150"Nereden çikarsan, yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Bu, Rabbinden gelen bir haktır. Allah sizin yaptıklarınızdan gafil değildir. Nereden çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Her nerede bulunursanız, yüzlerinizi onun taraûna döndürün ki, aleyhinize, insanların, içlerinden ancak zâlimlerin yapışacağı bir bahane dışındahücceti kalmasın.. Artık onlardan korkmayın, benden korkun.. Ben de size olan nimetimi tamamlayayım da, böylece siz de hidâyete ulaşasınız...". Bilki bu ayette ele alınacak ilk konu, Allahü Teâlâ'nın bu ayetlerden önce Cenâb-ı Hakk'ın, (Bakara. 144) buyurup, ikinci olarak, (Bakara. 149), üçüncü olarak da, (Bakara. 150) buyurmuş olmasıdır. Kıblenin Değişmesi Hakkındaki Ayetlerin Tekrarındaki Hikmet Bu tekrarların bir anlamı var mıdır yok mudur? Ulemânın bu hususta bazı görüşleri vardır: a) Namaz kılan kimse üç durumda bulunabilir: 1) O kimsenin Mescid-i Haram'da olması; 2) O kimsenin, Mescid-i Haram'dan çıkıp, şehrin içinde olması; 3) Şehrin içinden çıkıp başka ülkelere gitmesi... Buna göre birinci ayet, İlk duruma; ikincisi, ikinciye ve üçüncüsü de üçüncü duruma hamledilir. Çünkü bazan, uzaklığın sahib olmadığı hürmete, yakınlığın sahip olduğu zannedilir. İşte bu vehmi gidermek için Cenâb-ı Allah, bu ayetleri tekrar etmiştir. b) Allahü Teâlâ bunu üç kere tekrar etmiştir; çünkü Cenâb-ı Hak bunların herbirine her seferinde fazla mânâlar yüklemiştir. Çünkü birinci ayette, Allahü Teâlâ, Ehl-i Kitab'ın, Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğinin ve kıblenin durumunun hak olduğunu bildiklerini beyan etmektedir. Çünkü onlar Tevrat ve İncil'de bunu müşahede etmişlerdi.İkinci mertebede de Cenâb-ı Hak, bunun hak olduğuna şehadet ettiğini açıklar. Allahü Teâlâ'nın o şeyin hak olduğuna şehâdet etmesi, Ehli Kitab'ın onun hak olduğunu bilmesinden başka bir şeydir. Üçüncü mertebede de, "İnsanların sizin aleyhinize delilleri olmasın diye bunu yaptığını" beyan etmiştir. Faydalar farklı farklı olduğu için, her defasında bu faydalardan birisi terettüp etsin diye, bu tekrarlar güzel olmuştur. Bunun bir benzen de Hak teâlâ'nın, "Kitabı elleriyle yazıp da, sonra, onu az bir değer karşılığında satmak için, bu, Allah katındandır"diyenlere yazıklar olsun! Ellerinin yazdığı şeyler sebebiyle onlara yazıklar olsun; kazandıkları şeyler sebebiyle, onlara yine yazıklar olsun!" (Bakara, 79) ayetidir., c) Allahü teâlâ, birinci ayette, "Seni hoşnud olacağın bir kıbleye döndüreceğiz. Şimdi yüzünü Mescid-i Haram tarafina çevir. Siz de (ey müslümanlar) her nerede olursanız olun, oraya yüzünüzü çevirin" buyurmuştur. Bundan, cahil kimsenin kalbine, "Seni, hoşnud olacağın bir kıbleye döndüreceğiz" dediği için Allah'ın bunu, Hazret-i Peygamber'in hoşnudluğunu (rızasını) elde etmek maksadıyla yaptığı vehmi gelebilir. Cenâb-ı Hak, işte bu sebeple, bu bozuk vehmi, "Nereden çıkarsan çık, yüzünü Mescid-i Haram'a döndür. Çünkü o, Rabbin tarafından olan hak (bir kıbledir)" buyurarak gidermiştir. Yani "Biz seni, şu kıbleye sırf senin rızân için döndürmedik. Bununla birlikte, bu döndürme, kendisinden kurtuluş olmayan bir hak olduğu için böyle yaptık.""O halde oraya yönelmek, neshedilmiş olan ve yahudilerin sırf hevâ-vü