beyt-i Makdis'e yönelmek, Cenâb-ı Allah'ın, (Bakara. 115) ayeti ile neshedilmiştir. Sonra bu ayet de, (Bakara, 144) âyetiyle neshedilmiştir. Bu görüşte olanlar buna, Kur'an ve hadisten delil getirmişlerdir. Kur'an'dan delilleri şudur: Cenâb-ı Allah önce, buyurmuş; bundan sonra ise, "İnsanlardan bazı beyinsizler: "Onları yönelegeldikleri kıblelerinden çeviren nedir? diyecekler" (Bakara, 142) buyurmuş, bunun peşisıra ise, "Yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir" (Bakara, 44) buyurmuştur. Bu tertip, bizim, "Beyt-i Makdis'e yönelmek, âyetiyle neshedilmiştir" şeklindeki görüşümüzün doğruluğunu gerektirir. Buna göre, ayetinin, ayetinden hem nüzul, hem de sıra bakımından daha sonra olması gerekir. Buna göre onun, tertibte öteki ayetten öne alınması, aslın hilâfına bir durumdur. Buna göre, bizim dediğimiz görüşün doğruluğu ortaya çıkıyor.

Bunların hadisten olan delilleri, İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edilen şu sözdür: "Kur'an'da ilk neshedilen şey, kıbleyle ilgili emir'dir." Halbuki Kur'an-ı Kerim'de Beyt-i Makdis'e yönelmekle ilgili bir emir zikredilmemiştir. Kur'an'da bu hususta zikredilen sadece, ayetidir. Binaenaleyh, ayetinin Beyt-i Makdis'e yönelme emrini değil, bu ayeti (Bakara, 115) neshetmiş olması gerekir..

Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun ki biz seni razı bir kibleye döndüreceğiz" ayetinde birkaç mesele vardır:

Bîrinci Mesele

(......) ifâdesi, senin birisini bir işe vekil ve yönetici yaptın zaman ifâdenden olmak üzere, "Sana mutlaka vereceğiz ve seni, oraya yönelmeye muktedir kılacağız" veya, "Seni, Beyt-i Makdis semtine değil de Kabe'nin semtine döner kılacağız" manasınadır.ifâdesinde birkaç izah şekli vardır:

İkinci Mesele

1) Bunun mânası, "Seveceğin ve meyledeceğin bir kıble..." demektir. Çünkü Kabe, yaratılıştan gelen temayül sebebiyle, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e başkasından daha sevgili idi...Kâdî şöyle demiştir: "Bu caiz değildir, çünkü Cenâb-ı Allah'ın, "Muhakkak seni, yaratılışının meylettiği bir kıbleye çevireceğiz" demiş olması imkânsızdır. Zira bu, Cenâb-ı Allah'ın mükellef tuttuğu şeylerdeki hikmetini ve Hazret-i Peygamber'in, teklif halinde istediği şey hususundaki durumunu yaralar."Bu itiraz zayıftır, çünkü bu tenkid ancak, eğer Cenâb-ı Allah, "Muhakkak biz seni, sırf yaratılışın meylettiği için, fıtratının meylettiği kıbleye çevirdik" demiş olsaydı, yapılabilirdi. Fakat, eğer Cenâb-ı Allah, "Muhakkak ki biz seni, hikmet ve maslahat, senin yaratılışının meyline muvafık olduğu için, fıtratının meyletmiş olduğu kıbleye çevireceğiz" demiş olsaydı, bundan ne zarar gelirdi? Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Gözümün nuru da namazdadır" Nesai, Nisa 1 (VII/62) buyurmuştur. Buna göre Hazret-i Peygamberin yaratılışı, namaza mütemayildir. Aynı zamanda ilâhî maslahat da buna uygundur.

2) Bunun mânası, "dini fayda ve maslahatları ihtiva sebebiyle, sevdiğin kıble" demektir.

3) Bu Esamm'ın görüşüdür. Buna göre, Cenâb-ı Allah'ın seni çevirdiği her yöne razı olman gerekir; daha önce müslüman olup da, kıble değiştirilince İslâm'dan irtidâd ederek, Ökçeleri üzere geri dönen Arapların yaptığı gibi bu kızman, bundan hoşnud olmaman caiz değildir.

4) "Bu, neticesinden hoşnud olacağın bir kıbleye döndereceğim. Çünkü sen, o kıble vasıtasıyla, sana İslâm hususunda tâbi olanı, dünyayı elde etmek veya mal kazanmak için başka gayelerle sana tâbi olanlardan ayırdedeceksin..." demektir.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Öyleyse sen yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir" ayetinde birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele: Vech ve Şatr Kelimeleri Hakkında Bilgi

Burada, "yüz" kelimesinden murad, insanın bütün bedenidir. Çünkü insana gereken, sadece yüzüyle değil, bütün bedeniyle kıbleye yönelmesidir.

Bundan dolayı "yüz" kelimesi zikredilir, onunla o kimsenin tamamı kastedilir. Çünkü "yüz" uzuvların en şereflisidir. Zira, bir insan başkasından yüzü vasıtasıyla ayırdedilir. İşte bundan dolayı, bütün beden "yüz" kelimesiyle ifâde edilir.

İkinci Mesele

Dilciler şöyle demiştir: (......) kelimesi iki mânaya gelebilen (müşterek) bir isimdir.

a) "Yarım" manasıdır.. "Bir şeyi ikiye böldüm" mânasına olmak üzere, “” denilir. Darb-ı meselde ise, yani, "Onun yarısını kendine ayır, kendine götür" denilir.

b) "Tarafına, cihetine, yönüne" demektir. Şafiî (radıyallahü anh), "er-Risâle" de, bu mânaya dört beyit ile istişhadda bulunmuştur. Nitekim Hüfat İbn Nüdbe şöyle demiştir:"Amr'a elçi yollayacak bir kimse var mı? Çünkü mektub, Amr'ın bulunduğu tarafa fayda vermiyor (ulaşmıyor)."Saide İbn Cüeyye ise, "Ümmû Zinbâ'a, "O kıymetli alacası olan develerin göğüslerini Beni Temim tarafına çevir" diyorum" demiştir.Lakîtu'l İyâdî ise, şu beyti demiştir:

"Kaleniz Şafiî. Risale, sh 35 (Tahkikli). tarafından, kat kat olarak sizi istilâ eden, karanlıkları olan bir korku, size yaklaşmaktadır."

Bir başkası ise şöyle demiştir:"Muhakkak ki binilmesi zor, henüz alıştırılan devede onu bürüyen öyle bir zahmet ve sıkıntı vardır ki, onun tarafına bakan gözler şaşkınlıktan âdeta büyülenir."Şafii (radıyallahü anh), şairin, onun karşısında gözlerin görmesinin adetâ büyüleneceğini" murad ettiğini söylemiştir. Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki ayet hakkında iki görüş vardır:

1) Sahabe, Tâbiûn ve müteahhirûndan olan çoğu müfessirlerin görüşüdür ki, Şafiî de er-Risâle'de bunu tercih etmiştir. Buna göre Mescid-i Haram'ın tarafından maksad, onun ciheti, onun karşısı ve onun yanı, tarafı demektir. Ubeyy İbn Ka'b da, (......) şeklinde okumuştur.

2) Cübbaî'nin görüşü olup, Kâdî'nin de tercih ettiğidir. Buna göre buradaki, (......)dan maksat, "Mescid-i Haram'ın ortası" dır. Çünkü, orta demektir. Kabe de, mescidin bütün yönleri itibarıyla, tam ortada bulunmaktadır. Buna göre, vâcib olan bizzat Kabe'ye yönelmek olup, Kabe de Mescid-i Haram'ın ortasında bulununca, Cenâb-ı Hakk'ın, yani, "Yüzünü bütün cihetlerin ortasına çevir" demiş olması, güzel olur. Bu izaha göre bu, sanki Kabe'nin bulunduğu yeri ifâde etmiştir. Kâdî şunu söylemiştir: Burada kastedilenin bizim söylediğimiz husus olduğuna iki şey delâlet etmektedir:

a) Mescid-i Haram'ın dışında namaz kılan bir kimse, eğer Mescid'e müteveccih bir biçimde durur da, Kabe'nin yeri demek Mescid'in ortasına yönelmiş olmazsa, namazı sahîh olmaz.

