178"Ey iman edenler, öldürülenler hakkında size kısas yazıldı (hükmedildi). Hüre karşı hürf köleye karşı köle, kadına karşı kadın (kısas edilir). Fakat hangi (katilin) lehinde, öldürülenin kardeşi tarafından cüz'i bir şey affedilirse, (kısas düşer). Artık ma'ruf olana uymak ve ona (Öldürülenin velilerine) güzellikle (diyetini) ödemek gerekir. Bu, Rabbinizden size olan bir hafifletme ve esirgemedir. O halde kim bundan (afv ve ödemeden) sonra haddi aşarsa, onun için elim bir azab vardır" . Dördüncü Hüküm Kısas Ayetinin Nüzul Sebebi Bu ayetin tefsirine geçmeden önce, sebeb-i nüzulünü anlatmak gerekir. Bu hususta üç değişik vecih vardır: 1) Bu ayetin sebeb-i nüzulü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olarak gönderilmesinden önce mevcud olan hükümleri silmektir. Bu böyledir, çünkü yahudiler sadece öldürmeyi, hristiyanlar da sadece diyet alıp affetmeyi bu kısas hususunda gerekli görüyorlardı. Araplar ise bazan kısâsen öldürmeyi, bazan da diyeti gerekli görürlerdi. Fakat bunlar, her iki hüküm hususunda da açıkça haddi aşıyorlardı. Öldürme hususunda haddi aşıyorlardı. Çünkü birinin kabilesi diğerinden daha şerefli olan iki kişi arasında öldürme meydana geldiğinde, şerefli olanlar, "Bizden köle olana karşı, onlardan hür olan birisini; kadınımıza karşı onların erkeğini, erkeğimize karşı da onların İki erkeğini öldürürüz" diyorlardı ve kendilerinden yaralananlara karşılık, karşı tarafa fazlası ile yara açarak kısas yapıyorlardı. Onlar çoğu kez, bu kadarla da kalmıyordu. Rivayet edildiğine göre birisi, eşraftan sayılan birisini öldürdüğü zaman, katilin akrabaları maktulün babasının yanında toplanıyor ve "Ne istersin?" diyorlardı. O da, "üç şeyden birini...?" diyordu. Onlar da "üç şey nedir?" diye soruyorlardı. O, "Ya çocuğumu diriltirsiniz, veya göğün yıldızlarıyla evimi doldurursunuz, veyahut da bana, öldürmem için bütün kavminizi verirsiniz. Sonra ben bir diyet kabul edeceğimi sanmıyorum" derdi. Diyet hususundaki haddi aşmalarına gelince, onlar çoğu kez şerefli olanın diyetini, şerefli sayılmayan kimsenin diyetinin birkaç katı sayıyorlardı. Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i peygamber olarak gönderince, adalete riayeti vâcib kılmış, kısas hususunda kulları arasında eşitliği sağlamış ve bu ayeti indirmiştir. 2) Bu, Süddî'nin görüşüdür. Buna göre, Kurayza ve Nadir kabileleri, aynı kitaba (Tevrat'a) inanmalarına rağmen, Araplar gibi bu hususta haddi aşıyorlardı. 3) Bu ayet, Hazret-i Hamza (radıyallahü anh)'nın şehid edilmesi hâdisesi üzerine nazil olmuştur. Dördüncü bir veçhe göre; Muhammed b. Cerir et-Taberî birisinden, o da İbn Ebî Talip ve Hasan el-Basrî'den şunu rivayet etmişlerdir: Bu âyetten maksat, iki hür, iki köle, iki erkek ve iki dişi arasında kısas yapılabileceğini ve sadece bunun kâfi geleceğini beyan etmektir. Köleyi öldüren hür veya hürü öldüren köle olduğu zaman, kısas ile beraber "terâcû" (diyet için karşılıklı olarak müracaat) gerekir. Hür olan köleyi öldürdüğü zaman, bu hür kimseye, köleye mukabil kısas tatbik edilir. Eğer kölenin efendisi, hürrü öldürmelerini isterse, hürrün diyetinden kölenin bedelinin düşürülmesi ve diyetin geriye kalan kısmının hürrün velilerine verilmesi şartıyla, hür kimseyi öldürürlerdi. Eğer köle hürrü öldürürse, köle de hürre mukabil kısas edilir. Bu durumda hürrün velileri, isterlerse köleyi öldürür ve hürrün diyetinden kölenin diyetini düşürür ve onlar da diyetin geriye kalan kısmını hürrün velilerine öderler. İsterlerse, diyetin tamamını atır, köleye ise kısas uygulamazlar. Eğer erkek kadını öldürürse, erkek de kadın mukabilinde kısas edilir. Bu durumda eğer kadının velileri isterlerse, o erkeği öldürür ve diyetin yarısını öderler. Eğer kadın erkeği öldürürse, bu durumda kadın da erkeğe mukabil kısas edilir. Böylece erkeğin velileri isterlerse, o kadını öldürür, diyetin yarısını alırlar, yine isterlerse diyetin tamamı onlara verilir ve kadın da kısas edilmez. Râvîler sözlerine devamla şöyle dediler: İşte bundan ötürü Allahü Teâlâ, iki hür, iki köle, iki dişi ve iki erkek arasında kısas ile yetinmenin meşru olduğunu; cinsler farklı olduğu zaman kısas ile yetinmenin meşru olmadığını beyan etmek için bu âyeti indirmiştir. Âyetin nüzul sebebini anladığınız zaman, artık bu ayetin tefsirine dönebiliriz. (......) nin Buradaki Mânası Hak teâlâ'nın, (......) ifâdesi "Size farz kılındı" manasınadır. Bu lâfız iki bakımdan vâcib oluşu gösterir: a) (yazıldı) lâfzı, şeriat örfünde vücûb ifade eder. Nitekim Allahü Teâlâ bu manada, "Size oruç farz kılındı" (Bakara. 