177

"Yüzlerinizi doğu ve batı cihetlerine çevirmeniz bir taat değildir. Fakat taât, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden; sevdiği malını yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere, köle ve esirlere veren; dosdoğru namaz kılıp zekât veren; ahidleştikleri zaman ahidlerine sımsıkı bağlı olan, sıkıntıda ve hastalıkta ve savaşın kızıştığı anlarda sabırlı olanların yaptığıdır. İşte bu kimseler, dosdoğru olanlardır, İşte bunlav, müttakilerin ta kendileridir" .

Bilki bu ayette birkaç mesele vardır:

Burada Hitap Bütün insanlara mı, Yalnız Ehli Kitaba mıdır?

Alimler, bu hitabın umûmi mi, hususî mi olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Buna göre onlardan bazıları şöyle demişlerdir: Allah, sözüyle ehl-i kitabı kastetmiştir. Onlar Beyt-i Makdis'e doğru teveccüh etme hususunda diretip şiddet gösterdikleri için, Allahü Teâlâ şöyle buyurmuştur: "İyilik ve taat, bu yaptığınız, tuttuğunuz yo) değildir. İyilik, Allah'a... inanmanızdır."

Bazı âlimler ise şöyle demişlerdir: Bundan murad, mü'minlere hitab edilmesidir. Çünkü onlar Kabe'ye yönelmeyi arzu etmiş olmaları bakımından, Kabe'ye yönelmekle gayelerine ulaşmış olduklarını sanmışlardır. Böylece onlara bu şekilde hitâb edilmiştir.

Bazıları da, bunun herkese yönelik bir hitap olduğunu söylemiştir. Çünkü kıble neshedilip Kabe'ye dönüldüğü zaman, bu kıbleden dolayı mü'minlerde bir sevinç ehl-i kitâbta ise buna karşı bir tepki meydana geldi.. Böylece mü'minler, dinde en büyük gayenin bu olduğunu sandılar. Cenâb-ı Hak ise bu hitap ile onları, bütün ibâdet ve taatları tam yapmaya teşvik etmiş ve iyiliğin, "yüzünüzü doğu ve batı cihetlerine çevirmenizle olmadığını"; aksine iyiliğin ayet-i kerimede sayılan işleri yerine getirmek olduğunu beyan etmiştir. Bu, zahire daha uygundur. Çünkü bu konuda herhangi bir tahsis bulunmamaktadır.

Buna göre Allahü Teâlâ sanki şöyle buyurmuştur: "Taleb edilen tâat ve takva, kıble meselesi değildir. Tam aksine arzu edilen tâat, Cenâb-ı Hakk'ın saydığı şu hasletlerdir."

Hakkında Dibilgisi Yönünden İzahat

Çoğu alimler, (......) kelimesinin fiil olduğu görüşündedirler. Bazı alimler bunu kabul etmeyerek onun harf (edat) olduğunu iddia etmişlerdir. (......) fiil olduğunu söyleyenlerin delili, sadece fiillere bitişen zamirlerin buna da bitişmiş olmasıdır. (......) de olduğu gibi. Bu delil, (......) ve (......) denilebilmesi ile çürütülür. (Çünkü bunlar harf olduğu halde, aynı zamirler bunlara da bitişmektedir.)

Leyse'nin fiil olduğunu kabul etmeyenlerin delilileri ise şunlardır:

a) Şayet bu fiil olmuş olsaydı, fiil-i mâzî olurdu. Halbuki onun fiil-i mazî olması caiz değildir. Bundan dolayı fiil olması da caiz değildir. Bu ikisinin birbirini gerektirme yönünü şöyle izah edebiliriz: Onun fiil olduğunu söyleyen herkes, fiil-i mâzî olduğunu söylemiş olur. Bunun fiil-i mâzî olamaması, ekseri alimlerin, bu kelimenin hâli (şimdiki zamanı) nefyetmek için vaz edildiği hususunda ittifak etmişlerdir. Eğer mâzî olsaydı, şüphesiz ki o zaman hâli değil, mâzîyi nefyetmiş olurdu.

b) Bu, fiilin başına gelebilir. Mesela biz. Zeyd çıkmıyor" sekende kullanırız. Halbuki fiil, bir başka fiilin başına ne aklen ne de naklen gelebilir. (......)nin zamir-i kıssa ve zamir-i şân'a dahil olduğunu ve bu cümlenin de o zamiri açıkladığını söyleyen kimsenin görüşü zayıftır. Çünkü bu caiz olsaydı, aynı şeyin, (......) harfinde de söz konusu olması gerekirdi.

c) Mesela, (......) harfinin manası, başkasında kendisini gösterir. Halbuki, böyle değildir. Çünkü sen, dediğinde, söz tamam olmaz, aksine mutlaka, "Zeyd ayakta değildir" şeklinde söylemen gerekir,

d) Şayet, (......) olsaydı, (......) harfi de fiil olurdu ki, bu olacak şey değil. O halde, bu da bâtıldır. Bu ikisi arasındaki mülâzemetin (birinin diğerini gerektirişinin) izahı şudur: Şayet, (......) fiil olsaydı, belli bir zamana bağlı olarak, ki bu zaman hâl (şimdiki zaman) dır, "yokluk" (olumsuzluk) manasının bulunduğuna delâlet ettiği için, (......) harfinin de fiil olması gerekirdi. Çünkü aynı durum da da vardır. O halde nin da fiil olması gerekir. Bu, fiil olmadığına göre, (......) hakkındaki hüküm de aynıdır. Veya biz bunu başka bir ifâde ile şöyle diyebiliriz: (......) şimdiki zamanı nefyetmek için vaz'edilmiş, çekimi olmayan bir kelimedir. Dolayısı ile fiil olmama bakımından mâ-i nâfiyeye benzemiştir.

e) Sen, (......) harfini fiil-i mazilerin başına getirerek, "Zeyd iyilikte bulunmadı" diyebilirsin. Halbuki yine bu harfi, nin başına getirerek, diyemezsin.

f) Bu, fiillere ait olmayan bir vezindedir. Çünkü fiil kalıpları içinde, şeklinde bir vezin yoktur. Buna göre, nin fiil olduğunu söylemek, fiil vezinlerinden olmayan bir şeyin fiil olduğunu söylemek olur.

Eğer, "Bunun aslı (Deve başını çevtremiyecek kadar hasta oldu) gibi, dir. Fakat nahivciler bunu hafifletmişler ve devamlı böyle kullanmışlardır. Çünkü hep aynı kalıpta kaldığı için çekilmez. Halbuki fiil kalıplan, delâlet ettikleri zamanlar değiştikçe onlar da değişir. Nahivciler, tahsis ettikleri kalıbı mazî olarak kabul etmişlerdir. Çünkü bu, kalıpların en hafifidir" denirse, biz de deriz ki: "Bütün bunlar, aslolanın aksinedir. Aslolan, bunun böyle olmamasıdır. Bir de fiillerde aslolan çekimdir. Onlar, 'yi çekimden menedince, ona peşpeşe birçok noksanlık gelmesin diye, onu aslî kalıbı üzere bırakmaları gerekmiştir. Aslın hilafı olan çekimden men edilişine gelince bu, binasının (yapısının) değişmesinin illetidir ki, bu da aslın hilâfına olup gerçekten yanlış bir şeydir.

g) Kuteybî, (......)nin harf-i nefy olan ile; mevcud manasına gelen, (......) kelimesinden meydana geldiğini söylemiş ve şunu ilâve etmiştir: "Bundan dolayı Araplar, "Onu yokluktan varlığa çıkardı" derler. Yine "onu buldum" manasında, derler. Bu, bu konuda bir delildir. Halil, nin, inkâr ifâde eden bir kelime olup, "mevcud değil" manasına geldiğini söylemiştir. Buna göre o, çok kullanıldığı için, bir hafifletme (kolaylık) olsun diye hemze bırakılmıştır. Bunun delili, Arapların, ister o şey bulunsun, isterse bulunmasın, onu bana getir mânasında, demeleridir.

h) Yapmış olduğumuz incelemeler fiilin ancak masdarı isbât etmek gayesiyle konulduğunu göstermiştir. Halbuki, ise, ilk önce yokluğu ifâde eder. Binaenaleyh fiil olmaz.