b) (......) kelimesini "taraf" diye açıklarsak, (......) kelimesinin zikredilmesinin fazla bir anlamı kalmaz. Çünkü, "Yönünü Mescid-i Haram tarafına dön!" dediğin zaman, elde edilmek istenen fayda elde edilmiş olur. Ama, (......) kelimesini bizim dediğimiz gibi tefsir edersek, onun zikredilmesinin önemli bir faydası olmuş olur. Buna göre, şayet, "Yüzünü Mescid-i Haram'a döndür" denilmiş olsaydı, bundan, Kabe'nin yeri demek olan onun ortasına yönelmenin vâcib olması anlaşılmazdı. Ama, yüzünü Mescid-i Haram'-ın tarafına döndür" denilince, elde edilecek olan bu önemli fayda elde edilmiş olur. Bu sebeple de, bu lâfzı bu mânaya hamletmek daha münasib olur... Buna göre eğer, Biz. (......) kelimesini, (yan, taraf) anlamına hamledersek, geriye, (......) kelimesinin zikredilmesinin bir faydası olduğu hususu kalır. Bu fayda ise: "Allahü Teâlâ şayet 'Yüzünü Mescid-i Haram'a döndür" demiş olsaydı, bu durumda "teklif-i mâla yutak, "yani güç yetirilemeyen bir şeyle mükellef tutmuş olurdu. Çünkü iyice doğuda veya batıda olan bir kimsenin yüzünü tam Mescid'e döndürmesi imkânsızdır. Ama Cenâb-ı Hak, "Yüzünü Mescid-i Haram semtine döndür" dediği zaman, bu ifâdeye hem orada bulunanlar, hem de başka beldelerde olanlar dahil olmuş olur" denilirse, biz de deriz ki, bu fayda Hak teâlâ'nın, "Her nerede olursanız, yüzlerinizi onun semtine çeviriniz" (Bakara. 144) sözünden elde edilmiştir. Bu sebeple, geriye O'nun, "Mescid-i Haramın tarafına..." demesinin bir önemi kalmaz. Bu izahın şekli, işte budur.Burada bir müşkil husus vardır; çünkü bu durumda âyetin takdiri, "Yüzünü Mescid-i Haram'ın ortasına çevir" şeklinde olur ki, bu da son derece uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu teklifin Mescid'in ortasıyla münasebeti yoktur. Orta ile, ortası bulunmaya çalışılan yer arasında bir fark vardır; söz ikincisinehamledildiğinde ancak doğru olur. Ne var ki lâfız buna delâlet etmez.

Mescid-i Haram Neresidir?

Alimler Mescid-i Haram'ın ne olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir:Şerhus Sünne" kitabında, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediği nakledilmiştir: "Beytullah, Mescid-i Haram'dakilerin kıblesi; Mescid-i Haram, Harem bölgesinde bulunanların kıblesi; Harem bölgesi ise doğu-batı, her yerdeki müslümanların kıblesidir." Bu görüş, aynı zamanda İmam Malikin görüşüdür.Diğerleri ise şöyle demişlerdir: "Kıble, Kâ'be'dir. Bunun delili Sahihayn da İbn Cüreyc'ten, onun da Atâ'dan, Ata'nın da İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet ettiği hadistir: "İbn Abbas şöyle demiştir: Usâme b. Zeyd (radıyallahü anh) şunu bana haber verdi: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Kâ'be'nin içine girince, onun her köşesinde dua etti; fakat namaz kılmadı, sonra oradan çıktı. Çıktıktan sonra Kâ'be'ye doğru iki rekat namaz kıldı ve "İşte kıble şu (Ka'be)dir" dedi." Kaffâl ise, "Kıbleyi "Kâ'be" olarak anlama hususunda pek çok haber gelmiştir. Meselâ, Berâb. Azib'in verdiği haberde, "Sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Kâ'be'ye yöneldi. O, oraya yönelmeyi severdi" ifâdesi;İbn Ömer (radıyallahü anh)'in, Kübalıların namazları hakkında verdiği haberde, "Onlara birisi geldi ve "Allah'ın Resulü Kâ'be'ye dönüp namaz kıldı" diye haber verdi "ifâdesi; Sümâme b. Abdullah b. Enes (radıyallahü anh)'in rivayetinde ise "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in habercisi gelip, "Kıble Kâ'be'ye döndürüldü" diye bağırdı" ifâdesi yer almıştır. Bütün rivayetler bu kabildendir" demiştir. Diğer alimler ise, "Bundan maksad, Mescid-i Haram'ın tamamıdır. Çünkü bir engel olmadığı zaman sözü, lâfzının zahirî manasına hamletmek gerekir" demişlerdir.

Bir diğer grup da: "Mescid-i Haram'dan murad, bütün Harem bölgesidir. Bunun delili, Cenâb-ı Allah'ın, Kulu (Muhammed'i) bir gece Mescid-i Haram dan yürüten (Allah) ne yücedir" (İsra, 1) ayetidir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Mescid-i Haram'ın dışından Mirac'a götürülmüştü. Böylece bu, bütün Harem bölgesinin Mescid-i Haram diye adlandırıldığına delildir.

Mescid-i Haram'da Namaz Kılarken Saf Tutma

"Tehzib" sahibi şöyle demiştir: "Bir cemaat Mescid-i Haram'da namaz kıldıklarında, imamın, Makam-ı İbrahim'in arkasında durması, cemaatin de Kabe etrafında dâire yaparak durmaları müstehabtır. Cemaattan bazısı imamdan Beytullah'a daha yakın olsa bile, bu caizdir. Mescid-i Haram'daki saf uzarsa bu durumda Kabe'nin hizasından çıkmış olan kimselerin namazı sahih olmaz.Ebu Hanife'ye göre ise, bu kimselerin namazı sahihtir. Çünkü, ona göre, Beytullah'a doğru olmak, tam hizasında olmasa da yeterlidir. Ebu Hanife'nin bu görüşünü, allame Gazali (Allah ona rahmet etsin) İhya isimli kitabında tercih etmiştir.Şafiî (radıyallahü anh)'nin delili ise, Kur'an, Haber ve Kıyas'tandır. Kur'an'dan detili, tefsir edilmekte olan ayetin zahirî manasıdır. Bu böyledir. Çünkü biz, "Mescid-i Haram'ın şatrından" muradın, onun tarafı olduğunu delilfendirmiştik. Birşeyin tarafı ise, o şeyin karşısında olan ve onun hizasına düşen demektir. Bunun delili şudur: Birisi, birisi ile yüz yüze gelir ve onun tam karşısında olursa, "Zeyd, yüzünü Amr'a taraf çevirdi" denilir. Hatta onlardan her ikisinin yüzü doğu tarafına dönük olsa da, birisinin yüzü diğerinin tam yüzünün karşısında olmasa, "O yüzünü Amr'a çevirdi" denilmez. Böylece, âyetin delaletiyle, bizzat Kâ'be'ye yönelmenin vâcib olduğu ortaya çıkmış oldu.İmam Şafiî'nin haberlerden delili, bizim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayet ettiğimiz şu hadistir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem). Kabe'den çıkınca, Kâ'be'ye doğru iki rekat namaz kılarak, "İşte kıble budur" buyurdu. Bu, (......) kelimesi hasr ("sadece" manası) ifâde eder. Böylece, Kâ'be'nin kendişinden başka kıble olmadığı sabit olmuştur. Kıblenin bizzat başka kıble olduğu hususunda rivayet ettiğimiz diğer haberler de böyledir.İmam Şafiî'nin kıyas delili ise şudur: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Kâ'be'ye duyduğu ileri derecedeki saygısı tevatür derecesine ulaşmış bir hakikattir. Namaz ise dinî vecîbelerin en büyüklerindendir. O, namazın sıhhatle edâ edilmesinin, bizzat Kâ'be'ye yönelmeye bağlanması, Kâ'be'nin şerefinin fazla olduğunu gösteren hususlardandır. Bu sebeble bizzat Kâ'be'ye yönelmenin meşru olmasını gerektirir. Diğer bir husus da Kâ'be'nin kıble olduğunun herkesçe bilinen bir gerçek olmasıdır. Onun dışındaki yerlerin kıble olması ise meşkûk (şüpheli) bir husustur. Bu durumda evlâ olan, namaz hususunda ihtiyatlı olana riayet etmektir. Binaenaleyh namazın sahih olmasının, bizzat Kâ'be'ye yönelmeye bağlı olması gerekir.