183) ve, "Sizden birine ölüm geldiğinde, eğer (geriye) mal bırakıyorsa, vasiyet etmesi sizlere farz kılındı" (Bakara, 180) buyurmuştur. Buna göre vasiyet farz olmuştur. Farz namazlar manasına "es-salavâtü'l-mektubât" denilmesi de bundandır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, şey size farz kılınmadığı halde, bana farz kılınmıştır..." buyurmuştur. b) (......) lâfzı da, "İnsanların Beytullah'ı ziyaret etmeleri, Allah'ın onlar üzerindeki hakkıdır (yani farzıdır) " (âli imran. 97) âyetinde de olduğu gibi, farz oluşu ifâde eder. Kısasın İzahı "Kısas"a gelince bu, bir insana yaptığı şeyin aynısını yapmaktır. Bu, birisi birisinin yaptığı şeyin aynısını yaptığı zaman söylediğin sözünden alınmıştır. Nitekim Allahü teâlâ, bu manada, "o ikisi izleri üzere geri döndüler" (kehf. 64) ve, "O, (Musa'nın) kızkardeşine, "onu takib et" dedi" (Kassas, 11) yani, onun peşine düş.izini sür, demektir. Hikayeye de "kıssa" denilmiştir. Çünkü hikaye, hikaye edilen hâdiseye adetâ denktir. Kıssalara da bu isim verilmiştir, çünkü onlar geçmiş insanların haberlerinin aynısını anlatırlar. İki tarafı birbirine denk olduğu için, makasa da "mikass" denmiştir. Hak teâlâ'nın, "öldürülenler hususunda" buyruğu "öldürülenin öldürülmesi sebebiyle.." manasınadır. Çünkü, (......) kelimesi bazan sebebi ifâde etmek için kullanılır. Meselâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Mü'min birisinin öldürülmesi sebebiyle yüz deve (diyet cezası) vardır" buyurmuştur. Bunu iyice anladığın zaman, ayetin takdiri "Ey iman edenler, öldürülenin öldürülmesi sebebi ile sizlere kısas farz oldu" şeklinde olduğunu bilirsin. Böylece ayetin zahiri bütün öldürülen insanların öldürülmesi sebebiyle, bütün mü'minlere kısas yapmalarının vacib olduğunu gösterir. Fakat âlimler katil olmayanların bu umûmi ifâdenin dışında kaldığında ittifak etmişlerdir. Âyetin katil ile ilgili hükmü, birçok durumlarda tahsis edilir. Mesela baba, çocuğunu; efendi, kölesini; müslüman harbî veya muâhidi (anlaşmalı gayr-ı müslimi) ve müslüman hataen bir başka müslümanı öldürdüğünde böyle olur. Fakat tahsise uğrayan bu umûmî hüküm, bu durumlar dışında yine delil olarak kalır. Eğer: "Bu ayetin kısası gerektirdiğini ifâde eden sözünüzde iki problem vardır: a) Kısas, eğer vâcib (farz) olsaydı, bu, ya katile, ya ölünün velisine veya üçüncü bir şahsa vâcib olurdu. Halbuki bu üç kısım için de bu söz konusu değildir. Katile vacib olmaz, çünkü katilin kendi kendisini öldürmesi vacib değildir, aksine bu haramdır. Ölünün velisine de vacib olmaz, çünkü o, bunu isteyip istememede serbesttir, hatta yapmaması, Allah'ın, "Affetmeniz, takvaya daha uygundur" (Bakara, 237) ayetinin gereğince, mendubtur. Üçüncü bir kişi için de vâcib olmaz, çünkü bu öldürme hâdisesinin dışındadır. Bir şeyden habersiz (dışında olan) kimsenin, o hâdise ile bir ilgisi olamaz. b) Kısasın eşitlikten ibaret olduğunu beyan ettiğimize göre, ayetten anlaşılan, bu eşitliğin sağlanmasının vacib olduğudur. Bu takdire göre ayet, kısasın vâcib olduğuna kesinlikle delâlet etmez. Hatta bu konuda şunu söyleyebiliriz: Ayet meşru olan öldürmelerde de eşitliğin gözetilmesi gerektiğine delâlet eder. Buna göre de ayetin, kısasın öldürmeden ötürü meşru olduğuna delâlet, etmesi söz konusu olmaz?" denilirse, Birinci probleme iki bakımdan cevap verilir: 1) Bu vâcib oluştan murad, kısası yerine getirmenin devlet başkanına ve onun namına hareket eden kimseye vâcib olmasıdır. Çünkü kısasın vacib oluş şartları bulunduğu zaman, devlet başkanının kısası yerine getirmemesi caiz değildir. Çünkü İslâm devletinin başkanı da mü'minlerden biridir. Buna göre âyetin takdiri, "Eğer ölünün sahibi, kısas talebinde bulunursa, ey devlet reisleri, kısası tastamam yerine getirmeniz farz kılınmıştır" şeklinde olur. 2) Bu katile bir hitabdır. Buna göre ayetin takdiri: "Ölünün sahibi kısas isterse, ey katiller, size (kısas yapılmak için) teslim olmanız farz kılındı" şeklindedir. Bu böyledir, çünkü katilin bundan imtina etmesi ve buna razı olmaması caiz değildir. Amma zina eden. hırsızlık yapan kimselerin, cezadan kaçmaları caizdir. Hırsızlık yapan ile zina edenin, Allah bu.suçlarını örttüğü için, kendilerinin de örtmesi caizdir. Bu iki durum arasındaki fark, bunun kul hakkı olmasıdır. İkinci probleme ise şöyle cevap verilir: Ayetin zahiri kısasta eşitliğin vacib olduğuna delâlet eder. Kısasta eşitlik, Öldürüş şeklinde sağlanacak eşitliktir. Böyle şeklî sıfatın vâcib oluşu, zatın (o fiilin kendisinin) vâcib olduğunu gösterir. Binaenaleyh âyet, kısasın her bakımdan vacib olduğunu ifâde eder. Bu söylediğimiz hususlara dayanan birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Ebu Hanife, kasten öldürmenin kısası gerektirdiğine; İmâm Şafiî ise, iki görüşünden birisine göre, kasten öldürmenin ya kısast veya diyeti gerektirdiğine zâhib olmuşlardır. Ebu Hanife, bu âyette istidlal etmiştir. Onun, bu âyetle istidlal edişi, son derece zayıftır. Çünkü bu ayetin muhatabı, ister devlet başkanı, ister ölünün velisi olsun, kısasın uygulanmasıjttifakla ölünün velisinin bilhassa kısası istemesi şartına bağlıdır. Bize göre de, durum böyle olduğu zaman, kısas yapılması kesinleşir. Münakaşa, ölünün velisinin diyeti tercih edip edemeyeceği hususundadır. Halbuki ayette, ölünün velisi diyet istediğinde, bu hakkın ona verilemeyeceğine dair herhangi bir delil yoktur. İkinci Mesele Alimler, ayetin vâcib olduğuna delâlet ettiği "denkliğin" nasıl olacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir. İmam Şafiî şöyle demiştir: "Kısasta, önceki öldürmenin şekline bakılır. Eğer katil, o kimseyi kolunu keserek öldürmüş ise, katilin kolu kesilir. Eğer o, bundan dolayı ölürse ne âlâ; aksi halde boynu vurularak öldürülür. Eğer birincisi yakılarak öldürülmüşse, katil de yakılarak öldürülür. Eğer bu yakmada ölürse ne âlâ, eğer ölmezse boynu vurulur." Ebu Hanife (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Bu denklikten murad, nefsin, mümkün olan en hızlı ve kolay şekilde öldürülmesidir. Buna göre, ancak boynu kılıç ile vurmak suretiyle kısas yapılır. Şafiî (radıyallahü anh)'nin delili şudur: Cenâb-ı Allah, iki fiilin birbirine denk olmasını vâcib kılmıştır. Bu, eşitliğin mümkün olan bütün yönlerden temin edilmesini gerektirir. Buna birçok şey delâlet etmektedir: 1) Öldürmede eşitliğin, ancak öldürmenin keyfiyeti hususunda farz kılınmış olduğunu söylemek caiz değildir. İstisna, kendisinin olmaması halinde sözün muhtevasına girecek olan şeyi, sözün dışına çıkarır. Buna göre, bu durum öldürmenin keyfiyetinin de ayetin manasının kapsamına girdiğine delâlet eder. 2) Eğer biz, bu ayetin bütün hususlarda denkliğe delâlet ettiğine hükmetmezsek, âyet mücmel olur. Eğer, ayetin umûmî olduğuna hükmetsek, ayet apaçık bir mâna ifâde eder. Fakat bu ayet kimi kez bazı durumlara tahsis edilmiştir. Tahsis, icmalden daha kolaydır. 3) Eğer âyet, sadece bir hususta denkliğin gerektiğini ifâde etmiş olsaydı, o zaman ancak bir hususta birbirine denk iki şey bulunur, söz konusu olurdu. Buna göre de bu âyetten hiçbir şekilde istifâde edilemezdi. Bu delil ikinci delile yakın bir delildir. Binaenaleyh bu ayetin bütün yönlerden denkliğin gerekliliğini ifâde ettiği sabit olmuştur. Sonra bu ayet, denkliğin vücûbunu gerektiren şu ayetlerle te'kid edilmiştir: "Bir kötülüğün cezası, onun gibi bir kötülüktür" (Şûra, 40). "Kim size saldırırsa, onun size saldırması gibi siz de ona saldırın" (Bakara, 194) ve, "Kim bir kötülük işlerse, o kimse ancak onun gibi bir kötülük ile cezalandırılır" (Mü min, 40). Sonra bu ayetler, Hazret-i Peygamberden gelen şu meşhur hadis ile de te'kid edilmişlerdir: "Kim yakarak öldürürse, biz de onu yakarak öldürürüz. Kim, boğarak öldürürse, biz de onu boğarak öldürürüz." Keza rivayet edildiğine göre, bir yahudî bir çocuğun başına taşla vurur ve onu öldürür. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de yahudinin başına taşla vurulup öldürülmesini emreder. Bunlar sabit olunca, bu âyet.diğer âyetler ve bu hadislerle birlikte İmam Şafiî'nin sözüne kuvvetli bir şekilde delâlet eder. Ebu Hanife delil olarak Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Kısas ancak kılıçladır" İbn Mâce, Diyât, 25 (2/889). "insanlara ateşle ancak ateşin Rabbi azab eder. Tirmizi. Siyer. 20 (4/136): Buhâri, Cihâd, 149hadislerini getirmiştir. Buna şöyle cevap verilir: Hadisler arasında tearuz (çelişme) söz konusu olursa, geriye tearuzlardan uzak olan âyetlerin delâleti kalır. En iyi Allah bilir. Üçüncü Mesele Alimler, katil tevbe etmediği ve tevbe etmemekte ıs- rar ettiği zaman, kısasın onun hakkında Allah tarafından meşru kılınmış bir ceza olduğunda ittifak etmişlerdir. Tevbe etmesi halinde ise, bunun bir ukubet, ceza olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Bu böyledir, çünkü deliller, tevbenin makbul olduğunu göstermektedir. Cenâb-ı Allah, (Allah), kullarının tevbesini kabul eden ve günahlarını bağışlayandır' (Şûra, 25) buyurmuştur. Tevbe makbul olunca, tevbe edenin ikâba müstehak olarak kalması imkânsız olur, çünkü Hazret-i Peygamber: "Tevbe günahı yok eder" buyurmuştur. Buna göre, tevbe eden hakkında kısasın meşru kılınışının, bir ukubet olmasının mümkün olmadığı sabit olur. Sonra âlimler bu noktada ihtilâf etmişlerdir. Bizim