180

"Sizden birinize ölüm geldiğinde, eğer geriye mal bırakıyorsa, anaya, babaya ve yakın akrabaya meşru bir surette vasiyette bulunması, muttakiler üzerinde bir hak olarak, farz kılındı" .

Bil ki, sözü daha önce de açıkladığımız gibi, vacib oluşu (farziyeti) ifâde eder. (......) hitabına gelince, bundan maksad, bizzat ölümü müşahede etmek değildir. Çünkü tam o vakitte kişi, vasiyet edemez.

Sonra müfessirler, bu ifâdenin tefsiri hususunda iki vecih söylemişlerdir:

1) Bu, çoğu müfessirlerin tercih ettiği görüştür. Buna göre bu sözden maksad, ölüm emarelerinin görünmeye başlamasıdır. Bu da mesela korkutucu bir hastalık olabilir. Arapçada bu ifâdenin, bu manada kullanıldığı açıktır. Meselâ, ölmek üzere olduğundan korkan kimseler hakkında, denilir. Yine şehre girmek üzere olan kimseye, "O şehre girdi"denilmesi de bu kabildendir.

2) Bu Esamm'ın görüşüdür. Ona göre, bundan murad, "Size sapasağlam olduğunuz halde, "Bize ölüm gelip çattığında şöyle şöyle yapın" diyerek vasiyette bulunmanız farz kılındı" manasıdır.

Kâdî, iki sebebten dolayı birinci görüşün daha evlâ olduğunu söylemiştir:

a) Vasiyet eden kimse, vasiyeti esnasında ölümü hatırlamasa da, bu caizdir.

b) Bizim zikrettiğimiz, ayetin zahirinden anlaşılan husustur. Zahirî mana mümkün olduğu zaman, sözü başka bir manaya hamletmek caiz değildir.

Hak teâlâ'nın, "Eğer geriye hayır bırakıyor ise" sözündeki, "hayır" dan muradın "mal" olduğu hususunda, herhangi bir ihtilâf yoktur. Kur'an'ın pekçokayetinde "hayır" lâfzı, "mal" manasına kullanılmıştır. Meselâ, "İnfak ettiğiniz mal..." (Bakara, 272); 'O (insan)'ın hayır yani malı sevmesi ileri derecededir" (Adiyat, 8) ve, "Maldan yana muhtacım" (Kasas. 24) ayetlerinde olduğu gibi.

Bunu anladığın zaman biz deriz ki, bununla ilgili birkaç görüş vardır:

a) Geriye bırakılacak malın az veya çok olması farketmez. Bu, Zühri'nin görüşüdür. Buna göre, mal ister az ister çok olsun, vasiyet etmek vacibtir. Zührî bu görüşüne şu delilleri getirmiştir:

1) Allahü teâlâ, kişi geriye mal bıraktığında, o mal hususunda vasiyet etmesini vacib kılmıştır. Malın azına da "hayır" denilir. Akıl da nakil de buna delalet eder. Bunun naklen delili, "Kim zerre miktarı hayır işlerse onu görecek, yine kim de zerre miktarı şer işlerse onu görecek "(zılzâl, 7-8) ve, "Bana indirdiğin mala muhtacım" (Kasas, 24) ayetleridir. Bunun aklî delili ise şudur: Hayır, kendisinden istifâde edilen şeydir. Az mal da böyledir. Binaenaleyh az mal da hayırlı olur.

2) Allahü Teâlâ, "Anababa ile yakınların bıraktıklarından erkeklere; anababa ile yakınların bırakdıklarından kadınlara, azından da çoğundan da farz kılınmış bir pay vardır" (Nisa, 7) ayetinin deliliyle de, mal ister çok, isterse az olsun, geriye bırakılan mal hususunda miras hükümlerine itibar etmiştir. Vasiyyet hususunda da durumun böyle olması gerekir.

b) Bu ayetteki "hayr" lâfzı, çok mala tahsis edilmiştir. Bu görüşte olanlar, görüşlerine şu husustan delil getirmişlerdir:

1) Geriye bir dirhem bırakan kimse için, "O, bir mal bırakmıştı" denilmez. Nitekim, "Falanca mal sahibidir" denilir. Böylece onun malının çok olduğu ve ihtiyaç hudutlarını aştığı kastedilir; her ne kadar "mal" ismi hakikatte, az ya da çok olsun, insanın nemalandırmış olduğu malına ad olarak verilse de... Yine aynı şekilde, her ne kadar hiçbir fert Allah'ın nimetinden uzak düşmese bile, "Falanca, bir nimet ve bolluk içerisindedir" denildiğinde, onunla ancak nimetin çokluğu kastedilmiş olur, Bu, mecazın meşhur bir şekli olup, noksanlığı halinde bir vasfı bir şeyden nefyetmekten ibarettir. Nitekim, Hazret-i Peygamber'in, "Mescid'in yanında oturan kimsenin mescidde kılmadıkça namazı yoktur" Keşfu'l-Hafâ, 2/365. (Dârakutnî, Hâkim ve Taberâniden). ve "Komşusu aç olduğu halde, kendisi tok olarak sabahlayan kimse mü'min değildir" gibi vb. buyurmuş olduğu şeyler gibi.

3) Şayet, mal ister az ister çok olsun, bırakılan her şeyde vasiyyet vacib olsaydı, Cenâb-ı Hakk'ın, diye kayıtlaması, birşey ifâde eden bir söz olmazdı. Çünkü herkes, ister az isterse çok olsun, mutlaka bir şeyler bırakır.

Yanında hiçbir ekmek parçası olmayan ve avret mahallini örteceği bir bez bulamayıp çıplak olarak ölen kimsenin durumuna gelince, sana söylüyorum, bu çok nadir olan bir durumdur.

Burada, hayırdan maksadın çok mal olduğu sabit olunca, bu durumda bu mal, belli bir miktar ile sınırlandırılmış mıdır, yoksa sınırlandırılmamış mıdır? sorusu akla gelir. Bu hususta iki görüş vardır:

Birinci Görüş: Bu mal, muayyen bir miktarla belirlenmiştir. Sonra bu görüşte olanlar da, farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Buna göre, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'den rivayet edildiği üzere, ölürken geriye yediyüz dirhem mal bırakan bir kölesinin yanına girmiş, köle ona "Vasiyet edemem mi?" diye sorunca Hazret-i Ali "Hayır, çünkü Allahü teâlâ, "Eğer geriye bir hayır (mal) bırakırsa" buyurmuştur. Halbuki senin çok malın yok" demiştir.

Hazret-i Aişe (radıyallahü anh)'den de rivayet edildiğine göre, bir adam onar'Vasiyyette bulunmak istiyorum" dedi. Hazret-i Aişe de "Ne kadar malın var?" diye sordu. Adam: "Üçbin dirhem" dedi. Hazret-i Aişe, "Ailen kaç kişi?" diye sordu. Adam "Dört kişi" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Aişe, "Allahü teâlâ, buyurmuştur. Şüphesiz ki bu mal çok değildir. Binaenaleyh onu ailene bırak, bu daha efdaldir" diye cevap verdi.

İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan, insan geriye yediyüz dirhem bıraktığında vasiyet edemeyeceği, mal sekizyüz dirheme ulaşırsa vasiyet edilebileceği; Katâde den ise, mal bin dirhem olduğunda vasiyet edilebileceği; Nehâi'den de mal binbeşyüz dirhem olduğunda vasiyet edilebileceği rivayet edilmiştir.

İkinci Görüş: Bu malın ne kadar olacağı belirtilmemiştir. Bu, insanın durumuna göre değişir. Çünkü belli bir ölçüdeki mal ile insana "zengin" denebildiği gibi, yine aynı miktar mala sahib olan başka bir kimse, ailesi ve masrafı çok olduğu için "zengin" diye nitelendirilemez.

