148"Herkesin, yüzünü kendine döndürdüğü bir yönü vardır. Öyle ise siz de, hayırlara koşun, yarışın. Nerede bulunursanız bulunun, Allah hepinizi (bir araya) getirecektir. Şüphesiz ki Allah herşeye hakkıyla kadirdir". Bil ki âlimler Cenâb-ı Hakk'ın, "herkesin' ifâdesinden ne murad edildiği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bununla ilgili iki mesele vardır: Birinci Mesele Allahü teâlâ, "Herkesin, herkes için" buyurmuş da, "Her kavim için, her ümmet için" şeklinde dememiştir. Çünkü bu onlar tarafından mânası bilinen bir husustur. Bu sebeple "muzafun ileyhi" zikretmemek zarar vermez.Bu hazf işi Arapların sözünde çokça bulunmaktadır. Bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Biz sizden herbirinize bir şeriat ve bir yol tayin ettik" (Maide, 48) ayetinde olduğu gibi.. Ayetteki "Yön" Hakkında Farklı İzahlar Alimler bu mesele hakkında dört görüş ileri sürmüşlerdir: a) Bu ifâde bütün grupları içine alır. Yani müslüman yahudî, hristiyan ve müşrikleri kastediyorum... Bu Esamm'ın görüşüdür. Esamm şöyle demiştir: "Allah'ın da kendilerinden İşte bunlar, Allah katında bizim şefeâtçılarımızdır" (Yunus. 18) ayetinde de naklettiği gibi, müşrikler içinde putlara tapıp da bu suretle Allah'a yaklaşmak isteyenler vardı. b) Tâbiîn'in alimlerinin çoğunun görüşüdür. Buna göre, bundan maksad Ehl-i Kitab'dır. Ehl-i Kitab da müsfüman, yahudi ve hristiyanlardır. Müşrikler bu tabirin şümulüne girmezler. c) Bazı alimler, bundan muradın, "Müslümanlardan her bir topluluk için, Kâ'be'ye doğru olmak üzere, kendisine doğru namaz kıldıkları bir yön vardır. Bu yönler güney ve kuzey, veya doğu veyahut da batıdır... "Onlar bu görüşlerine şu iki hususu delil getirmişlerdir: 1) Allahü Teâlâ'nın, ifadesidir. Yani, "Allah oraya döndürür" demektir. Allah'ın döndürmesi ise, ancak Kabe için söz konusu olur. Çünkü O'nun dışında olanlar, şeytanın döndürmesidir. 2) Allahü Teâlâ bu kavlinin peşinden, sözünü getirmiştir.Görünen odur ki buradaki, dan murad, herkese ait olan cihettir, yöndür. Hayırla nitelendirilen yönler ise, Kabe'nin cihetleridir. d) Başkaları da şöyle demiştir: Peygamberlerden ve şeriat sahibi olan kimselerden herkesin, bir kıble yönü vardır. Meselâ "Mukarreb" lerin kıblesi Arş; Ruhanîlerin kıblesi Kürsî; Kerûbiyyûn'un kıblesi Beyti Mâ'mûr, senden önce geçen peygamberlerin kıblesi Beyt-i Makdis ve senin kıblen ise Kabe'diradıyallahü anhllah Teâlâ'nın, (......) ifâdesinde, iki mesele vardır: Birinci Mesele Bu ifâde izafetle olmak üzere, (......) şeklinde okunmuştur, Buna göre mâna, "Her yönün kendisine yöneleni vardır" şeklinde olur. Mef'ul öne geçmiş olduğu için lâm harfi getirilmiştir. Senin tıpkı"Zeyd'i dövdüm" ve, "Zeyd'i babası döver" demen gibidir. İkinci Mesele Ferrâ, ve kelimelerinin aynı manâya geldiğini söylemiştir. Âlimler bundan ne murad edildiği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Buna göre Hasan el-Basrî bundan maksadın "metodlar, yollar ve şeriatlar" olduğunu söylemiştir. Bu, Hak teâlâ'nın tıpkı, "Biz her ümmete bir ibâdet şekli tayin ettik"(Hacc, 34) ve. "Biz sizden herbiriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik" (Maide, 48) ayetlerinde buyurduğu gibidir. Bundan maksat, herbir