Kıble Hakkında İmam Ebû Hanife'nin Delilleri

Ebu Hanife İse şu hususları görüşüne delil getirmiştir:Birinci delil, tefsiri yapılmakta olan ayetin zahirî manasıdır. Çünkü Hak teâlâ, mükelleflere, yüzlerini oraya doğru çevirmeyi vâcib kılmıştır. Buna göre yüzünü Kâ'be'nin bulunduğu yöne çeviren kimse, ister Kâ'be'yi tam karşısına almış olsun, isterse olmasın; kendisine emredilen şeyi yapmış olur. Bu sebeble, mükellef olduğu vazifeyi yerine getirmiş sayılması gerekir. Haberden olan delil ise, Ebu Hureyre (radıyallahü anh)'nin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayet ettiği şu hadistir: "Doğu ve batı arasında olan herşey kıbledir ". Ibn Mâce, Ikame. 56 (1/323) Şafiî mezhebi ulemâsı (rh.a) şöyle demişlerdir: Bu hadisten maksad, "doğu ile batı arasında olan herşeyin kıble olacağı" manası değildir. Çünkü Kuzey kutbu tarafı için de aynı hüküm verilir. Halbuki burası, ittifakla kıble değildir. Aksine hadisten murad, belli doğu ile, belli batı arasında bulunan şey, kıbledir. Biz de bunu, kış doğusu ile yaz batısı arasında olan şeye hamlediyoruz ki işte bu kıbledir. Bu böyledir, çünkü kış doğusu güneydedir ve eğim miktarına göre ekvatordan uzaktadır. Yaz batısı da kuzeydedir ve eğim miktarına göre ekvatordan uzaklaşır. İkisi arasında Mekke'nin bulunduğu bölge kaltr. Şafiîler, bu hadisin, kendi mezhebterine delâlet edişinin, Hanelilerin görüşüne delâlet edesinden daha kuvvetli olduğunu söylemişlerdir.

Ebu Hanife'nin sahabe fiilinden getirdiği delil şu iki şeydir:

a) Kubâ mescidi cemaati, Medine'de Kâ'be'yi arkalarına alarak Beyt-i Makdis'e doğru sabah namazı kılıyorlardı. Çünkü Medine Beyt-i Makdis ile Kâ'be arasında idi. Bu esnada kendilerine, "Heyy, Kıble Kâ'be tarafına çevrildi!" denilince, onlar namaz esnasında bir delil istemeksizin (iyice yönü araştırmaksızın) yönlerini çevirdiler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onların böyle yapmış olmalarını yadırgamadı, ve onların mescidini "Kıbleteyn Mescidi" (iki kıbleli mescid) diye adlandırdı Kuba Mescidi müfessirimizin dediği gibi Medine'nin tam güneyindedir. Fakat kıbleteyn Mescidi diye meşhur olan mescid, Medine'nin kuzey-batısı tarafındadır. Medine'den, tam Mekke'ye karşı durmak (Kâ'be'nin tam hizasına durabilmek), ancak uzun araştırmalara dayanan hendesî birtakım delillerle mümkündür. Buna göre Kübalılar o kıbleyi, namaz esnasında ve sabahın köründe dosdoğru nasıl tesbit edebilirlerdi?

b) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanından beri insanlar, bütün İslam beldelerinde mesciriler yaptılar. Bu mescidlerin mihrablarının tam kıbleye doğru yapılması esnasında herhangibir mühendis kullanmamışlardır. Kâ'be'nin bizzat kendisine yönelmek ancak, geometri ilminin çok ince tesbitteri ile mümkün olur.

Ebu Hanife'nin kıyastan olan görüşleri birçok bakımdandır:

a) Şayet gerek iyice bilerek veya gerek zann-ı gâlib üzere bizzat Kabe'ye yönelmek vâcib olsaydı, hiç kimsenin namazının sahih olmaması gerekirdi. Çünkü Kâ'be'nin bir kenarı (yani hizası) sadece yirmi kusur zira olduğuna göre, bütün doğudaki ve batıdakilerin bu kadar bir mesafenin tam karşısında durmalarının imkânsız olduğu herkesçe bilinir. Aksine bilinen bir diğer husus, bu az mesafenin tam karşısında bulunanların, ekseriyete nisbetle çok az olduklarıdır. Şer'i ahkâmda genel olana itibar edilip, nadir ve az olan şeylerin ona bağlandığı hususu da herkesçe malûmdur. Binaenaleyh hiç kimsenin namazının sahih olmaması gerekir. Kâ'be'nin tam hizasına duran (durduğunu zanneden) kimselerin, tam Kâ'be hizasında olduklarını bilmeleri de imkânsızdır. Ümmet-i Muhammed, her namaz kılanın namazının sahih sayılması gerektiğine icmâ ettiğine göre, Kâ'be'yi tam karşıya almanın gerekmediğini anlamış olduk.

Buna göre şayet: "Daire ne kadar büyük olsa da, üzerinde tasavvur edilen her nokta, bu dairenin merkezinin tam karşısına gelir. Buna göre dünya üzerinde meydana gelen bütün namaz safları, sanki Kâ'be'nin etrafında birer dâire, Kâ'be de sanki o dâirelerin birer merkezidir. Fakat bu daireler küçüldüğü zaman dairenin kavsi ve dairelerin her yerinde eğimi küçülür. Daireler genişleyip büyüdüğü zaman, herbirinin kavsi ve parçalarının eğimi adetâ belirsiz hale gelir. Böylece onların herbir parçasının doğru bir çizgiye benzediğini görürüz. Böylece doğu ve batıda Beytullah'ın eninin kat kat fazlası olan uzun saflar halinde namaz kılmak caiz olmuş olur ve böyle namaz kılanların hepsi bizzat Kâ'be'ye yönelmiş olurlar" denilirse, biz deriz ki: Farzet ki durum sizin söylediğiniz gibidir. Fakat büyük bir dâirenin her parçası her nekadar maddî olarak doğru bir çizgiye benzese bile, aslında o eğiktir. Çünkü o eğer aslında dosdoğru olsaydı ve dâirenin bütün parçaları da böyle olsaydı, dâirenin birbirine eklenen doğru çizgilerden meydana gelmiş olması gerekirdi. O zaman da dâirenin ya çokgen olan bir şekil veya düz bir çizgi olması gerekir ki bu ikisi de muhaldir. Buna göre, büyük dâirenin her parçasının aslında eğik ve meyilli olduğunu anlarız.Binaenaleyh alemin etrafında birbirine bitişik gibi bulunan saflardan herbiri tam bir doğru çizgi üzerinde değil de, şu az eğim üzere olmaları halinde ancak bizzat Kâ'be'nin kendisine yönelmiş olurlar. Fakat duyuların (gözün) asla ve kesinlikle tesbit edemeyeceği bu son derece az olan eğimi gerçekleştirmek mükellefiyet konusu olamaz. (İnsanlardan istenmez.) Durum böyle olunca, o saflardan herbiri bizzat Kâ'be'ye yönelip yönelmemiş olduğunu tam bilemez. Eğer bizzat Kâ'be'ye yönelmek şart olsaydı, bu şartın yerine gelip gelmediği, herkes için meçhul olurdu. Şartın meydana gelip gelmediği hususunda şüphe ise meşrut'un (şartın bağlı olduğu ibâdetin) yerine gelip gelmediği hususunda şüpheyi gerektirir. Böylece de bu saflarda yer alan herkesin, namazının sahih olduğunda şüphe üzere kalmasını gerektirir. Bu ise insanın kesinlikle namazın mükellefiyetinden kurtulamamasını gerektirir. Ümmet-i Muhammed, halin böyle olmadığında ittifak ettiklerine göre, ne kesin bilerek, ne de zann- galib ile bizzat Kâ'be'ye yönelmenin şart olmadığını anlamış olduk. İste bu açık bir sözdür.

b) Bizzat Kâ'be'ye yönelmenin yolu ancak hendesî (geometrik) delillerden geçtiği halde, eğer bizzat Kâ'be'ye yönelmek vâcib olsaydı, vacibin ancak kendisi ile edâ edilebileceği şey de vâcib olacağı için, hendesî delillerin her müslüman tarafından bilinmesi gerekirdi. Durum böyle olmadığına göre, bizzat Kâ'be'ye yönelmenin vâcib olmadığını anlıyoruz. Buna göre eğer, "Bizce, bizzat Kâ'be'ye yönelmek yakînî (kesin) olarak değil, zann-ı galib üzere vâcibtir. Halbuki hendesî (geometrik) delillere muhtaç olan, zann üzere değil, yakînî (Kesin) olarak Kâ'be'ye yönelmek isteyen kimsedir" denilirse, biz deriz ki:Eğer bizzat Kâ'be'ye yönelmek vâcib olsaydı, ona tam yönelmeyi kesin yapabilecek kimsenin zann ile yetinmesi caiz olmazdı. İnsan, hendesî delilleri öğrenerek bunu elde edebilir. Bu sebeble, o kimseye bu delilleri öğrenmek vâcib olur. Bunları öğrenmek vacib olmadığına göre, bizzat Kâ'be'ye yönelmenin vacib olmadığını anlamış oluruz.

