184"(Oruç) sayılı günlerdedir. Sizden kim hasta, vahut yolculukta olursa, tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde tutar. Güç yetiremiyenler üzerine de bir yoksulu doyuracak kadar fidye vermek gerekir. Bununla beraber kim de gönül isteğiyle bir hayır işlese bu, onun için daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz, oruç tutmanız sizin için hayırlıdır" . Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın, ayeti hakkında birkaç mesele vardır: Birinci Mesele (......) kelimesinin neden ötürü mansûb olması hakkında bazı görüşler vardır: 1) Zarf olduğu için mansûb kılınmıştır. Buna göre sanki, "Oruç size sayılı günlerde farz kılındı" denilmiştir. Bunun bir benzeri de, ak "Cuma gününde çıkmaya niyetlendim" şeklindeki sözündür. 2) Bu, Ferrâ'ya ait bir görüş olup, ona göre bu kelime Arabların tıpkı, "Zeyd'e bir mal verildi" demeleri gibi, nâib-i fail olan şeyin haberidir. 3) Tefsir üzere mensûbtur. 4) Bir mukadder ile mansûb kılınmıştır, yani şeklindedir. İkinci Mesele Âlimler bu günler hakkında iki görüş belirterek İhtilâf etmişlerdir. 1) Bu günler, ramazan ayının günleri değildir. Bu görüş, Muâz, Katâde ve Atâ'nın görüşüdür. Âlimler böyle bir görüşü, İbn Abbas'tan da nakletmişlerdir. Sonra bunlar da kendi aralarında ihtilâf etmişlerdir. Buna göre bu günlerin her ayın üç günü olduğu söylenmiştir. Bu, Atâ'dan rivayet edilmiştir. Yine bu günlerin her ayın üç günü ile Aşure gününün orucu olduğu da söylenmiştir. Bu görüş de Katâde'den rivayet edilmiştir. Sonra yine, bu kimseler ihtilâfa düşmüşler; onlardan bazıları, "bu orucun nafile iken sonradan farz kılındığını" söylerken, bir kısmı da, "Hayır, bu ta baştan itibaren farz idi" demişlerdir. Bu şahıslar bu günlerin orucunun ramazan orucu ile mensûh olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu günlerden maksadın ramazan ayının günleri olmadığını söyleyenler, şu hususlarla ihticâc etmişlerdir: a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, "Şüphesiz ramazan orucu, diğer bütün oruçları neshetmiştir" dediği rivayet edilmiştir. Böylece bu söz, ramazan orucu vâcib olmadan önce, vâcib olan başka bir orucun bulunduğuna delâlet eder. b) Allahü Teâlâ bu ayette hasta ve yolcuya dair ahkâmdan bahsetmiştir. Daha sonra, ramazan orucuna delâlet eden bu ayeti izleyen ayette de yine bu iki kimsenin ahkâmından söz etmiştir. Eğer bu oruç ramazan orucu olsaydı bu, faydası ve mânası olmayan sırf bir tekrar olmuş olurdu ki, bu caiz değildir. c) Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetteki, buyruğu orucun muhayyer bırakılan vâcib bir oruç olduğunu, yani isteyenin oruç tutacağını; isteyenin de fidye vereceğini gösterir. Ramazan orucuna gelince bu, muayyen ve belirlenmiş bir farzdır. Bu sebeple, oruç tutulan bu günlerin, ramazan orucunun dışındaki günler olması gerekir. 2) İbn Abbas, Hasan el-Basrî ve Ebû Müslim gibi, çoğu muhakkikinin tercihlerine göre bu sayılı günlerden murad. ramazan ayıdır. Onlar bu görüşlerini şöyle isbâta çalışmışlardır. Allahü Teâlâ ta baştan, buyurmuştur. Bu ifâdenin bir, iki, üç... ve daha fazla günlere ihtimâli söz konusudur. Hak teâlâ daha sonra da bu ifâdeyi, diyerek açıklamıştır. Böylece bazı ihtimaller devreden çıkmıştır. Daha sonra da yine Cenâb-ı Hak bunu, 'Kendisinde Kur'an'ı İndirildiği ramazan ayı..." (Bakara, 185) buyruğu ile iyice beyân etmiştir. Bu sıraya göre "sayılı günler"in bizzat ramazan ayının