Şayet: "Sizin bu sözünüz, kişinin "Zeyd'i sürdü ve idam etti" sözüyle tenakuz teşkil eder" denilirse, biz deriz ki, senin sözün, (......) kelimesinden türemiştir. Binaenaleyh, senin sözün, nefy manasının meydana geldiğine delâlet eder. Bu sebeple fiil sîgası, masdarın bulunmuş olduğuna, tahakkuk ettiğine delâlet etmiş olur. Böylece de bu sual vârid olmaz.nin fiili olduğunu söyleyenlere gelince, onlar aksini savunanların birinci görüşlerine cevap verme hususunda, birtakım külfetlere girerek, nin bazan, meselâ "Bana, Zeyd hariç, kavm geldi" demeleri gibi, maziyi nefyetmek için geldiğimi söylemişlerdir.

İkincisine ise, bunun "Şunu yapmaya başladı" ifadesiyle bozulduğunu söyleyerek cevap vermişlerdir.

Üçüncü görüşlerine de, bunun diğer nakıs fiiller ile bozulduğunu söyleyerek cevap verirler.

Dördüncü görüşlerine, "Bazı bakımlar benzer olmak, aynı olmayı gerektirmez" diyerek; beşinci görüşlerine, "Bu nin hâl (şimdiki zaman) manasına olduğu için imkânsızdır. Halbuki, mazî içindir. Binaenaleyh ikisini aynı kabul etmek mümkün değildir" diyerek; altıncı görüşlerine, "Kalıbın değişmesi, her ne kadar aslolanın aksine ise de, zikrettiğimiz delil sebebiyle amel ettirme zaruretinden dolayı kendisine başvurulur" diyerek; yedinci görüşlerine, "olmamak (yokluk)" isimdir. O halde, daha niçin, "isimdir" dediniz. Hasmımızın, şeklindeki sözüne gelince, siz niçin "muzafun ileyhin isim olması gerekir" dediniz? Kitapların naslarına gelince, bu husus deliller ile reddolunmuştur" diyerek; Sekizinci görüşlerine ise, lâfzından müştaktır. Buna göre, leysiyyet (olmama) manasının kesinleştiğine delâlet eder" diyerek cevap vermişlerdir. İşte bu meselede, her nekadar cevaplar farklı olsa da, söylenebilecek şeyler bunlardır.

Kıraat Farklılıkları

Hamza, Âsım'dan rivayet ederek, Hafs, râ harfini üstün okuyarak, burayı şeklinde; diğer kıraat imamları ise râ harfini merfû (ötüreli) okuyarak, şeklinde kıraat etmişlerdir. Vahidî şöyle demiştir; "Her iki okuyuş da güzeldir." Çünkü nin ismi ve haberi marifedir. Bu sebeble, onlardan birinin isim, diğerinin haber kılınması farketmez. Kelimeyi, (......) şeklinde okuyanların delili ise şudur: nin ismi faile, haberi ise mef'ule benzer. Failin, fiilin hemen peşinden gelmesi, mef'ülün gelmesinden daha evlâdır. (......) şeklinde okuyanlar ise, şuna dayanırlar: Bazı nahivciler, (......) kelimesinin sılası (cümlesi) ile birlikte, zamir vasıflanmadığı gibi bunun da vasıflanmama hususunda zamire benzediği için, nin ismi olması daha uygundur. Buna göre, burada bir zahir isim, bir de zamir vardır. Zamir ile zahir isim beraber bulunduklarında, zamirin, husûsî manayı göstermede zahir isimden daha uygun düştüğü için, nin ismi olması daha evlâdır. İşte Kur'an'da, (Haşr, 17), (Ankebut, 24) Ve (Ankebut. 29) ayetleri bu kıraate göre okunur. Tercih edilen kıraat kelimesini ref ile okumaktır. Çünkü, İbn Mes'ud (radıyallahü anh)'dan, onun, ...şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. harf-i cerri ise, nin haberine dahil olur.

Birr Nedir?

"Birr", bütün taatlan ve Allah'a yakınlaştıran hayırlı amelleri içine alan bir isimdir Anne babaya iyi davranmak bundandır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:

"Muhakkak ki iyiler, bir nimet içindedirler; muhakkak ki kötüler de bir ateşte.." (infitar. 13-14); burada Cenâb-ı Hak birri, fücûr'un zıddı olarak zikretmiştir. Cenâb-ı Hak bir başka yerde, "İyilik ve takva üzerinde yardımlasınız; günah ve düşmanlık üzerinde yardımiaşmaymız" (Maide. 2) buyurmuş, yani birri, günahın zıddı olarak zikretmiştir. Böylece birr insanın, yaptığı takdirde ücret alacağı bütün şeylere verilen umumî bir isimdir. Bunun temeli mecaza dayanır. Denizin zıddı olan karaya da, mecazî olarak, denilmesi bu köktendir.

Birri (takvayı) Teşkil Eden Unsurlar

Kaffâl şöyle demiştir. Bu âyetin nüzulü hakkında bir çok görüşün bulunduğu söylenmiştir. Bize göre bu ayet, "Müslümanları ta'n eden ve yahudilerin batıya, hristiyanların da doğuya yönelmelerine rağmen, müslümanları, yöneldikleri kıbleden ne çevirdi?" diyen sefîh kimselere işaret eder. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak da "birr" sıfatının, sırf doğu ve batıya dönmekle tahakkuk etmiyeceğini; tam aksine aşağıdaki şu hususların bir araya gelmesiyle tahakkuk edeceğini söylemiştir:

1) Allah'a iman. Ehl-i kitâb, bunu tam yapamamıştır. Meselâ yahudiler "tecsîm"e (Allah'ı cisimlere benzetmek ve O'na cisimlerin özelliklerini atfetmek) kâil olup ve 'Uzeyr, Allah'ın oğludur!" demişlerdir; hristiyanlar da Hazret-i İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bir de yahudiler, Cenâb-ı Hakk'ın, 'Dediler ki, Allah tekirdir; biz ise zenginiz" (Al-i imran. 181) ayetinde buyurduğu gibi, Allah'ı cimrilikle vasfetmiştir.

2) Ahiret gününe iman. Yahudiler, bu imanı da, şöyle diyerek bozmuşlardır: "Dediler ki, cennete ancak yahudi veya hristiyan olanlar girebilecek" (Bakara, 11)"Bize, sayılı günlerin dışında ateş dokunmayacak" (Bakara, 80) Hristiyanlar da.cismanî dirilişi inkâr etmişlerdir. Bütün bunlar, ahiret gününü yalanlama manasına gelir.

