147Çünkü, "İlimden sana bunca şey geldikten sonra.." ifâdesi buna delâlet ederadıyallahü anhllah Teâlâ'nın, "O zaman sen, muhakkak zâlimlerden olursun" sözünden murad şudur: "Eğer sen bunu yaparsan, inkâr etmeleri ve kendilerine zulmetmeleri hususlarında, işte o yahudiler gibi olursun." Bundan maksad, tehdid ve men etmedir. Allah en iyi bilendir"Kendilerine kitab verdiğimiz (o) kimseler, o (Muhammed'i) kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Onlardan bir grub muhakkak ki, Rabbin kûmdan olduğunu bildikleri hâlde o gerçeği gizlerler. Binaenaleyh sen sakın şüphe edenlerden olma" . Birinci Mesele Bil ki, bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Cenâb-ı Hakk'ın, (......) ifâdesi, her ne kadar lâfzı bakımından umumî ise de, onların âlimlerine has kılınmıştır. Bunun delili şudur: Cenâb-ı Allah onları, peygamberi, tıpkı kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanımış olmakla Kastetmiştir. Bir şeyden haberdar olan büyük bir kalabalığın, âdeten o şeyi hususunda ittifak etmeleri imkânsızdır. Görmez misin ki, bir kimse bir şehre girse ve camiyi sorsa, o şehirdeki herkesin yalan söyleyerek camian yerini ondan gizlemesi mümkün olmaz; bu ancak, çok az sayıdaki insanın oluşturduğu topluluk hakkında doğru olabilir. Allah en iyisini bilendir. İkinci Mesele (......) ifâdesindeki zamir neye aittir? Âlimler bu hususta birkaç ihtimal zikretmişlerdir: Zamir, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'e aittir. Yani, "Onu apaçık bir bilişle bilir, kendi oğullarını bilip, onları başkalarının oğullarıyla karıştırmadıkları gibi, peygamberi de başkalarından kolayca ayırdederler."Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre O, Abdullah İbn Selâm (radıyallahü anh)'den Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i sordu. Abdullah İbni Selâm cevaben şöyle aedi: "Ben onu, oğlumdan daha iyi tanırım.' Hazret-i Ömer: "Niçin?" deyince, O, "Çünkü ben Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olduğundan şüphe etmem. Fakat çocuğumdan şüphe edebilirim; çünkü annesi hainlik etmiş olabilir.." Bunun üzerine Hazret-i Ömer onun başını öptü.. Her nekadar daha önce ismi geçmemisse de, Hazret-i Peygamberi burada zamir ile göstermek caiz olmuştur. Çünkü söz O'na delâlet etmekte ve işitene de bu husus gizli kalmamaktadır. Bu gibi yerlerdeki "izmâr"da (isim zikretmeden zamirle işaret etmede) o kimseyi yüceltme ve o kimsenin, şöhretinden dolayı, tanıtmaya gerek olmaksızın malûm ve bilinir olduğunu anlatmak gayesi vardır. Bu görüş hakkında bazı sorular bulunmaktadır: Birinci Soru: Bu sözün, daha önce geçmiş olan kıble hakkındaki ayetlerle bir münasebeti yoktur. Cevap: Cenâb-ı Allah daha önceki ayette, Muhammed ümmetini, (Bakara, 145) ayetiyle, yahudi ve hristiyanlara tâbi olmaktan sakındırınca, bu ayet-i kerimede de mü'minlere, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in halini haber vererek, "Ey mü'-minler topluluğu, biliniz ki Ehl-j Kitâb'ın âlimleri Muhammed'i, Muhammed'in getirdiklerini, O'nun sıdkını, davetini ve kıblesini bilirler ve O'nun hakkında, nasıl oğulları hakkında şüphe etmiyorlarsa, aynı şekilde şüphe etmezler" demiştir. İkinci Soru: Tahrifle İlgili Bir Soru ve Cevabı Bu ayetin diğer benzerleri de şunlardır: "O'nu yanlarında, Tevrat ve İncil'de yazılı bulurlar" (A'râf, 157) ;ve, "Benden sonra gelecek olan ve ismi Ahmed olan bir peygamberi de müjdeleyici olarak..." (Saf, 6) Ancak biz, onların Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, oğullarını bildikleri gibi bilmelerinin imkânsız olduğunu söylüyoruz. Çünkü Hazret-i Peygamber'in Tevrat ve İncil'deki tavsîfi ya tam tafsilâtlı olarak gelmiştir, ki ancak O'nun zamanını, yerini, sıfatlarını, yaratılış ve mizacını, nesebini ve kabilesini belirtmek suretiyle olur veya bu tavsif şu şekilde tafsilâtlı olarak gelmez. Eğer birinci ihtimal mümkün olursa, muayyen bir vakitte, belli bir ülkeden, belli bir kabileden ve muayyen vasıflarla gelmesinden önce, doğu ve batıdaki bütün insanlar tarafından tanınmış olması gerekirdi. Çünkü Tevrat ve İncil, doğu ve batıdaki bütün insanlar arasında tanınmaktaydı. Eğer durum böyle olsaydı, yahudi ve hristiyanların hiçbirisi onu inkâr edemezdi.