heveslerinden dolayı devam ettikleri kıble gibi, bir heva-vü heves sonucu değildir."Cenâb-ı Hak daha sonra, üçüncü olarak, "Nereden çıkarsan çık, yüzünü Mescid-i Haram tarafina döndür. (Sizde ey Müslümanlar) Nerede olursanız olun, yüzünüzü Mescid-i Haram tarafina çevirin" şeklinde buyurmuştur. Bundan maksad, "Bütün zaman ve vakitlerde bu kıbleye yönelmeye devam edin ve yüz çevirmeyiniz. Eğer çevirirseniz, bu çeviriş, dininiz hususunda bir ta'na (tenkide) sebeb olur" demektir. Velhasıl ilk geçen ayet, her yerde bu kıble üzere olmanın devamını emretmiş; ikincisi her zaman ve her yerde bu kıble üzerine olmayı emretmiş; üçüncüsü de her zaman böyle devam etmeyi emretmiş ve bu kıblenin kesinlikle mensuh olmayacağını bildirmiştir. d) Birinci emir, Cenâb-ı Hakk'ın onlara sevdikleri kıbleyi ikram ettiği hususuyla birlikte gelmiştir ki bu kıble, ataları İbrahim (aleyhisselâm)'in kıblesidir.İkinci emir, Cenâb-ı Allah'ın "Herkesin kendisine yöneldiği bir ciheti (kıblesi) vardır" ayetiyle birlikte gelmiştir. Bu şu manaya gelir: "Yani her tebliğ ve din sahibi (Peygamberin), kendisine yöneldiği bir kıblesi vardır. Binaenaleyh siz de, Allah'ın hak olduğunu bildirdiği cihetlerin (kıblelerin) en şereflisine yönelin." İşte bu da Allah'ın, "Her nereden çıkarsanız çıkın, yüzünüzü Mescid-i Haram tarafına çevirin ve (bil ki) o, Rabbinden olan hak (bir kıbledir)" ayeti ile belirttiği husustur. Üçüncü emir ise, Allah'ın kıble hususunda kendisine düşmanlık yapan yahûdilere bir delil olmadığı beyânı ile birlikte gelmiştir. Böylece, bu üç şey, herbirine kıbleye yönelme emrinin bitişmiş olduğu üç ayrı sebeb olmuştur. Bu, şöyle demeye benzer: "İşte bu kıbleye sarıl. Çünkü o senin hep arzuladığın kıbledir. Evet bu kıbleye tutun. Çünkü bu, bir hevâ-vü heves kıblesi değil, Hakkın kıblesidir." Bu, "Muhakkak ki bu Rabbin katından olan bir hak (kıble-, dir)" ayetinin ifâde ettiği husustur. Sonra ise şöyle denilir: "Bu kıbleye yapış. Çünkü senin bu kıbleye yapışman, yahudilerin senin aleyhine getirecekleri delillere imkân bırakmayacaktır."Buralardaki bu tekrarlar, Cenâb-ı Hakk'ın Rahman süresindeki, ayeti ile Şuâra süresindeki, ayetinin tekrar edilişi gibidir. e) Bu olay, dinimizde, hakkında nesih cereyan etmiş olan olayların (hükümlerin) ilkidir. Bundan dolayı, te'kid, iyice anlatma, şüpheleri yoketme ve açıklamayı iyice yapmak için bu hususun tekrarına ihtiyaç duyulmuştur. Cenâb-ı Allah'ın, ayetine gelince, yani Allah, "bildikleri halde hakkı gizleyen ve, "Onları, yönelegeldikleri kıblelerinden döndüren nedir?" deyip, "Muhammed, doğduğu yere ve atasının dinine iştiyak duyuyor diyerek, herkesin içine şüpheler atan şu inatçı kişilerin yaptıklarından gafil değildir." Şüphesiz Allah bunu bilir, bildiği için de bu görüşü iptal edecek ve onun zayıflığını, tutarsızlığını ortaya koyacak olan hükmünü indirmiştir. İnsanların Sizin Aleyhinize Bir Hücceti Olmasın Cenâb-ı Hakk'ın, "İnsanların, sizin aleyhinize bir hücceti olmasın diye..." kavline gelince, bu hususta birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Bil ki bu söz, daha önce yahudiler tarafından kıble hususunda birtakım hüccet ve sözlerinin geçmiş olduğunu vehmettirir. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, bizzat Kabe'ye dönülmek suretiyle şu anda o hüccetin ortadan kalktığını, yok olduğunu açıklamayı dilemiştir.Bu hüccetin keyfiyyeti hususunda birkaç rivayet vardır: a) Yahudiler, "Sen dinimize muhalefet ediyor, ama kıblemize uyuyorsun" demişlerdir. b) Yine onlar, "Muhammed namazında nereye yöneleceğini bilemiyordu.. Bu sebeple de O'na kıbleyi biz gösterdik" demişlerdir. c) Araplar da, "O, Hazret-i İbrahim'in dini üzereyim diyor, şu anda ise Kabe'ye yönelmiyor.. Kim Kabe'ye yönelmezse, o kimse İbrahim'in dinini terketmiş olur. diyorlardı.Böylece bütün bu hususlar, Hazret-i Muhammed'in şeriatı hususunda ta'nda bulunmak için vesileler olmuşlardı. Ancak Allahü Teâlâ bu hususta uygun olan şeyi bildiği için, kendisindeki dinî faydaya istinaden, onlara Beyt-i Makdis'e yönelmelerini gerekli kılmıştır. Çünkü onların sözü, maslahat hususunda müessir olamaz. Biz daha önce bu maslahatı açıklamıştık. Bu maslahat da Mekke'de Hazret-i Muhammed'e tâbi olanların, O'nu yalanlamaya devam edenlerden ayırdedilmesi hususudur. Çünkü bu ayırdedilme ancak, bu yolla ortaya çıkabilir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye varınca, maslahat değişti; Allah'ın hikmeti de kıblenin Kabe'ye tevcihini gerektirdi.. İşte bundan dolayı, "İnsanların, sizin aleyhinize bir hücceti olmasın diye..." buyurmuştur. Yani, onların bahsetmiş oldukları o şüphe, bu tahvîl sebebiyle ortadan kalkmıştır.Onların arasında, kıblenin değiştirilmesi esnasında başka bir şüpheye tutunacağı bilinen kimseler bulunca, ki bu da bazı Arapların, "Muhammed Kabe'ye yönelmek suretiyle dinimize iltifat ediyor; ilerde de tamamiyle dinimize girecek" demeleridir. Bu şüpheye tutunup onu sürdürmek cehalet ve küfür üzerinde devam etmeye sebep olunca, bu da Allahü Teâlâ'nın, "Muhakkak ki şirk, büyük bir zulümdür" (Lokman, 13) sözüne göre kişinin nefsine zulmetmesi mânasına gelince, işte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Onlardan zulmedenler hariç..." buyurmuştur. İkinci Mesele Nâfi, hemzeyi terkederek, diye okumuştur. Çünkü, hemzenin harekesi fetha, kendisinden önceki harfin harekesi de kesre olunca, o hemze yâ harfine çevrilir. Diğer imâmlarsa hemze ile okumuşlardır ki, aslolan da budur. Üçüncü Mesele (......) nın yeri, mansûb olmasıdır.Bu kelimede amil olan ifâde ise ifadesidir. Yani, "... maması için çeviriniz..." demektir. Zeccâc, takdirin şöyle olduğunu söylemiştir: "Ben size bunu, insanların, sizin aleyhinize bir delili olmasın diye öğrettim." Dördüncü Mesele Ayette geçen, (en-nâs' insanlar) kelimesin- den maksadın, "Ehli Kitâb" olduğu söylenmiştir. Bu görüş Katâde ve Rebî'den nakledilmiştir. Bu ifâdenin umûm üzere olduğu da söylenmiştir. Gayr-i Müslimlerin Bahaneleri Hakkında Hüccet Tabirinin Kullanılması Burada bir soru vardır, o da: "Nefislerine zulmeden kimselerin şüphelerinin bir hüccet olmamasıdır. O halde bu hüccet kelimesinden nasıl istisna edilebilir? Âlimler bu konuda şu görüşlere yer vermişlerdir: a) Bu, istisna-i muttasıldır. Bu görüşe göre, bu soruya şu izahlarla cevap vermek mümkündür: 1) Hüccet bazan sahîh olduğu gibi, bazan da bâtıl olur. Nitekim Hak teâlâ, "Onların hüccetleri, Rableri nezdinde boştur" (Şura, 16) ve "Sana ilim geldikten