3) Meleklere iman. Yahudiler bu İmanı ihlâl etmişlerdir. Çünkü onlar, Hazret-i Cebrail'e düşman olduklarını açıkça ifâde etmişlerdir.

4) Allah'ın kitaplarına iman. Yahudi ve hristiyanlar, bunu da ihlâl etmişlerdir. Çünkü Kur'an'ın Allah'ın kitabı olduğuna dair birçok delil varken, onlar Kur'an'ın, Allah'ın kitabı olmasını reddetmiş ve, Allah'ın da şu ayeti kerimede buyurduğu gibi, onu kabul etmemişlerdir:

"Onlar esir olarak size gelirlerse, onları yurtlarından çıkarmak (zaten) haram olduğu halde, fidye karşılığı onları serbest bırakırsınız. Siz, kitabın bir kısmına iman ediyor da, diğer bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? " (Bakara, 85)

5) Peygamberlere iman. Yahudiler bunu da ihlâl etmişlerdir. Çünkü Cenâb-ı Hakkın da: "Ve, haksız yere peygamberleri öldürüyorlar" (Bakara, 61)ayetinde de belirttiği gibi, peygamberleri öldürmüşlerdir. Ve yine onlar, Hazret-i Muhammed'in nübüvveti hususunda tenkidde bulunmuşlardır.

6) Allahü Teâlâ'nın emrine uygun olarak mal infâk etmek. Yahudiler bunu da ihlâl etmişlerdir. Çünkü onlar, Hak teâlâ'nın da, "Az bir bedel mukabilinde onu sattılar" (Al-i İmran, 187) buyurduğu gibi, az bir mal karşılığında bile şüpheler ortaya atmışlardır.

7) Namaz kılıp zekât vermektir. Halbuki yahudiler, insanları bundan da men etmişlerdir.

8) Ahde vefa.. Yahudiler ahde de riayet etmemişlerdir. Çünkü Cenâb-ı Hak onlara, "Benim ahdime ri'âyet edin. Ben de sizin ahdinize riâyet edeyim" (Bakara. 40) buyurmuştur.

Burada bir soru bulunmaktadır. O da şudur: Allahü Teâlâ kıbleye yönelmenin "birr" olmadığını söylemiş, sonra da birr'in ayette zikredilen bütün hususlar olduğunu belirtmiştir ki, bunlardan birisi de namazdır. Halbuki namazda da mutlaka kıbleye dönmek gerekir. Binaenaleyh bir tenakuz ortaya çıkar.. İşte bu sorudan dolayı müfessirler ihtilâf ederek, şu görüşlere yer vermişlerdir:

a) Cenâb-ı Hakk'ın buyruğu birr'in kemâlini ve tanrılığını nefyetmedir; yoksa aslını nefyetmez.. Hak teâlâ sanki, "Birr'in hepsi bu değildir; birr güzel hasletlerin tamamının adıdır. Kıbleye yönelmek de onlardan sadece birisidir. Bu sebeple kıbleye yönelmek birrin tamamı olmaz!" demek istemiştir.

b) Bunun, "kıblelerine yönelmenin birr olduğunu kökten reddetmek" olmasıdır. Çünkü onların doğu ve batıya yönelmeleri, Allah'ın bunu neshettiği ve nefyettiği bir zamanda hatadır. Hatta bu, bir günah ve Dir isyan olur. Çünkü bu Allah'ın kendisini nehyetmiş olduğu mensûh bir şeyle amel etmedir. Bu şekilde olan bir şey ise, "birr" olan şeyler arasında sayılamaz.

c) Kıbleye yönelmek, Allah'a iman edilmediği sürece, "birr" olmaz. Bu, ancak Allah'a iman etmek ve diğer şartlarla beraber bulunduğu zaman, "birr" olur. Nitekim secde de, ancak Allah ve Resulüne iman edildiğinde yapıldığı zaman birr sayılan fiillerden olur. Ama bu şartlar olmaksızın yapıldığı zaman secde, "birr" sayılan fiillerden olmaz. Rivayet edildiğine göre kıble değiştirildiği zaman, onun bu neshi hususunda ileri geri çok şeyler söylendi. Ve böylece, Allah'a itaat etmenin sadece kıbleye yönelmekle olabileceği zannedildi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak bu ayeti indirerek, sanki, "Dinin rükünlerinin tamamından yüz çevirerek, kıble meselesine bu denli dalınmaz.." demiştir.

Altıncı Mesele

Hak teâlâ'nın buyruğunda bir hazif bulunmaktadır. Bu hazfin keyfiyyeti hususunda da bazı görüşler vardır:

1) Ayetin takdiri şeklindedir. Buna göre burada, muzâf hazfedilmiştir. Bu tür hazif, Cenâb-ı Hakk'ın kelâmında çokça bulunur. Meselâ O'nun, "Ve onların kalblerine buzağı içirildi" (Bakara, 93) ayetinde olduğu gibi.. Yani, "buzağı sevgisi" şeklinde. Yine, Araplar şöyle demektedir. "Cömertlik, Hatem demektir;" "Şiir demek, Züheyr demektir" ve, "Şecaat demek, Antere demektir." Bu, Ferrâ, Zeccâc ve Kutrub'un tercihidir. Ebu Ali ise şöyle demiştir: Bu ayetin bir benzeri de, Hak teâlâ'nın, "Sız, hacılara su vermeyi... mi kıldınız" (Tevbe, 19) ayetidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "İmân eden gibi mi?..." (Tevbe, 19) buyurmuştur. Buna göre ayetin takdiri, "Siz hacılara su veren kimseleri, iman etmiş kimseler gibi mi kabul ediyorsunuz?" veya, "Siz hacılara su vermeyi, iman etmiş kimselerin imanı gibi mi addediyorsunuz" şeklindedir. Böylece temsil, ya iki masdar arasında veyahut da iki fail arasında olmuş olur. Çünkü bir fail ile bir masdar arasında benzetme yapılmaz.

2) Ebu Ubeyde, buradaki birr'in, mânasına geldiğini söylemiştir. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın, "İyi ak'ıbet ancak takvanındır" rrâhâ, 132) ayeti de böyledir. Yani "müttakiler içindir" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer sizin suyunuz batarsa" (Mûlk.30)ayeti de böyledir; yani, "batıcı, batan" demektir. Hansa da şöyle demiştir: "O (dünya) ancak bir yöneliş (ikbâl) ve sonra da yüz çeviriştir", yani demektir.

3) Bunun mânası, ""Fakat, birr sahibi olan..." demektir. Böylece hazfedilmiştir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar Allah katında dereceler sahibidirler" (Al-i İmran, 163) tayetindeki gibidir; yani, takdirindedir. Bu görüş Zeccâc'dan nakledilmiştir.

4) Ayetin takdiri "Fakat birr u takva, ancak iman... ile meydana gelir" demektir. Bu görüş de Mufaddal'dan nakledilmiştir.

Bil ki, birinci görüş sözün maksûduna daha yakındır. Buna göre manası, "Fakat, büyük sevaba götüren ve birrlerin tamamı, hepsi olan birr, Allah'a ve... iman etmiş kimselerin binidir" şeklinde olur. Müberred'den ise şöyle dediği nakledilmiştir: Şayet ben Kur'an'ı kıraatiyle okuyan, yani kâri olsaydım, muhakkak ki bu âyeti, bâ harfinin fethasıyla (......) şeklinde okurdum. Nâfi, İbn Âmir, şeklinde; diğer kıraat imamları ise, (......) şeklinde okumuşlardır.