şeriatın kendine özgü maslahatı olduğudur. Bu sebeple ümmetlerin değişmesiyle, muhakkak ki şeriatlar da değişir. Ümmetlerin değişmesiyle şeriatlar değiştiği gibi, bir ümmete nisbetle, zamanın değişmesinden ötürü şer'î hükümlerin de değişmesi tuhaf sayılmaz.. İşte bu sebepten dolayı nesh ve tağyir hususundaki hüküm doğru olmuştur.Diğerleri de, bundan maksadın kıbleyle ilgili husus olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğu daha önce geçmişti. Binaenaleyh, ayetteki, kelimesinin buna hamledilmesi gerekir. Cenâb-ı Hakk'ın, yı ifâdesine gelince bu hususta da iki görüş vardır a) Bu, "herkesle ilgilidir. Yani, "herkes için yüzünü kendisine çevireceği bir cihet var" demektir. b) Bu, Allah ile ilgilidir. Yani, "Allah onu oraya dönderir" demektir. Birinci görüşe göre, sözün takdirinin, "Sizden herkes için, kendine yöneleceği bir kıble ciheti vardır", yani "o kimse, oraya yönelir, kendisiyle Rabbine yaklaştığı namazında oraya döner. Herkes üzerinde bulunduğu hal ile huzur duyar, bundan ötürü ondan ayrılmaz... Binaenaleyh çeşitli dinlerde olmanıza rağmen aynı kıbleye yönelmenize imkân yoktur. O halde, "Hayırlara koşun" yani, "Sizler, ey müslümanlar topluluğu, siz kendi kıblenize yapışın. Çünkü siz bu hususta hem dünyevi, hem de uhrevi bakımdan hayırlar üzerinde bulunuyorsunuz."Dünyevî bakımdan hayırlar üzerinde olmanıza gelince, bu sizin, İbrahim'in kıblesiyle elde ettiğiniz şereftiradıyallahü anha)iret hususunda hayırlar üzerinde olmanıza gelince bu, Allah'ın emirlerine inkıyad etmenizden dolayı alacağınız büyük sevaptan ötürüdür. Çünkü siz ancak Allah'a varacaksınız.. Yerin hangi tarafında bulunursanız bulunun, Allah sizin hepinizi kıyamet alanında bir araya getirir; sizden haklıyla haksızı ayırır, böylece sizden itaat eden, isyan edenden; isabet eden, hata edenden ayrılmış olur. "O, her şeye kadirdir" şeklinde olduğunu söylememizdir. Bu te'vîli yapanlar şöyle derler: "Bundan maksat, yeryüzünde ümmetlerden herbirinin, ya şeriat vasıtasıyla veya da kendi hevâ ve arzuları sebebiyle tercih etmiş oldukları bir yönü ve ciheti vardır. Bu sebeple, başkasının yapmış olduğu şeylerden sizler rnes'ul tutulmazsınız.Onların amelleri kendilerine, sizin amelleriniz de sizedir. İkinci görüşe göre, yani, ifâdesindeki zamirin Allah'a âit olduğu görüşüne göre bu sözün iki izahı vardır: a) Allahü teâlâ, bize, iki kıble olan Beyt-i Makdis ve Kâ'be'den herbirinin Allah'ın kullarını çevirdiği bir cihet olduğunu bildirmiştir. Cenâb-ı Allah, dilediği zaman, uygun olduğunu bildiği şekilde onu yapar. Buna göre her iki cihet de Allah tarafındandır ve kullarının yüzlerini onlara çevirten de O'dur. Öyle ise siz, her iki durumda da Allah'ın emrine inkıyâd etmek suretiyle hayırlarda yarışınız. Çünkü sizin Allah'ın emirlerine boyun eğmeniz, sizin için birçok hayır demektir. Sakın, "Onları kıblelerinden çeviren nedir?" diyen şu kimsele-; rin kınamalarına da aldırmayın. Çünkü Allahü teâlâ hem sizi, hem de bütün bu beyinsizleri mahşerde biraraya getirip, aranızda hükmedecektir. b) Eğer biz, (......) ayetini, "Kabe'nin cihet ve yönleri" ile izah edersek, mana şöyle olur: "Ey müslümanlar, sizden her topluluğun bir yönelişi, yani Kâ'be'ye doğru bir ciheti