Ayetteki vacib oluşun, içtihada göre tayin edilecek bir mal miktarına bağlanması da imkânsız değildir. Hiç kimse, ayette malın miktarının belirtilmeşi, "Şayet vasiyet vacib olsaydı, vasiyet vacib olan malın miktarının belirtilmes gerekirdi" diyerek, mal hususunda vasiyette bulunmanın kesinlikle vacib olmadığına delâlet ettiğini söyleyemez.

Allahü teâlâ'nın, sözü ile ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Cenâb-ı Hak, ayetin başında, (farz kılındı) buyurmuştur, çünkü "vasiyyet" sözü ile, vasiyet etmeyi kastetmiştir. Bundan dolayı, "Onu işittikten sonra kim değiştirirse.." (Bakara, 181) ayetinde zamiri müzekker olarak getirmiştir. Yine Cenâb-ı Hak, (......) fiilini, "vasiyet" ile arası ayrıldığı için müzekker olarak getirmiştir. Çünkü söz uzadığı zaman, müennes lâfız ile fiil arasındaki fasıla, müennestik tâ'sından bedel gibi olur. Araplar, (......) der ve müennes failin fiilini müzekker getirir. Çünkü araya giren, (......) kelimesi fiil ile fail arasını ayırmıştır.

İkinci Mesele

(......) kelimesinin merfu oluşu iki bakımdan olabilir:

a) Naib-i fail olarak.

b) Mübtedâ olarak. Bu takdirde, haberdir. Bu mübteda haberden müteşekkil cümle, fiilinin nâib-i faili olarak ret mahallinde olur. Nitekim sen, "Abdullah ayaktadır, denildi" dersin. Bu cümlede, ifâdesi, mübteda haberden meydana gelen bir cümle olup bu cümle, fiilinin nâib-i faili olarak ref mahallindedir.

Vasiyyet Kimlere Yapılmalı

Cenâb-ı Allah'ın, "Ana-babaya ve yakın akrabalara..." sözünde birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki Cenâb-ı Allah vasiyyetin vacib olduğunu açık- ladıktan sonra, "Ana-babaya ve yakın akrabalara..." diyerek, bu vasiyyetin kimler için yapılması gerektiğini beyan etmiştir. Bu hususta iki izah tarzı vardır:

1) Esamm şöyle demiştir: "Araplar, övünç ve şeref kazanmak için uzak akrabalara vasiyet ediyor, yakın akrabalarını fakirlik ve yoksulluk içinde bırakıyorlardı. Bundan dolayı Cenâb-ı Allah, insanları daha önce alışkanlık haline getirdikleri durumdan menetmek için, İslam'ın ilk yıllarında bu kimseler hakkında vasiyyette bulunmayı vâcib kılmıştı." Bu görüş açıktır.

2) Diğer bazı âlimler şöyle demişlerdir: Bu vasiyyetin vacib kılınışı, miras ayetlerinin gelmesinden önce idi. Cenâb-ı Allah bununla vasiyet edecek kimseye, malı hususunda muhayyerlik vermiş ve onu, ölümünden sonra malını anababasıyla yakınlarından dışarı çıkarmak hususunda haddi aşmamakla mükellef kılmıştır. Böylece bu mal onlara, onun temliki ve isteğiyle ulaşmış olur. Bundan dolayı miras ayeti nazil olduğu zaman, Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki Allahü Teâlâ, her hak sahibine hakkını vermiştir. Binaenaleyh, vâris olana vasıyyet edilmez" Tirmizî, Vesâya, 5 (4/433); İbn Mâce. Vesâyâ. 6 (2/905).

Böylece Hazret-i Peygamber, daha önceden verilmiş olanların, onlara vasiyet edenin bir bağışı olarak ulaştığını beyan etmiştir. Miras ayetinden sonraysa, Allahü Teâlâ her hak sahibinin hakkını belirtmiş ve Allahü Teâlâ'nın verdiği hisse ve atiyyenin, vasiyyet edenin verdiğinden daha evlâ olduğu ifâde edilmiştir. Durum böyle olunca, varis lehine kesinlikle vasiyyette bulunulamaz. Bu izaha göre vasiyyet, daha önce anababa ve yakınlar için vâcib idi.