sonra, bu hususta seninle kim çekişir, hüccetleşirse..." (Al-i İmran, 61) buyurmuştur. Çekişme, taraflardan herbirinin diğerinin aleyhine bir hüccet ve delil getirmesidir. Bu da, bâtılı savunan kimsenin de getirmiş olduğu şeyin hüccet olarak adlandırılmasını gerektirir.Bir de hüccet, bir kimse başkasına galip geldiğinde söylenilen, (......) kelimesinden iştikak etmiştir. Buna göre kendisiyle başkasına üstün gelmenin kastedildiği her söz hüccettiradıyallahü anhlimlerin bir kısmı da, "hüccetin" ifâdesinden alınmış olduğunu söylemişlerdir. Buna göre insanın, bir şeyi isbat ya da iptal hususunda kendisi için metod haline getirdiği her söz hüccettir. Şüphenin de bazan hüccet olarak adlandırılabileceği sabit olunca, istisna muttasıl olur. 2) Ayetteki, (......) kelimesinden maksat, kitab ehlidir. Çünkü onlar, kendi kitaplarında Hazret-i Peygamber'in kıbleyi değiştireceğini görmüşlerdi. Kıble değişince, onların hüccetleri geçersiz oldu... Zâlimler bildiklerini gizlemiş olmaları sebebiyle bu husustan müstesna tutulmuşlardır. Bu, Ebu Ravk'tandır. 3) Onlar, bu şüpheyi bir hüccet inancı içinde irad ettikleri için, Allahü Teâlâ onların bu inançlarına binaen, bunu hüccet olarak adlandırmıştır. Veya, belki de Cenab-ı Hak o şüpheyi onlara bir hakaret olsun diye, "hüccet" diye isimlendirmiştir. 4) Cenâb-ı Hak, "hüccet" sözüyle çekişme ve mücâdeleyi murad ederek, buyurmuştur. Çünkü onlar sizinle, bâtılın yanında olarak mücadele ediyorlar.Bu istisna, istisnâ-i munkatı'dır. Manası, "şüpheye tutunan ve o şüpheyi hüccet olarak gören zâlimler hariç..." şeklindedir. Bu, Allah'ın tıpkı, "Onların bu hususta, zanna uymaktan başka bir bilgileri yoktur" "(Nisa, 157) ifâdesinde olduğu gibidir. Nâbiğa da: "Onlarda, düşman bölükleriyle çarpışmaktan dolayı kılıçlarının keskin ağızlarının kırılıp keskinliğini yitirmesinden başka bir kusur yoktur" demiştir. Bunun mânası şudur: Onlarda hiçbir kusur yoktur; fakat onların kılıçlarında kırıklıklar vardır ki, bu da bir ayıp sayılmaz...Yine, "Onun, zulüm hariç, bir hak üzere olduğunu kim görmüş?" denilir. Bunun mânası, "O ancak zulmeder ve haksızlık yapar" demektir.Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Muhakkak ki benim yanımda, peygamberler korkmaz.. Zulmeden müstesna..." (Neml, 10-11) ve "Bugün, Allah'ın emrinden (seni) koruyacak kimse yoktur.. Allah'ın rahmet ettiği müstesna..." (Hud, 43) ayetleridir. Bu çeşit söz, Araplarca çok bilinen ve örf haline gelmiş olan bir ifâde tarzıdır. c) Ebu Ubeyde (......)nın "vâv" harfi anlamına geldiğini iddia etmiştir. Buna göre Allahü Teâlâ sanki, "İnsanların ve zulmedenlerin, sizin aleyhinize bir hücceti olmasın diye..." demiştir. Nitekim şâir, "Babanın ömrüne yemin ederim ki, her kardeş kardeşini terkeder. Ferkedân bile... (her zaman, kuzey kutbuna yakın olarak yan yana görülen iki yıldız...) demiştir. d) Kutrûb, (......) ifâdesindeki, (......)nin mahallinin, (......) lâfzındaki, (......) lâfzından bedel olmak üzere mecrûr olduğunu söylemiştir. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Siz zâlimlere hüccet olmasın diye..." Çünkü bu onların, yani kâfirlerin aleyhine bir hüccet oluradıyallahü anhli Ibn Isa, son iki görüşün uzak bir ihtimal olduğunu söylemiştir.Cenâb-ı Hakk'ın, 'Öyleyse onlardan korkmayın, benden korkun" emrine gelince, bunun mânası, "Daha önce ismi geçen inatçı, mücadeleci ve çekişen kimselerden, onların kıbleniz hakkındaki dedikodularından korkmayınız. Çünkü onlar size zarar veremezler.. Ancak bundan haşyet duyun.. Yani, size farz kıldığım ve gerekli gördüğüm şeylerden dönerseniz, işte o zaman benim cezamdan çekinin..." demektir. Bu ayet, kişiye, yaptığı ve yapmadığı bütün işlerde Allah'ın cezalandırmasını hep aklında tutması, mahlûkatın elinde kesinlikle hiçbir şeyin bulunmadığını bilmesi ve kalbini insanlarla meşgul etmeyip onlara iltifat etmemesi gerektiğine delâlet etmektediradıyallahü anhllahü Teâlâ'nın, "Ve size olan nimetimi tamamlamak için..." sözüne gelince, âlimler lamın müteallakı hususunda ihtilâf ederek, şu görüşlere yer vermişlerdir: a) Bu, Allahü Teâlâ'nın, (......) ifâdesine mütealliktir. Böylece Cenâb-ı Hak, onların, Kabe'ye yönelmelerinin şu iki hikmetten ötürü olduğunu beyan etmiştir: 1) Bu kimselerin bu husustaki hüccetlerini, bahanelerini sona erdirmek.. 2) Nimetini tamamlamak..Ebu Müslim İbn Bahr el-İsfehânî, buradaki nimeti şu şekilde açıklamıştır: Yahudiler yaptıkları her şeyde, Hazret-i İbrahim'e uymakla iftihar ediyorlardı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Beyt-i Makdis'e döndürülünce, onların kalblerine bir za'af geldi.Hazret-i Peygamber şerefli mevkii sebebiyle Kabe'ye dönmeyi arzuluyordu. İşte, nimetin tamamlanması konusu budur, . b) Lâm harfi, düşmüş olan bir ifâdeye taalluk eder.. Buna göre mana, "Size nimetimi tamamlamak ve sizin hidayetinizi istememden dolayı, bunu size emrettim "şeklinde olur. c) Bunun mukadder bir sebebe atfedilmesidir. Buna göre sanki şöyle denilmiştir: "Sizi muvaffak kılmam ve size nimetimr tamamlamam için, benden korkun!.." Birinci görüş doğruya daha yakındır. Buna göre eğer, "Allahü Teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in vefatı yaklaşınca. "Bugün ben sizin dininizi kemâle erdirdim ve size olan nimetimi tamamladım" (Maide, 3)ayetini indirmiş, nimetini ancak o gün tamam kılmıştır. O halde nasıl bu ayette senelerce önce, demiştir?" denilirse biz deriz ki: Her vakte lâyık olan nimetin tamamı, Cenâb-ı Hakk'ın o vakte tahsis ettiği nimettir. Hadiste de, "Nimetin tamamı, cennete girmektir" Tirmizi, Deavât. 94 (5/541).buyurulmuştur. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'den de, "Nimetin tamamı, İslâm üzere ölmektir" dediği rivayet edilmiştir.Bil ki, Ebu Müslim (radıyallahü anh)'den, Hazret-i Peygamberin ve ümmetinin Beyt-i Makdis'e doğru kılmış oldukları namaz hususunda naklettiğimiz şüphelere gelince, eğer bundan maksadı, Kur'an'ın lâfızlarının buna delâlet etmediği hususu ise, o haklıdır. Çünkü, yukarıda da açıkladığımız gibi, Kur'an'ın hiçbir lâfzı buna delâlet etmemektedir. Eğer maksadı, bunu tamamen inkâr ise, bu hakikaten uzak bir görüştür. Çünkü, bu husustaki haberler tevatür derecesine yaklaşmışlardır. Ebu Müslim (radıyallahü anh) tevatürü kabul etmeyebilir. Bu durumda da, "Şeriatımızda neshin vuku bulduğu hususunda haber-i vahide dayanarak kesin hüküm vermek doğru olmaz" diyebilir. Allah en iyisini bilendir. Size, Bilmediğinizi Öğreten Bir Peygamber Gönderdik |
﴾ 150 ﴿