vardır. Öyle ise siz, her taraftan Ka'be'ye yönelmek suretiyle, hayırlarda yarışınız. Çünkü bu yönler Ka'be'ye ulaştırdığı için, farklı farklı olsalar da tek bir yön gibidirler ve onların niyetleri Allah'a gizli kalmaz. Binaenaleyh Allah onların hepsini hasreder, amellerine göre karşılıklar verir."Cenâb-ı Allah'ın, "O, ona yöneltendir" ayeti, "O, yüzünü oraya yöneltir" manasınadır. Burada "yüzünü" ifâdesi zikredilmemiştir. Ferrâ, bunun manasının "O, oraya döner" şeklinde olduğunu söylemiştir. Ebu Mu'az ise, (......)nın, "O onu üstlenendir" manasında olduğunu söylemiştir. Mesela, bu manada, "Onu üstüne aldı, ondan hoşlandı ve onu takib edip sürdürdü" denilir. Abdullah b. Amir en-Nehâî'nin kıraatinde bu, (......) şeklinde okunmuştur. Bu, Abdullah, b. Abbas, Ebu Ca'fer ve Muhammed b. Ali el-Bâkır'ın kıraatidir.Diğer kıraat imamları bunu, (......) şeklinde okumuşlardır. Bunun, (......) şeklindeki İbn Âmir kıraatine göre, iki manası vardır: Senin tâbi olduğun şey de sana tâbi olur. Çünkü, nun manası, "Sen onu takib edecek şekilde kıldın" demektir. Şu onu takib edecek biçimde olursa, o da şunu takib etmiş olur. Bu durumda onlardan herbiri diğerini takib etmiş olur. Bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Adem'e Rabbisinden kelimeler geldi" (veya) "Adem, Rabbisinden kelimeler aldı" (Bakara, 37) ve, "Ahdim zâlimlere ulaşmaz" (veya) "Zalimler ahdime ulaşamaz" (Bakara, 124) ayetleri gibidir. Bu ayetlerde iki farklı kıraat olup, meallerde bu farklılık gösterilmiştir. Bu Ferra'nın görüşüdür. 2) Bunun manası, “Bu cihet ona hoş gösterildi ve sevdirildi. Yani o onu sevecek ve razı olacak hale geldi" demektir. İbadetin (namazın) Efdal Olan Vakti Allahü teâlâ'nın, emrinin manası, itaat olan şeyleri vaktinde yapmada çabuk davranma emridir. Bil ki vaktinin başında namazı edâ etmek Şafiî'ye göre daha efdaldir. Ebu Hanife bu görüşte değildir. Şafiî görüşüne şunları delil getirmiştir: 1) Namaz, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Namaz, konulan şer'İ hükümlerin en hayırlısıdır Keşfu'l-Hafa, 2/30 (Taberani, Müsned ve Hakim'den naklen) hadisine binâen, en hayırlı ibâdettir. Durum böyle olunca, Cenâb-ı Hakk'ın, "Hayırlara koşun" ayetinden dolayı, namazı vaktin evvelinde kılmak daha faziletlidir Emrin zahiri, vaciboluşu gösterir. Vacib olmadığı zaman, emir en azından mendub oluşu ifâde eder. 2) Allahü teâlâ, "Rabbinizin mağfiretine yarışın" (Hadid, 21) ayetidir. Bunun manası, "Rabbinizin mağfiretini gerektiren şeye koşun"demektir. Namaz da Allah'ın mağfiretini temin eden şeylerdendir. Binaenaleyh ona koşmanın (acele etmenin) mendub olması gerekir. 3) Allahü teâlâ'nın Hayır yarışlarında öne geçip kazananlar işte onlar (Allah'a) yakın olanlardır." (Vakıa, 10-11) ayetidir. Bunlardan muradın taata koşanlar olduğunda şüphe yoktur. Şüphesiz ki namaz da taatlardandır. Allahü teâlâ'nın, 'İşte onlar yakın olanlardır" buyruğu hasr ifâde eder. Buna göre mana, "Allah'a ancak, taatta yarışanlar yaklaşır" şeklindedir. Bu da tam bir faziletin yarışmaya bağlandığını gösterir. 4) Allahü teâlâ'nın '"Rabbinizin mağfiretine koşuşun" (Al-i imran, 133) ayetidir. Bunun manası, "mağfireti gerektiren şeye koşuşun" demektir. Namazın, bu şeylerden olduğunda şüphe yoktur. O halde ona koşmak da emredilmektedir. 