Bu Ayetteki "Akrabalara Kimler Dahildir?

Alimler, ifadesiyle kimin murad olunduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir.

1) Bazıları, bunların "evlâd" olduğunu söylemiştir. Buna göre Allahü Teâlâ anababa ve çocuklara vasiyyette bulunmayı emretmiştir. Bu, Abdurrahman İbn Zeyd'in babasından rivayet ettiği görüşüdür.

2) İbn Abbas ve Mücahidin görüşüdür. Buna göre bundan murad, ana-babanın dışındaki yakın akrabalardır.

3) Onlar, varis olsun olmasın, bütün akrabalardır. Bu, yakınlara vasiyyette bulunmayı vâcib kılan kimsenin görüşünün îzahıdır. Bu görüşte olan kimseler, bunun mensuh olduğunu söylerler.

4) Onlar, ölen kimsenin akrabasından olup da, varis olmayan erkeklerdir. Varis olanlar ise, bu ifâdenin dışında kalırlar.

Cenâb-ı Allah'ın, (bi'l-ma'rûf) sözüne gelince bundan muradın, vasiyyet edilecek şeyin miktarı olması muhtemel olduğu gibi, yine bundan muradın kendilerine vasiyyet edilecek akrabaları vasiyyet edilmeyeceklerden ayırmak olması da muhtemeldir. Çünkü bu iki vecih de, (ma'rûf) kelimesinin muhtevasına dahildir. Buna göre Cenâb-ı Allah sanki, o kimsenin vasiyyet hususunda güzel bir yol tutmasını; eğer aralarında bir fark gözetecekse, bunu güzellikle ve dine muvafık bir biçimde yapmasını; ama aralarında eşitlikle muamele edecekse, herkese aynı miktarda vermesini, fakat birisini vasiyyetten mahrum bırakacaksa, diğerlerine de aynı şekilde muamele etmesini emretmiştir. Çünkü o fakiri vasiyyetten mahrum bırakıp, zengine de vasiyyet ederse bu iş "ma'rûf" bir iş olmaz.

Ve yine eğer, üzerinde o kadar büyük haklan olmasına rağmen, anaba-ba ile amcaoğullarını vasiyyette denk tutarsa ve yine, kardeşi varken uzak dedenin oğullarına vasiyyet ederse, yaptığı bu şey ma'rûf olmaz. Bundan dolayı Cenâb-ı Allah, onu ürkütücü şaibelerden uzak ve güzel bir şekilde vasiyyette bulunmakla mükellef kılmıştır. Bu ise, âdet vasıtasıyla bilinen şeyler cümlesindendir. Binaenaleyh, hiçbir kimse "Eğer vasiyyet vâcib olsaydı, yukarda açıkladığımız sebepten dolayı, vâkıf olunamıyacak olan bu şartı, Cenâb-ı Hak vasiyyette şart koşmazdı" diyemez.

Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğunda vasiyyetin vâcib olduğu, etkili bir biçimde te'kid edilmiştir. sözü, te'kîd eden bir masdar (mef'ûlü mutlak) dır. Yani, "Bu, tam manasıyla hak oldu" demektir.

Eğer: "Bu sözün zahiri, vasiyyet mükellefiyetinin, başkalarına değil de, sadece müttakilere terettüp ettiğini gösterir" denirse buna iki şekilde cevap verilir:

1) ayetinin manası, "Bu vasiyyet takvayı benimseyen, onu araştırıp soran ve onu kendisine bir yol edinen kimseye gereklidir" şeklindedir. Buna göre bu ifâdeye herkes dahildir.

2) Bu ayet, vasiyyetin sadece müttakilere vacib olmasını gerektirir. Ama icmâ, vacib olan işlerin ve mükellefiyetlerin hem müttakiler hem de diğer insanlar hakkında umumî olduğuna delâlet etmektedir. Bu izaha göre de, bütün insanlar, bu mükellefiyetin kapsamı içine girmektedirler. Bu ayetin tefsiriyle alâkalı şeylerin tamamı bundan ibarettir.

