170

"Onlara, "Allah'ın indirdiğine uyun" denildiği zaman, onlar "Hayır, biz ecdadımızı üzerinde bulduğumuz (dine) uyarız" derler. Onların ecdadı hiçbirşey anlamamış ve doğruyu bulamamış (kimseler) olsalar da mı (uyacaklar)! .

Bil ki alimler, deki, zamiri hususunda üç değişik görüş söyleyerek ihtilâf etmişlerdir:

a) Bu zamiri, "Allah'dan başka şerikler (putlar) ittihaz eden kimse" ayetindeki, (......) edatına racidir. Bunlar, daha önce bahsedilmiş olan, müşrik Araplardır.

b) Bu zamir, ifâdesindeki, (insanlar) kelimesine râcidir. Onların sapıklıklarını daha iyi ortaya koymak için "iltifat" üslûbu gereği, muhatab sığalarından gâib sığasına dönülmüştür. Allahü teâlâ akıllı kimselere sanki, "Şu ahmaklara bakın, ne söylüyorlar..." demiştir.

c) İbn Abbas (radıyallahü anh), bu ayetin yahudiler hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onları İslam'a davet ettiği zaman vuku bulmuştur. Onlar bu davet karşısında, "Biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz dine uyarız. Atalarımız, bizden daha hayırlı, daha iyi ve daha bilgili idiler" demişlerdir. Bu izaha göre âyet "müste'nef" bir cümledir, zamiri, bu takdirde zikredilmiş olan bir şeye râcîdir. Çünkü zamir daha hayırlı, daha iyi ve daha evvel zikredilmiş olan bir şeye râci olduğu gibi, zikredilmeyen fakat bilinen bir hususa da râci olabilir.

Cenâb-ı Hak daha sonrao yahudilerin "Hayır, biz ecdadımızı üzerinde bulduğumuz (dine) uyarız" dediklerini nakletmişlerdir.

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Kisâi, ve, kelimelerindeki lâm harfleri ni sekiz değişik harfe idgâm eder: sözünde olduğu gibi te harfine; sözünde olduğu gibi nün harfine; kavlinde olduğu gibi "se" harfine; kavlinde olduğu gibi "sin" harfine; sözünde olduğu gibi "ze" harfine; kavlinde olduğu gibi "dât" harfine; sözünde olduğu gibi "zî" harfine ve, kavlinde olduğu gibi 'tâ" harfinejçoğu kıraat imamları ise, bu lâm harflerini idgâm etmez, izhâr ederler. Kıraat âlimlerinin bazısı bu kelimelerin bazısında Kisâî'ye uymuşlardır. Idgam etmeyip izhâr etmek esastır.

İkinci Mesele

(......) lâfzı, Cenâb-ı Allah'ın bir başka ayette, "Biz, atalarımız) üzerinde bulduğumuz şeye ayarız" (Lokman, 21) buyurmuş olmasının da delalet ettiği gibi, (bulduk) manasınadır. Buna yine, "Kapının yanında efendisini buldular (rastgeldiler) "(Yusuf, 25) ve, "Onlar babalarını sapıtmış olarak buldular" (Saffât, 69) ayetleri de delâlet eder.

Üçüncü Mesele

Ayetin manası şöyledir; "Allahü teâlâ onlara, indirmiş olduğu açık delillere uymalarını emretmiş; onlar ise, "Biz buna tabî olmayız, ecdadımıza tabî oluruz" demişlerdir. İşte bundan ötürü de sanki onlar, delile taklid ile karşı koymuşlardır. Cenâb-ı Hak da onlara, "Onların ataları hiçbirşeyi anlamayan ve doğruyu bulamamış (kimseler) olsalarda mı (tâbi olacaklar)!" diyerek cevab vermiştir.