İkinci ihtimal söz konusu olursa, o zaman Tevrat ve İncil'de Hazret-i Peygamber'le ilgili olarak anlatılanlar, Hazret-i Muhammed'in peygamberliğinin doğruluğunu kesin olarak ifâde etmezler. Çünkü biz diyoruz ki: Farzet ki Tevrat, Araplardan bir adamın peygamber olacağı haberini ihtiva etsin.. Fakat bu haber tafsilât itibariyle yakînî bir bilgi derecesine ulaşmadığı zaman, bu bilginin varlığını kabul etmek, Hazret-i Muhammed'in peygamberliğini kabul etmeyi gerektirmez. Bu Probleme Cevâp: Bu soru bize ancak, "Biz Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini bilmenin Tevrat ve İncil'in O'nun niteliklerini ihtiva etmesiyle meydana getir" dersek yöneltilir. Halbuki biz bunu söylemiyor, aksine şöyle diyoruz: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), peygamberliğini iddia etti ve elinden bir çok mucizeler meydana geldi.. Bu durumda olan herkes, doğru bir peygamberdir. Bu, bir delildir ve delil de bir yakîn ifâde eder. Buna göre hiç şüphesiz Hazret-i Muhammed'in peygamber olduğunu bilmek, oğulların oğulluklarını, babaların da babalıklarını bilmesinden daha kuvvetli ve daha açıktır. Üçüncü Soru: Sizin anlattığınız bu izaha göre, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamberliğini bilmek yanılmaya ihtimal bırakmayan, delile dayalı (burhanı) bir ilimdir, Fakat, "Şu benim oğlumdurl" diyerek oğlunun kendi oğlu olduğunu bilmek, yanılma ihtimali olan ve zanna dayanan bir ilim olup, yakînî (kesinlik ifâde eden) bir bilgi değildir. Buna göre, yakînî bilgi, zann-ı galibe niçin benzetilmiştir? Cevap: Ayetten kastedilen, Hazret-i Muhammed'in peygamberliğini bilmenin, onların kendi oğullarının oğulluğunu bilmelerine benzediğini ifâde etmek değildir. Aksine bu ayetten murad, bunu, onların oğullarının şahıs ve zatlarına teşbih etmektir. Nitekim, babada, başkasıyla karıştırmayacak bir biçimde, kendi oğlunun şahsını ve zâtını bilir. Burada da durum aynıdır. Bu durumda, teşbih yerinde olur, çünkü bu bilgi zarurî bir bilgidir, peygamberin peygamberliğini bilmek ise teorik ve nazarî bir bilgidir. Nazarî bilgiyi zarurî olana teşbih etmekse, pekiştirme (mübalağa) ve teşbihte güzellik ifâde eder. Dördüncü Soru: Niçin sadece erkek evlât zikredildi? Cevap: Çünkü erkek çocuklar, daha iyi bilinir ve daha iyi tanınırlar. Çünkü onlar babalarıyla daha çok bulunurlar ve onların gönlüne daha yakındırlar. 2) daki zamir, kıble meselesine racidir. Yani, "Ehl-i Kitâb âlimleri, kendisine dönderildiğin kıbleyi, tıpkı kendi oğullarını bildikleri gibi bilirler" demektir. Bu, İbn Abbas, Kâtâde, Rebî ve İbn Zeyd'in görüşüdür. Bil ki birinci görüş, birçok bakımdan daha uygundur: 1) Zamir ancak daha önce zikredilmiş olan birşeye râcî olur. Burada zikredilen şeylerin en yakını, "Sana ilimden bunca şey geldikten sonra" ayetinde yer alan "ilim"dir. Bu ilimden murad, peygamberliktir. Cenâb-ı Allah sanki şöyle demiştir: "Onlar bu ilmi, oğullarını bildikleri gibi bilirler." Kıble meselesine gelince, onun zikri (bu şekilde) daha önce hiç geçmemiştir. 