182

"Bununla beraber kim vasiyyet edenin haksızlığa meylinden veya bir günah işlemesinden korkup da, onların arasını bulursa, ona hiç günah yoktur. Muhakkak ki Allah gafurdur, rahimdir.

Bil ki Allahü Teâlâ, vasiyyeti değiştiren kimseleri tehdit edince, bu tebdilden maksadının, kişin in, vasiyyeti haktan bâtıla doğru değiştirmek olduğunu beyan etmiştir. Ama kişi, o vasiyyeti ıslâh gayesiyle, bâtıldan hakka doğru değiştirdiği zaman, o kimse yerinde bir iş yapmış olur ki, işte Cenâb-ı Hakkın, buyurmasından maksadı da budur. Çünkü ıslâh etmek de bir nevi tebdil ve değiştirmeyi gerektirir. Böylece Cenâb-ı Hak, bu konuda her ikisinin hükmünün de aynı olduğu farzedilmesin diye, değiştirme ve tebdil hususunda aynı oldukları için, birincisinde günâhı gerekli görerek; ikincisinden de günahı kaldırarak, bu iki değiştirme arasındaki farkı belirtmiş oldu. Burada birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Hamza, Kisaî, Asımın ravisi olan Ebu Bekr, kelimeyi şeddeli olarak, (......) diğerleri ise şeddesiz olarak, (......) şeklinde okumuşlardır. Bu ikisi, iki ayrı kullanıştır. Çünkü, (......) ile, (......) aynı manaya gelirler.

İkinci Mesele

(......) herhangi bir şeye meyletmektir. Kelimenin aslı ise, dümdüz ve doğru olmaktan udûl etmek yani sapmaktır. Bu kelime mazide nûn harfinin kesresiyle, muzâride nûnun fethasıyla, şeklinde kullanılır. (......) kelimesi de böyledir. Allahü Teâlâ'nın, "Günaha meyletmeksizin..." (Maide, 3) ayeti de bu manadadır. İle arasındaki fark şudur: "Cenef", bilinmeden yapılan; "isim" ise bile bile yapılan hatadır.

Üçüncü Mesele

Allahü teâlâ'nın, "Kim korkar da.." buyruğu hususundadır. Bunun manası hakkında iki görüş vardır:

a) Bundan murad, havf ve haşyet duymaktır. "Havf, ancak vukuu beklenen bir iş hususunda olabilir. Vasiyyet ise vâki olmuştur. O halde, vasiyyetin havf'e taalluk etmesi nasıl mümkün olabilir?" denilirse, buna birkaç bakımdan cevap verilebilir:

1) Bundan murad şudur: Bu ıslâh eden kimse, vasiyyet eden kimseyi vasiyet ederken görür de, o kimseden bilmeden, veya tevil neticesinde hak yoldan sapmak olan meyil emareleri gözükür; veyahut da ölen kimseden kasdî olarak müstehak olmayanlara daha çok vermek; hak edeninşe hakkını eksiltmek ya da hak eden kimseye hiç vermemek gibi bir kasdının olduğunu müşahede eder. Bu emareler ortaya çıkınca ve vasiyyet yerine getirilmeden önce, ıslâh etme işine başlar. Çünkü ıslâh işi, bozukluk emareleri zuhur ederken ve bozukluk da tam yerleşmeden önce yapılırsa, gayet kolay olur. İşte bundan dolayı Hak teâlâ ıslâh işini ilme değil de korkuya taalluk ettirmiştir. Buna göre vasiyyet eden kimse sanki, meşhur olduğu biçimde, vasîsi ve şahitler hazır olduğu zaman şöyle der: "Ben akrabalarıma değil, uzakta olanlara, yabancılara vasiyyet ediyorum; falanca, fazlasına müstehak olmadığı halde, onun payını arttırıyor um veya falanca, fazla almaya müstehak olduğu halde ona noksan veriyorum!" İşte bu durumda bu sözleri dinleyen kimse, onun hakkında kesin hüküm vermeksizin, onun günaha düşeceğinden ve günah işleyeceğinden korkar. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, buyurmuş, ıslâhı zan olan korkuya bağlamış, ilme taalluk ettirmemiştir.