"Birr"in Unsurları

Allahü Teâlâ, birrin mahiyetinin tahakkuku hususunda bazı şeylere itibâr etmiştir:

1) Beş şeye iman etmek:

a) Allah'a iman: Allah'a iman, ancak O'nun hususî zâtını ve O'na vâcib, caiz ve müstahil (imkânsız) olan şeyleri bilmekle olur. Bütün bunları bılmekse, ancak bunlara delâlet eden delilleri bilmekle olur. Böylece bu hususa âlemin hudûsunu ve âlemin hudûsunun dayandığı kaide ve usûlleri bilmekle olur. Allah için vâcib olan sıfatların bilinmesi hususuna, O'nun vücûdunu (varlığını), kadîm oluşunu ve bekâsını bilmek; O'nun bütün malûmatı bildiği; her türlü mümkinata kadir olduğu; hayat sahibi, iradeli, semî, basır ve mütekellim olduğu gibi... hususları bilmek de dahil olur. O'nun hakkında müstahîl olan şeyleri bilme mefhûmuna da, O'nun "hâtliyyet" ve "mahalliyet"ten mekândan ve "araziyyet" ten münezzeh olduğunu bilmek dahil olur. O'nun hakkında caiz olan şeyleri bilme mefhûmuna da, O'nun yaratmaya, yoktan var etmeye ve peygamberler göndermeye muktedir olduğunu bilme hususu girer.

b) Ahiret gününe iman. Ahiret gününe iman da, Allah'a imana dayanır. Çünkü biz, Allah'ın bütün malûmatı bildiğini ve bütün mümkinata kadir olduğunu bitmezsek, bizim haşrin ve neşrin doğruluğunu bilmemiz imkânsız olur.

c) Meleklere iman.

d) Kitaplara iman.

e) Peygamberlere iman. Burada birkaç soru vardır:

Birinci Soru: Meleklerin varlığını, kitapların doğruluğunu bilmemiz, ancak peygamberlerin doğruluğu, sıdkları vasıtasıyla mümkün olabilir. Peygamberlerin sözü, melek ve kitapların bilinmesi hususunda bir asıl ve esas olunca, Cenâb-ı Hakayet-i kerimede, niçin melek ve kitapları peygamberlerden önce zikretmiştir?

Bu soruya şu şekilde cevap veririz: Durum, aklımız ve düşüncemize göre, her ne kadar sizin söylediğiniz şekilde ise de, ne var ki meydana geliş tertibi böyle değildir. Çünkü, önce melek vardır; sonra da o meleğin tebliği ile kitapların inişi bulunur. Sonra da bu kitaplar peygamberlere ulaşır. Buna göre ayette nazar-ı dikkate alınan, zihnî bir tertib değil, haricî olan varoluş tertibidir.

İkinci Soru: Cenâb-ı Hak imanı niçin bu beş şeye tahsis'etmiş, yani sadece beş şeye inanmayı zikretmiştir?

Cevap: Çünkü tasdik edilmesi gereken her şey bu beş şeyin muhtevasına dahildir. Böylece Allah'a iman etmenin içine O'nun birliğini, adaletini ve hikmetini bilmek; ahiret gününe iman etmenin tahtına da mükâfaat, ceza, kıyamet ve bununla ilgili bütün şeyleri bilmek gibi hükümler girmiştir. Meleklere iman mefhûmuna da, biz insanlara ulaştırması maksadıyla Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e risâleti ulaştırmalarıma alâkalı şeyler ile, meleklerin durumu hakkında bilinmesi gerekli olan şeyler girmektedir.

Kitaplara iman mefhûmuna da. Kur'an ve Allah'ın peygamberlerine indirdiği şeylerin tamamı dahildir.

Peygamberlere iman mefhûmuna ise, onların peygamber oluşlarına ve şeriatlarının doğruluğuna iman etme hususları dahildir. Böylece iman edilmesi gerekli olan şeylerden hiçbir şey geriye kalmamış, aksine Hepsinin bu ayetin muhtevasına dahil olduğu ortaya çıkmış olur.

Başka bir izah da şöyledir: Mükellef için bir başlangıç, bir orta ve bir nihayet vardır. Başlangıçla nihayeti tanımak, bizatihi gaye olan şeydir. Bu da Allah'a ve ahiret gününe iman etmektir. Arada bulunan şeyleri bilmeye ve tanımaya gelince, bu ancak risâlet ile tamamlanır. Bu risâlet de, ancak şu üç şey ile tamam olur. Vahiy getiren melekler, bizzat vahyin kendisi olan kitap ve kendisine vahyedilen peygamber..

Üçüncü Soru: Allah imanı niçin uzuvların fiilleri olan mal verme, namaz kılma ve zekât verme gibi hususlardan önce zikretmiştir?

Cevap: Allah nezdinde, kalbin amellerinin uzuvların amellerinden daha üstün olduğuna dikkat çekmek içindir.

Allah İçin Mal Vermenin Mânası

(......) kelimesinin mahiyetinin tahakkuk etmesinde nazar-ı dikkate alınan ikinci husus, Cenâb-ı Hakk'ın ifadesidir. Bu hususta birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Alimler, (......)deki "hâ" zamirinin neye râci olduğu hususunda ihtilâf etmişler ve bu hususta şu hususlara yer vermişlerdir.

1) Bu ekseri ulemânın görüşüdür. Buna göre zamir, (......) kelimesine râcidir. Buna göre ayetin takdiri, "malı çok sevmesine rağmen onu verendir.." şeklinde olur.

İbn Abbas ve İbn Mesûd ise şöyle demişlerdir: Bu, sağlıklı ve mata çok düşkün olduğun, hep zengin olmayı düşünüp fakirlikten korktuğun halde malını verip, onu, can boğaza dayantp da, "şu falancaya, şu da falancaya" diyeceğin bir zamana bırakmamandır. Bu izah tarzı, sıhhatli iken sadakanın, ölümün eşiğine gelindiği zamanki sadakadan daha üstün olduğunu gösterir. Akıl da bazı bakımlardan bunu gösterir.

a) Sağlıklı iken, mala daha fazla ihtiyaç duyulacağı zannı hakim olur. Ölümün yaklaştığı hissolunduğu zaman ise, mala ihtiyaç duyulmayacağı zannı galib gelir. Halbuki, ihtiyaç duyulmadığı bir sırada vermektense, daha fazla ihtiyacın duyulduğu bir sırada mal vermek, kişinin mûtî bir kul olduğuna daha çok delâlet eder. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sevdiğiniz şeylerin bir kısmını infak etmedikçe, siz birr-ü takvaya nail olamıyacaksınız" (Al-i İmran, 92) buyurmuştur.

b) Yine, ölüm ve hastalıklar gelip çattığında vermesindense, onun sapasağlam olduğu halde malını vermesi, onun va'ade ve vaîde iyice inanmış olduğuna daha çok delâlet eder. . '

c) Kişinin sağlıklı iken malını vermesi daha zordur. Böylece bu, fakirin zorlanarak verdiği şeye kıyasla, daha fazla sevap olmuş olur. Fakirin bu şekilde vermesinin sevabı, zenginin zengin iken verdiği şeyden daha fazla sevâplı olmuş olur.

d) Malı zevale yüz tutmuş kimsenin, eğer hibe etmeseydi zail olacağını bildiği malını hibe etmesidir. Çünkü bu hibe, malının zayi olmasından korkmayıp, onu isteyerek ve Allah rızası için hibe eden kimsenin hibesine müsavi olamaz. İşte burada da böyledir.

e) Bu husus, Hak teâlâ'nın, (Al-i İmran, 92) ve, "Onu sevdikleri halde, yemek yedirirler" (insan, 8) âyetleri de teyid etmektedir.Ebu'd-Derdâ'dan, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Ölürken tasaddukta bulunan kimse, doyduktan sonra hediye eden kimseye benzer Tirmizi Vesâyâ, 7 (4/435); Müsned. (5/197). dediği rivayet edilmiştir.