5) Cenâb-ı Hak "Onlar, hayırlarda yarışırlardı " (Enbiya, 90) ayetiyle, peygamberleri medh-ü sena etmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Sizin ibâdetlerinizin en hayırlısı namazdır İbn Mace, Taharet, 4 (1/102).hadisinden dolayı, namazın bu hayırlardan olduğunda şüphe yoktur. 6) Allahü teâlâ, Allah'a taatte yarışmayı (çabuk davranmayı) bıraktığı için, iblisi zemmetmiş ve Sana emrettiğimiz zaman, secde etmekten seni alıkoyan nedir?" (A'râf, 12) buyurmuştur. Bu, taatte yarışmayı bırakmanın kınamayı gerektirdiğini gösterir. 7) Hak teâlâ'nın Namazlara devam edin" (Bakara. 238) âyetidir. Unutma ve diğer meşguliyetler sebebiyle namazı kaçırmadan emin olmak için namaza devam etmek, ancak acele etmekle elde edilir. 8) Hak teâlâ'nın, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'dan naklettiği "Ya Rabbi, razı olasın diye, sana acele geldim" (Taha., 84) ayetidir. Buna göre, acele etmenin evlâ olduğu ortaya çıkmaktadır. 9) Allah'ın, "Sizden Mekke'nin fethinden önce infak edip savaşanlar aynı durumda olmaz. Bunlar, Fetih'den sonra infâk edip savaşanlardan derece bakımından daha üstündürler" (Hadid, 10) ayetidir. Burada Cenâb-ı Hak, önce davranmanın faziletteki fazlalığın sebebi olduğunu beyan etmiştir. Namazda da durum böyledir. 10) Hazret-i Ömer, Cerirb. Abdullah, Enes ve Ebu Mahzûre(radıyallahü anha)m), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Vaktinin evvelinde kılınan namaz Allah'ın rızâsıdir, vaktinin sonunda kılınan namaz ise Allah'ın affıdır.” Tirmizi, Salat 127 (1/321). Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh).Allah'ın rızası, bize affından daha sevimlidir" demiştir. Şafiî (radıyallahü anh) de şöyle demiştir: "Allah'ın rızası ancak muhsinler içindir. Affı ise, sanki sadece kusur edenler içindir."Bundan dolayı: "Bu hadis yerinde bir delil değildir. Çünkü bu, namazda tehirin günah olduğunu ifâde eder. Halbuki biz bunun günah olmadığına ittifak etmişizdir. Bu durumda, geriye bu hadisin manasının, "vaktinin sonunda yapılan ibâdetin geçmiş günahların affını gerektirir" şeklinde olması ihtimali kalır. Böyfe olan şeyin, Allah'ın rızasını gerektirdiğinde şüphe yoktur.Binaenaleyh, "Namazı biraz geciktirmek de hem Allah'ın affını hem de rızasını gerektirir. İbadeti önce yapmak ise affı değil, sadece rızayı gerektirir. O halde, namazı tehir daha evlâdır" denilirse, biz deriz ki: Bu itiraz şu bakımlardan zayıftır: a) Eğer durum sizin dediğiniz gibi olsaydı, akşam namazının da tehir edilmesinin evlâ olması gerekirdi. Halbuki bunu hiç kimse söylememiştir. b) Allah'ın emrine hemen uymamak, aldırmamak gibidir. Bu da cezalandırmayı gerektirir. Fakat bundan sonra, o insan emri yerine getirirse, bu gereken ceza düşer. c) Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh)'in sözü, söylenen bu te'vili geçersiz kılar. 11) Hazret-i Ali (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir. "Ey Ali, üç şeyi geciktirme: Vakti geldiği zaman namazı hazır olduğu zaman cenazeyi ve dengini bulduğun zaman bekâr kızın (evlendirilmesini)." Tirmizi. Salat. 127 (1/320). 