158

"Safa ve merve Allah'ın nişânelerindendir. Kim Beytullah'ı hacc ve umre niyetiyle ziyaret ederse, bunları güzelce tavaf etmesinde bir beis yoktur.Kim nafile olarak bir hayır İşlerse, (bilsin ki) Allah şâkir ve alimdir".

Ayetin Makabliyle Münasebeti

Bu ayetle ilgili bazı meseleler vardır; Bil ki bu ayetin, makabli (öncesi) ile irtibatı birkaç bakımdandır:

a) Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ümmetine, Hazret-i İbrahim'in şeriat ve dinini ihya ettirmek suretiyle nimetini tamamlamak için, kıbleyi Kabe tarafına çevirdiğini beyân etmiştir. Nitekim Hazret-i Muhammed'e verdiği bu nimeti 'Sizin üzerinize olan nimetini tamamlamak için.." (Bakara, 1505) ayetiyle beyan etmiştir.Safa ve Merve tepeleri arasında sa'y etmek, Ka'be'nrn yapılması kıssasında da zikredildiği ve Hazret-i Hacer'in bu iki dağ arasında sa'y ettiği (koşarak gidip geldiği) belirtildiği gibi, Hazret-i İbrahim'in nişânelerindendir. Durum böyle olunca, Allahü teâlâ buyurunca, bunun peşinden, bu ayeti getirmiştir. Allah bu ayette Safa ile Merveyi Allah'ın nişanelerinden saymıştır. Çünkü bu iki tepe, Hacer ve İsmail'in başlarına gelen belânın işaretlerindendir. Bundan dolayı alimler bu ayeti, sıkıntılara sabreden kimselerin mutlaka en yüksek derecelere ve en yüce makamlara erişeceğine delil getirmişlerdir.

c) Allah'ın, kullarına yüklediği mükellefiyetler üç kısımdır:

1) Daha işin başında güzel olduğuna (yerinde olduğuna) aklın karar veriği şeyler.Cenâb-ı Hak bunu ilk önce "Öyleyse beni anın ki, ben de sizi anayım; ve bana şükredin, nankörlük etmeyin. " (Bakara, 152) ayetiyle belirtmiştir.Her akıllı insan lütufta bulunmanın medh ve sena ile zikredilmesinin ve ona şükretmeye devam edilmesinin aklen güzel sayılan bir şey olduğunu bilir.

2) Aklın daha baştan kabîh (kötü) olduğuna karar verdiği, ne var ki, onu şeriat getirdiği için iyi olduğu kabul edilen şeydir... Bu, meselâ acıların, fakrû zaruretlerin, mihnet ve meşakkatlerin başa gelmesi gibi... Çünkü bütün bunlaradıyallahü anhklen kötü gürülmüş gibidirler. Çünkü Allahü teâlâ bununla bir fayda elde etmez; bilakis Kul bundan acı duyar. Böylece bu kötü görülmüş gibi olur. Fakat şeriat onu getirip hikmetini açıklayınca -ki bu hikmet "Andolsun ki biz sizi biraz korku, biraz açlık... ile imtihan edeceğiz" ayetinde ifâdesini bulduğu gibi, bir iptilâ ve imtihandır- müslüman bunun güzel, hikmetli ve doğru olduğuna inanır.

3) Ne hasen (güzel, yerinde) olduğuna ne de kabin (yersiz, kötü) olduğuna akıl ile ulaşılamayan, aksine aklın hem faydadan hem zarardan uzak abes (boş) gördüğü hükümlerdir. Mesela hacc menasikinden olan Safa ile Merve arasında sa'y gibi.. Bundan dolayı Allahü teâlâ, bu kısmı mükellefiyetin bütün kısımlarına dikkat çekmek, istifa ve istiksâ metoduyla (tam ve tekmi olarak) hepsini hatırlatmak için, ilk İki kısmın peşinden getirmiştir. Allah en iyisini bilendir.