kendisi olması mümkündür. Bu mümkün olunca, bu ifâdeyi başka bir mânaya hamletmenin ve bu hususta bir neshin bulunduğunu isbâta çalışmanın bir anlam yoktur. Çünkü, bütün bunlar, lâfzın delâlet etmediği ilâveler olup onların mevcud olduğuna hükmetmek caiz değildir. Onların, Hazret-i Peygamber'in, "Şüphesiz ramazan orucu, diğer bütün oruçları neshetmiştir" hadisiyle istidlal etmelerine gelince, buna şöyle cevap verilir: Bu haberde, bütün oruçların, hem kendisinden hem de ümmetinden neshedildiği hususu yoktur. Buna göre hadisten muradın, daha önceki şeriatlarda vâcib olan her orucu neshetmiş olması niçin caiz olmasın? Çünkü Hazret-i Muhammed'in şeriatının bir kısmının yine O'nun şeriatının bir kısmını neshettiği sahih ve doğru olduğu gibi, O'nun şeriatının başka şeriatları da neshetmiş olması haydi haydi sahih ve doğru olur. Biz bu haberin, ramazan orucunun, O'nun şeriatında mevcut olan diğer oruçları neshetmiş olmasını iktiza ettiğini kabul etsek bile, ancak bu orucun, bu ayetin dışındaki başka bir şeyle vâcib olan bir orucu neshetmiş olması niçin caiz olmasın? Öyleyse bu ayetle muradın, ramazan ayının dışındaki oruçlu günler olduğu hususu, nereden ve nasıl sabit olabiliyor? Onların, "Bu günler şayet ramazan ayının günleri olsaydı, hasta ve yolcu ile ilgili hükümler tekrar edilmiş olurdu" şeklindeki ikinci delillerine de şu şekilde cevap veririz: Cevap: Başlangıçta ramazan ayının orucu muayyen ve belirlenmiş bir farz değildi. Tam aksine insanlar oruç tutma ile fidye verme arasında muhayyer bırakılmışlardı. Buna göre durum bu şekilde olup, yolcunun orucunu bozmasına ruhsat verilince, misafire vâcib olanın orucunu kaza etmek değil de fidye vermesinin zannedilmesi caiz olur. Yine, mukîm olanın karşılaşmayacağı meşakkat ve sıkıntılardan dolayı, yolcuya ne fidye vermek, ne de orucu kaza etmek gerekmeyebilirdi. Böyle bir düşünce uzak olmayınca, Allahü Teâlâ yolcu ve hastanın oruç tutmamasının, hüküm itibariyle mümkin olan kimseye tanınan muhayyerlik hükmünden başka olduğunu beyan etmiştir. Çünkü hasta ile yolcuya, tutamadığı günler sayısınca o orucunu kaza etmesi vâcib olur. Allahü Teâlâ böyle bir hükmü hasta olmayan mukîmden kaldırıp, onun mutlaka oruç tutması gerektiğini beyan edince, muhayyerlikten güçlük ifâde eden bir hükme geçtiği için, oruç tutmanın hükmünün herkesi kapsamına alan bir hüküm olduğunun zannedilmesi de caiz olmuştur. Böylece de yolcu ve hasta olan kimse, Hak teâlâ'nın oruç hususundaki hükmünün değişmiş olması bakımından, hasta olmayan mukîm mesabesinde olmuş olurdu. İşte bunun üzerine Allahü Teâlâ oruç yeme ruhsatı ve kaza etmenin vâcib oluşu hususunda hasta ve yolcunun durumunun, ilk önceki halleri gibi olduğunu beyan etmiştir. İşte, yolcu ve hastanın hükmünün tekrar etmesindeki fayda ve hikmet budur; yoksa sayılı günlerin ramazan ayından başka günler olduğu için değildir. Onların, "Bu günlerde oruç tutmak muhayyerlik ifâde eden bir vâcibtir. Halbuki ramazan ayının orucu ise, muayyen bir vâcibtir" şeklindeki üçüncü görüşlerine gelince, buna da şöyle cevap verilir: Cevap: Daha önce, ramazan ayının orucunun muhayyer bir vâcib olduğunu, sonra da muayyen bir vacibe dönüştüğünü beyan etmiştik. İşte bu görüşün izahı da budur. Bil ki, her iki görüşe göre de mutlaka bu ayetin neshedilmesi söz konusu olabilir: Birinci görüşe göre ayetin neshedilmiş olması hususu aşikârdır. İkinci görüşe göre de, "Bu ayet, ramazan