12) İbn Mes'ud (radıyallahü anh)'dan rivayet edildiğine göre, o, Hazret-i Peygamber'e: "Ya Resulullah ibadetlerin hangisi daha üstündür?" diye sorduğunda, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)"Vakitlerinin evvelinde kılınan namazlar"' Tirmizi, Salat, 127 (1/320).cevabını vermiştir 13) Ebu Hureyre (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:"insan, vaktin evvelinde ailesinden ve malından daha hayırlı olan şeyi elinden kaçırmış olarak (tehir ederek) namazını kılar. Muvatta, Vukûtus-salat. 21 (1/25). 14) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Kim, güzel bir adet ihdas ederse o adetinin mükâfaatı ve kıyamete kadar o adetle amel edenlerin mükâfaatının bir misli ona verilir" Benzeri hadis için bkz. Müslim. İlim. 15 (4/2060). buyurmuştur. Buna göre taatlarda erken davranan, o vakitte taat işlemeyi adet (sünnet) haline getirmiş olur. Bu sebeble de onun mükâfaatınm, sonradan kılanınkinden çok olması gerekir. 15) Biz, sahabe arasındaki üstünlük sebeblerinden birinin İslam'a girmedeki öncelik olduğu hususunda ittifak halindeyiz. Hatta Ehl-i Sünnet ile başka mezhebler arasında Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh)'in mî, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin mi daha önce müslüman olduğu hususunda çok şiddetli ihtilâflar meydana gelmiştir. Bu da ancak onların, taatlardaki önceliğin daha çok fazileti gerektirdiğinde müttefik olmalarından dolayıdır. Bu, bizim görüşümüze delildir. 16) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir hutbesinde, "Meşguliyete düşmeden, salih amellere koşunuz" İbn Mâce. İkâme. 78 (1/343).(Uzunca bir hadistir.)buyurmuştur. Namazın salih amellerden olduğunda şüphe yoktur. 17) İnsanların haklarını vermede acele etmek, geciktirmeden daha üstündür. Bu sebeple, Allah'ın hukukunu edâ hususunda da durumun aynı olması gerekir. Bu ikisi arasındaki müşterek nokta, bunlara ta'zim (saygı, önemseme) manasına riayet etmektir. 18) Namaza koşmak, onu edada acele etmek, insanın taata olan düşkünlüğünü ve o husustaki arzusunu ortaya koyar. Namazı geciktirmede ise, ona karşı gevşekliği gösteren bir mana vardır. Bu sebeple, birincisi evlâdır. 19) İhtiyata uygun olan, namazı edada acele etmektir. Çünkü insan namazını vaktinin evvelinde edâ ettiği zaman, borcunu ödemiş olur. Fakat tehir ettiği zaman, ve bilhassa kendisine bir meşguliyet ârız olup o namazı edadan onu alıkorsa, o farz onun zimmetinde kalır. O halde ihtiyata uygun olan şekil şüphesiz Ki daha evladır. 20) Ramazan orucunun vaktinde tutulmasının, kazaya bırakılmasından daha efdal olduğunda müttefikiz. Bu böyledir. Çünkü hasta olan kimsenin orucu bozması ve kazaya bırakması caizdir. Yine bu kimsenin o esnada orucunu tutması da caizdir. Sonra biz, oruçta, Cenâb-ı Hakk'ın da, "Orucu tutmanız sizin için daha hayırlıdır" (Bakara, 184) buyurduğu için, acele etmenin yani onu vaktinde tutmanın efdal olduğuna ittifak ettik. Bu sebeble, namazda da acele etmenin daha evlâ olması gerekir. Buna göre şayet, "Sizin bu kıyâsı delilleriniz, sıcak çok olduğunda öğle namazının; cemaate yetişme ümîdi olduğu zaman cemaatle kılmak için namazın veya su bulma ümîdi olduğu zaman yine namazın tehir edilmesi hükümleri ile bozulur" denilirse, biz deriz ki: Bu gibi durumlarda namazı tehir, arızî bir takım sebeblerden dolayı olur. Halbuki konumuz, aslî kaidelerin ifâde ettiği meselelerdir. 