2) Zamir, îtâya (vermeye) râcîdir. Buna göre sanki şöyle denmiştir: "O verir, - Allah'ın vereceği mükâfaatına istekli olduğu için - vermeyi de sever."

3) Zamir, "Allah" ismine râcîdir. "Onlar malı, Allah'ı sevdikleri için, yani Allah'ın rızasını kazanmak için verirler" demektir.

Malda Zekât Dışında Hak Var mıdır?

Alimler, bu "verme" den ne murad edildiği hususunda farklı görüşler öne sürmüşlerdir. Bazısı bunun "zekât" olduğunu söylemiştir. Bu görüş zayıftır. Çünkü Cenâb-ı Hak, ifâdesinde zekâtı atfetmiştir. Matufun aleyh matufun başka başka şeyler olması gerekir. Bundan muradın, zekât olamayacağı ortaya çıkmış olur.

Sonra bu verilen şeyin, nafile ve vacib olan vermelerden olması mümkündür. Fakat nafilelerden olması caiz değildir. Çünkü Hak teâlâ, mevzubahis ayetin sonunda, bu kimseler dosdoğru olanlardır. İşte bunlar muttakilerin tâ kendileridir" buyurmuş ve takvayı ona bina etmiştir. Eğer bu mendûb olsaydı, takva ona dayandırılmazdı. Binaenaleyh bu verme her nekadar zekâttan başka ise de. vâcib olan tasadduklardandır.

Bu hususta iki görüş vardır:

1) Bu, muzdar (çaresiz kalmış) bir kimseyi doyurmak gibi başkalarının zarurî ihtiyaçlarını gidermekten ibarettir. Bunun vâcib oluşuna, hem nakil hem de akıl delâlet etmektedir. Nakilden delil, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in su hadisi şerifidir: "Komşusu yanüstü aç yatarken, kendisi tok olarak geceleyen kimse. Allah'a ve ahiret gününe inanmış kimse değildir." Fahma b. Kays (radıyallahü anha)'dan 'mallarda zekâttan başka bir hak daha vardır" dediği, daha sonra da, ayetini okuduğu rivayet edilmiştir. Yine Şa'bî'den nakledildiği ne göre ona "Malı olup da onun zekâtını veren kimseye, bundan başka birşey var mı?" diye sorulduğunda, O. Evet, sıla-i rahim yapması ve isteyene sadaka vermesi" diye cevap vermiş, daha sonra da bu ayeti okumuştur.

Bunun aklî delili şudur: İhtiyaç, zaruret noktasına vardığında, hernekadar kendilerine zekât vermek farz olmayan kimseler de olsalar, insanların zaruret içindeki kimseye, ihtiyacını giderecek kadar yardımda bulunmalarının vacib olduğu hususunda bir ihtilâf yoktur. Eğer o insanlar yardım etmekten kaçınırlarsa, onlardan bunu zorla almak caizdir, İşte bu da, ayette bahsedilen "verme" nin vacib olduğunu gösterir.

Bu görüşü tenkid edenler ise, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'den rivayet edilen şu sözünü delil getirmişlerdir: "Zekât, mal üzerindeki bütün hakları gidermiştir." Buna, şu bakımlardan cevap verilir:

a) Bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Malda, zekât dışında da haklar vardır" hadîsine muarızdır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sözü, Hazret-i Ali'nin sözünden daha evlâdır.

b) Ümmet, bir insan zaruret halinde bulunduğu zaman, bir kimse her ne kadar zekâtını tastamam vermiş olsa dahi, ona onun zaruretini giderecek kadar vermesinin vâcib olduğu hususunda ittifak etmişlerdir..

c) Bundan murad, zekâtın takdir edilmiş olan haklan neshettiğidir. Mikdarı belirlenmemiş olanlara gelince, zaruret içinde olana tasadduk etmenin ve akraba ile kölelere nafaka vermenin vâcib oluşunun da delâlet ettiği gibi, mensûh değildir. Çünkü bunların belli bir miktarı yoktur.

Şayet, "Farzet ki bu te'vil doğrudur. Fakat bu şekildeki sıralamanın hikmeti nedir?" denirse, buna birkaç yönden cevap veririz:

1) Cenâb-ı Allah burada, kulun vazifelerini öncelik sırasına göre zikretmiştir. Çünkü fakir akraba olduğu zaman, ona tasaddukta bulunmak, bu hem bir tasadduk hem de bir sıia-ı rahim olduğu için, başkasına tasaddukta bulunmaktan daha evlâdır, ve çünkü akrabalık, malı ona verme hususundaki sebeplerin en kuvvetlisidir. İşte bu sebepten dolayı varis olur ve yine bu sebepten dolayı, vasiyyetinde mâlike hacr tatbik edilebilir. Hatta mâlike, malının üçte birden fazlasını vasiyyet etmesi mümkün olmaz. İşte bu sebepten dolayı, akrabalara vasiyyet, her ne kadar mensûh olsa dahi, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sizden birisine ölüm gelip çattığı zaman, eğer o mal bırakacaksa, ana-babaya ve yakın akrabaya meşru bir surette vasiyyette bulunması farz kılındı" (Bakara. 180) ayetinde de buyurduğu gibi vâcib kılınmıştır.

Bu âyet bazılarına göre mensûh değildir. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak önce akrabayı, daha sonra da yetimleri zikretmiştir. Çünkü babası ve bir kazanç getireni olmayan küçük fakir, her bakımdan çaresizdir. Cenâb-ı Hak, yetimlerin peşine yoksulları (mesakin) zikretmiştir; çünkü ihtiyaç onları kıskıvrak yakalamıştır. Bundan sonra da ibn-i sebili (yolda kalmışı) zikretmiştir. Çünkü çoluk çocuğuna karşı arzusu artınca, onun ihtiyacı da artmış olur. Bunun peşine de, Cenâb-ı Hak isteyenler ile köleleri zikretmiştir. Çünkü bu ikisinin ihtiyacı, önce zikredilenlerin ihtiyacından daha azdır.

2) Kişinin, bu grupların ihtiyaçlarının ne derece olduğuna dair bilgisi artar veya eksilir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak bu grupları, bu şekilde sıralamıştır. Çünkü kişinin kendisine yakın olan kimselerin ne derece ihtiyaç içinde olduklarını bilmesi daha önce gelir. Bunu yetimlerin, miskinlerin ve ayette bu şekilde sayılan kimselerin ihtiyaçlarının derecesini bilme gelir.