Safa İle Merve'nin Mânâsı

Bil ki Safa ve Merve, belli iki tepenin özel ismidir. Fakat alimler bu iki kelimenin hangi kökten iştikak ettiği (türetildiği) konusunda epeyce konuşmuşlardır.Kaffâl (r.h.a.) şöyle demiştir: "Safa kelimesinin müfred olduğunu ve (......) kelimesinin (......) şeklinde, (......) kelimesinin (......) şeklinde cemî oluşu gibi, (......) kelimesinin de ve (......) şeklinde cemî olduğu söylenmiştir. Râciz şöyle demiştir: Sırtına vuran sudan dolayı sanki onun sırtı dümdüz kayalar üzerindeki kuşların inip kalktığı yerler gibidir, " kelimesi bazan cemî manasına olur. Bunun müfredidür.Cerir şöyle demiştir: "Düşman bizim kayalıklarımıza vurup dayandığı zaman, şunu iyice bilsinler kif bizim sözlerimiz taşlardan bile serttir".Halil'in kitabında: büyük pürüzsüz kaya parçası manasınadır. Araplar bir kaya parçasını nitelerken ve kelimelerini kullanırlar. Bizzat o kayadan bahsettiklerinde ise derler. Buna göre ve kelimeleri sanki aynı manadadırlar. Müberred kendisine çamur gibi şeyler bulaşmamış, veya toprak karışmamış her kayaya denir. Bu kelimenin kökü ise, "saf olmak" manasına gelen fiilidir." demiştir. (Merve) kelimesine gelince, bunun hakkında Halil şöyle demiştir: "Pürüzsüz, bembeyaz, çok sert taşlara "Merve" denir." Başkaları da "O, küçük bir taş manasına gelir. Cem-i kıllet olarak (......) şeklinde, Cem-i kesret olarak ise (......) şeklinde cemilenir. Ebu Züeyb şöyle demiştir."Öyle ki hadiseler karşısında ben sanki hissiyat safası ile her gün dövülen beyaz kara parçası gibiyim."

Şeâirin Mânası

(şeâirillah) lâfzına gelince, bu "Allah'a itaatin alâmetleri, nişaneleri" manasınadır. Allah'a itaatin nişanesi kılınan her şey Allah'ın şeâirindendir. Nitekim Hak teâlâ, kurbanlık develeri de sizin için Allah'ın şeairinden kıldık" (Hacc, 36) yani "Allah'a yaklaşma nişanesi ve alâmeti kıldı ve "Bu, böyledir. Kişinin Allah'ın şeâirine hürmet göstermesi, kalblerin takvasındandır " (Hacc, 32) buyurmuştur. Haccın nişaneleri (şeâiri) ise, hacc ahkâmının esaslarıdır. Meş'ar-i Haram ve kurbanlıkk devenin bıçakla alâmetlendirilmesi bunlardandır. Böylece bu, o devenin sahibinin ihrama girdiğinin, o deveyi Beytullah'a kurban edeceğinin emaresi olur. Harpte kullanılan şeâir de bu manadadır. Bu şeâir, savaşan tarafların birbirinden ayırdedilmesine yarayan alâmet (bayrak)tır. Bu kelime, bildirme manasına olan (iş'ar) kökünden alınmıştır. "Bildim" manasına demen de bu köktendir.

Üçüncü Mesele

Biz, şeâiri, ibâdetler veya haccın ahkamı manasına hamlederiz. Veyahut da "ibadetlerin yapıldığı yer ve ahkâmı" manasına alırız. Buna göre eğer biz birincisini tercih edersek, ayette bir hazif söz konusu olur. Çünkü bu iki dağın bizzat kendisi "din" ve "ahkâm" olarak nitelendirilemez. O halde şeâirden maksad, "O ikisi arasında tavaf ve sa'y etmenin Allah'ın dininden olduğu" dur.Eğer ikinci manayı tercih edersek sözün zahiri doğru olur. Çünkü bu iki dağın ibâdet ve ahkâmın tahakkuk yeri olması mümkündür. Nasıl böyle olmasın? Çünkü bu iki dağ arasında sa'y etmek Allah'ın şeâirinden, dininin nişânelerindendir. Allahü teâlâ bu sa'yi ümmet-i Muhammed için ve Hazret-i İbrahim ümmeti için dinî bir hüküm kılmıştır. Bu, Cenab-ı Hakk'ın Hazret-i İbrahim'den"Bize, menâsikımizi göster" (Bakara, 128) dediğini naklettiği, menâsik (hacc ahkâmı)ndandır.Sa'y, baştıbaşına bir ibâdet değildir. O, haccın bir parçası olduğu zaman ancak ibâdet olur. İşte bu incelikten dolayı, Hak teâlâ, kendisinde sa'yin İbâdet olduğu yeri açıklayarak, umre niyetiyle ziyaret ederse, bunları güzelce tavaf etmesinde bir beis yoktur " buyurmuştur.