21) Örf bakımından bir emri yerine getirmek, onu tutmamaktan daha güzeldir. Bunun, şeriatın emirlerinde de aynı olması gerekir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Müslümanların güzel ve yerinde gördüğü şey, Allah katında da güzeldir" Müsned. 1/379. buyurmuştur. 22) Şartlan tam olan namazın, akşam namazı gibi, vaktinin evvelinde edâ edilmesi gerekir. Bu ifâdede, sıcak çok olduğunda öğle namazını geciktirmeye işaret vardır. Çünkü sıcakta mescide gitmek bir enget gibi olduğu için, öğle namazını mescidde kılmak isteyen kimseler için öğle namazını geciktirmek müstehabtır. Ama insan, öğleyi evinde kılmak isterse, onun acele etmesi daha üstündür. Yine bu ifâdede abdesti sıkışmış kimsenin veya aç iken yemeği hazır olmuş olan kimsenin, yine bu manadan ötürü, namazı tehir edeceğine işaret vardır. Su bulacağını ümid eden teyemmümlü kimse de böyledir. Cemaatle namaz kılınacağı zaman, cemaatin hazır olması için namazı tehir etmek de böyledir. Çünkü bütün bu durumlarda, namazın kemâl şartları tam tahakkuk etmemektedir. İşte bütün bunlar, vaktinin evvelinde namazı kılmanın efdal olduğuna delâlet eder. Namazları tek tek anlatacağız. Namazların Efdal Vakitleri Sabah Namazı: İmam Muhammed, "Sabah namazının müstehab olan vakti gecenin son karanlığı ile başlar, ortalığın ağarmasıyla çıkar. Eğer kişi sabah namazını bu ikisinden birinde kılmak isterse, ortalığın ağarmasıyla kılması efdaldir" demiştir.Şafiî (radıyallahü anh) ise, gecenin son karanlığında kılmanın efdal olduğunu söylemiştir. Ki bu Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer'in mezhebidir. İmam Malik ile İmam Ahmed de aynı görüştedirler. Şafiî (radıyallahü anh), yukarıda geçen delillerine ilâveten şu hususları da söylemiştir; 1) Sahiheyn, Hazret-i Aişe (radıyallahü anh)'nin şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sabah namazını kılıp bitirdiği esnada, çarlarına bürünmüş kadınlar, karanlıktan henüz tanınamıyorlardı." Muhyi's Sünne (el-Begavi), Şerhu's-Sünne kitabında bunların "elbiselerine ve çarşaflarına iyice sarınmış kadınlar" manasına olduğunu söylemiştir. Hadisin metninde geçen, kelimesi, geniş çarşaf (çar) demektir, cemîsi, (......) şeklinde gelir. Yine hadiste geçen, (......) kelimesi, gecenin sonunun karanlığı (yani sabahın alaca karanlığı) demektir.Buna göre şayet: "Bu, kadınların cemaate gittikleri İslam'ın başlangıç yıllarında böyle idi. İşte bundan dolayı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kadınlar tanınmasınlar diye, sabah namazını alaca karanlıkta kıldırıyordu. Hazret-i Ömer de böyle yapardı. Sonra kadınların cemaaate gelmesi nehyolununca, bu terkedildi" denilirse, biz deriz ki: Bütün ahkâmı isbat hususunda kendisine başvurulan asıl (kaide), neshin olmamasıdır. Eğer bu kaide olmasaydı, şer'î delillerden herhangi biri ile istidlal etmek mümkün olmazdı. 