âlimlerimiz, şöyle demiştir: Cenâb-ı Allah dilediğini yapar, hiçbir hususta ona itiraz edilemez. Mutezile ise, "Kısas katile lütuf olarak meşru kılınmıştır" demişler, sonra kendi kendilerine, "Öldürülmeden sonra mükellefiyet yoktur; öyleyse bu öldürme ona nasıl lütuf olabilir?" diye sorarak, şu şekilde cevap vermişlerdir. Bu öldürmede, gayzını yatıştırma bakımından, maktulün velisi; diğer insanları öldürme ve katiden alıkoyacağından dolayı diğer mükellefler için ve birisini öldürdüğünde kendisinin de mutlaka öldürüleceğini bilen, bu durum da kendisini hayra, kötülükte isrâr ve inadı terketmeye teşvik eden katil olabilecek bir kimse için bir fayda vardır. Cenâb-ı Allah'ın, "Hürte mukabil hür; köleye mukabil köle ve dişiye mukabil dişi (öldürülür)" âyetine gelince, bunda iki görüş vardır: Birinci Görüş: Bu ayet, kısasın ancak iki hür, iki köle ve iki dişi arasında meşru olmasını gerektirir. Bu görüşte olanlar, birçok delil getirmişlerdir. 1) (el-hür) kelimesindeki "eliflâm" umûm ifâde eder. Buna göre, ifâdesi, hürre mukabil hürrün öldürüleceğini ifâde eder. Eğer köleye karşı hürrün öldürülmesi meşru olsaydı, o zaman bu hür, hür kimseye karşılık olarak olmaksızın öldürülmüş olurdu. Bu ise, her hürrün hürre mukabil öldürülmesinin gerekliliğine ters düşmektedir. 2) Buradaki bâ harfi, cer harflerindendir. Binaenaleyh, muhakkak onuri bir fiile taalluk etmesi gerekir. Buna göre ifâdenin takdiri, "Hür insan, hür insana karşı öldürülür, kısas edilir" şeklinde olur. Mübteda, haberden daha umûmi olamaz, aksine ya ona denk olur veya ondan daha husûsi olur. Her iki durumda da bu, hür insanın, hür insana karşı öldürülebileceğini ifâde eder. Bu ise, hür insanın bir köleye karşı öldürülmesini nefyeder. 3) Cenâb-ı Allah, âyetin başında, denkliğe riayet edilmesini, buyruğu ile vacib kılmıştır. Bunun peşisıra, sözünü getirmesi, bu denkliğin hür oluş ve köle oluş bakımından söz konusu olduğunu gösterir. Çünkü bu söz, kısmının tefsiri yerine geçmiştir. Köleyi öldürdüğü için hür bir insana kısası gerekli (vâcib) görmek, bu manadaki denkliğe riayet etmemektir. Binaenaleyh bunun meşru sayılmaması gerekir. Eğer karşı görüşte olan, buna karşı, "Biz, o (Tevrat)'ta onlara "cana can (gerekir)" hükmünü yazdık..." (Maide, 45) âyetini delil getirirse, onlara şöyle cevap veririz: Tercih iki bakımdan bizden yanadır. a) (......) bizden önceki ümmetlerin şeriatıdır. Bizim tutunduğumuz ayet ise, bizim için konulmuş hükmü ifâde etmektedir. Hiç şüphe yok ki delil olma bakımından bizim şeriatımız, önceki ümmetlerin şeriatından daha kuvvetlidir. b) Bizim tutunduğumuz ayet, tafsilâtlı ve husûsî bir şekilde öldürülen kimselerle ilgili hükümleri ihtiva etmektedir. Şüphesiz hâs olan âmm olandan önce gelir, "Sonra bu görüşün sahipleri şunu söylemişlerdir: "Bu ayetin zahiri, kölenin ancak köleye mukabil, dişinin ancak dişiye mukabil öldürülmesini gerektirmektedir. Fakat biz, icmânın delâleti ile bu âyetin siyakından elde edilen manadan dolayı, bu zahire muhalefet ettik. Bu mana, hürrün köleye mukabil öldürülmesinde bulunmamaktadır. Binaenaleyh, burada lâfzın zahiri üzere kalması gerekir. İcmâya gelince bu açıktır. Âyetin siyakından elde edilen mana ise şudur: Köle, köleye mukabil öldürülünce kendisinden daha üstün olan hürre mukabil öldürülmesi öncelikle gerekir. Ama hür böyle değildir. Çünük o, hürre mukabil öldürüldüğü için kendisinden daha aşağı olan köleye mukabil öldürülmesi gerekmez. Dişinin erkeğe mukabil öldürülmesi hususundaki görüş de böyledir. Erkeğin dişiye mukabil öldürülmesi hususunda ise ancak icmâ bulunmaktadır. Allah en iyi bilendir. İkinci Görüş: Cenâb-ı Allah'ın "Hürre karşı hür" sözü, kesin olarak "hasr" ifâde etmez. Aksine bu söz, kendisinde diğer kısımlara bir delalet bulunmaksızın, zikredilen iki şey arasında kısasın meşru olduğunu ifâde eder. Bu görüşte olanlar, buna iki bakımdan delil getirmişlerdir: 1) Allah'ın, kavli, köle kadına mukabil hür kadının kısas edilmesini gerektirmektedir. Şayet "hürre karşılık hür ve köleye karşılık köle.." buyruğu buna manî olsaydı, bir tenakuz söz konusu olurdu. 