2) Zikrettiğimiz biçimde vasiyyet ettiği zaman, bu vasiyyetinde durmaması, aksine onu bozması caizdir. Keza vasiyyetinde durması da caizdir. Çünkü vasiyyet eden kimse, Ölmediği müddetçe, vasiyyetinden dönebilir ve vasiyyetine ilâve veya eksiltme yapmak suretiyle de değişiklik yapabilir. Durum böyle olunca, haktan meyletme ve günaha girmesi hususu kesin bilinemez. Çünkü o kimsenin vasiyyetini bozmasının caiz olması, onun hakkında böyle kesin bir hüküm vermeye mânidir. İşte bu sebepten dolayı Hak teâlâ ıslâh işini, korkuya bağlamıştır.

3) Vasiyyetin yerleştiği ve vasiyyet edenin öldüğünün farzedilmesi durumudur. İşte bundan ötürü, "verese" ile kendilerine vasiyyet edilen kimseler arasında, günaha sapmak ve hataya düşmekten kurtulmak için, bir anlaşmanın yapılması uygundur. Bu husus beklenen bir şey olunca, günaha meyletmek ve günah işlemek hükmü, yerleşmiş bir hüküm olmaz. Böylece, ıslâhın korkuya ve yakînin, kesinliğin olmamasına bağlanması doğru olmuştur. Binaenaleyh birinci görüş en kuvvetli görüş olsa bile, bütün bu izahların, korkuyla ilgili mana hakkında zikredilmesi mümkündür.

b) Hak teâlâ'nın, sözünün manası "kim bilirse" şeklindedir. Çünkü, (havf) ile, (haşyet) ilim manasına gelebilirler. Bu böyledir, çünkü korku hususî bir zandan kaynaklanan hususî bir hâlden ibarettir. İlimle zan arasında, birçok bakımlardan benzerlik vardır. İşte bu sebepten dolayı, bunlardan her biri diğerinin yerine kullanılmıştır.

Bu tefsire göre ayetin manası, "Ölen kişi vasiyyetinde hata edip veya vasiyyetinde kasden zulme meylettiğinde, bunun böyle olduğunu bilen kimse için, bunu değiştirmesi ve ölen kimsenin ölümünden sonra, vasiyyeti ıslâh etmesi hususunda herhangi bir zorluk yoktur" şeklinde olur. Bu, İbn Abbâs, Katâde ve Rebî'nin görüşüdür.

Dördüncü Mesele

Biz, (......) kelimesinin hata, 'in ise kasıt ve teammüd olduğunu daha önce söylemiştik. İptalinin gerekmesi hususunda başkasının hakkına dair işlenen hatanın, bir kasdî fiil gibi olduğu herkesçe bilinen bir şeydir. Binaenaleyh, bu hususta hata ile kasıt arasında herhangi bir fark yoktur. İşte bu bakımdan Cenâb-ı Hak (c.c), bu iki husus arasında fark görmemiştir. Allahü Teâlâ'nın, buyruğuna gelince, bu hususta birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Birinci mesele, buradaki ıslâh edicinin kim olduğu meselesidir. Ayetin zahirinden anlaşıldığına göre bu, vasiyyet sırasında mutlaka bulunması gereken vasidir. Bu ifâdenin kapsamına, şahid de girebilir. Bazan bundan murad, o kimsenin ölümünden sonra bu işi üstlenecek olan bir yönetici, velî veya vasî, veyahut da ma'rûfu emreden kimse olabilir. Cenâb-ı Hakk'ın, ayetinin şümulüne bütün bu kimseler dahil olabilir. Bu kimseler için vasiyyet hususunda haktan meyletme ve günah işleme emareleri zahir olursa veya onlar bunu kesin bilirlerse, bu konuda bir tahsis yapmanın mânası yoktur. Tarn aksine vasî ve şahid böyle bir mükellefiyetin muhtevasına girmeye daha uygundurlar. Bu böyledir, çünkü vasiyet bunlar sayesinde sabit olur. Binaenaleyh bunların vasiyetle ilgileri daha fazladır.