c) Şayet iyice bilerek veya zann-ı galib üzere bizzat Kâ'be'ye yönelmek vâcib olsaydı, bu zann-ı galibin ancak bazı emareler (ipuçları) ile elde edileceği malûmdur. Vacibin ancak kendisi vesilesiyle edâ edildiği şey de vâcibtir. O halde bu emareleri öğrenmenin ve bilmenin her mükellefe farzı ayn olması gerekirdi. Böyle bir farziyet olmadığına göre, biz, bizzat Kâ'be'ye yönelmenin vacib olmadığını anlarız.

a) Emareler:

Kıbleyi Tayin Etmeye Yarayan Deliller

Kıble'nin delilleri, (Kıble'nin yönünü tayîne yarayan) hakkındadır. Bil ki kıblenin yönünü belirten ipuçları ya "dağlar, şehirler ve nehirler ile istidlal etmek" demek olan yeryüzüne âit delillerdir, veya, "Rüzgârlar ile istidlal etmek" demek olan havaî delillerdir, veyahut da "yıldızlar ile istidlal etmek" demek olan semavî delillerdir.Yeryüzüne ve havaya âit olan deliller, genel birer kaide şeklinde değillerdir. Üzerinde yüksek dağlar bulunan nice yollar vardır ki, o dağın kıbleye yönelmek isteyen kimsenin sağında mı, solunda mı, önünde mi, arkasında mı olduğu bilinemez. Rüzgârlar da böyledir. Bazan onlar, bazı yerlerde kıbleyi gösterebilirler. Biz bu hususu iyice açı ki ayam ayız. Çünkü bu hususta her beldenin değişik durumları (ölçüleri) vardır.Semavî delillere gelince, bunların bir kısmı takribi (yani yaklaşık olarak gösteren), bir kısmı da tahkiki (yani kesin olarak gösteren) delillerdir.Takribî delillere gelince, âlimler şöyle demişlerdir: Bu deliller, ya neharî (gündüze ait), ya da leylî (geceye ait) olurlar..Gündüze ait delillere gelince bu, meselâ güneştir. Binaenaleyh şehirden çıkmadan önce, mutlaka, zeval esnasında güneşin kaşlar arasında mı, yoksa sağ gözün üzerinde mi, sol gözün üzerinde mi, veyahut da bundan daha çok alna mı meylettiği mutlaka gözetilmelidir. Çünkü güneş, kuzey memleketlerinde bu yerlerin dışına taşamaz.. Yine ikindi vaktinde güneşin bulunduğu yer gözönüne alınır (görme suretiyle anlaşılır). Akşam vakti de ancak, güneşin battığı yerler sayesinde bilinir. Bu da, güneşin kıbleye yönelen kimsenin sağından battığının veya güneşin, o kimsenin yüzüne veya ensesine doğru meylettiğinin bilinmesidir. Yine yatsı namazının vakti, "şafak"ın (güneşin battığı yerdeki nokta) yeri ile; sabah namazının vakti de güneşin doğduğu yer ile bilinir. Böylece güneş beş vakitte kıbleye delâlet eder. Fakat, bu husustaki hüküm, yaz ve kışa göre değişir. Çünkü, güneşin doğduğu ve battığı yerler çok fazladır. Aynı şekilde, bu konudaki hüküm beldelere göre de değişir.

Leylî (geceye ait) delillere gelince, bu, kendisine oğlak burcu denilen yıldız ile, kıbleyi tayin etmektir. Bu yıldız, yerinden hareket ettiği belli olmayacak şekilde sabit bir yıldız gibidir. Mekke'nin kuzeyinde olan memleketlerde bu yıldız, kıbleye yönelen kimsenin ensesinde, veya sırtı tarafından sağ ya da sol omuzu tarafında olur. Mekke'nin güneyindeki ülkelerde meselâ Yemen ve onun daha ötesindeki ülkelerde kıbleye yönelen kimselerin de tam karşısında olur. Bunlar böyle bilinsin ve herkes, bütün yolu boyunca, kendi beldesinde kıbleyi tayin hususunda bildiği şeylere güvenip dayansın.

Ama yolculuğu uzun sürüp mesafe uzar da, yolculuğu esnasında başka bir beldeye varıncaya kadar güneşin yeri, güneşin pozisyonu, doğuş ve batış noktalan değişirse, bu durumda o kimsenin bir bilirkişiye sorması veya, o beldenin camisinin mihrabına yönelerek, bu tam olarak açıklık kazansın diye, yıldızları gözetlemesi icabeder... Bu deliller bilindiği zaman, o adamın bu delillere dayanması gerekir.

b) Kıble Tayininde Yakînî (Kesin) Deliller

Yakînî delillere gelince, bunlar astronomi kitaplarında zikredilen açıklamalardır. Astronomiciler şöyle demişlerdir: Kıble semti ufuk dairesiyle, bulunduğumuz yerin başucu noktasından ve Mekkelilerin başucu noktasından geçen büyük dâirenin kesiştiği noktadır. İnhiraf-ı kıble (kıblenin güney-kuzey çizgisinden sapma açısının yayı), ufuk dâiresinden bir yay olup, bu bulunduğumuz yerin nısfun'nehâr dâiresi (yani bulunduğumuz noktanın başucundan ve güney-kuzey kutuplarından geçen yarım dâire) ile kıble semti arasında ufuktaki yaydır. Tamamü'l-İnhirâf, ufuk dâiresinde, kıble semti ile mağribi'l-i'tidal (bulunduğumuz yere göre, uruktaki gerçek batı noktası) arasındaki ufuktaki yaydır. Kıble semtini bilmek için Mekke'nin enlem ve boylamını bilmeye ihtiyaç vardır. Eğer beldemizin boylamı Mekke'nin boylamı ile aynı olsa; enlemiise farklı olsa, beldemizin kıble semti, beldemizin nısfın'nehârı (yani meridyeni) üzerinde olur. Belde kuzey yarım kürede ise kıble yönü güneye doğru; belde güney yarım kürede ise, kıble kuzeye doğrudur. Bulunulan yerin enlemi Mekke'nin enlemiyle aynı, fakat boylamı farklı ise, kıble semtini hatt-ı i'tidâl'in (gerçek doğu - batı arasındaki doğrunun) ufuktan geçtiği yerler olduğu zannedilebilir, fakat bu hatadır.Bununla beraber boylamları ve enlemleri, Mekke'ninkinden farklı olan beldelerin kıble semtinin, matla'u'l-i'tidal (ufuktaki gerçek doğu noktası) veya mağribu'l-i'tidal (ufuktaki gerçek batı noktası, yani güneşin 21 Mart'ta battığı nokta) olması mümkündür. Buna göre kıblenin, beldemize göre inhirafını (sapma açısını) bilmemiz gerekir. Bunu bilmenin, çıkarmanın birçok yolu vardır. Bunların en kolayı, burçlar dâiresinin, hangi burcun kaçıncı derecesinin Mekkelilerin başucu noktasına rastladığı tesbit edilir ki, bu ya ikizler burcunun (7.) derece (18.) dakikasıdır, ya da yengeç burcunun (23.) derece (8.) dakikasıdır. Bu dereceler, o belde için yapılmış usturlabın, Vasatu's-Semâ (gök ortası isimli) çizgisi üzerinde belirlenir, gösterici sürgü bu derecelere getirilir. Daha sonra aletin Ankebut isimli döner levhası, eğer bulunulan yer, Horasan ve Irak gibi Mekke'nin doğusundaki bir memleket ise, bulunulan o yer ile Mekke'nin boylamı arasındaki derece farkı kadar, hücrenin (usturlabın en dışındaki dereceli kısım) derecelerinden bakılarak, aletin doğusundan batısına doğru döndürülür. Bu döndürme sonunda, bu derecenin (güneşin irtifa derecelerini gösteren) mukantarat dâirelerinden hangisine denk geldiğine bakılır. Güneş, ikizler burcunun mezkûr derecesinde bulunduğu gün, Mekkelilerin başucu noktasında bulunmaktadır. Aynı gün usturlabla tesbit edilen irtifa derecesine ulaştığı andaki yönü, kıble yönüdür. Tam o anda bir düz sopa dikilir ve bu sopanın oluşturduğu gölgenin doğrultusu kıbleyi göstereceği için onun gölgesi istikâmetinde mihrab yapılır.