3) Muhtaç akrabalar da bir miskin (yoksul) dir. Bunların, fazladan bir sıfatları (akrabalık) vardır. Çünkü bunların ihtiyaçlarının şiddeti, kişiyi kederlendirerek onun kalbini hüzünlendirir. Kişinin kendi nefsinden zararı def etmesi, başkasının zararını def etmeden daha önce gelen bir husustur. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak akrabalarla başlamış, sonra yetimleri daha sonra da yoksulları zikretmiştir. Çünkü küçüklerin (yetimlerin) yeme içmeden aciz olmaları sebebiyle meydana gelen keder ve üzüntü, büyük kimselerin yeyip içmeden aciz olmaları sebebiyle meydana gelen üzüntüden pek çok fazladır. Yolcu bazan zengin olur fakat ihtiyacı o anda fazlalaşmış olur. Dilenci de bazan zengin olur. Ama fakir düştüğü için, muhtaç duruma düşer. Cenâb-ı Hak mükâteb köleleri en sonra zikretmiştir. Çünkü köleliği gidermek, o anda çok fazla önemli olan bir şey değildir.

4) Mal vermekten maksad, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) den, deveyi zikrettiğinde söylemiş olduğu rivayet edilen şu sözdür: "Muhakkak ki o devede bir hak vardır.' Bu da, erkek deveyi tohumluk için vermek; yüke koşulanı da, emaneten vermektir. Bu görüş uzak bir ihtimaldir. Çünkü tohumluk devenin tohumluk için verilmesine duyulan ihtiyaç, yolda kalmış, dilenci ve mükâteb köleyi ilgilendirmeyen bir husustur.

Bir üçüncü görüşe göre de, bunlara mal vermek (tasaddukta bulunmak) vacib idi. Sonra bü, zekâtla neshedilmiş oldu. Bu da zayıftır, çünkü Allahü Teâlâ bu ayette, verme ile zekâtı beraberce zikretmişti.

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, sözüne gelince, bazı alimler bunu ganimet ile ilgili ayette zikredilenkimselere hamletmiştir. Müfessirlerin pek çoğu ise bunu, "verenlere yakın kimselere" diye tefsir etmişlerdir. Ki bu doğrudur, çünkü verenler, özellikle yakınlarına vermekle mükelleftirler. Bunun bir benzeri de Hak teâlâ'nın, "Sizden zenginlik ve bol mal sahibi olanlar, akrabalara vermek konusunda yemin etmesinler" (Nur, 22) ayetidir.

Bil ki, akrabalar kişiye aynı ana baba veya atalardan meydana gelmiş olma sebebiyle yakın olan kimselerdir. Bunu, bazılarından nakledildiği gibi mahrem olan akrabalara hasretmenin bir mânası yoktur. Çünkü mahremiyet serî bir hükümdür. Karabet ise, her ne kadar kendisine tahsis edilen kimseler yakınlık ve uzaklık bakımından farklı derecelerde bulunsalar bile, neseb cihetinden akraba olan kimseler için konulmuş olan bir lâfızdır. "Yetimlerlâfzına gelince; âlimler arasında bunu, yetimlerin velayetini üzerine almış kimselere hamledenler bulunmaktadır. Çünkü fayda ve zararın ne olduğunu bilmeyen, ayırdedemiyen yetimlere mal vermek, tasadduk eden kimse için uygun değildir. Çünkü o kimse bunu böyle yaparsa, hata yapmış olur. Tam aksine yetim, mürahik (bulûğa ermeğe yaklaşmış) olur, malını nerede harcayacağını bilir, sadaka da yenilen, giyilen şeyler cinsinden olur ve yetimin bundan güzel istifâde edeceği anlaşılırsa, onu ona vermek caizdir.

Bütün bunlar, "küçük iken babası olmayan çocuk" diye tarif eden kimselere göredir. Bizim alimlerimize göre ise, hem küçük hem de bulûğa ermiş, babası ölmüş kimselere denir. Bu husustaki delil ise, Yetimlere mallarını veriniz" (Nisa. 2) ayetidir. Malumdur ki malları onlara ancak bulûğa erdikleri zaman verilir. Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem), bulûğa erdikten sonra bile "Ebu Talib'in Yetimi" diye isimlendiriliyordu. Buna göre yetim, bulûğa ermiş ise malı ona teslim edilir, aksi halde malı, onun velisine teslim edilir.

"Mesâkîn" (Yoksullar)a gelince, bu hususta ihtilâf vardır, biz bu ihtilâfı inşallah Tevbe Sûresinde zikredeceğiz. Burada söyleyeceğimiz şey şudur: Yoksullar da ihtiyaç sahibidirler. Sonra bunlar iki kısımdırlar. Bir kısmı, istemekten utananlardır ki, burada murad edilen onlardır. Bir kısmı ister ve yüzsüzlük yaparak ısrar ederler.

Ayetteki (dilenciler) sözü ile kastedilenler de bunlardır. Cenâb-ı Allah, "miskin" üzerindeki meskenet, onun halinden anlaşılacağı için, bu iki kısmı ayrı ayrı ifâde etmiştir. Çünkü dilenci, yoksul gibi değildir. Zira o, kendi fakirliğini ve ihtiyacını isteyerek belli eder.

"İbnu's-Sebîl"e gelince, Mücahid'den rivayet edildiğine göre o, yolcu; Katâde'den rivayet edildiğine göre, o misafir manasınadır. Çünkü o kimse, senin evine yoldan gelmiştir. Birincisi doğruya daha yakın görünmektedir. Çünkü "sebil" kelimesi, "yol" manasındadır. Yolcuya da, yolu tuttuğu için ibnu's-sebil (yolun oğlu) denilmiştir. Nitekim su kuşuna ibnü'l-ma (suyun oğlu); üzerinden yıllar geçmiş bir kimseye İbnü'l-Eyyâm (günlerin oğlu): cesaretli kimselere "Benu'l-Harb" (harbin oğulları) ve insanlara da genel olarak "Benu'z-Zaman" (zamanın oğulları) denilir. Şâir Zü'r-Rumme şöyle demiştir: "(O sevgili) akşam vakti geldiğinde, süreyyâ yıldızı başının üstünde sanki su kuşu gibi idi." "Sâifîn" ifâdesi ile, dilenip isteyenler kastedilmiştir. Ayetin zekât hakkında olmadığını söyleyenler, bunun hükmüne müslümanları ela, kâfirleri de sokmuş Hazret-i Hasan (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Dilenci atlı olarak gelse bile, onun bir hakkı vardır" Ebu Dâvud, Zekât, 34 (2/126). buyurduğunu rivayet etmiştir.

Allahü Teâlâ da, "Ve onların mallarında, isteyen ve mahrum olanlar için, malûm bir hak vardır" (Mearicc, 24-25) buyurmuştur. Allahü Teâlâ'nın, buyruğuna gelince, bunda iki mesele vardır:

Birinci Mesele

(......) kelimesi, (......) kelimesinin çoğuludur. (......) kelimesi de, boyun kökünün en son kısmıdır. Bu kelime, murakabe kelimesinden türemiştir. Bu böyledir, çünkü bu boynun bedenden olan yeri, kavmi gözetleyen kimsenin yeri gibidir. İşte bu mânadan dolayı, "'Allah onun boynunu âzâd etti" denilmiştir de, denilmemiştir. Çünkü diye isimlendirilince, sanki o azabı gözetliyormuş gibi olur. Çocuğunun ölümünü beklediği için, çocuğu yaşamayan kadına, denilmesi de bu manadadır.