orucunun muhayyer bir vâcib olduğunu gerektirdiği hâlde, bu âyeti izleyen ayet ise, ramazan orucunun muayyen bir oruç olduğuna delâlet eder. Böylece ikinci ayet, işte mevzubahis olan bu ayetin hükmünü neshetmiş olur. Bu konuda bir müşkillik ortaya çıkar. O da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sizden kim ramazan ayında bulunursa, o onu oruçla geçirsin" (Bakara, 185) ayetinin mensûh olan ayetle ilgisinin bulunmasına rağmen, muhayyerliği nasıl neshedeceği hususudur? Bu ise doğru olmaz." Cevap: Tilâvet bakımından bitişik olmak, nazil oluşta da peşpeşe gelmeyi gerektirmez. Bu, fukahânın tıpkı, kocası ölen kadınların iddetleri hususunda söylemiş oldukları şu söz gibidir: Tilâvette önce olan ayet nasih (Bakara. 234). sonra olan ise mensûhtur (Bakara. 240). Halbuki bu durum, nâsihin sonra, mensûhun da önce bulunması gerektiği kuralına ters düşer. Buna göre fukahâ şöyle demiştir: Bu, tilâvette böyledir; ama nazil oluşta ise itibar, daha önce inen ve bir yıl beklemeyi, kocasının evinde kalmayı ifâde eden ayetedir. Dört ay on güne delâlet eden ayet ise, daha sonra nazil olmuştur. Böylece bu âyet nâsih olur. Kur'an-ı Kerim'de tilâvet bakımından, medeni ayetlerden sonra yazılan mekkî ayetler görmekteyiz: ki bu durum pek çoktur. Üçüncü Mesele Hak teâlâ'nın, hakkında iki izah vardır: a) "Malûm sayılarla belirlenmiş" manasındadır. b) Allahü Teâlâ'nın, "Sayılı birkaç dirheme..." (Yusuf, 20) ayetinde olduğu gibi, "az..." demektir. Bunun dayanağı şudur: "Az mal adetle belirlenir" ve onun miktarını belirleme hususunda ihtiyatlı davranılır (yani saymaktan üşenilmez, sayılır). Çok mal ise, dökülüp saçıldığı için sayılamaz. Bu sözden Cenâb-ı Hakk'ın maksadı, sanki şöyle demesidir: "Ben size, senenin tamamını veya pekçoğunu oruçlu geçirmeyi farz kılmadığım için, size merhamet edip, mükellefiyetinizi hafiflettim. İsteseydim bunu yapardım; ne var ki size acıdım ve size sadece az günlerde oruç tutmayı farz kıldım." Bazı muhakkikler ise şöyle demiştir: Allahü Teâlâ'nın, buyruğunun, O'nun ayetinin ilgili cümlelerinden birisi olması da caizdir. Böylece her iki farz arasında, bu bakımdan bir benzerlik olmuş olur. Bu da her ne kadar uzunluk ve kısalık itibariyle iki müddet birbirinden farklı olsalar dahi, orucu uzun olmayan bir müddete bağlamaktır. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın, orucu bize tarif etmesinden murad, O'nun orucu hem bize hem de bizden öncekilere farz kılmış olması, zorluğu ve meşakkati fazla olmayan az bir müddet içinde olmuş olur. Böylece de bu, Allahü Teâlâ'nın bütün ümmetlere merhametli olduğunu ve herkese bu mükellefiyeti kolaylaştırmış olduğunun bir açıklaması olur. Ramazanda Hasta ve Yolcu Olanlar Allahü teâlâ'nın, ""Sizden kim hasta olursa veya yolculukta bulunursa, diğer günlerden onların sayısınca oruç tutması (gerekir)" ayetinden murad, "Bu sayılı günlerde oruç tutmanın farz oluşu, hasta olmayan ve mukîm olan kimseler içindir. Hasta olan veya yolculukta bulunan kimseler, oruçlarını bu günlerden başka günlere erteleyebilirler" şeklindedir. Kaffâl (rh.a) şöyle demiştir: "Allah'ın bu mükellefiyette, dikkat çektiği fazlının ve rahmetinin şaşırtıcı genişliğine bakınız. Çünkü Hak teâlâ, bu ayetin evvelinde, oruç mükellefiyetinde, ümmet-i Muhammed için, daha önce geçen ümmetlerde bir numûne-i imtisal bulunduğunu açıklamıştır. O'nun bundan maksadı, bizim de söylediğimiz gibi, güç işlerin herkes