İnsanlar, vasiyyet konusunda ihtilâf etmiş, bazıları vâcib, bazıları da mendûb olduğunu söylemişlerdir. Onun vacib olduğunu söyleyenler, ayetteki, ve, lâfızlarını delil getirmişlerdir. Çünkü her iki lâfız da, vacib olan şeylerden haber verir. Hem sonra Cenâb-ı Allah bu vâcib oluşu, ifadesiyle te'kid etmiştir. Bu görüşte olanlar da kendi aralarında ihtilâf etmiş, bazıları bu ayetin mensûh olduğunu, bazıları da mensûh olmadığını söylemişlerdir.

Onun mensûh olmadığını söyleyen görüş, Ebu Müslim el-İsfahânînin tercih ettiği görüştür. O, görüşünü birçok şekilde izah eder:

1) Bu ayet, miras ayetlerine ters değildir.Bunun manası, Cenâb-ı Hakk'ı, "Allah size, çocuklarınız hakkında tavsiye ederki..." (Nisa, 11) ayetinden de anlaşılacağı gibi, "Allah'ın, anababa ve yakınları vâris kılma hususunda tavsiye etmiş olduğu hükümler size farz kılındı", yahut "Ölümü yaklaşmış olan kimsenin, Allahü teâlâ'nın haklarında tavsiye ettiği payları onlara tam olarak verip, hisselerinden hiçbirşey eksiltmeksizin anababaya ve yakın akrabalara vasiyyette bulunması farz kılındı" şeklinde olur.

2) Yakın akrabalara miras bırakma ile yine onlara Allah'dan bir atiyye olmak üzere, mirastan ayrıca vasiyette bulunma arasında bir çelişki yoktur. Çünkü vasiyyet.ölmek üzere olan bir kimsenin, bir tür bağışıdır. Buna göre varis olan kimse, her iki ayetin hükmü ile de amel edilerek, hem vâris olmuş hem de kendisine vasiyet edilmiş olur.

3) Şayet biz bu iki ayet arasında bir tersliğin olduğunu kabul etseydik, miras ayetinin vasiyyet ayetini tahsis etmiş olması da mümkün olurdu. Bu böyledir. Çünkü bu ayet, yakın akrabaya vasiyyeti vâcib kılmaktadır. Miras ayeti ise, vâris olan yakın akrabayı hüküm dışına çıkarmakta, vâris olmayan yakın akrabayı da bu ayetin şümulü içinde bırakmaktadır. Bu böyledir. Çünkü varis olan ana-baba olduğu gibi, varis olamayan ana-baba da vardır. Bu, din farklılığı, kölelik ve katillik gibi sebeblerden dolayı olur.

Yine kendilerine muayyen bir miras payı düşecek olan yakın akrabalar arasında, bu engelleyici sebeblerden ötürü vâris olmayanlar bulunduğu gibi, bazan mirastan düşen, bazan da akrabalar içinde mirasa en uygun olanı olduğu zaman vâris olabilecek olan kimseler vardır.

Bir de onlardan akraba olduğu halde, her halükârda mirastan düşenler vardır. İşte bu sayılanlardan varis olan herhangi birisi lehine vasiyet etmek caiz değildir. Mirasçı olmayana ise, akrabalıktan dolayı vasiyette bulunmak caizdir. Cenâb-ı Hak, bu hususu, "(Adını öne sürerek) kendisi ile birbirinizden İstekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık (bağlarını koparmaktan) korkunuz" (Nisa. 1) ve, "Şüphesiz Allah (size) adaleti, iyiliği ve akrabalara vermeyi emrediyor" (Nahl, 90) ayetleri ile te'kid etmiştir. İşte Ebu Müslim'in bu konudaki görüşünün izahı budur.

Vasiyyet Hükmü Hangi Nass İle Mensuhtur?