Bu Delilleri Bilmenin Farz-ı Ayn Veya Kifaye Olması

Kıbleyi tayine yarayan delilleri bilmek, farz-ı ayn mıdır farz-ı kifâye midir? Bu hususta iki gorüs vardır: Bunların en doğrusu, bunun farz-ı ayn olduğunu söyleyen görüştür. Çünkü her mükellef kıbleye yönelmekle emrolunmuştur. Kıbleye yönelmesi ise, ancak kıblenin delillerini bilmek ile mümkün olur. Binaenaleyh vacibin kendisiyle edâ edildiği şeyde vâcibtir.

Altıncı Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın. "Her nerede bulunursanız, yüzünüzü Mescid-i Haram taratma çeviriniz" ayeti bütün şahıslara ve durumlara şâmildir. Fakat biz, namazın dışında kıbleye yönelmenin vâcib olmayıp, Resûlullah'ın şu hadisinden dolayı, bir taat olduğu hususunda icmâ ettik:"Meclislerin en hayırlısı, kıbleye dönerek oturmadır Taberani rivayet etmiştir. (Keşfu'l-Hafa, 1/395). Bu durumda geriye şu husus kalır ki, kıbleye yönetmenin vâcib olması, sadece namaza has bir özelliktir.

Sonra şöyle deriz: İnsan kıbleyi (Kabe'yi) ya görür, veya göremez. Alimler kıbleyi gören kimsenin kıbleye yönelmelin vâcib olduğunda icmâ etmişlerdir. Kabe'yi göremeyen kimse ise, bu hususta ya kesin ve yakinî bir bilgi elde etmeye kadirdir veya kadir olamayıp bu hususta sadece bir zann-ı gâlibe sahiptir; veyahut da ne yakînî bir bilgi ne de bir zann-ı gâlib elde et.meye gücü yeter. İşte böylece üç kısım ortaya çıkar:

Birinci Kısım Kesin Bilgi İmkânı Bulanların Durumu

Bu kısım, bu hususta yakînî ilim elde etmeye kadir olanlardır. Bu hususta iki konu bulunmaktadır:

Birinci Konu: Kıbleden uzak olan bir kimsenin, kıblenin yönünü yakînî bir şekilde öğrenmesinin tek yolunun hendesî (geometrik) deliller olduğunu ve, vâcib olan bu görevi ancak bunlarla ifa edebildiği için, bunun da vâcib olacağını biliyorsun.. Bundan dolayı bu hendesî delillerin, herkese farz-ı ayın olması gerekir.. Ancak ne var ki fakihler: "Onu öğrenmek vâcib değildir." Hatta bazan, "Onu öğrenmek mekruh veya haramdır!" demişlerdir.. Onların bu husustaki gerekçeleri nelerdir bilemiyorum.

İkinci Konu: Namaz kılan kimse Mekke toprağında bulunur ve kendisiyle Kabe arasında bir engel olursa, kıblenin istikâmeti konusunda içtihad edebilir mi? "Tehzib" sahibi şöyle demiştir: "Bakılır; eğer bu engel, meselâ dağ gibi tabiî bir engel ise, o kimsenin içtihâdda bulunma hakkı vardır. Eğer bu engel, meselâ ev gibi, tabiî olmayan şeyler ise, bu durumda iki görüş vardır:

a) O kimse içtihad edebilir. Çünkü onunla Kabe arasında, tabiî engelde olduğu gibi, Kabe'yi görmesini engelleyen bir mania vardır.

b) Onun içtihad etme hakkı yoktur. Çünkü ona gereken, yakînî bilgiyi elde etmeye gücü yetiyorsa, yakînî olan bilgiye dönmesidir. Bundan dolayı, bu hususta zann-ı gâlib ile iktifa etmemesi gerekir. Bu görüş ayetin siyakına daha uygundur. Çünkü ayet Kabe'ye yönelmeyi emrettiğine göre mükellef de bu yakînî bilgiyi elde edebildiği zaman, onun zann-ı gâlib ile yetinmesi doğru olmayıp, bu yakînî bilgiyi araştırması vâcib olur.

İkinci Kısım

Kesin Değil, Zann-ı Galible Bilgi Edinme İmkânı Olanlar

Bu kısım, yakînî bilgiyi değil, zann-ı gâlible olan bir bilgiyi elde etmeye kadir olabilendir. Bilmek gerekir ki zannî bilgiyi elde etmenin bazı yolları bulunmaktadır;Birinci yol, içtihaddır. İmâm Şafiî (radıyallahü anh)'nin görüşünün zahiri, içtihadın başkalarının sözüne müracaattan önce geldiğini ifâde eder. Doğru olan da budur. Şu şeyler de bu görüşün doğruluğuna delâlet etmektedir:

1) Cenâb-ı Allah, 'İbret alınız, ey bastret sahipleri" (Haşr, 2) buyurarak düşünmeyi emretmiştir. Buradaki emrin, bu meselede düşünebilen kimseleri kapsamına alması gerekir.

2) Kıble hususunda bilgisine başvurulacak olan bu başka kimse de, kıblenin yönünü kendi içtihadıyla tesbit etmiştir. Çünkü o da eğer kıbleyi taklîdî olarak biliyorsa, o zaman ya teselsül ya da devr-i fasit gerekir ki, bu ikisi de bâtıldır. Binaenaleyh işin sonu, içtihada varmaktadır. Sözün özü, içtihadın mı, yoksa bir müçtehide tâbi olmanın mı daha uygun olduğu meselesine varır. Şüphe yok ki birincisi daha uygundur. Çünkü insan içtihad ettiği zaman, hata ihtimali ancak tek cihetten olabilir. Fakat içtihadda bulunan bir başkasını taklid ettiği zanan, bu ameline iki yönden hata gelmesi ihtimali vardır. Şüphe yok ki, iki yol arasında bir çatışma bulunduğu zaman, hatası daha az olana riayet etmek daha evlâdır.

3) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), size bir iş emrettiğim zaman, gücünüzün yettiğince onu yapın! Müslim, Fedail, 130 (4/1830). buyurmuştur. Burada bir kıbleye yönelme emri vardır. O insan da, kıbleyi arayıp bulma hususunda içtihadda bulunmaya muktedirdir. Bundan dolayı, içtihadda bulunmasının vacip olması gerekir.

Eğer, "Tehzîb" sahibi şöyle demedi mi? İnsan bir köy veya kasabada tek bir cihete doğru dikilmiş mihrablar bulduğu zaman veya müslümanların gelip geçtiği bir yolda kıbleyi gösteren bir mihrab ya da bir alâmet gördüğü zaman o mihraba doğru yönelmesi gerekir; kıblenin yönü hususunda içtihadda bulunması caiz değildir.. Çünkü bu belirtiler, yakînî birer delil gibidirler. Bu durumda sağa veya sola birazcık sapmaya gelince, bu alâmetlere rağmen içtihad etmek caizdir.

Abdullah İbn Mübarek haccdan döndüğünde şöyle diyordu: "Ey Merv ahalisi, biraz sola doğru dönün.." Aynı şekilde, bir müslüman, "Müslümanların çoğunu veya müslümanlardan bir cemâati, bu cihete doğru yönelme hususunda ittifak ettiklerini gördüm" derse, o insanın bu sözü kabul etmesi gerekir. Bu, taklit sayılmaz, aksine bu, namazın vakti hususunda olduğu gibi, erbabından gelen haberi kabul etmektir. Bu, adil bir kimse, o şahsa, "Ben fecrin doğduğunu gördüm" veya, "Güneşin zeval bulduğunu gördüm" demesi durumunda, onun bu söylediğini kabul etmesi gibidir, . (Tehzib sahibinin sözünün tamamı budur) denilirse, bil ki söz birkaç yönden müşkildir.

a) Taklidin manası ancak, bir hüccet ya da bir şüphe olmaksızın, başkasının sözünü kabul etmektir. Buna göre biz, bir hüccet olmadan veya hiç şüphe duyulmadan kıblenin tayini hususunda başkasının sözünü ya da fiilini kabul ettiğimizde, bu taklit olmaktadır. Biz daha önce, ictihâd yapabilen kimsenin, mutlaka ictihadda bulunmakla emrolunduğunu söylemiştik.

b) O, içtihada binaen, sağa veya sola kayarak muhalefet etmeyi caiz görmüştür. Biz de deriz ki, ictihadda bulunan kinse tek başına üstlenmiş olduğu içtihada binaen zann-ı gâlib ifâde eden bilgiyi elde etmeye muktedirdir. Binaenaleyh, onun, sağa veya sola meyletmekte olduğu gibi, kıblenin esas yönüne muhalefet etmesinin caiz olması gerekir.

c) Kişinin, ya içtihâddan veya içtihadına çöre âmel etmekten men olunması gerekir. Birincisi yanlıştır, çünkü Muâz: "Ben kendi görüşümle içtihad ederim" dediği zaman, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), bu sözünden dolayı onu methetmiştir. Bu, içtihadın yasaklanmamış olduğunu gösterir.