2) Allahü teâlâ'nın, "Katledilenler hakkında size kısas farz kılındı" sözü müstakil ve tam bir cümledir. sözü ise, bu cümlenin cüzlerinden birisini zikrederek tahsis etmektedir. Müstakil cümle daha önce zikredildiği zaman, cüzlerden bir kısmını tahsis etmez; bu hükmün diğer kısımlarda (cüzlerde) bulunmasına manî olmaz. Aksine bu tahsisin, hükmü diğerlerinden nefyetmenin dışında baksa manaları ifâde etmek için bulunması mümkündür. Sonra bu görüşün sahibleri bu başka mananın ne olduğu hususunda ihtilâf ederek, iki görüş zikretmişlerdir: a) Onların çoğunun sahib olduğu görüşe göre, bu mana, âyetin nüzul sebebinde de rivayet ettiğimiz gibi, cahitiye çağındaki kimselerin üzerinde olduğu hükümleri iptal etmektir. Çünkü onlar köleye karşılık, katil olan kabileden hür olan kimseyi de öldürüyorlardı. Bu tahsisin faydası, onları bundan menetmektir. Bil ki bu görüşte olarlar, Allahü teâlâ'nın, ayetinin, hür kimsenin köle karşılığında öldürülmesinin caiz olmadığına delâlet ettiğini söylerler. Çünkü kısas, denklikten ibarettir. Halbuki köleye mukabil hürrün öldürülmesinde, bu denkliğe riayet edilmemiş olur. Zira hür, şeref, hükmetme ehliyeti, imamet ve şahid olma bakımlarından köleden üstündür. Binaenaleyh bunun meşru olmaması gerekir. Bu konuda söylenecek son söz, "Âlimin cahil, şereflinin âdî kimseler mukabilinde öldürülmesi hususunda, bu âyet-i kerime ile amel edilmez" demektir. Fakat bu, icmâ olmayan hususlarda aslı üzere kalır. Sonra biz, Hak teâlâ'nın, ayetinin, köleye mukabil hürrün öldürülmesini gerektirdiğini kabul etsek bile, ifâdesinin, hürrün köle karşısında öldürülemeyeceğini ifâde ettiğini açıklamıştık. Bu ikinci ifâde husûsîdir. Önceki ise umûmidir. Hâs olan ifade âmm olan ifâdeden önce nazar-ı itibara alınır. Bilhassa hâs, lafız bakımından umûmî olan ifâdeye bitişik olduğunda, bu bir İstisna gibi olur. İstisnanın ise umûmdan önce nazar-ı itibara alınması hususunda herhangi bir şüphe yoktur. b) Bu tahsisin manasını (faydasını) açıklama hususunda ikinci görüş, Muhammed b. Cerir et-Taberi'nin, Hazret-i Ali ile Hasan el-Basrî'den naklettiği şu görüştür: Bu haller, kendisinde kısas ile yetinilen hallerdir. Bunların dışındaki hallere gelince ki bunlar, kısasın hür ile köle, erkek ile dişi arasında olması halleridir, bu hallerde kısas ile yetinilmez, aksine bu durumlarda, iki tarafın karşılıklı birbirine müracaatı gerekir. Biz bunu âyetin sebeb-i nüzulünü zikrederken açıklamıştık. Fakat muhakkik âlimlerden çoğu, böyle bir rivayetin Hazret-i Ali'den gelmediğini iddia etmiştir. Bu ikinci görüş tefekkür ehlince zayıf görülen bir görüştür. Çünkü hiçbir müracaat olmadan, bir kişiye karşı bir topluluğun öldürüldüğü vârid olmuştur. Yine kadına karşı, bir müracaat olmadan erkeğin öldürüldüğü de olmuştur. Bir diğer husus da, kısas, öldürmeye karşı gerekli olan cezaların en son noktasıdır. Binaenaleyh kısas ile birlikte, bir başka ceza caiz olmaz. Cenâb-ı Allah'ın, "Fakat hangi (katilin) lehine, öldürülenin kardeşi tarafından'cüz'İ birşey affedilirse (kısas düşer). Artık maruf olana uymak ve ona (öldürülenin velilerine), güzellikle (diyeti) ödemek gerekir" âyetine gelince, bil ki "kasten öldürmenin cezası ya kısas veya diyettir" diyenler, bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Ayet, böyle bir hâdisede, bir affedenin bir de affedilenin bulunduğuna dikkat çekiyor. Halbuki burada ölünün velisi ile katilden başka kimse oktur. Binaenaleyh affeden, bu ikisinden birisidir. Bu birisinin katil olması caiz olmaz. Çünkü aftan anlaşılan, bir haktan vazgeçmektir. Bunun ise katilin üzerinde bir hakkı bulunan, ölünün velisi tarafından olması mümkündür. Böylece âyetin takdiri: "Katile taalluk eden cezadan, bir şeyi ölünün velisi affettiği zaman, katil bu affa iyilikle uysun" şeklinde olur. Ayetteki (şey) lâfzı, kapalı bir ifâdedir. Binaenaleyh bunun, kapalılığını gidermek için daha önce zikredilen bir şeye hamledilmesi gerekir. Bu da kısasın vâcib oluşudur. Buna göre âyetin takdiri, "vâcib olan kısastan bir şey katil için affedildiği zaman, katil affeden kimseye maruf bir şekilde uysun ve ona malı güzellikle ödesin" şeklinde olur. Halbuki diyetten başka hiçbirşeyin ödenmeyeceği icmâ ile sabit olmuştur. Bundan dolayı ödenmesi gereken şeyin "diyet" olması gerekir. İşte bu da, kasten öldürmenin cezasının ya kısas veya diyet olduğunu gösterir. Eğer böyle olmasaydı, kısas affedildiğinde diyetin vâcib olmaması gerekirdi. Bu izahı Allah'ın, "Bu, Rabbinizden size bir hafifletme ve esirgemedir" buyruğu da te'kid etmektedir. Bu, Allah tarafından size bir rahmet olarak, diyeti alma ile kısas arasında bir muhayyerliğiniz olduğunu göstermektedir. Çünkü yahudiler hakkında kesin kısas yapmaları, hristiyanlar hakkında ise affetmeleri hükmü gönderilmişti. Böylece Cenâb-ı Hak, bu ümmetin hükmünü hafifletip, onları kısas yapma ile diyet yapma arasında muhayyer kılmıştır. Bu, ümmet-i Muhammed için bir hafifletme ve rahmettir. Çünkü ölünün velisi, mala muhtaç olduğu zaman, diyet alması kısası istemesinden daha tercihe şayan olur. Ölü sahibi öfkesini gidermede ve katilin şerrini