için umûmî olduğu zaman insana hafif gelecek olmasıdır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, orucun farz kılınmasındaki hikmetin ne olduğunu bunun peşisıra zikretmiştir ki bu da orucun takvanın doğmasına sebeb oluşudur. Buna göre, eğer oruç farz kılınmasaydı, bu yüce ve şerefli gaye elden kaçmış olurdu. Allahü teâlâ, üçüncü olarak da orucun sayılı günlerde olacağını açıklamıştır. Çünkü O, devamlı olarak veya çoğu günlerde oruç tutmayı farz kılsaydı, çok büyük bir güçlük olurdu. Bundan sonra dördüncü olarak orucun Kur'an kendisinde nazil olmaya başlaması sebebiyle en şerefli ay olduğu için Ramazan ayında tutulacağın) belirtmiş; daha sonra, beşinci olarak da, orucun farz kılınmasından meydan gelecek güçlükleri izale ederek yolcu ve hasta gibi, oruç tutmaları zor olan kimseler için iyileşip rahata erişinceye kadar oruçlarını tehir etme müsâadesi vermiş, böylece Allahü Teâlâ, orucun farz kılınmasında, rahmetine dâir bütün bu hususları görüp gözetmiştir. Sayısız nimetlerinden ötürü ona hamdederiz. Sen bunu iyice anladığında, biz deriz ki ayette birkaç mesele vardır: Birinci Mesele (......) ayetinde, (......) kelimesine kadar, hem şart hem de cevap manası vardır. Yani "Sizden kim hasta olur veya yolculuk eder de, bundan dolayı orucunu yerse kaza etsin" demektir. Burada şart manasının olduğunu kabul ettiğin zaman, ayetteki, lâfzı ile mazi değil, muzârî manası kastedilmiş olur. Nitekim sen, ' "Bana kim gelirse, ben de ona gelirim" dersin. Oruç Yemeyi Mubah Kılan Hastalık Hastalık, canlının bütün uzuvlarının, fiillerinin o uzuvlara yakışan bir şekilde meydana gelmesini gerek- tiren bir halde olmamasından ibarettir. Alimler, orucu bozmayı mubah kılan hastalık hususunda ihtilâf ede-ek şu görüşleri zikretmişlerdir: 1) Hangi hastalık ve yolculuk olursa olsun, mutlak olarak zikredilmiş lâfzı, ifâde ettiği mananın en azına hamlederek, o insanın bu ruhsattan istifâde etmesi gerekir. Bu, Hasan el-Basrî ile İbn Şîrînin görüşüdür. Rivayet edildiğine göre bazıları, ramazanda orucunu yemekte olan İbn Sîrin'in yanına varıp durumu sormuşlar, o da parmağının ağrıdığını sebep göstermişti. Bu ruhsat, oruç tutması halinde bir zorluğa düşecek olan hasta ile, aynı durumdaki yolcuya muhsustur. Bu, Esamm'ın görüşüdür. Bu görüşün neticesi de, mutlak söylenmiş lâfzı, ifâde ettiği manaların en mükemmeline hamletmeye varır. 3) Pekçok fakihin görüşüne göre ise, oruç yemeyi mubah kılan hastalık, insanın kendisine zarar verecek veya hastalığını artıracak bir zarara götüren şeydir. Çünkü kendisinden korkulan fiil ile, kendisinden korkutan fiile götüren şey arasında bir fark yoktur. Meselâ sıtmaya yakalanmış kişinin durumu gibi. Bu kimsenin, oruç tuttuğunda ateşinin artacağından korkması gibi... Yine gözü ağrıyan kimsenin oruç tuttuğunda, göz ağrısının artacağından korkması gibi... Fakihler sözlerini şu şekilde sürdürmüşlerdir: "Hastalıklar içinde, orucun hafifleteceği bazı hastalıkların da olduğunu bilmemize rağmen, nasıl her hastalıkta orucu bozmaya ruhsat verileceği söylenebilir? Buna göre, ayetteki hastalıktan murad, orucun, artmasına sebebiyet vereceği hastalıktır. Orucun çok az tesiri nazar-ı itibara alınmaz. Çünkü bu, bazan hasta olmayan oruçlular için de söz konusu olur. Bu durumda onun tesirinin zikrettiğimiz şekilde olması gerekir." Yolculuk (sefer) Hakkında Lûgavî Bilgi "Sefer" (yolculuk) kelimesinin asıl manası "açmak"tır. Bu