Bu ayetin mensûh olduğunu söyleyenlere gelince, onların bu görüşüne birkaç konu dayanmaktadır:

Birinci Konu: Alimler bu vasiyyetin hangi delil ile mensûh olduğu hususunda ihtilâf etmişler ve şu görüşleri zikretmişlerdir:

a) Bu vasiyet, Allahü teâlâ'nın, vâris olabileceklerden her hak sahibine sadece payını vermesiyle mensûh olmuştur. Bu, akıldan uzak bir ihtimaldir. Çünkü haktan belli bir miktarın miras yoluyla elde edilmesi, vasiyet sebebi ile başka bir payın gerekmesine manî değildir. Binaenaleyh bu durumun gerektirdiği en fazla şey olsa olsa tahsis olur, yoksa nesh olmaz. Şöyle denilebilir: "Ölümünden sonra geriye ebeveyninden başkasını bırakmayan kimse hakkında (vasiyetin) mensûh olduğunu kabul etmek gerekir. Zira onun tek vârisi olmaları itibariyle bütün mal ebeveyne kalır, artık vasiyet için bir şey kalmaz?" Fakat neticede bu da bir tahsistir, yoksa nesh değildir.

b) Bu vasiyyet, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Dikkat edin, mirasa olacak kimseye vasiyyet yapılmaz" Tirmizi, Vesâya, 5 (4/433); İbn Mâce. Vesâyâ. 6 (2/905). hadisi ile neshedilmiştir. Bu görüş, doğruya daha yakındır.

Fakat, buradaki müşkillik bu hadisin, bir haber-i vâhid olmasıdır. Bu sebeble, Kur'an'ın onunla neshedilmiş olması caiz değildir. Bu müşkile, "Bu haber, her nekadar haber-i vahid ise de, onu müctehid imamlar kabul etmiştir. Bu sebeble o, adetâ mütevâtirlere katılmıştır" diye cevap verilmiştir.

Bir kimse şöyle diyebilir: "İmamlar, bu hadisi zannî bir delil olarak mı, kat'î bir delil olarak mı kabul etmişlerdir? Birincisi kabul edilmiştir. Fakat bu, onların bunun bir haber-i vâhid olduğu hususunda bir icmâları olmuş olur ki haber-i vahid ile de Kur'an ayeti neshedilmez. İkinci ihtimal imkânsızdır. Çünkü onlar, bunun haber-i vahid olduğunu bile bile, sahih olduğuna kesin hükmetmiş olsalardı, bir yanlış üzerinde icmâ etmiş olurlardı ki bu da caiz değildir.

c) Vasiyet, icmâ ile neshedilmiştir. Halbuki icmâ ile de Kur'an'ın neshi caiz değildir. Çünkü icmâ, nesh edici delilin mevcut olduğunu gösterir. Fakat onlar bu delili zikretmemiş, icmâyı zikretmekle yetinmişlerdir.

Birisi şöyle diyebilir: "Ümmet içinde, neshin hiç olmadığını söyleyenler vardır. Binaenaleyh böyle bir neshin olduğu hususunda icmanın yapıldığı nasıl söylenebilir?"

d) "Vasiyet, kıyâsı bir delil ile mensûhtur. Bu kıyâsı delil de şudur: Vasiyet, eğer vâcib olsaydı, böyle bir vasiyet yapılmadığı zaman dahi, hakkında ödenmesi için vasiyet yapılmamış olan ölünün borçlarına kıyâsen, yakın akrabaların haklarının yine düşmemesi gerekirdi. Fakat bu akrabalar için herhangi bir vasiyet yapılmadığı zaman, Cenâb-ı Hakk'ın miras ayetindeki,

"O Ölünün yaptığı bir vasiyyet veya borçtan sonra..." (Nisa, 11) kaydının delâlet ettiği gibi, onlar herhangi bir paya müstehak olmazlar. Bu ayetin zahiri, herhangi bir vasiyet yapılmayıp, borç da bulunmadığı zaman, bütün malın mirasçılara paylaştırılmasını gerektirir." Ama buna karşı biri çıkıp; "Kur'an ayetinin kıyas ile neshedilmesi caiz değildir" diyebilir. Allah en iyi bilendir.