İkincisi de bâtıldır. Çünkü ictihadda bulunan kimse kıblenin, mihrabların bulunduğu yönde olmadığını anladığı veya zann-ı galibi ile buna hükmettiği zaman, eğer buna rağmen o mihrabların istikâmetine yönelmesi yine ona vâcib olsaydı bu, taklidi istidlale tercih etmek olurdu ki bu da hatadır.

d) Şafiî (radıyallahü anh)'nin mezhebine göre, müçtehidin başka bir müçtehidi taklid etmesi caiz değildir. Öyleyse, kıblenin istikametini emareler ile belirleyebilecek kimsenin, o beldenin mihrâblarına uyması nasıl caiz olabilir? Her beldede, şehirlerin mihrablarının tercih edilmesi gerektiğini söyleyenler buna birkaç yönden delil getirmişlerdir:

1) Bu mihrablar, içtihada mukabil tevatür gibidirler. Binaenaleyh bunun, İçtihada üstün olması gerekir.

2) Bir adam, müezzinin ezanı ve kameti bitirip, imamın da namaz kıldırmak için cemaatin önüne geçtiğini görse, böyle bir durumda o kimse vakti araştırmaya gerek duymaz... Burada da durum aynıdır.

3) O beldenin ahalisi, bu mihrablara uymayı kabul etmişlerdir. Görünen şu ki, eğer kıblede bir hata bulunsaydı, onlar bunun farkına varırlardı; farkına vardıkları zaman da bunu kabul etmezlerdi. İşte, iki taraf hakkında da söylenebilecek şey, bunlardan ibarettir.

İkinci yol: Başkasının sözüne başvurmaktır. Meselâ insana âdil bir kimse, kıblenin herhangi bir cihette olduğunu haber verdiğinde, bu söz kıblenin o yönde olduğu hususunda zann-ı galib ifâde eder. Alimler, bu haberi veren kimsenin şu iki şartı haiz olması hususunda ittifak etmişlerdir:

1) Müslüman olmak;

2) Akıllı olmak... Bu konuda, kâfirin ve mecnûnun beyânı ve bilgisine itibar edilmeyip kıymet verilmez.

Âlimler, bu şahısta şu üç şartın da bulunup bulunmayacağı konusunda ihtilâf etmişlerdir:

a) Baliğ olmak... Haydan", İmam Şafiî'nin şu beyanını nakletmiştir: "Çocuğun sözü kabul edilmez.." Ebu Zeyd de, yine İmam Şafiî'den, "Çocuğun sözünün kabul edilmeyeceğini" nakletmiştir.

b) Âdil olmak. ..Alimler, fâsıkın haberinin kabul edilmeyeceğini, çünkü haber vermenin şahitlik gibi olduğunu söylemişlerdir. Fâsık'ın haberinin kabul edilebileceği de söylenmiştir.

c) Haber verenlerin sayısı...Bazı alimler şahidlikte olduğu gibi belli bir sayıyı gerekli görmüşler; bunlar bilhassa rivayette de belli bir sayıyı gerekli gören kimselerdir.. Bazılanysa, belli bir sayının bunu haber vermesini gerekti görmemişlerdir.

Bizim yaptığımız bu açıklamalardan bazı hükümler çıkmaktadır:

a) Görüşünü benimsemek, daha kuvvetli bir zan ifâde eden herkesin görüşünü almak, görüşü daha zayıf bir zan ifâde eden kimsenin görüşünü alıp benimsemekten öncedir. Buna şu örneği verebiliriz: Kesin bilgi sahibini taklit etmek, içtihâd ile zann-ı gâlib sahibi olan kimseyi taklit etmekten üstündür. Zann-ı gâtib sahibi olan müctehidi taklid etmek, böyle olmayanı taklid etmekten evlâdır. Bu böyle gider.

b) İçtihadın ancak vaktin bitmesinden sonra tamamlanabileceği anlaşılınca, müctehid için en uygun olan, namazı kazaya kalsa bile ictihad mı etmesi, yoksa, namazını edâ etmek için başkasını taklid mi etmesidir? Bu hususta bir tereddüd vardır.

c) Kıblenin delillerini bilemeyen kimsenin, namaz vakti başkasının bilgisine müracaat etmesi gerekir, hatta bu vâcibtir.

Üçüncü yol: Bir kimse dâru'l-İslâm'da (İslâm beldesinde) dikilmiş (yapılmış) bir mihrab görse, bu kimsenin, yukarıda geçmiş olan tafsilâta göre o mihraba yönelmesi caizdir. Fakat bir kimse, insanların pek az geçtiği bir yolda, ya da, hem müslümanların hem müşriklerin geçtiği bir yolda yapılmış bir mihrab görse ve fakat bu mihrabı kimin diktiğini bilmese veyahut da bu köyde bir mihrap görse, fakat onu müslümanların mı, müşriklerin mi inşa ettiğini bilemese, yahut da o köy müslümanlara ait küçük bir koy olup, o köy halkının, kıblenin alâmetlerine muttan olduklarına dair bir zann-ı galibe sahib olamasa, o zaman o kimsenin kıbleyi tayin için ictihadda bulunması vacib olur.

Dördüncü yol: Hem ictihad, hem de başkasının sözünden meydana getir. Bu şöyle olur: Bir insan, yıldızların yerlerinden hareketle kıbleyi bulmayı bilen kimseye, yıldızların yerlerini haber verir. Bu durumda o haber verilen kimsenin, bizzat kendisi, eğer o yıldızların yerini görmekten aciz ise, duyduğu habere göre istidlalde bulunması gerekir.

Üçüncü Kısım:

Kıble Konusunda Hem Kesin Bilgiden, Hem de Zann-ı Gatibten Aciz Olanlar

Kıble konusunda hem yakinî ilmi hem de zann-ı galibi elde etmekten aciz kalan kimselerdir. Böyle olan kimse, kendisine bütün kıble emareleri kapalı olan bir karanlık içinde olan kimsedir, veya kendisine bunları haber verecek birisini bulamayan bir âmâdır, veyahut da elindeki emareler birbiriyle çeliştiği için hangisini tercih edeceğini bilemeyen kimsedir. Bu meselede bazı konular vardın

Birinci Konu: Bu durumda olan kimsenin ictihadda bulunması imkânsız olur. Çünkü delilsiz olarak ve elde emareler olmadan ictihadda bulunmak teklif-i mala yutak (güç yetirilemeyecek şeyle mükellef tutmak)tır. Bu ise, kabul edilmemektedir. Buna göre geriye şu üç ihtimalden birisi kalıyor:

1) Ya şöyle söylenmeli: Namaz mükellefiyeti kıbleye yönelme şartına bağlıdır. Şartın imkânsız oluşu, bu şarta bağlı mükellefiyetin de düşmesini gerektirir. Bu durumda, böyle olan kimseye namaz kılması farz değildir.

2) Veya şöyle söylenmeli: Kıbleye yönelme şartı, savaşma halinde olduğu gibi, bundan daha ufak bir özür sebebiyle mükelleften düştüğüne göre, bu durumda da düşer. Binaenaleyh o kimsenin, dilediği yöne dönerek namazını kılması gerekir, ve ondan kıbleye yönelme şartı düşer.

3) Veyahut da şöyle söylenmelidir: "Bu durumda olan kimse, üzerindeki mükellefiyetten tam kurtulabilmek için bu namazını bütün yönlere doğru kılar." İşte bu üç ihtimal mümkün olan ihtimallerdir.

Namazın bu kimseden sakıt olması icmâ ile bâtıldır. Çünkü biz şeriatta genel olarak, nafile ve savaş esnasında olduğu gibi, kıbleye yönefmeksizin de namazın sahih olduğunu gördük.Namazın her yöne doğru tekrar tekrar kılınmasının gerektiğini söylemek de bâtıldır. Çünkü o insana, bir vakitte tek bir namazın farz olduğuna delil vardır. Birisi şöyle diyebilir: "Gece veya gündüz kılınan namazlardan birini unutup onun hangi namaz olduğunu bilemezse, mükellefiyetten tam bir yakîn ile kurtulması için, ona bu beş vakit namazın hepsini kaza etmesi gerekmektedir. Binaenaleyh niçin durumun burada da aynı olması caiz olmasın?" Alimler şöyle demişlerdir: İlk iki ihtimal bâtıl olunca, geriye sadece üçüncüsü kalıyor: O da bütün cihetler hususunda insanın birini kıble olarak seçmede serbest olmasıdır.