Haccdaki Sa'yin Hikmeti

Sa'yin dinî bir hüküm kılınmasının hikmeti, meşhur olan şu hikâyedir: Hazret-i İsmail'in annesi Hâcer, hem kendisinin hem de oğlu İsmail'in susaması neticesi başı dara düştüğünde, Allahü teâlâ hem onun için hem de yavrusu için yerden su kaynatarak, Hacer'in yardımına koşmuş ve böylece mahlûkâtına, dünya yurdunda her nekadar Allah dostları çeşitli belâlarla mübtelâ olsalar, kendisine yalvanp yakaran kimseleri genişliğe çıkarmasının yakın olduğunu bildirmiştir. Çünkü O, kendisinden yardım isteyenlere yardım eder. O halde, Hazret-i Hâcer ile İsmail'in hallerine bir bak, Allah onlara nasıl yardım ve dualarını kabul etmiş, daha sonra da onların yaptıkları fiilleri bütün mükelleflere kıyamete kadar bir taat kılmış, Allah'ın, yolunda muhsin olanların (iyi kullarının) mükâfaatlarını zâyî etmeyeceği bilinsin diye, onların yollarını bütün mahlûkat için uyulacak bir yol kılmıştır. Bütün bunlar, Cenab-ı Allah'ın daha önce kullarını biraz korku, biraz açlık, biraz da mal, can ve ürünlerden noksanlaştırarak imtihan edeceğini, bütün bunlara sabredenlerin her iki dünyada mutluluğa ve saadete erişip en yüce maksadı elde edeceklerini haber vermesinden dolayı bir gerçektir.

Hacc Kelimesinin Mânası:

Kaffal "hacc" kelimesinin iştikakı (türediği kök) hususunda bazı görüşler zikretmiştir:

a) Arapça'da, "birşeyin yanına çok gidip gelmek" manasınadır. Buna göre hacc niyetiyle Kâ'be'yi ziyaret eden kimse ilk önce onu tanımak için ona gelir, sonra tavaf etmek için yine dönüp ona gelir, sonra Mina'ya gider. Sonra ziyaret tavafı için yine Kâ'be'ye gelir. Sonra veda tavafı için yine ona geri gelir.

b) Kutrub, "hacc"ın tıraş olmak manasına geldiğini, meselâ, "Başındaki yaranın etrafını tıraş ettim" denir. Çünkü o yaraya fitilin girebilmesi (tedavi edilebilmesi) için, etrafındaki saç ve kıl tıraş edilir. Buna göre, (......) ifâdesinin manası "Falan tıraş etti" olur. Kaffâl, Cenâb-ı Hakk'ın, İnşaallah Mescid-i Haram'a, saçlarınızı tamamen kazımış veya kısaltmış olarak, emniyet içinde gireceksiniz" (Fetih, 27), yani "Haccedenler ve umre yapanlar olarak gireceksiniz" ayetinden dolayı, bu mananın muhtemel olduğunu söylemiştir. Buna göre Cenâb-ı Allah, haccı "tıraş" ile ifâde etmiştir. Binaenaleyh bu manadan dolayı, haccın, "hacc" diye isimlendirilmiş olması pek uzak ihtimal değildir

c) Bazı âlimler de "hacc" kelimesinin, "kastetmek, yönelmek" manasına olduğunu söylemişlerdir. Mesela, niyet edilip kendisine yönelindiği zaman, bir kimseye veya yere; denilir. "ana yol" tabiri de bu manadandır. Buna göre Kâ'be, bu çeşit ibâdetler sebebiyle niyet edilip ona doğru dönüldüğü için bu yönelişe "hacc" denmiştir. Kaffâl, birinci görüşün doğruya daha yakın olduğunu söylemiştir. Çünkü Arapların, sözü, kendisine çokça gidilip gelinen kimse hakkında kullanılır, ifâdesi de, çok gidilip gelinen yol manasınadır.