2) Sahiheyn Kâtâde'den, onun da Enes'den, Enes'in de Zeyd b. Sabit (radıyallahü anh)'den şu hadisi rivayet etmiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte sahur yemeği yer, sonra da sabah namazı için kalkardık."Enes (radıyallahü anh), Zeyd b. Sabit'e, "Bu namazda okunan ayetler ne kadar idi?" diye sordu. O da, "Elli ayettir" dedi." Bu rivayet de, yine tağlise (sabah namazının alacakaranlıkta, ilk vaktinde kılındığına) delâlet eder. 3) Ebu Mes'ud el-Ensâri, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, sabah namazını erkenden kıldığı, bir defa da ortalık iyice ağarınca kıldığı, vefat edinceye kadar, bir daha ortalık iyice ağarıncaya kadar sabah namazını bırakmadığını rivayet etmiştir. 4) Allahü teâlâ, erkenden istiğfar edenleri medh-ü sena ederek, "Onlar, seherlerde istiğfar edenlerdir" (Al-i İmran, 17) buyurmuştur. Gece namazı için uykusunu terkedenleri de medhederek, "Yanları yataklarından, uzaklaşır, korku ve ümid ile Rablerine dua ederler" (Secde, 16) buyurmuştur. Bunun böyle oluduğu sabit olunca, Hazret-i Peygamber'in Allah'tan naklettiği, "Bana yaklaşanlar, kendilerine farz kıldığım şeyi edâ ederek yaklaştıkları gibi hiçbirşeyle yaklaşamazlar" Buhâri. Rikâk, 38 (Benzeri bir hadis için bkz)kudsî hadisinden ötürü, farzları eda hususunda uykuyu terketmek vâcib olur.- Durum böyle olunca da, "tağlis" (sabahın ataca karanlığında namaz kılmanın) efdâl olması gerekir. O vakitte uyumak güzeldir, bu sebeble onu terketmek çok zor olur. Binaenaleyh Hazret-i Peygamber'in, "İbadetlerin en faziletli olanı, onların en zor olanıdır" Keşfu'l-Hafâ. 1/155.hadisinden dolayı, sabah namazını erkenden kılmanın sevabının daha çok olması gerekir. İmam Ebû Hanife Nezdinde Efdal Vakitleri Ebu Hanife de şu hususları kendi görüşüne delil getirmiştir: 1) Hazret-i Peygamber'in, "Sabah namazını ortalık ağarınca kılınız; çünkü bunun ecri en büyük ecirdir." Tirmızi, Salat, 117 (1/289 ); Nesâî, Mevakit, 27 (1/372) 2) Abdullah İbn Mesûd, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sabah namazını Müzdelife'de ilk vaktinde kıldırdığını rivayet etmiştir, İbn Mes'ûd sonra, şunu ilave etmiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, (hacc esnasında) bütün namazları mûtad vakitlerinde kıldırdığını gördüm. Yalnız sabah namazının vaktinde değişiklik yapmıştı. 3) İbn Mesûd'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Peygamberin ashabının, sabah namazını ortalık aydınlanınca kılmaya devam ettikleri gibi, hiçbir şeye devam ederken görmedim. 4) Ebu Bekr (radıyallahü anh)'den o, onun sabah namazını kıldırdığı ve Âl-i İmrân sûresini okuduğu, bunun üzerine kendisine uyanların, "Nerdeyse güneş doğacaktı!.." dediklerinde de, onun "Şayet güneş doğmuş olsaydı, bizi bundan gafiller olarak bulamazdı" dediği rivayet edilmiştir. Hazret-i Ömer'in de Bakara sûresini okuduğu, kendisine uyanların da, güneşin doğmak üzere olduğunu söyledikleri, bunun üzerine onun da, "Şayet güneş doğmuş olsaydı, bizi bundan gafil olarak bulamazdı" dediği rivayet edilmiştir. 5) Namazı tehir etmek, beklemeden dolayı bir fazilet kapsar. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Namazı bekleyen kimse, namazın içinde olan kimse gibidir" Aynı manada bir hadis için bkz. Tirmîzı. Salat, 354 (2/363) buyurmuştur. Buna göre kim namazı ilk vaktinden tehir ederse, ilk önce namazı beklemiş, sonra da ikinci kez onu kılmış olur. Vaktin evvelinde namazını kılan kimse ise, beklemeden dolayı elde edilecek fazileti kaçırmış olur. 6) Namazı geciktirmek, cemaatin çoğalmasına imkân verir. Bu sebeble cemaat faziletine nail olmak için, namazı tehir etmenin daha uygun olması gerekir. 