kendisinden uzaklaştırmada istekli olduğunda, kısas tercihe şayan olur. Böylece Cenâb-ı Hak, ölünün vefisini, Allah'ın ona bir rahmeti olmak üzere, istediği şeyi tercih etmede muhayyer bırakmıştır. Buna göre eğer, "Biz affedenin ölünün velisi olduğunu, ve onun "Af bir haktan vazgeçmektir. Bu ise ancak ölünün velisi için söz konusudur" şeklindeki sözünü kabul etmiyoruz" denirse, deriz ki: "Affın, bir haktan vazgeçme manasına geldiğini biz de kabul etmiyoruz, ayetinden murad, "Kime ki kardeşinin kanından (cezasından) birşey kolaylaştırılırsa.." manasıdır. Arapçada, "Bana bu mal afven safven geldi" denilir. Bunun manası, "Bunu kolaylıkla elde ettim" şeklindedir. Yine, denilir, yani "Kolay olanı al." Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kolay olanı al" demiştir (A'râf, 199). Buna göreyetin takdiri şöyle olur: "Ölünün velilerinden biri olur ve ölünün katili olan din kardeşi için, maldan (diyetten) bir parça kolaylaştırırsa, bu malı isteme hususunda ölünün velisi katilden taleb etsin, katil de ölünün sahibine bu malı geciktirmeksizin ve eksiksiz olarak iyilikle ödesin." Bu takdire göre ayetin mânası şöyle olur: "Cenâb-ı Allah maktullerin kısastan vazgeçip diyet hususunda anlaşmaya davet edildiklerinde buna razı olmaya teşvik etmiştir." Biz, affedecek kimsenin ölünün velisi olduğunu kabul etsek bile, bundan muradın, "kısasın ölünün iki velisi arasında ortak olması ve onlardan birinin kısastan vazgeçmesi halinde diğerinin hissesinin diyete dönüşmüş olacağı" manası olduğunun söylenmesi niçin caiz olmasın? Buna göre Allahü teâlâ, kısastan vazgeçmeyen ortağa, katilin peşini maruf bir şekilde bırakmamayı; katile de o kimseye iyilikle diyeti ödemeyi emretmiştir demek neden mümkün olmasın? Biz, ister ortağı olsun ister tek olsun, affedecek olan kimsenin ölünün velisi olduğunu kabul etsek bile şöyle demek neden caiz olmasın? Bu, katilin rızasına bağlıdır. Fakat Allahü teâlâ katilin rızası şartını açıkça zikretmemiştir. Çünkü bu kesin olarak sabittir. Zira akıllı olan kimsenin, öldürülmemesini sağlamak için bütün dünyayı vermeye razı olacağı açıktır. Çünkü o, öldürüldüğü zaman, ortada ne malı ne de canı kalır. Malını bu uğurda alabildiğine vermesi ise hayatta kalmasını temin eder. İşte katilin rızast gerçekte şart olmakla beraber genel olarak zaten mevcud olduğu için, ayrıca zikredilmemiştir? Buna cevap: Bu âyetteki "af" lâfzını, kısası düşürme mânasına almak, katilin malını (diyetini) ölünün velisine vermesi manasına almaktan daha evlâdır. Bunun izahı iki yöndendir: a) Affın hakiki manası bir hakkı düşürmektir. Bu sebeple lâfızdaki müşterekliği gidermek için, bu kelimenin hakiki olarak bir başka mânaya olmaması gerekir. Bu ayetteki "af" lâfzını bir hakkı düşürme manasına hamletmek, sizin söylediğiniz manalara hamletmekten daha uygundur. Çünkü, âyeti önce geldiği için, âyetindeki affı kısas hakkından vazgeçme manasına hamletmek daha uygundur. Çünkü Hak teâlâ'nın, (şey) sözü, müphem (kapalı) bir lâfızdır. Bu müphemin, daha önce bahsedilmiş olan bir manaya hamledilmesi evlâdır. b) Eğer bu "af" dan murad, sizin dediğiniz şey olsaydı, Hak teâlâ'nın, "Maruf olana uymak ve ona (ölünün velisine) diyeti ödemek gerekir" âyeti lüzumsuz olurdu. Çünkü malın ona kolaylıkla ulaşmasından sonra, katilin peşini bırakmamasına ihtiyaç kalmaz. Katile de, diyeti güzellikle ödemesini emretmeye hacet kalmaz. İkinci soru ise şu iki bakımdan cevaplandırılır: a) Bu söz, husûsî bir hâdise şekli farzedilerek yürütülmüştür. Bu hususî şekil de kısas hakkının ölünün iki velisi arasında ortak olması, daha sonra bunlardan birisinin kısastan vazgeçip, diğerinin vazgeçmemesidir. Ayet bu hükmün mutlak olarak meşru olduğuna delâlet eder. Bu sebeple mutlak olan bir ifâdeyi, mana ifâde eden bir şekle hamletmek zahirin hilâfına bir harekettir. b) âyetinde, zamiri, daha önce zikredilmiş bir şeye râci bir zamirdir. Daha önce zikredilen ise, "affedecek olan" kimsedir. Binaenaleyh bu malın (diyetin), affeden kimseye verilmesi gerekir. Sizin iddianıza göre ise, o malın affedenden başkasına verilmesi gerekir. Bu sebeble sizin görüşünüz bâtıl olmuş olur. Üçüncü suale gelince, bu rıza şartının zevali ya imkânsızdır veya mümkindir. Eğer zevali mümkin değil ise, bu takdirde diyet alma yetkisi kan sahibi için mutlaka olması gerekir. Eğer olmaması mümkün ise, lafzı, itibar edilmesi gerektiğine âyetin delâlet etmediği bir şart ile kayıtlamak, ayetin zahirinin hilâfına bir hareket olur ki, bu da caiz değildir. Bu bahis özetlendiği zaman biz deriz ki, ayette, soru ve cevâbı şeklinde zikredeceğimiz lâfzı bir takım başka konular bulunmaktadır. Birinci Bahis: Hak teâlâ'nın, buyruğunun terkibi nasıldır? Cevap: Ayetin takdir. Her kimin, kardeşinden elde edeceği bir afv... olursa" şeklindedir. Bu, "Yürümenin bir kısmı Zeyd ile, bir kısmı da bir grup ile yapıldı" sözünde olduğu gibidir. İkinci Bahis: lâm harfi ile değil, harf-i ceri ile müteaddî olur. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, sözü nasıl izah edilecektir? Cevap: (......) kelimesi günah ve cinayet işleyen kimse için, harf-i ceriyle kullanılır da, "Falancayı ve onun günahını affettim" denilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah seni bağışlasın..."(Tevbe, 43)buyurmuştur. Bu kelime günah hakkında müteaddi olarak kullanıldığında, "Onun lehine olarak günahını afvettim ve, onun lehine olarak ondan vazgeçtim" diyebildiğin gibi, "Falancanın, işlediği suçunu affettim" de denilir. İşte ayette de bu şekilde gelerek, "Her kimin cinayeti bağışlanırsa..." denilmiştir. Böylece de, ayette "cinayet" kelimesi zikredilmemiştir. Üçüncü Bahis: Niçin "afvdan bir şey..." denilmiştir? Bunun cevâbı iki şekilde olur: Birinci Cevap: Hak, sadece kısas olduğu zaman, bu durum bir müşkil arzeder. Böylece de kısasın bölünemeyeceği söylenir. Bu nedenle de, Cenâb-ı Hakk'ın, lâfzının bir manası kalmaz. Ama, hakkın tamamı kısas veya diyet olduğu zaman, onun hakkının tecezzi etmesi mürnkin olur. Çünkü o kimse, diyetten değil de, kısastan, yahut da her ikisinden vazgeçebilir. Durum böyle olunca, denilmesi caiz olmuş olur. İkinci Cevap: (......) kelimesini nekre olarak zikretmek, büyük bir mâna ifâde eder. Çünkü, kısasın düşmesinde müessir olan affın, ancak kısasın tamamından vazgeçilmesi hususu olduğu düşünülebilirdi. İşte böylece Cenâb-ı Hak, kısasın düşmesi hususunda, onun bir kısmından vazgeçmenin hepsinden vazgeçme; ölünün velilerinden bir kısmının hakkından vazgeçmesinin, hepsinin hakkından vazgeçmiş gibi olduğunu beyan etmiştir. Şayet, (......) kelimesi ma'rıfe kılınmış olsaydı, ondan bu mâna anlaşılmazdı. Cenâb-ı Hak bu kelimeyi nekre kılınca, ondan bu mana anlaşılmıştır. İşte bu sebepten dolayı Hak Teââ, buyurmuştur. Ayet, Fâsıkın Mü'min Olduğuna Delâlet Eder Dördüncü Bahis: Allahü Teâlâ kardeşlik vasfını hangi mana ile ortaya koymuştur? Cevap: Denildiğine göre İbn Abbas, bu ayet ile fâsıkın mü'min olduğu hususunda, üç bakımdan istidlal etmiştir: 1) Allahü Teâlâ, kısas kendisine vacib olmuşken de, katili mü'min diye adlandırmıştır. Halbuki, büyük günahlardan olduğu icmâ ile sabit olduğu halde, kendisinden ve tecavüzkârâne bir şekilde kati sadır olduğu zaman kısas o kimseye vâcib olmuştur. Bu da, büyük günah sahibinin mü'min olduğunu gösterir. 2) Allahü Teâlâ, katil ile maktulün velisi arasında bir kardeşliğin bulunduğunu söylemiştir. Şüphesiz ki bu kardeşlik, Cenâb-ı Hakk'ın, (Hucurat, 10) âyetine dayanılarak, din sebebiyle meydana gelmiştir. Şayet fısk ile beraber iman bulunmasaydı, iman sebebiyle meydana gelen kardeşlik diye bir şey kalmazdı. 3) Cenâb-ı Allah; katili affetmeye teşvik etmiştir. Affa teşvik ise, mü'min olmaya yakışan bir durumdur. Mutezile birinci görüşe cevap vererek şöyle demiştir: Biz Hak teâlâ'nın, ayetindeki muhatapların devlet reisleri olduğunu söylersek, böyle bir soru kendiliğinden ortadan kalkmış olur. Eğer bu ifâdeye muhatap olanların katiller olduğunu söylersek, buna iki bakımdan cevap veririz: a) Katil katle yönelmeden önce mü'min idi. İşte Cenâb-ı Hak, bu kimseyi o manada mü'min diye adlandırmıştır. b) Katil, bazen tevbe eder. Bu durumda da mü'min olmuş olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak "tağlib" yoluyla, tevbesiz olanları da tevbe edenler sınıfına dahil etmiştir. , İkinci görüşe gelince, ki bu kardeşliğin zikredilmiş olmasıdır, onlar buna da şu yönlerden cevap vermişlerdir: a) Ayet bir kimsenin başka bir kimseyi öldürmesinden önce inmiştir. Öldürme işine yönelmeden önce.mü'minlerin kardeş olduğunda herhangi bir şüphe yoktur. b) Zahir olan, fâsık kimsenin tevbe etmiş olmasıdır. Onun tevbe ettiğini kabul ettiğimiz an, maktulün velisi onun kardeşi olmuş olur. c) Neseb cihetinden onun kardeşi olmuş olması da caizdir. Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Âd'e de kardeşleri Hûd'u yolladık" (hûd, 50) buyurduğu gibi... d) Ölünün velisi ile katilin arasında bir ilgi ve münasebetin meydana gelmiş olmasıdır. Böyle bir ilgi, kardeşlik isminin ıtlak edilmesi için yeterli olur. Senin tıpkı, aralarında çok az bir ilgiden bulunduğu vakit, bir kimseye, "Arkadaşına şunu söyler' demen gibidir. e) İkrar ve itikâd hususundaki cinsiyyet bakımından aralarında bulunan bir ilgiden dolayı, birinin diğerine atfedilebilmesi için, onu "kardeşlik" lafzıyla beraber zikretmiştir. Mutezile'nin bütün bu izahlarına şu şekilde cevap veririz: Sizin bu yapmış olduğunuz izahların tamamı, kardeşliğin muayyen bir zaman ve muayyen bir sıfatla kayıtlanmasın; gerektirir. Halbuki Allahü teâlâ, kardeşliği mutlak bırakmıştır. Allahü Teâlâ'nın, (......) buyruğuna gelince, bu hususta da birkaç bahîs bulunmaktadır: Birinci Bahis: Hak teâlâ'nın, (......) ifâdesi, mahzûf bir mübtedânın haberi olduğu için, merfûdur. Bunun takdiri ise, (......) şeklindedir. Veya, bu mahzûf bir haberin mübtedâsıdır. Buna göre ayetin takdiri, (......) şeklindedir. İkinci Bahis: Ayetin takdirinin, "Affedene güzellikle, maruf olarak diyetini almak düşer; affedilene de, o diyeti güzellikle ödemek düşer" şeklinde olduğu söylenmiştir. Bu görüş İbn Abbas, Hasan el-Basrî, Katâde ve Mücahid'den rivayet edilmiştir. Bu iki ifâdenin de affedilene (katile) ait olduğu da söylenmiştir. Buna göre katilin affedenin affına iyilikle tâbi olması ve bu maruf diyeti maktulün velisine yine maruf bir şekilde ödemesi gerekir, şeklinde olduğu da söylenmiştir. Üçüncü Bahis: Ma'rûfa ittibâ etmek, istemede şiddet ve katılık göstermemedir. Tam aksine, bu hususta alışılan örfe göre hareket etmektir. Buna göre, eğer diyeti ödemesi gereken şahıs güç durumda ise, ona mühlet tanımak gerekir. Eğer o, malın aynını bulursa, maktulün velisinin hakkından fazlasını istememesidir. Eğer katilin yanında verilmesi istenen malın dışında başka mal bulunursa, maktulün velisinin katile, malı satıp ve değiştirmesi için zaman tanıması ve hakkını almak bahanesiyle katilin vâcib olan en mühim görevlerini daha önce yapmasına mani olmaması gerekir. İyilikle ödeme hususuna gelince bundan maksat, katilin, imkânı olduğu halde imkânının bulunmadığını söylememesi, malın bulunmasına rağmen onu geciktirmemesi, kendisine vâcib ve gerekli olmayan şeyleri ön sıraya almaması ve bu malı güleryüzle, güzellikle, ve hoş sözler söyleyerek ödemesidir, Hak teâlâ'nın, dili buyruğuna gelince bu hususta muhtelif vecihler vardır: a) Hak teâlâ'nın, sözünden maksad kısasın ve diyetin meşru olmasına dair hükmün, sizin hakkınızda bir kolaylık ve hafifletmedir" demektir. Çünkü kısastan vazgeçip diyet alma işi, yahudilere haram kılınmış ve onlara sadece kısas farz kılınmıştır. Hristiyanlara da kısas ve diyet haram kılınmış, onlara sadece kısastan vazgeçme farz kılınmıştır. Halbuki Ümmet-i Muhammed, -onlara bir kolaylık ve genişlik olsun diye- kısas diyet ve afv arasında muhayyer bırakılmışlardır. Bu İbn Abbas'ın görüşüdür. b) Hak teâlâ'nın, (......) sözü, O'nun, sözüne racidir. Hak teâlâ'nın, sözünün manası, "Kim bu hafifletmeden sonra haddi aşarsa..." yani ondan daha fazlasına tecavüz ederse, şeklindedir. İbn Abbas ve Hasan el-Basrî de, bundan muradın. "Afv ve diyetten sonra katilin öldürülmemesidir. Bu böyledir, çünkü cahiliyye zamanında yaşamış olanlar, affedip diyeti de aldıktan sonra, eğer katili yakalayabilirlere, onu öldürürlerdi. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bunu yasakladı" demişlerdir. Bundan muradın, "Katilden başkasını veya daha fazlasını öldürmek; yahut hakkı olan diyetten fazlasını istemek veyahut da kendisine, kısasın mahiyyet ve keyfiyyeti açıklandıktan sonra haddi aşması" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğunun umûm ifâde etmesinden dolayı, ayetinin mânasını, bu zikredilenlerin hepsine hamletmek gerekir. Hak teâlâ'nın, sözü hususunda iki görüş bulunmaktadır: a) Bu en meşhur görüştür. Buna göre bu, azâbtan bir çeşit ve ahirette elemi de çok şiddetli olan bir azâbtır. Katâde'den rivayet olunduğuna göre, azâb-ı elîm kişinin muhakkak olarak öldürülmesi, affedilmemesi ve kendisinden diyetin kabul edilmemesidir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Diyeti aldıktan sonra öldüren bir kimseyi affetmeyeceğim" buyurmuştur. Bu, Hasan el-Basrî ve Saîd İbn Cübeyr'den de rivayet edilmiştir. Şu görüş bazı sebeplerden dolayı zayıftır: 1) Mutlak olarak zikredildiği zaman azâb-ı elîm'den anlaşılan, ahiret azabıdır. 2) Biz kısasın, bazan azâb, bazan da tevbe eden için olduğu gibi, imtihan olduğunu da beyan etmiştik. Bu sebeple azâb isminin o kimseye ıtlak edilmesi, ancak bir yönden doğru olabilir. 3) Affettiği kimseyi öldüren kimsenin, öldürdüğü kişinin velisi tarafından affedilmesinin mümkün olmadığı söylenemez. Çünkü bu, ölünün velisinin hakkıdır; diğer haklarından vazgeçmesinin mümkün olduğuna kıyas edilerek, bu hakkından da vazgeçmesi mümkündür. Allah en iyisini bilendir. Kısasta Hayat Vardır |
﴾ 178 ﴿