"Umre"nin Kelime Mânası

"Umre" lâfzına gelince, dilciler, (......) kelimesinin de kasd (niyet) etmek, ve ziyaret etmek manalarına geldiğini söylemişleradıyallahü anh'şfi şöyle demiştir:"Onlara kendi cemaatları ve, Teslisten ziyaretçi olarak gelen bir binici gelince, kalbleri coştu ve sevindi."Kutrub da şöyle demiştir: "Abd-i Kays kabilesinin dilinde "umre", mescid, havra ve kilise manasındadır."Kaffâl, "Umre, kelimesinin, Kâ'be'ye nisbet edilerek kullanıldığında, ziyaret manasına geldiğinde şüphe yoktur. Çünkü umre yapan kimse Kâ'be'yi, Safa ve Merve'yi tavaf eder, sonra da bir ziyaretçi gibi döner" demiştir.

Cünâh Kelimesinin Mânası

(......) lâfzı, Arapların bir şeye birisi meylettiğinde söyledikleri, demelerinden alınmıştır. Nitekim Hak teâlâ, "Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de yanaş" (Enfal, 61) buyurmuştur. Gemi suda durup, hareket etmediği zaman, denir. Birisi birşeye kalbi ile temayül ettiği zaman, denilirolduğu için kaburgalara da, denilmiştir.(Kuşun kanadı) tâbiri de bu manadadır. Çünkü kanat kuşun bir tarafında meyilli olarak bulunur ve kuş, kanadını dümdüz tutarak uçmaz. Böylece bu kelimenin aslının "meyletmek" manasına olduğu ortaya çıkmış oluradıyallahü anhlimlerden bu mananın Kur'an ıstılahında da aynı kaldığını söyleyenler vardır. Buna göre, Kur'an'ın neresinde zikredilirse zikredilsin, nin manası "Hiç kimsenin o şeye, birşey istemek için bir meyli yoktur" şeklindedir.

Bazıları da bunun, sadece "bâtıla ve günah olan şeye meyletme" manasında olduğunu söylemişlerdir.

Tavaf Kelimesinin Manâsı

Cenâb-ı Hakk'ın, "O ikisini tavaf etmesinde" buyruğundaki, (......) kelimesinin aslı, dür. "Te" harfi "Ti" harfine idğam edilmiştir. Nitekim, ve, ayetlerindeki son kelimelerin aslı, ve, dür. Aynı manada olmak üzere, ve fiilleri de kullanılır.

Altıncı Mesele

Allahü teâlâ'nın, sözünün zahiri, "Ona günah yoktur" manasına gelir."Yapılmasında günah yoktur" denilebilecek şeylerin içine, vâcib, mendûb ve mubah olan fiiller girer. Sonra bu üç çeşitten herbiri, diğerinden bir başka kayıd ile (delil-i munfasıl ile) ayrılır. O halde ayetin zahiri Safa ve Merve arasında sa'y etmenin vacib olup olmadığını göstermez. Çünkü bu üç kısım arasında müşterek noktaya delâlet eden lâfızda, kesinlikle bu kısımlardan birine bilhassa delâlet eden bir şey bulunmaz. O halde Safa-Merve arasındaki sa'yin vacib olup olmadığını anlamak için mutlaka başka bir delil gerekir.

Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Şafiî'ye göre sa'y etmek haccın bir rüknü (farzı) dır. Yapılmadığı takdirde, kurban kesmek onun yerini tutmaz.Ebu Hanife (r.h.a)'ye göre ise, bu haccın bir rüknü değildir ve kurban kesmek onun yerini tutar.İbn Zübeyr, Mücâdid ve Atâ'dan rivayet edildiğine göre, sa'yi terkeden kimseye hiçbirşey gerekmez.Şafiî (radıyallahü anh) görüşüne şunları delil getirmiştir:

a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, "Allah size sa'y etmeyi farz kılmıştır. O halde sa'y ediniz" dediği rivayet edilmiştir. Buna göre, şayet "Bu hadisin zahirî manasına göre amel edilmez. Çünkü hadisin zâhiri, sa'yin vâcib olmasını gerektirir ki bu sa'y de koşar gibi yürümektir. Halbuki bu vâcib değildir" denilirse, biz deriz ki: Sa'yin koşar gibi yürümekten ibaret olduğunu kabul etmiyoruz; çünkü Cenâb-ı Allah, "Allah'ın zikrine koşunuz" (Cuma, 9)buyurmuştur. Halbuki cumaya koşarak gitmek vâcib değildir. Yine Hak teâlâ, "İnsana, ancak say ettiği (yaptığı) şeyler vardır" (Necm, 30) buyurmuştur. Bu ayetteki sa'yden maksad da koşma değil, maksad ve niyette ciddi olup gayret göstermektir.Biz "sa'y"in koşma manasında olduğunu kabul etsek bile, koşmak kendisi ile amel edilmesi terkedilen bir manayı ihtiva eder. Bu mana terkedilince geriye sadece yürüme vâcib olarak kalır.

b) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sa'y ettiği, hacc esnasında Safâ'ya yaklaştığında, "Safâ ve Merve Allah'ın şeâirinden (nişanelerinden) dir. Siz de Allah'ın önce zikrettiği ile başlayın" dediği ve Safa tepesinden başlayarak, Kâ'be'yi görünceye kadar onun tepesine çıktığı sabittir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sa'y ettiği sabit olunca, âyet ve hadisten dolayı bizlerin de sa'y etmesi vacib olur.Kur'an'dan buna delil, "O'na, (Peygambere) uyun" (Araf., 158) (Al-i, İmran. 31); ve "Celâlim hakkı için Allah'ın resulünde size güzel bir numûne-i imtisal (tutunulacak örnek) var" (Ahzâb, 21) ayetleridir. Hadisten buna delil, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Hacc menâsikinizi benden alın, öğrenin" hadisidir. Emir, vücûb ifâde eder.

c) Sa'y Harem'in bir parçasında, meşru kılınmış turlardır. Yahut da o tam bir ihram içinde yapılan bir şeydir. Bu durumda, onun cinsi, ziyaret tavafı gibi, bir rükün olur. Bundan, veda tavafının da rükün sayılması gerekmez. Çünkü bir cins fiilin vâcib olduğunu söylemek, onu bir kere yapmanın vâcib olduğu manasına gelir.

Ebu Hanife, (radiyallahu anh), ise şu iki şeyi görüşüne delil getirmiştir:

a) Bu ayettir. O da Hak teâlâ'nın, "O ikisini tavaf etmesinden dolayı o kimseye günah yoktur" ifadesidir. Bu ifâde, vâcib olan şeyler için kullanılmaz. Sonra Cenâb-ı Hak bu hususu aynı ayette, "Kim nafile olarak bir hayır yaparsa..." buyruğu ile te'kid etmiş ve bunun vacib değil, nafile olduğunu beyan etmiştir.

b) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Hacc, Arafat' (da vakfe durmak) tır" Ebu Davud, Menâsik, 68 (2/196); İbn Mace. Menasik. 57 (2/1003).hadisidir. Bu, "Kim Arafat'taki vakfeye yetişirse, onun haccı tamam olur" demektir. Bu da her bakımdan tamam oluşu gösterir. Bu hadis ile haccın bazı hususlarında amel edilmemiş, sadece sa'y hususunda amel edilmiştir.