2) Allahü Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'de kıblenin tahvili işinin Tevrat ve İncil'de zikredilmiş olduğunu haber vermemiştir. Onun Kur'an'da bildirdiği husus, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetinin Tevrat ve İncil'de zikredilmiş olduğudur. Binaenaleyh bu bilme işini, peygamberlik meselesine hamletmek daha uygundur. Mû'cizeler ilk delâletleriyle, ancak Hazret-i Muhammed'in doğruluğuna delâlet ederler. Kıble işine gelince, bu ancak, Hazret-i Peygamber'in getirdiği şeylerden birisi olduğu için sabit olur. Bu sebeble bu bilmeyi, peygamberlik işine hamletmek daha uygundur.Cenâb-ı Allah'ın, "Onlardan bir grup, bile bile hakkı gizlerler" sözüne gelince, bil ki kendilerine kitab verilen ve Hazret-i Peygamber'in peygamberliğini bilenlerden, mesela Abdullah b. Selâm (radıyallahü anh) ve ona bağlı olanlar gibi bir kısmı Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e imân etmişlerdir; Ehl-i Kitab'dan küfrüne devam edenler de olmuştur. İman eden kimse "hakkı gizlemiş olmak" vasfı ile nitelenmez. Bu vasıfla ancak O'nu inkâra devam edenler nitelenir. Cenâb-ı Hak da, buyurmuş, ve onlardan bir kısmını bu vasıfla nitelemiştir. Allahü teâlâ, "Hakkı gizlerler" sözüyle, zemmederek, açığa vurulması mümkün olduğu zaman din hususunda gerçeği gizlemenin haram olduğunu beyan etmiştir. Alimler gizlenilen şeyin ne olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bunun, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliği olduğu gibi, kıble meselesi olduğu da söylenmiştir. Biz bu meseleyi daha önce uzunca anlatmıştık. Rabbin Katından Bir Gerçek Allahü teâlâ'nın "Rabbin katından bir gerçek" buyruğunda iki mesele vardır: Birinci Mesele (......) kelimesinin mahzut bir mübtedanın haberi olması muhtemeldir.Yani, (O haktır) takdirindedir. Hak teâlâ'nın, sözünün ise ikinci haber veya hal olması mümkündür, kelimesinin mübteda, itâdesinin haber olması da caizdir. Hazret-i Ali (radıyallahü anh), bundan önce geçen, ifâdesindeki, (......) kelimesinden bedel olmak üzere bu kelimeyi, şeklinde okumuştur. Buna göre mana, "Onlar senin Rabbin'den olan hakkı (gerçeği) de gizlerler" şeklinde olur. İkinci Mesele (......) kelimesindeki elif-lam hususunda iki görüş vardır: 1) Bu, ahd (belli bir hakki göstermek) içindir. Bununla, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in üzerinde bulunduğu gerçeğe (hakka), veya Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar hakkı gizlerler" ifâdesinde bildirdiği hakka işaret edilmiştir. Yani, "Onların gizledikleri bu şey, Rabbin tarafından olan bir gerçektir" demektir. 2) Bu, cins içindir. Buna göre, "Hak ancak Allah'dan gelir, başkasından değil" demektir. Yani, hak, mesela senin üzerinde olduğun şey gibi, Allah'dan olduğu sabit olan şeydir. Ehl-i Kitab'ın üzerinde olduğu şey (din, inanç) gibi, Allah'dan olduğu sabit olmayan şey ise bâtıldır. Şüphe Edenlerden Olma Allahü teâlâ'nın, "Sen sakın şüphe edenlerden olma" ifadesi ile ilgili iki mesele vardır: Burada Şüphe Konusu Hakkında İhtimaller Hazret-i Peygambere, hangi hususta şüphe edenlerden olmaması söylenmiştir. Alimler şu değişik görüşlerle, bu hususta ihtilâf etmişlerdir: a) "Bahisleri geçen kimselerin, senin hak peygamber olduğunu bildikleri hususunda ve onların bir kısmının inâd edip bunu gizledikleri hususunda şüphe etme." Bu görüşü Hasan el-Basri ifâde etmiştir. b) Aksine bu, kıble meselesiyle ilgilidir. c) Bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğinin ve şeriatının doğru olması hususuyla ilgilidir. Doğruya en yakın olan görüş budur. Çünkü zikredilen hususlardan buna en yakın olan, "Rabbinden olan gerçek" ifadesidir. Bu ifâdenin zahiri, Hazret-i Peygamber'in peygamberliği ile peygamberliğin şâmil olduğu Kur'an, vahiy ve şeriatı gösterir. Binaenaleyh, "Sen sakın şüphe edenlerden olma" ayetinin bununla ilgili olması gerekir. İkinci Mesele Allahü teâlâ, her nekadar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ini şüp- he etmekten nehyetmiş ise de, bu ifâde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu hususta şüphe etmiş olduğunu göstermez. Bu meselenin izahı daha önce yapılmıştı. Hayırda Yarışın |
﴾ 147 ﴿