böyledir. Çünkü yolculuk, insanların durumunu ve huylarını açıp ortaya çıkarır. Süpürgeye ye- rin tozunu, toprağını süpürüp açtığı için, iki kişi arasına giren düşmanlığı ve anlaşmazlığı giderip açtığı için sulh eden kimseye, "sefir" ;açılıp ortaya çıktığı için ışık veren şeye, denilmiştir. "Sabah aydınlandı" manasına, denilmesi de bu köktendir. Lâfızları ve kalıpları ile manaları ortaya çıkardığı ; yüzünden peçesini kaldırdığı zaman kadın için, denilmesi de bu manadadır. Ezherî şöyle demiştir: "Yüzünün örtüsünü açtığı ve uçsuz bucaksız yollara düştüğü için yolcuya (müsafir), yolcuların yüzünü gözünü açıp onların huylarını ve gizli hallerini ortaya çıkardığı için de yolculuğa "sefer" denmiştir." Oruç Yemeyi Mubah Kılan Sefer Müddet ve Miktarı Fakihler, oruç bozmayı mubah kılan yolculuğun miktarı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Davud ez-Zahirî, bir fersah (yaklaşık altı kilometre) olsa dahi her yolculukta bu ruhsatın olduğunu söylemiş ve bu hususta şu izahı yapmıştır: "Bu hükürn, insanın yolcu olmasına bağlandığına göre, yolculuk manasının gerçekleştiği her durumda, bu hüküm söz konusu olur. Bu konuda söylenecek en son söz, bu umûmî ifâdenin bir haber-i vâhid ile tahsis edilmiş olduğunun rivayet edilmesidir. Fakat Kur'an'ın umûmî hükümlerini, haber-i vâhid ile tahsis etmek caiz değildir." Evzâî, "Orucu bozmayı mubah kılan yolculuk, bir günlük yolculuktur. Bu böyledir. Çünkü bu mikdarın en azı, mukim için de söz konusu olur. Yolculuğun en uzununa gelince, herhangi bir sayı, diğer bir sayıdan daha üstün değildir. Bu sebeple bu hükmü, "bir" sayısına hasretmek (bu yolculuğun bir gün olduğunu söylemek) gerekir" demiştir. İmam Şafiî'nin bu hususta mezhebi, onaltı fersahlık yolculuktur, dönüş mesafesi bunun içinde sayılmaz. Her fersah, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in soyu olan Hâşimîlerin, bedevî Arapların "mil" leri nisbetinde olan millerinden üç mil mesafedir. Her mil, onikibin ayaktır. Bu da, dört bin adım eder. Çünkü üç ayak, bir adım karşılığıdır. Bu aynı zamanda İmam Malik, Ahmed b. Hanbel ve İshak b. Rahûye'nin de mezhebidir. Ebu Hanife ve Sevrî ise şöyle demişlerdir: "Yolculuk ruhsatı, ancak üç konaklık (merhale) mesafe için gerçekleşir. Üç konaklık mesafe de yirmidört fersahtır. Şafiî'nin iki delili vardır: 1) Cenâb-ı Hakk'ın, ayetinin ifâde ettiği mana, yolcunun mutlak manada bu ruhsattan istifade edeceğidir. Fakat yolculuk, bir konaklık mesafede olduğu zaman ayetin zahirine göre amel edilmemiştir. Çünkü bu kadar yolculuğun meşakkatine katlanmak kolaydır. Ama bu yorgunluk iki gün tekrar edince, buna dayanmak zor olur. Bu sebeble, bir kolaylık meydana getirmek için, ruhsat yerinde olmuştur. 2) Bu, hadisten olan şu delildir: İmâm Şafiî, İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Ey Mekkeltler, dört "berid" den daha aşağı olan mesafelerde meselâ Mekke ile Asefân arasında (yolculuk yaptığınızda) namazlarınızı kısaltmayınız." Lügat alimleri, "Berid, dört fersahtır" demişlerdir. O halde, dört berid, onaltı fersah eder. Şafiî'den, Atâ'nın İbn Abbas (radıyallahü anh)'a "Arafat'a gidilince namaz kısaltılır mı?" diye sorduğu, onun "Hayır" dediği, Atâ, "Merri'z Zahrân'a gidilince...?" diye sorduğunda, O'nun "Hayır. Fakat Cidde, Asefân ve Taife gittiğinde namazını kısalt" dediği rivayet edilmiştir. İmam Malik Mekke ile Cidde ve Asefan arasında dört beridlik mesafe bulunduğunu söylemiştir. Ebu Hanife de görüşüne iki delil getirmiştir: 1) Allahü teâlâ'nın, "Sizden kim o ayda bulunursa, orucu tutsun" (Bakara. 