İkinci Mesele

Birisi şöyle diyebilir: "Hak teâlâ'nın buyruğundaki zamirin, mutlaka daha önce geçen birşeye râcî olması gerekir. Öyle ise daha önce geçen bu şey nedir?" Buna şöyle cevap verilir: Şüphe yok ki bundan murad kendilerine vasiyet edilen kimselerdir. Çünkü ayetteki, "hiçbir vasiyet eden..." ifâdesi, kendileri hakkında vasiyet edilen kimselerin bulunduğunu gösterir. Bu sebeple sanki bu kimseler ayette açıkça zikredilmiş gibidirler. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hakk'ın, bu manada, sözü uygun düşmüştür. Buna göre sanki (kendilerine vasiyet edilen) kimselerin arasını ıslâh ederse buyurmuştur. Bir başkaları da "Bundan maksad, "kendilerine vasiyet edilenlerle vâris olanların arasını ıslah ederse.." manasıdır" demişlerdir.

Bu ıslah etme, arayı bulma işi, vasiyet eden kimsenin, malının üçte birinden fazlasını vasiyet etmesi durumunda söz konusu olur. Bu durumda arayı bulan (anlaştıracak olan) kimse, kendilerine vasiyet olunanlar ile vâris olanların arasını bulur.

Bu görüş şu bakımlardan zayıftır:

a) Ayette geçen, lâfzı, vârislere değil, kendileri için vasiyet olunanlara delâlet eder.

b) Haktan meyletme ve günaha girme mefhumları, ölen kimsenin malının üçte birinden fazlasını vasiyet etme hususunda söz konusu olmazlar. Çünkü bu husus, ancak rıza ile caiz olduğuna göre onun zikredilmesi bile sanki zikredilmeme gibidir. O tür vasiyeti iptal için, herhagi bir ara bulmaya ihtiyaç yoktur. Çünkü bunun bâtıl olduğu meydandadır.

Üçüncü Mesele

Bu arayı bulmanın nasıl yapılacağı hususunda olup bunda iki konu vardır:

Birinci Konu: Bu ıslahın (arayı bulmanın), ayet neshedilmeden önce, nasıl yapıldığı hususundadır. Biz deriz ki: Haktan sapmak ve günaha girmenin ya bir fazlalık yapmak, veya eksik vermek veyahut da hak sahibine hakkını hiç vermemek suretiyle olduğunu açıklamıştık. Binaenaleyh bunun ıslahı, bu üç hususu bertaraf etmek ve her hak sahibine hakkını vermekle olur.

İkinci Konu: Bu âyet neshedildikten sonra bu ıslahın (ara bulmanın) nasıl yapılacağı hususundadır. Biz deriz ki: Burada haktan sapma ve günaha girme, çok değişik şekillerde olabilir. Meselâ, hastanın ya bir ikrarı veyahut da bir anlaşması ile malının vârislere ulaşmaması yolunda bir çaba sarfettiğini gösteren bazı işaretlerin zuhur etmesi gibi... İşte ıslah böyle bir duruma mâni olunarak yapılır. Yine bir insanın malının üçte birinden fazlasını vasiyet etmesi; akrabaları fakirlikten kıvranırken, akraba olmayanlara vasiyette bulunması veyahut da malı az, efrad-u iyali çok olmasına rağmen kişinin vasiyette bulunması ve benzeri durumlar da böyledir.

Allahü Teâlâ'nın, "Ona günah yoktur" beyanı ile ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Birisi şöyle diyebilir: "Bu muslih (arayı bulan), yaptığı ıslahtan dolayı büyük bir ibâdet yapmıştır ve bundan dolayı mükâfaatı hakeder. Öyle ise niçin "Ona günah yoktur" denilmiştir?" Buna pekçok şekilde cevap verilir:

1) Allahü teâlâ, ayetin başında, vasiyeti değiştiren kimsenin günahkâr olacağını zikredince, muslih'in de yaptığı bu iş bir çeşit değiştirme gibi olduğu için, bunun, o önceki değiştirmeden farklı olduğunu ve günahının bulunmadığını beyan etmiştir. Çünkü bu, vasiyeti, adalete döndürmektir.