Taklid Edenlerin Durumları

Bu kısımla ilgili birkaç mesele vardır; lâfzındaki vav harfi atıf vavıdır. Ve başına tevbih ve takrî (kınama ve azarlama) manasına nakledilen istifham hemzesi gelmiştir. Buradaki istifham (soru) hemzesi, tevbih manasında alınmıştır. Çünkü tevbih için olan hemze, ikrar edilmesi rüsvaylık olan bir şeyi ikrar etmeyi gerektirir. Nitekim istifham hemzesi de kendisinden sorulan şeyden haber vermeyi gerektirir.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın bu cevabı, şu şekillerde izah edilir:

a) Taklid eden kimseye şöyle denilir: "Bir insanı taklid etmenin caiz oluşunun şartının.o insanın hakka (doğruya) isabet ettiğinin bilinmesi olduğunu kabul ediyor musun, yoksa etmiyor musun? Eğer bunu kabul ediyorsan, biz o insanı taklid etmenin ancak, senin o kimsenin doğruyu bulmuş olduğunu bilmenden sonra olabileceğini anlarız. Buna göre, sen o insanın hakka isabet etmiş olduğunu nasıl biliyorsun? Eğer sen bunu, bir başka taklid ile biliyorsan, bu durumda teselsül söz konusu olur. Eğer sen bunu, aklınla tanıyıp bildiysen, bu sana yeter. Bu durumda da taklide ihtiyacın kalmaz. Eğer "O insanı taklid etmek, onun hakka isabet etmiş olduğunu bilme şartınabağlı değildir" dersen bu durumda sen, o hakka isabet edememiş bile olsa, o kimseyi taklid etmenin caiz olduğunu söylemiş olursun. O zaman da sen, kendinin hak üzre mi, bâtıl üzre mi olduğunu bilmeden, bir taklid içinde olursun.

b) Farzet ki taklid edilen kimse o şeyi biliyor. Fakat biz o taklid edilen kimsenin o şeyi asla bilmediğini ve o hususta herhangi bir yolu tercih etmediğini farzedersek, bu durumda sen ne yaparsın? Taklid edilecek bir kimsenin ve mezhebinin olmadığını farzetmemiz halinde, mutlaka istidlale başvurmak gerekir. Burada da böyledir.

c) Sen, senden önce geçen birisini taklid ettiğinde, bu taklid ettiğin kimseyi sen nasıl tanıdın; taklidle mi, yoksa taklidsiz mi? Eğer onu taklidle tanıdınsa, bu durumda ya devr-i fasit veya teselsül gerekir. Eğer sen onu taklid yoluyla değil, deliller ile tanıdıysan, sen o kimseyi taklid etmeyi kendine gerekli saydığın zaman, taklid ile değil, delil ile bilgiyi araman gerekir. O taklit ettiğin kimse o bilgisini taklit ile değil de delil ile elde ettiği halde, eğer sen bu bilgiyi delil ile değil de taklid ile elde etmek istersen, taklid etmiş olduğun kimseye muhalefet etmiş olursun. Öyleyse taklidin caiz olması, onun olmamasını gerektirir. Buna göre taklid bâttl olur.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Allah bu ayeti kerimeyi, şeytanın vesveselerine uymak ile taklide tâbi olma arasında bir fark bulunmadığına dikkat çekmek için, şeytanın adımları sıra men'i ifâde eden ayetin hemen peşinden getirmiştir. Bu ayette tefekkür ve istidlalin; hatıra gelen şeylere veya başkasının söylediği şeylere delilsiz olarak dayanmayı terketmenin vâcib olduğu hususunda kuvvetli bir delil vardır.

Dördüncü Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın "Hiçbirşeyi anlamıyorlar" buyruğudur Bundan maksat, onların din namına hiçbirşey bilmedikleridir. O'nun, sözüne gelince, bundan maksat da, onların o dinin nasıl elde edileceği bilgisine ulaşamamış olmalarıdır.

Kâfirler, Sağır, Dilsiz ve Kör Gibidirler

170 ﴿