İkinci Konu: İnsan, bir istidlale dayanmaksızın, sırf arzu ve kalbî temayülü ile şu cihetin kıble olmaya diğer yönlerden daha uygun olduğuna temayül ettiği zaman, bu bir ictihad sayılır mı ve mükellef, kalbinin bu temayülüne itimâd etmekle mükellef midir, değil midir? Evlâ olan, bunun, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu hadisinden dolayı muteber sayıtmasıdır:

"Mü'min, Allah'ın nuru tte bakar" Tirmizi, Tefsir, Hicr, 5/298. Ve çünkü diğer tercih yolları kapanınca bu kadar birsey ile iktifa etmek gerekmektedir.

Üçüncü Konu: İnsan bu durumda namazını edâ ettiği zaman, görünen o ki, o namazı kaza etmesi gerekmemektedir. Çünkü o vazifesini vaktinde yerine getirmiştir, ve bu ondan sahîh olmuştur. Binaenaleyh onun bu vazifeyi tekrar yapması gerekmemektedir. İmam Şaffî (radıyallahü anh)'nin sözünün zahiri ise şunu ifâde etmektedir: O kimse kıbleye isabet etmiş olsa da, hatâ etmiş olsa da o namazın tekrar kılınması gerekmektedir.

Kabe'nin İçinde Namaz Kılmanın Hükmü

Bütün alimlere göre Kâ'be'nin içinde namaz kılmak caizdir. Bu durumda kişi dilediği tarafa döner. İmam Kâ'be'nin içinde farz namazı kılmanın mekruh olduğunu söylemiştir. Çünkü Kâ'be'nin içine giren kimse, Kâ'be'nin bütününe yönelmiş olmaz, aksine bir parçasına yönelmiş, bir parçasını da arkasında bırakmış olur. Durum böyle olunca, o kimse bütün Kâ'be'ye yönelmiş olmaz. Bu sebeble de namazının sahih olmaması gerekir. Çünkü Hak teâlâ namazda Kâ'be'ye yönelmeyi emretmiştir. Kâ'be'nin içinde nafile namaz kılmak ise caizdir. Çünkü nafile namazda Kâ'be'ye yönelmek farz değildir. Ekseri âlimlerin bu husustaki delili ise, Buhari ve Müslim'in Sahih'lerine almış oldukları hadistir. Bu hadisi Şafiî (radıyallahü anh) de, İmam Malik'ten, o da Nâfi'den, o da İbn Ömer (radıyallahü anh)'den rivayet etmiştir. Bu rivayete göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), yanında Üsâme b. Zeyd, Osman b. Ebu Talha ve Bilâl (radıyallahü anha) olduğu halde Kâ'be'nin içine girdiler. Kapısını içeriden kapadı ve orada bir müddet durdu. Abdullah b. Ömer şöyle dedi: "Dışarı çıktıklarında Bîlâl'e Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ne yaptığını sordum, o da şöyle dedi: "Bir direği soluna, iki direği sağına, üç direği de arkasına aldı, o gün Kâ'be içinde altı direk (sütun) vardı."Bil ki bu haberi delil olarak kullanmak, bazı bakımlardan zayıftır:

a) Haber-i Vahid, Kur'an'ın zahirine ters düşemez.

b) Belki de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in orada kıldığı, nafile bir namaz idi. Bu da İmam Malik'e göre zaten caizdir.

c) İmam Malik, bu habere muhalefet etmiştir. Ravinin, rivayet ettiği habere muhalefet etmesi, o habere tâ'n etmeyi gerektirmese de, bu böyle bir tâ'n'dan uzak olan haber-i vahid'e nisbetle bir nevî zayıflık ifâde eder. O halde böyle bir haberin (rivayetin), Kur'an karşısında durumu nasıl olur?

d) Buhari ve Müslim, Sahih'lerinde İbn Cüreyc'in Atâ'dan rivayet ettiği bir hadisi nakletmişlerdir: Atâ', "İbn Abbas'ın şöyle dediğini işittim" demiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Kâ'be'nin içine girince, Kabe'nin her köşesinde ayrı ayrı dua etti ve namaz kılmadan oradan çıktı. Çıkınca Kâ'be'ye yönetip iki rekat namaz kıldı ve, "İşte bu kıbledir" dedi."

Bu İki hadis arasında iki bakımdan tearuz (çelişki) vardır:

1) Orada namaz kıldığını ifâde eden (müsbet) haber ile, kılmadığını ifâde eden (menfi) haber arasında zıtlık vardır.

2) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "İşte bu kıbledir" sözü, oraya yönelmenin kesin şart olduğuna delâlet eder. Kâ'be'nin içinde namaz kılmayı caiz gören kimse, orada namaz kılan kimseye Kâ'be'ye yönelmeyi vacib kılmamış, tam aksine oraya sırtını dönebileceğini söylemiş olur. İmam Malik (rh.a)'in istidlaline şöyle diyerek cevap verebiliriz: Cenâb-ı Allah'ın, "Nerede olursanız olun..." ifadesi, ya umûmi bir ifadedir veya değildir. Eğer o umûmî bir ifâde ise, Kâ'be'nin içinde bulunan kimseyi de içine alır. Buna göre Allahü teâlâ sanki Kâ'be'nin içinde bulunan kimseye de Kâ'be'ye yönelmeyi emretmiştir. Binaenaleyh bunu yapan kimse de sorumluluktan kurtulmuş olur. Eğer bu ayet umum ifâde etmiyorsa, bu meseleyi de içine almaz. Dolayısıyla da ne müsbe!, ne menfî olarak bu meselede bir hükme delil olmaz. Sonra bu meselede esas nokta, tek bir insanın bir anda bütün Beytullah'a yönelmesi mümkün değtl.aksine ancak Beytullah'ın bir parçasına yönelmesi mümkün olur. Beytullah'ın (Kâbe'nin) içinde olan kimse de, aynı şekilde Kâ'be'nin bir parçasına yönelmiştir. Binaenaleyh o da emredilmiş olduğu şeyi yerine getirmiş olur, mükellefiyetten kurtulur.

Kıble Kabenin Cismi midir? Ciheti mi?

Biliniz ki Kabe, belli bazı cisimlerden ibarettir.Bunlar tavan, duvarlar ve binadır. Şüphesiz bu cisimler belli bir mokânda yer almışlardır. Buna göre kıble ve sadece o belli mekândır, yahut da sadece bu cisimlerdir, veyahut da bu cisimlerin orada bulunması şartı ile o mekân kıbledir. Sadece o cisimlerin kıble olduğunu söylemek caiz değildir. Çünkü biz, şayet Kâ'be'nin yerinin toprağı ve yapımında kullanılan taş ve odunlar bir başka yere taşınsa ve orada aynı bina yapılsa da herkes namazında oraya yönetse, bunun caiz olmayacağında hepimiz ittifak halindeyiz. Bu cisimlerin o belli mekânda bulunmaları şartıyla, o yerin kıble olmuş olması da caiz değildir. Çünkü Allah korusun, meselâ Kâ'be yıkılsa ve o yerden bu taşlar ile odunlar giderilse ve Kâ'be'nin arsası bomboş kalsa, yeryüzündeki bütün müslümanlar oraya yönelıp namaz kılsalar onların namazları yine sahih olur ve onlar kıbleye yönelmiş olurlar.Geriye, "Kıble bu cisimlerin yer aldığı o boşluktur" denilmesi kalır. Bu mana zikrettiğimiz aklî delil ile de sabit olduğu gibi, ayete de uygundur. Çünkü Mescid-i Haram tavan, duvarlar ve bunların yer aldığı o boşluktan ibaret olan o binanın ismidir. Mescid-i Haram ciheti İse, bu cisimlerin yer aldığı mekânlardır, (boşluklardır). Buna göre Allahü Teâlâ, Mescid-i Haram cihetine yönelmeyi emrettiğinde, kıble, o boşluk ve alandan meydana gelen bu kadar bir miktar olur.Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz deriz ki: "Alimlerimiz, "Allah korusun, şayet Kâ'be yerle bir olsa, onun arsasında namaz kılacak kimsenin namazı sahih olmaz. Çünkü o kimse kıbleye yönelmiş sayılmaz" demişlerdir. İbn Cüreyc der ki: "Bu durumda olan bir kimsenin namazı sahihtir. Bu Ebu Hanife'nin görüşü olup benim tercihim de budur. Bunun delili ise, kıblenin, bu belli boşluk olmasıdır. O, arsada namaza duran kimse, o boşluğun bir parçasına yönelmiştir, böylece o kıbleye yönelmiş demektir. Dolayısıyla da onun namazı sahih olur." Alimler: "Kâ'be'nin üstünde, karşısında duvar olmaksızın namaz kılan kimsenin namazı sahih olmaz. Ancak İbn Süreyc'in görüşüne göre, bu kimsenin de namazı sahih olur" demişlerdir. Benim tercihim de budur. Çünkü o kimse de kıble olan bu alana ve boşluğa yönelmiştir. Binaenaleyh namazının sahih olması gerekir.