Ebu Hanife'nin birinci deliline, şu şeylerle cevap verilir:

c) Cenâb-ı Hakk'ın, (......) ifâdesinde sadece, "Onu yapan kimseye günah yoktur" manasının bulunduğunu, bu mananın ise hem vacib hem de mendub ile mubah arasında müşterek olduğunu beyân etmiştik. Bu ifâdede, sa'yin farz olmadığına herhangi bir delil yoktur. Bunu Hak teâlâ'nın, "Eğer korkarsanız, namazı kısaltmanızda, size bir günah yoktur" (Nisa, 101) âyeti de ortaya koymaktadır. Halbuki namazı kısaltmak Ebu Hanife'ye göre de, Allahü teâlâ bu hususta da "bir günah yoktur" demesine rağmen, farzdır. Sa'yde de böyledir.

b) Safa ile Merve tepelerinin tavaf edilmesinde günah olmadığı beyân edilmiştir. Safa ile Merve arasında sa'y etmekten bahsedilmemiştir. Bize göre birincisi vâcib değil, ancak ikincisi yani sa'y etmek vacibtir.

c) Ibn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Safa ve Merve tepelerinin üzerinde birer put vardı. Cahiliyye Arapları onların etrafında tavaf ediyor, onlara ellerini yüzlerini sürüyorlardı. İslâm gelince, müslüman olanlar, bu iki put yüzünden onlar arasında tavaf etmekten hoşlanmadılar. Cenâb-ı Allah bunun üzerine bu ayeti vruiirdi."Bunu anladığın zaman, biz deriz ki: Bu sa'yin mubah oluşu, tavaf esnasında o iki putun oralarda bulunuşuna rağmendir; yoksa tavafın kendisinden dolayı değildir. Nitekim, elbisede, size göre az bir pislik, bize göre ise pire kanı bulunsa, o kimseye "Bununla namaz kılmanda bir günah yoktur" denilebilir, Bu durumda günahın olmaması, pisliğin veya kanın bulunmasına rağmendir, yoksa kılınan namazdan dolayı değildir.

d) Urve'den, Hazret-i Aişe'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ben: "Safa ile Merve'yi tavaf etmemede bana bir günahın olmayacağı kanaatindeyim" dedim. Bunun üzerine Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnha): "Ne kötü bir söz söyledin. Eğer senin dediğin gibi olsaydı, Cenâb-ı Hak, 'Onlan tavaf etmemede insana bir günah yoktur" şeklinde söylerdi" demiştir. Urve bu rivayetin peşine, İbn-i Abbas'tan yukarıda nakledilen iki putla ilgili hikayeyi anlatmıştır. Hazret-i Aişe'nin tefsiri, tabiînin tefsirine tercih edilir.Eğer, Hanefiler, İbn Mes'ud, ayeti (......) şeklinde okumuştur. Aynı zamanda lafzın, tıpkı, Allah saparsınız diye, yani sapmayasınız diye, (bunları) sizin için açıklıyor" (Nisa, 176); ve, Kıyamet günü dersiniz diyeryani böyle demeyesiniz diye" (Araf. 172)ayetlerinde olduğu gibi bu manaya olması muhtemeldir" derlerse, biz de deriz ki: Kur'an'ın şazz kıraatine itibar edilemez. Çünkü sazz kıraatin doğru olduğunu söylemek, Kur'an'ın mütevatir oluşunu zedeler.

e) Cenâb-ı Hakk'ın, "Ona günah yoktur" sözü, vacib i-çin kullanılamayacağı gibi, mendub için de kullanılamaz. Halbuki sa'yin mendûb olduğunda şüphe yoktur. O halde ayetin zahirine göre amel edilmemiştir. Onların, "Kim de nafile olarak bir hayır işlerse..." ayetine tutunmalan da zayıftır. Çünkü bu ayette bahsedilen nafileden maksadın, bu ifâdenin önünde zikredilmiş olan tavafın olması gerekmez. Bundan başka bir şey kastedilmiş olması da caizdir. Cenâb-ı Hak, "Orucu güç belâ tutabilen kimselere, bir fakirin yemeği nisbetinde fidye gerekir" buyurmuş, bunun peşisıra da, "Kim nafile bir hayır işlerse, o onun için daha hayırlı olur" (Bakara. 184) buyurarak, oruç tutmaya güç yetiremeyenlere fidyeyi vacib kılmış, sonra bu fidyeyi fazlasıyla nafile ibadet olarak vermeye onları teşvik etmiştir. Buna göre bu ayetin manası, "Kim nafile olarak daha fazla hayırda bulunur ve bir kişilik yiyecekten daha fazlasını fidye olarak verirse, bu onun için daha iyi olur" şeklinde olur. İşte bu ayette olduğu gibi, sa'y meselesinde de bu fazlalığın (nafilenin), başka bir ibadetle ilgisi olması muhtemeldir ve bu, iki şekilde olabilir:

1) Bu nafile, tavaftaki nafile (fazladan yapılan tavaflar) dır. Buna göre tavaf eden farz olan tavaftan yani yedi tavaftan fazlasını, sekizincisini ve daha fazlasını yapar.

2) Farz olan hac ve umreden Şafiîlere göre umre de farzdır. sonra, ikinci kezhacc ve umre yapıp, böylece nafile olarak Safa ve Merve'yi tavaf etmiş olur. Hanefilerin delil getirdikleri hadis hususunda biz deriz ki: Bu hadis umûmîdir. Bizim delil getirdiğimiz hadis ise hâsstır. Hâss olan delil, umûmî olan delilden önce nazarı itibara alınır.

Nafile Olarak Hayır İşleyen Kimse

Allahü teâlâ'nın, buyruğunda birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Hamza Asım ve Kisâî, ayn harfini sakin kılarak, (......) şeklinde olduğunu, mahreçlerinin yakınlığından dolayı "te" harfinin "ti" harfine çevrilip birbirine idğam edildiğini kabul ederek bu kelimeyi, (......) şeklinde okumuşlardı. Bu kıraat daha uygundur. Çünkü istikbâle âit olan şart ve ceza cümlelerinde, en güzel olanın her ikisinin de muzari fiil ile ifâde edilmesidir. Gerçi ceza (yani cevab) da mazi fiili muzârî fiil yerine koyarak, "Kim bana gelirse ona ikram ederim" şeklinde denilebilir-se de, lâfzın manaya uygun olması daha güzel olur.Diğer kıraat imamları bu kelimeyi, mazi olarak, vezninde, (......) şeklinde okumuşlardır. Bu kıraat iki değişik manaya gelebilir:

a) (......) mahallen meczumdur.

b) (......) kelimesinin başındaki, (......) harfi, şart edatı değil, (......) manasında ism-i mevsûldür. Bu durumda, (......) mübteda, daha sonra gelip başında, (......) bulunan cümle ise mahallen merfûdur ve haberdir. Buna göre mânâ, mübteda haber cümlesine verilecek manadır. Fakat bu (......) harfi, mevsûl ismin haberinin başına veya nekire bir kelimeyi sıfat olarak almış kelimenin haberinin başına geldiği zaman, birinci cümlenin hükmü vâcib olduğu için, ikinci cümlenin hükmünün de vâcib olmasını gerektirir. Meselâ Cenâb-ı Hakk'ın, "Size gelen bir nimet, mutlaka Allah'tandır" (Nahl, 53) ayetinde, (......) ism-i mevsul olup mübtedâdır, (......) kısmı da fâ harfi ve devamıyla beraber onun haberidir.

Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın şu ayetleridir:

Mallarını gece ve gündüz, gizli ve aşikâr olarak infak edenler yok mu? Onlara ecirleri verilecektir" (Bakara, 274). "Gerçekte mümin erkeklerle mü'min kadınları belâya uğratıp da sonra tevbe etmeyenler yok mu? Onlara cehennem azabı vardır" (Burüc, 10)."Her kim tekrar yaparsa, Allah ondan intikam alır " (Maide. 95); "Her kim kafir olursa, ben de onu azıcık faidelendiririm..." (Bakara, 126) "Her kim bir iyilik yaparsa, ona onun on misli vardır" (Enam, 160) ve, "Dileyen iman etsin, dileyen de küfretsin " (Kehf, 29)... Bu meseleyi biz, Allah nasîb ederse, Cenâb-ı Hakk'ın, (Bakara, 274) ayetinde tekrar ele alacağız.