2) Muslih, vasiyet yapılan malı (duruma göre) noksanlaştırdığı için, bu husus kendisine vasiyet edilen kimsenin zoruna gidip de o kimsenin aklına muslinin yaptığı bu işte bir günah olduğu vehmi doğabileceğinden dolayı, Cenâb-ı Hak, bu tür bir şüpheyi izâle edip 'Ona günah yoktur" buyurmuştur.

Allahü teâlâ vasiyet etme ile veya şahid tutma ile, vasiyetin vâcib olmayacağını, binaenaleyh muslih, her nekadar yapılan vasiyete ters davransa, bu ıslahında vasiyet edenin vasiyetine ters bir durum meydana gelse ve o ölenin malını sevmiş olduğu kimselerden altp sevmediği akrabalarına vermiş olsa bile, onun vasiyetini hakka doğru değiştirdiği için ona bir günah olamayacağını beyân etmiştir. Çünkü muslinin yaptığı böyle bir tasarruf, bir kötü işin yapıldığını vehmettirebilir. Böylece Allahü teâlâ, "Ona günah yoktur" buyurarak bu işin güzel bir tasarruf olduğunu beyan etmiştir.

4) Toplumun arasını bulma hususunda çok söz söylemeye ihtiyaç vardır. Binaenaleyh bu sözlerin içine, uygun düşmeyen şeylerin girme ihtimali herzaman söz konusudur. İşte bunun için Hak teâlâ, ıslâh hususundaki gayesi iyi olduğu için, muslih'in bu gibi şeylerden dolayı bir günahının olmadığını açıklamıştır.

İkinci Mesele

Bu ayet-i kerime, sulh etmek isteyen kimsenin, bu münazaanın şer'an mahzurlu bir duruma varacağı endişesini taşıdığı zaman dahi, çekişen kimseler arasında sulh etmesinin caiz olabileceğini gösterir.

Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğuna gelince, bu hususta da bir som vardır. O du şudur:

Bu söz, caiz olmayan bir fiili işleyen kimseler hakkında söylenebilecek bir sözdür. Ama böyle bir ıslâh işi, taât sayılan ameller cümlesindendir. Öyleyse burada zikredilmesi nasıl izah edilir?

Böyle bir soruya aşağıdaki gibi cevap verebiliriz:

a) Bu, daha düşük olanın daha üstün olan bir şeye karşı dikkatini çekme babındandır. Allahü Teâlâ sanki şöyle demiştir: "Ben günahları bağışlayan, günahkâr kimseye merhamet eden bir zâtım. Binaenaleyh, böylesine mühim bir meseleyi ıslâh hususunda, du kadar çok mihnet ve sıkıntıları göğüslediğin için, rahmetimi ve mükâfaatımı sana ulaştırmam daha uygun ve lâyık olur!"

b) Bundan muradın, "haktan sapmaya ve günaha yönelen bu vasiyyet sahibi vasiyyetini ıslâh ettiği zaman, hiç şüphesiz Allah onu bağışlar ve ona fazl u lûtfuyla merhamet eder bir gafur ve bir rahimdir" şeklinde olması da muhtemeldir.

c) Islâh eden kimse, bu ıslahı (arayı bulmayı) yaparken, çoğu zaman, birtakım söz ve fiillere muhtaç olacak ise de bu gibi söz ve fiilleri terketmesi daha iyi olur. Allahü teâlâ, o kimsenin maksadının, sadece ıslâh olduğunu bildiği için, bu kimseyi bu gibi söz ve fiillerinden dolayı sorumlu tutmaz. Çünkü O gafur ve rahimdir.

182 ﴿