Bu Ayetin Kıyasın Hûcciyetine Delil Olması

Ayet, kıbleye yönelmenin vacib olduğuna delâlet ettiğine göre ve kıbleye yönelmenin ise ancak ictihad ile olduğu ve vacibin ancak kendisiyle tamamlandığı şeyin de vacib olduğu aklen sabit olduğuna göre, kıbleyi tesbit için içtihadın farz olduğuna kesin olarak hükmetmek gerekir. Halbuki ictihad mutlaka zann-ı galibe dayanır. Buna göre ayet zann-ı galib ile sabit olacak bir mükellefiyete delâlet etmiş olur. Böylece bununla da zan ile olan mükellefiyetin, onun bir miktarı ile yerini bulacağı sabit olur. Şafiî (radıyallahü anh), bununla, kıyasın şer'î bir delil olduğuna istidlal etmiştir. Fakat bu zayıftır. Çünkü bu, kıyası yine kıyas ile isbat etmektir ki bu imkânsızdır. Allah en iyisini bilendir.

Kıbleye Dönmede Niyet Farz mıdır?

Ayetin zahiri, kıbleye yönelmeye niyet etmenin farz olmadığını gösterir. Çünkü ayet, kıbleye yönelme- nin farz olduğunu gösterir. Kıbleye yönelen kimse, ayetin emrini yerine getirmiştir. Binaenaleyh o kimseye, ayrıca bir niyetin farz olmaması gerekir. Nitekim bu durum setr-i avret, namaz kılınacak yer ile elbisenin temizliği hususunda da aynıdır.

Kıbleye Dönme Farzı Ne Zaman Düşer?

Tam savaş esnasında olduğu gibi, bir özür bulunduğu zaman kıbleye yönelme farziyeti düşer. Bu hükme, kişinin düşmanından, yırtıcı hayvanlardan ve yahut da azgın deveden korkması da dahildir. Veya az sağa veya az sola sapmadan dolayı kıbleye yönelmek de veya nafile namaz kılarken hata etmek de bu hükme dahildir. Bu da, kıble hususunda kesin bilgi veya zann-ı galibe ulaşamayan kimsenin, namazını bitirdiğinde o namazı kaza etmemesini gerektirir. Müctehidin hata ettiği ortaya çıkınca da durum aynıdır.

Onikinci Mesele

Bir tarafa dönmüş olarak namaz kılarken, kıble hususundaki kanaati değişen kimsenin, o tarafa dönüp namazını sürdürmesi gerekir. Sonradan kanaatin değişmesi, daha önce yapılmış olanları iptal etmez. Kendisine gelen bir haberciyi tasdik eden, sonra da inandığı başka bir haberci tarafından, önceki habercinin haberinin aksine haber getirilen kimsenin durumu da böyledir. Kıbleye yönelmenin hükmü hususundaki bu ayetten çıkartılan meseleler bunlardan ibarettir. Allah en iyisini bilendir.

"Nerede Olursanız Olun Yüzlerinizi Onun Tarafına Çevirin"

Allahü teâlâ'nın, "Nerede olursanız olun, yüzlerinizi onun taranna çevirin" ayetinde iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu ifâde tekrar değildir. Bunun iki değişik izahı vardır:

a) Allahü teâlâ'nın: "Yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir" buyruğu ümmet-i Muhammed'e değil, sadece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hitabdır. Halbuki, (......) emri ise herkese hitabtır.

b) Birinci ayetten maksad, bilhassa Medine'deki müslümanlara hitab etmektir. Şayet sadece bu hitabla yetinilseydi, Kâ'be'nin sadece Medinelilerin kıblesi olduğu sanılabilirdi. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ, onlar yeryüzünün neresinde olurlarsa olsunlar, kıbleye yönelmelerinin vacib olduğunu, ikinci ayetle beyân etmiştir.

İkinci Mesele

Hak teâlâ'nın (......) ayeti, "Nerede olursanız olun, nerede bulunursanız bulunun..." demektir.lafzı î'rabta şart olduğu için, mahallen meczumdur. Sanki o yerindedir, daki fâ ise, fâ-i cevabiyedir

Kendilerine Kitap Verilenlerin Bildikleri

Hak teâlâ'nın, "Kendilerine kitab verilmiş olanlar, bunun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler. Allah onların yaptıklarından habersiz değildir" ayetinde iki mesele vardır:

Birinci Mesele

"Kendilerine kitab verilmiş olanlar" dan murad, sadece yahudilerdir. Buradaki kitabtan maksad, Süddi'ye göre Tevrat'tır. Bu ayetten maksadın, hem yahûdi hem de hristiyan âlimleri olduğu da söylenmiştir ki, lâfız umûmî olduğu için, doğru olan görüş budur. Çünkü önce gelmiş olan kitab Tevrat ve İncil'dir. Dolayısıyla bu kimselerin az sayıda olmaları gerekir. Çünkü çok sayıdaki insan, bir şeyi gizlemede ittifak edemezler.

İkinci Mesele

(......) ifâdesindeki, zamiri, daha önce zikrediten bir şeye râcîdir (aittir). Daha önce kıble meselesi geçtiği gibi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ismi de geçmiştir. Binaenaleyh bundan maksadın, "Yahudilerin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şeriat ve nübüvvetiyle hak olduğunu bilmeleri" olması caizdir. Böylece bu durum, hem kıble, hem kıble dışındaki hükümlere şâmil olmuş olur. Bu zamirin sadece kıble meselesine râcî olması ve onların kıblenin hak olduğunu bilmiş olmaları da muhtemeldir. Bu son ihtimal, doğruya daha yakındır. Çünkü bu, ayette bahsedilen konuya daha uygundur. Zira ayetle, -başka şey değil- bu kastedilmiştir.

Sonra âlimler, yahudilerin bunu nasıl bilmiş oldukları hususunda ihtilaf ederek şu görüşleri ileri sürmüşlerdir:

1) Yahudi alimlerinden bir topluluk kendilerine gönderilen peygamberlerin kitaplarından, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olacağını, kıblenin durumunu ve O'nun her iki kıbleye de dönerek namaz kılacağını öğrenmişlerdi.

2) Onlar, Kâ'be'nin, Allahü teâlâ'nın Hazret-i İbrahim ve İsmâit'e kıble kıldığı Beyt-i Atik olduğunu biliyorlardı.

3) Onlar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olacağından haberdar idiler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bizzat mucizeleri ortaya çıkıp, onlar O'nun peygamber olduğunu gördükleri zaman, Hazret-i Peygamber'in getirdiği herşeyin hak olduğunu da bildiler. Bundan dolayı, kıblenin tahvili meselesinin hak olduğunu da bilmiş oldular.

Allah Yapılanlardan Gafil Değildir

Allahü teâlâ'nın, "Allah, onların yaptıklarından gaül değildir" buyruğunda da iki mesele vardır:

Birincı Mesele

İbn Âmir, Hamza ve Kisâi, müslümanlara hitap yaptıklarınızdan.şeklinde, diğer kıraat imamları ise yahudilerle ilgili olmak üzere, (......) şeklinde okumuşlardır.

İkinci Mesele

Biz, bu ifâdeyi müslümanlara hitab kabul edersek, o onlar için bir va'ad ve müjde olur. Buna göre mana, "Dini kabul etmenizdeki sa'y-û gayretleriniz bana gizli değildir. Binaenaleyh sizin mükâfaatlarınızı eksiksiz veririm" şeklinde olur. Eğer. onuyahudilerle ilgili bir söz kabul edersek, bu onlar için bir va'îd ve tehdid olur. Bu tıpkı, Cenâb-ı Allah'ın.onlar için söylememiş olsa da, "Allah'ın, zalimlerin yaptıklarından habersiz olduğunu sakın sanma. Çünkü O, onları, gözlerin belerdiği (kıyamet) gününe bırakıyor" (ibrahim. 42) ayetinde olduğu gibi, bütün insanların mükâfaat ve mücâzaatından gafil olmadığı manasına da gelebilir.'

144 ﴿