İkinci Mesele

Ayetin manası, "Köleyi azâd etme yolunda malını verir" şeklindedir. Kaffâl şöyle demiştir: "Alimler sadaka (zekat) ayetinde zikredilmiş olan kölelerin, hangi köleler olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları şöyle demişlerdir: "Buna, onları satın alıp âzâd eden ve onlarla mükatebe yapıp, onların üzerinde anlaştıkları borcu ödemeye yardımcı olan kimseler girerler."

Böylece bunlar, farz olan zekattan, köle satın alınıp azâd edilmesini caiz görmüşlerdir. Bazıları da zekatın ancak mükatebe yapmış kölelere verileceğini uygun görmüşlerdir. Böylece bu ayeti, farz olan zekat manasında kim anlarsa, aynı ihtilâf burada da söz konusu olur. Kim de bu ayeti zekatın dışında bir manaya hamlederse, bu ayet hakkında her iki hususu da uygun görmüş olur. Ayeti bir üçüncü manaya hamledenler çıkmıştır ki bu da "esirleri fidye karşılığı kurtarma" manasıdır.

Bil ki bu sınıfların açıklanması hususunda daha tafsilâtlı bilgi inşallah Tövbe suresinde zekâtla ilgili ayetin (Tevbe. 60) tefsirinde gelecektir.

Birrin tahakkuk etmesi için nazar-ı dikkate alınan işlerden üçüncüsü de, "Namazı kılar, zekatı verir" ayetinde ifâde edilen husustur. Bunun tefsiri daha önce geçmişti.

Dördüncüsü: "Ahitleştikleri zaman, ahidlerine sımsıkı sarılanlar" âyetinde belirtilen husustur. Bu hususta iki mesele vardır:

Birinci Mesele

(......) kelimesinin merfu oluşu ile ilgili birkaç görüş vardır.

a) Bu, (......) ifâdesinin mahalline matuftur. Bunun takdiri, (......) şeklinde olur. Bu görüş, Ferrâ ve Ahfeş'dendir:

Bu, mahzûf bir mübtedanın haberi olmak üzere, "medih" den dolayı merfudur. Buna göre takdir şeklindedir.

İkinci Mesele

Bu "ahid" den ne murad edildiği hususunda da iki görüş vardır:

1) Bundan murad, Allah'ın kullarına kendilerinin sözleri ile ve, onların ilâhî kanunları yerine getirip Allah'a itaat edeceklerine dâir peygamberlerin lisanı ile insanlardan aldığı ahdi murad edilmiştir. Böylece kullar bunu, peygamberlere ve kitaplara imân ederek kabul etmişlerdir. Allahü teâlâ, ehl-i kitabın ahidlerini ve mîsâklarını bozduklarını haber vermiş ve ahidlerine vefa göstermelerini emrederek şöyle buyurmuştur:

"Ey İsrailoğulları, size olan nimetimi hatırlayın ve bana olan sözünüzü (ahdinizi) yerine getirin ki, ben de size olan ahdimi tutayım" (Bakara, 40.) Buna göre bu ayetteki mana, "Birr (iyilik), Allah'ın ahdine vefa göstermekle birlikte, ayette zikredilenleri yerine getirmektir. Yoksa ehl-i kitabın Allah'a olan ahidlerini oozması ve vefa göstermemeleri; O'nun peygamberlerini inkâr edip onları öldürmeleri ve O'nun kitaplarını tekzîb etmeleri gibi tutumlar değildir" şeklinde olur. Kâdî bu görüşe şöyle diyerek itiraz etmiştir: Allahü teâlâ'nın: "Ahidlerini tutanlar" sözü, ahdin onlara nisbet edilmesi rakımından açık bir sözdür. Sonra Cenâb-ı Hak bunu, "ahidleştikleri zaman" ifâdesi ile de te'kid etmiştir. Bu sebeble bunu, direkt Cenâb-ı Allah tarafından mecbur kılınmış bir ahid manasına almanın bir izahı yoktur. Buna şu şekilde cevap veririz: Allahü teâlâ, bu ahdi onlara mecbur tutmuş ise de, onlar bu mecburiyeti kendi istekleri ile kabul edip benimsemişlerdir. Binaenaleyh ahdin insanlara nisbeti doğrudur.

2) Bu, mükellefin daha başlangıçta kendi isteği ile kabul ettiği şeyler manasındadır. Bil ki bu "and" ya kul ile Allah arasında, veya kul ile peygamber, veyahut da kul (insan) ile diğer insanlar arasında olan ahid (söz, anlaşma) dır. Kul ile Allah arasında olan ahid, kulun adak ve yeminleri ile kendi kendine farz kıldığı şeylerdir. Kul ile peygamberler arasında olan ahid, Peygamberin onlardan, kendisine yardım edeceklerine, O'nunla birlikte savaşacaklarına, O'-nun dost kabul ettiği kimselere dost, düşman saydıklarına da düşman olacaklarına dâir aldığı sözdür. Kul ile diğer insanlar arasındaki ahde gelince bu, bazan alış verişlerde gerekli olan teslim ve tesellümâta dâir anlaşmalar gibi vâcib olan hususlardan olur. Selem ve rehinde gerekli görülen şartlar da böyledir. Bazen de yardımlaşma hususunda ihlâs ve mal sarfetme gibi konularda verilen sözlere bağlı kalma gibi mendûb olan hususlarda olur.

Buna göre "Ahidleştikleri zaman ahidlerine sımsıkı sarılanlar" ayeti, bütün bu ahid çeşitlerini içine alır. Ayeti bu kısımlardan bazısına hasretmenin manası yoktur. Bizim söylediğimiz bu husus, müfessirlerin ifâde ettiği şeydir. Onlar şöyle demişlerdir: "Bu kimseler, sözleştikleri zaman sözlerini tutan, yemin ve adakta bulunduklarında buna bağlı kalan, birşey söylediklerinde doğru söyleyen ve kendilerine emanet verildiğinde, o emâneti olduğu gibi geri veren kimselerdir." Bazı müfessirler, bu ayeti, Cenâb-ı Allah'ın, "Onlardan kimi de Allah'a, "eğer bize lütfundan ihsan ederse, andolsun ki zekâtı vereceğiz ve sâlihlerden olacağız diye söz vermiştir" (Tevbe. 75) ayeti manasında anlamışlardır.

Birrin gerçekleşmesi hususunda nazar-ı dikkate alınan, beşinci şey, "Sıkıntıda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı anlarda sabredenler" ayetinde belirtilen sıfattır. Bu hususta birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

(......) kelimesinin mansub oluşu ile ilgili bazı görüşler vardır:

1) Kisâî, bunun, (......) üzerine matuf olduğunu söyler. Buna göre Allahü teâlâ sanki, , sevdiği halde malını akrabalarına ve sabredenlere verir" demiştir. Nahivciler ayetin takdirinin, "Fakat birr (iyilik) Allah'a iman eden, sevdiği halde malını akrabalarına ve sabredenlere veren kimselere verenlerin (birridir)" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Buna göre, lafzı, kendisinden daha önce bulunan, nin mef ullerindendir. (......) kelimesi de, üzerine atıftır. Buna göre mevsûle, sılasından önce birşeyi atfetmiş olursun ki bu caiz değildir. Çünkü mevsûl sılası ile birlikte tek bir isim hükmündedir. Halbuki bir isim iyice tamamlanmadan ve parçalan bir araya gelmeden önce, sıfat olması, te'kid edilmesi veya onun üzerine birşeyin atfedilmesi imkansızdır. Fakat, (......) kelimesini "medh" olarak, yukarıda zikrettiğimiz gibi, merfû kılarsan, yine Kisâî'nin görüşü doğru olmaz. Çünkü bu medih sebebiyle, bu durumda sıla ile mevsulün arası ayırdedilmiş olur. Halbuki sen bu ayırmanın caiz olmadığını, hatta daha kötü olduğunu biliyorsun. Çünkü medh bir cümledir. Müfred bir kelime ile ayrılmaları caiz olmadığına göre, bir cümle ile ayrılmaları haydi haydi doğru olmaz.