İkinci Konu: Bu ayetin mensuh olduğunu söyleyenler de iki değişik görüşle ihtilâf etmişlerdir. Bunlardan bazıları, ayetin hem vâris olabilecek, hem de olmayacak kimseler hakkında neshedilmiş olduğunu söylemişlerdir. Bu çoğu müfessir ve neshi kabul eden müctehidlerin görüşüdür.

Bazıları da, vasiyetin vâris olacak kimseler hakkında neshedildiğini, varis olmayan kimseler hakkında ise neshedilmediğini söylemişlerdir. Bu, İbn Abbas (radıyallahü anh). Hasan Basrî, Mesrûk, Tavus, Dahhâk, Müslim b. Yesar ve Alâ b. Ziyâd'ın görüşüdür. Hatta Dahhâk şöyle demiştir: "(Mirasçı olmayan) akrabalarına vasiyet etmeden ölen kimse, amellerini günah ile tamamlamış olur."

Tavus ise: "İnsan başkalarına vasiyet edip (mirasçı olmayan) akrabalarına vasiyet etmezse, o mal onlardan alınır, akrabalarına verilir" demiştir.

Bunlara göre, bu ayet vâris olmayan akrabalara vasiyet etmenin vâcib olduğuna delâlet etmektedir. Bunların iki delilleri vardır:

1) Bu âyet, akrabaya vasiyet etmenin vacib olduğuna delâlet eder. Vâris olan akrabalar hakkında bu ayetle amel etme, ya miras ayeti sebebiyle veya Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Dikkat edin, mirasa olacak kimseye vasiyet yapılmaz" hadisinden dolayı veyahut da vâris olacak kimseler için vasiyette bulunmanın caiz olmadığına dâir olan icmâ ile terkedilmiştir. Halbuki bu hususta eskiden de şimdi de bir ihtilaf olduğuna göre bir icmâ söz konusu olamaz. Bu sebeble ayet, mirasçı olrnayan akrabalar için vasiyette bulunmanın vâcib olduğuna delâlet etmektedir.

2) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu hadisidir: "Malı bulunan bir müslümana', yanında yazılı vasiyyeti olmaksızın iki gece geçirmesi bile doğru değildir" Buhâri, Vesâya, 1; Müslim, Vasiyyet, 1-4 (3/1249-1250)

Halbuki akraba olmayanlara vasiyyet etmenin vacib olmadığında ittifak ettik. Binaenaleyh vâcib olan vasiyyetin akrabalar hakkında olması gerekir.

Sünnet de, vasiyyetin vâcib oluşu hususunda Kur'an'ı te'kid etmiştir. Varis olmayan akrabalar hakkında bu ayetin hükmünün neshedilmiş olduğunu söyleyen cumhur-u ulemâ'nın en güzel delili (Nisa, 11) ayetidir. Biz bunun izahım, biraz önce yapmıştık.

Üçüncü Konu: Bu ayetin, mirasçı olmayan akrabalar hakkında mensuh olmadığını söyleyenler, iki konuda kendi aralarında ihtilâf etmişlerdir:

a) İbn Mes'ud (radıyallahü anh) dan, bu vasiyyetin önce akrabaların en fakirine, daha sonra daha az fakirine ve aynı minval üzere yapılması gerektiği nakledilmiştir. Hasan el-Basrî ise, "Fakir ve zengin akrabalar bu hususta eşittirler" demiştir.

b) Hasan el-Basrî, Halid b. Zeyd ve Abdulmelik b. Ya'lâ'dan rivayet edildiğine göre, bunlar kendisine varis olmayacak akrabası varken, başkaları için vasiyet eden kimseler hakkında, "Bu kimseler malının üçte birinin üçte ikisini akrabalarına, kalan üçte biri de akrabaları dışında vasiyet etmek istediği kimselere vasiyet edebilirler" demişlerdir.

Tâvus'tan ise, "akrabaların muhtaç olması durumunda, kendileri için vasiyet edilen yabancılardan (akraba olmayanlardan) o malın alınıp, bu muhtaç akrabalara verileceği" rivayet edilmiştir. Allah eni iyi bilendir.

Vasiyyeti Değiştirmenin Vebali

180 ﴿