İkinci Mesele

Ebû Müslim "tefe'âle" vezninde olan, (......) kelimesinin "ta'ât" kökünden olduğunu söylemiştir. Birisi, ister isterse, desin farketmez.. Nitekim, denilir. "Tefe'ale"vezninde, bir şeyi çok yapmak mânası vardır, (......) kelimesi ise, inkıyâd ve sana bizzat vacib olmadığı halde, nefsinin arzusuyla ve kendisine istek duyduğun şeydir.

Üçüncü Mesele

Sa'yin farz olduğunu söyleyenler, bu "nafileyi", vacib olan sa'yin mikdarına ziyâde edilen sa'y olarak açıklamışlardıradıyallahü anhlimlerden bir kısmı da, bunu, vâcib olmayan ikinci haccdaki sa'y ile açıklamışlardır. Hasan el-Basrî de, bundan maksadın bütün taatler olduğunu söylemiştir ki, bu daha uygundur; çünkü bu, lâfzın umumî olmasına daha muvafıktır.

Esma-yı Hüsnadan Şâkir ve Alîmin Mânası

Cenâb-ı Hakk'ın, "Muhakkak ki Allah, şükredenlerin şükrünü kabul eden ve herşeyf hakkıyla bilendir" ayetine gelince, bil ki, Arapça'da, kendisine yapılan ikramı izhâr eden, gösterendir. Bu ise Allah hakkında imkânsızdır. Binaenaleyh Allah'ın "şâkir" olması mecazîdir.. Bunun mecazi manası, "Allah sizin taatlarınıza şükrederidir" şeklindedir. Taâta karşılık ve mukabelede bulunmak, aşağıdaki sebeplerden dolayı, şükr diye isimlendirilmiştir:

1) Şükür lâfzı, onlara ihsanda bulunma hususunda mübalağayı ifâde etmesi için, Allah'ın kullarına lûtufta bulunması sadedinde zikredilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak: "Her kim ki Allah'a güzel..." (Bakara.245) buyurmuştur. Halbuki Allahü Teâlâ, herhangi bir borç talebinde bulunmaz. Ne var ki O, insanları borç vermeye davet etme hususunda nezaket göstererek böyle buyurmuştur. Böylece sanki şöyle denmek istenmiştir: "Kim borç veren bir kimsenin yaptığı borç verme işini yaparsa, verdiği şeyin kat kat fazlasını alır.."

2) Şükür, nimete bir mukabil veya o nimete bir karşılık olunca, karşılık olan her şey, tesbih yoluyla, şükr diye adlandırılmıştır.

3) Allah sanki şöyle buyurmuştur: "Benim her ne kadar sizin taâtferinize ihtiyacım yok ise de, ne var ki ben sizin o taatlerinize bir kıymet veriyorum ki, şayet benim onlardan faydalanmam doğru olsaydı, onun derecesi bundan daha fazla olmazdı..." Özet olarak, Cenâb-ı Hakk'ın maksadı, kulunun taâtinin Allah katında makbul olduğunu ve en yüksek derecede kabul gördüğünü beyan etmektir.Hak teâlâ'nın, (alîm) vasfına gelince, bunun mânası, Allahü Teâlâ'nın mükâfaatların tam miktarını bildiğini, bu sebeple de hak edenin hakkını eksiltmediğini ifâde etmektir. Çünkü Allahü Teâlâ mükâfaatın mikdannı ve mükâfaata ne kadar fazlalık yaptığını bilendir. Bu mâna Cenâb-ı Hakk'ın, (alîm) sözünün, (şâkir) sözüyle bir münasebeti olması için, söze en uygun düşen mânadır.

Yine mânanın, "Allahü Teâlâ kulun neler yaptığını, ibadet ve ihtâs hususunda kendi hakkını yerine getirdiğini ve bu şekilde yapmış olduğu şeyleri de bilendir" şeklinde olması da muhtemeldir. Bu da, kulu kendisine vâcib olan şeyleri şartlarına uygun yapmaya teşvik etmek ve aksini yapmaktan sakındırmaktır.

Apaçık Delilleri ve Hidayeti Gizleyenlere Lanet

158 ﴿