7) "Tağlis", insanlara meşakkatli gelir. Çünkü sabah namazı erkenden kılındığı zaman, insan îecr tulü ettikten sonra namaza hazır olması için, geceden abdest almaya ihtiyaç hisseder. Halbuki şer'an zorluk kaldırılmıştır. 8) Sabah namazından sonra namaz kılmak mekruhtur. İnsan sabah namazını ortalık ağarınca kıldığı zaman, kerahet vakti azalır. Erkenden kıldığında ise, bu vakit çoğalmış olur. Hanefilerin birinci deliline şu şekilde cevap veririz: Fecr, kendisiyle doğu tarafındaki karanlığın kaybolduğu ışığa verilen isimdir. Buna göre ancak havada karanlık olursa fecr, fecr diye isimlendirilir. Ama karanlık tamamen yok olup. ortalık aydınlanınca, bu fecr olmaz. "İsfâr" a gelince, bu açılmaktan İbarettir. Meselâ, kadın yüzünü açtığı zaman, "Kadın yüzünü açtı" denilir. Bu sabit olunca biz deriz ki, fecr'in açılması ortalıkta karanlık bulunduğu zaman olur. Çünkü, karanlık ne kadar fazla olursa, o karanlık arasında ortaya çıkacak olan ışık da o kadar güçlü olur. Bu sebeple Hazret-i Peygamber'in, ifâdesinin, "tağlis" e hamledilmesi gerekir. Yani, "Fecr daha çok açık ve daha fazla olduğu zaman, kılınacak namazlarınızın sevabı daha çok olur." Biz, bunun ancak fecrin başında olacağını beyan etmiştik; bu, Şafiî (radıyallahü anh)'nin şu sözünün anlamıdır: "Hadiste gecen "isfâr", fecrin iyice doğduğuna ve hiçbir şüphenin kalmadığına hamledilmiştir." O vakitte namaz kılmanın daha zor olduğu, dolayısıyla onun stevabının daha fazla olması hususu da, bizim bu dediğimize delâlet eder. Ama, sabah namazını ortalığın ışımasına kadar geciktirmek, tembellerin işidir. O halde yüce Şâri'in, "taatlar hususunda tembellik, ciddiyetten daha üstündür" demiş olması nasıl mümkün olur? İkinci deliline cevap: Bu İbn Mes'ûd'un, "Sabah namazını ortalık ışıdığında kılmaya devam ediniz" sözüdür. Bunun cevabı, yukarıda izah ettiğimiz şeydir. Çünkü sabah namazını aydınlatmak, ancak vaktin evvelinde mümkün olabilir. Ama, ortalığın ışıkla dolmasına gelince, buna fecr denilmez. Diğer delilleri de, bizim daha önce söylemiş olduğumuz delillerle çelişir. Allah en iyisini bilendir. Allahü Teâlâ'nın, "Siz nerede olursanız olun, Allah sizin hepinizi huzuruna getirir" ayetine getince, bu Allah'a itaat edenler için bir va'ad, isyan edenler içinse bir va'îd ve tehdittir. Allahü Teâlâ sanki şöyle buyurmuştur: "Ey nübüvvet ve dini bilen hakikat ehli kimseler; hayırlara koşun, kıyamette Allah katında sizin için hazırlanmış olan çeşitli ikramlar ve yakınlıklara ulaşabilmeniz için, bu husustaki güçlükleri sırtlanın.." Daha sonra da Cenâb-ı Hak, "Muhakkak ki Allah herşeye kadirdir" buyurarak, bunun muhakkak olduğunu bildirmiştir. Bu böyledir, çünkü "i'âde" (öleni diriltme) bizatihi mümkün bir şeydir. Allah da mümkinatın hepsine kadirdir. Bu sebeple de O'nun, insanları irâde etmeye kadir olması gerekir. Bu ayetten çıkarılacak meseleleri, biz Cenâb-ı Hakk'-ın, "Eğer Allah dilerse, onların İşitmelerini ve gözlerini götürür. Muhakkak ki Allah her şeye kadirdir"(Bakara, 20) ayetinde zikretmiştik. Kıblenin Değiştirilmesi |
﴾ 148 ﴿