Eğer; "Birisinin, "Söylediğimi anla, Zeyd alim birisidir" sözü ve, "İmanedip salih ameller işleyenlere (gelince), şüphe yok ki biz güzel amel işleyenlerin mükâfaatını boşa çıkartmayız"(Kehf, 30) ayetinde olduğu gibi, mübteda ve haberin arasını bir cümle ile ayırmak caiz değil midir? Çünkü Cenâb-ı Hak daha sonra, buyurmuş ve mübteda ile haberin arasını bu ayette ifâdesi ile ayırmıştır?" denirse, biz deriz ki: Sılası ile birlikte ism-i mevsul, tek bir bütün hükmündedir. Bu sebeple, sıla ile mevsul arasındaki bağ, mübteda ile haber arasındaki bağdan daha güçlüdür. Bu sebeple mübteda ile haberin arasını ayırdetmek caiz diye, mevsul ile sılasının arasını ayırdetmenin de caiz olması gerekmez.

2) Bu Ferrâ'nın görüşüdür. Buna göre, sıfatlarından biri olmakla beraber "medh" üzerine mansubtur. Medh ile söz uzadığı için, (......) kelimesi merfu, (......) kelimesi de mansûb kılınmıştır. Çünkü aynı şeyin sıfatı hususunda söz aynı tertiple uzadığında, "medh" ve "zemm"den dolayı kelimeleri mansub kılarlar. Ferra bu hususta şu beyti zikretmiştir. "Ulu padişaha, İbnu'l-Hümâm'a ve kalabalık içinde ordunun aslanına..."

Alimler, (Tebbet. 4) ayetindeki, (......) kelimesini mansub okuyanların bunu "zemm"den dolayı mansub okuduklarını söylemişlerdir.

Ebu Ali el-Fârisî ise şöyle demiştir: "Medh veya zemm sadedinde bir kelimeye bir çok sıfatlar getirdiğinde, en güzel olan metod, bunların i'rabını farklı farklı yapman ve bunların hepsini tek bir mevsufa vermemendir. Çünkü bu yer, vasıfta itnâb (sözü uzatmak), sözde iblâğ (iyice teferruat) olan yerlerdendir. Sıfatların i'rabları değişik yapıldığı zaman, maksad daha mükemmel ifâde edilmiş olur. Çünkü i'rablar değişince sanki söz, çeşnilenmiş ve birçok çeşidi olan söz haline gelmiş olur. j'rabta birlik olduğunda söz tek düze olur ve tek bir cümle gibi olur. Sonra Kûfeliler ve Basralılar, medh ve zemmin, neden dolayı hareke farklılığına yol açtığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Ferrâ şöyle demiştir: "Medh ve zemm aslında dinleyenin sözündendir. Bu böyledir, çünkü birisi başkasına haber verip, ona "Zeyd kalktı" dediği zaman, çoğu kez, dinleyen kimse Zeyd'i över, ve şöyle der: "Vallahi akıllı ve zeki olan o insaftı hatırladım, yani vallahi o, akıllı ve zekidir." Böylece ilk konuşan kimse, dinleyen kimsenin Zeyd'i medhedişi gibi, medhetmek istemiştir. Bundan dolayı medh ve zemmlerde irab buna göre gelmiştir. Halil ise şöyle demiştir: "Medh ve zemm, mesela "Zarif olanı kastediyorum" manasında olmak üzere mansub kılınmışlardır."

Ferra, Halil'in bu görüşünü iki bakımdan kabul etmemiştir:

1) (kastediyorum) lafzı, ancak meçhul (kapalı) bir ismi açıklamak için gelir. Medih ise, marife olan (bilinen) bir isimden sonra gelir.

2) Eğer Halil'in dediği doğru olsaydı, o zaman, ifâdesi, (yani kardeşin) manasında olmak üzere doğru olması gerekirdi. Halbuki bu, Arapların hiç kullanmadığı bir şekildir.

Bil ki bazıları bu kelimeleri, şeklinde, bazıları da, (......) şeklinde okumuşlardır.

Hak teâlâ'nın, "sıkıntıda" sözü hakkında İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demişîr: "Cenâb-ı Hak bu kelime ile fakirliği murad etmiştir. Bu kelime, lafzından bir isimdir. lafzı ile de, hastalığı murad etmiştir. Bu ikisi, vezninde iki isimdirler, ve bunların, kattbı yoktur. Çünkü sıfat değildirler."

Cenâb-ı Allah'ın, buyruğuna gelince, İbn Abbas (radıyallahü anh), bununla ilgili olarak, "Allah bununla, Allah yolunda savaşıp cihâd eden kimseleri kastetmiştir. Arapça'da (......) kelimesinin manası "şiddet" tir. "Şiddet zorluk yok" manasında, denilir. (A'raf, 165) ifâdesi, "şiddetli azab" manasınadır. Kendisinde şiddet, bulunduğu için savaşa; yine şiddetinden dolayı azaba, denilmiştir. Nitekim Allahü teâlâ, "Onlar bizim azabımızı gördükleri zaman..." (Mümin, 84) "Onlar bizim azabımızı hissettikleri zaman.." (Enbiya, 12) ve, "Allah'ın azabına karşı bize kim yardım eder.." (Mü'min, 29) buyurmuştur.

Sonra Allahü Teâlâ, "İşte dosdoğru olanlar bunlardır" demiştir. Bu, "Bu, vasıflan taşıyan kimseler, imanlarında sâdık olan kimselerdir" demektir.

Vahidi (rh.a) bu ayetin sonunda şu meseleyi zikretmiştir Bu ayette bu vasıfların başında getirilen "vav" harfleri cem' (toplamak) içindir. Bir insanda bu vasıfların toplanması, birr (iyiliğin) ve bâr (iyi) olmanın şartlarının hepsidir. Kendisinde bu vasıflardan sadece biri bulunan kimseye "bâr" (iyi) denmez. Buna göre insanın, ahdini tutan kimseyi, "birre sahib kimselerden" kabul etmesi doğru olmaz. Sadece güçlüklere sabreden kimse de böyledir. Hatta insan bütün bu özellikleri kendisinde toplamadır müddetçe, birri ifâ etmiş olmaz. İşte bundan dolayı bazı alimler, "birr" sıfatının peygamberlere has olduğunu söylemişlerdir. Çünkü peygamberlerden başkasında bu vasıfların hepsi kâmil olarak bulunmaz.

Diğer bazı alimler ise "birr" sıfatının, bütün mü'minler hakkında umûmî olduğunu söylemişlerdir. Benim muvaffakiyyetim ancak Allah'ın yardımı iledir ve sadece O'na tevekkül ederim.

Kısas

177 ﴿