185) ayeti, oruç tutmanın farz olduğunu ifâde eder. Fakat üç günlük yolculuk hususunda, bu kadar yolculukta orucu bozmaya ruhsat verildiğinde icmâ olduğu için, ayetin bu manasından ayrıldık. Üç günlükten az olan yolculukta ise ihtilâf edilmiştir. Bu sebeple, bu mikdardan az olan yolculukta orucun tutulması (vâcib olması) gerekir. 2) Bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu hadisidir. "Mukim olan; mestleri üzerine bir gün bir gece; yolcu ise üç gün üç gece mesh verebilir. Nesaı, Taharet, 98 (1/83. 84). Bu haber, her misafirin üç gün. mesh verebileceğine delâlet etmektedir. Yolculuk (sefer) müddeti üç gün olarak kabul edilmemiş olsaydı, bu böyle olmazdı. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), yolculuğu, üç gün üç gece mestlere mesh etmenin illeti; bu mesh etmeyi de yolculuğun neticesi kılmıştır. Netice illetten (sebebten) daha fazla olamaz. Ebu Hanife'nin birinci deliline karşı "Bu, bizim ayetten getirdiğimiz delile zıttır" diyebiliriz. Eğer Hanefiler, "ibadetlerde ihtiyat daha uygundur" diyerek kendi görüşlerini tercih ederlerse, biz de "sefer ruhsatında, hükmü hafifletmek, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Bu, Allah'ın size verdiği bir sadakadır. O halde O'nun verdiği sadakayı an" Müslim. Müsafirîn, 4 (1/478).hadisinin de delâlet ettiği gibi, şeriatın istediği şeydir" diyerek kendi görüşümüzü tercih ederiz. Bu tarafın tercih edilmesi gerekir. Çünkü sefer (yolculuk) ruhsatının, şeriatın istediği şey olduğunu gösteren delil, ihtiyatlı olanı tercih etmenin vâcib olduğunu gösteren delilden daha husûsidir" diye cevap verilir. Onun ikinci deliline de şöyle cevap verilir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):"Yolcu olmayan (mukim), mesti üzerine bir gün bir gece meshedebilir" Nesai, Taharet, 98 (I/83-84). buyurmuştur. İşte bu, mukîm olmanın birgün bir geceden daha az bir zamanda meydana gelmeyeceğine delâlet etmez. Çünkü kişi, durduğu yerde bir saatliğine mukîm olmayı niyet ettiğinde, mukim olur; Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Yolcu ise üç gün üç gece mesh verebilir. Nesâi, Taharet, 98 (I/84). ifâdesi de, üç günden daha az bir zaman içerisinde, yolculuk manasının meydana gelemeyeceğini göstermez. Dördüncü Mesele Birisi şöyle diyebilir: Lâfzı göz önünde bulundurmak "Sizden kim hasta olur veya yolcu olursa..." şeklinde söylenmesini gerektirirdi. Halbuki Allah böyle dememiş, aksine "Sizden kim hasta olur veya yolculukta bulunursa..." buyurmuştur. Buna şöyle cevap verilir: Bu ikisi arasındaki fark şudur: "Hastalık bir zât ile kâim olan bir sıfattır. Eğer zât bulunursa, hastalık da bulunur. Aksi halde bulunamaz. Yolculuk ise böyle değildir. Çünkü insan, bir yerde konakladığı zaman, her ne kadar mukîm olmasa bile onun orada durması yolculuk değil, ikâmet saydır. Her nekadar o anda sefer hali olmasa bile, o kimse bu konaklama esnasında da yine yolcu sayılır. O halde, onun yolcu olması, o kimsenin maksadı ve ihtiyari ile ilgili bir husustur. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, sözünün manası bu kişinin yolculuk niyeti üzere olmasıdır. Allah, kendi muradını ve maksadını en iyi bilendir. Beşinci Mesele (......) kelimesindendir ve, veznindedir. (......) kelimesinin "öğütülmüş" manasına oluşu gibi, (......) kelimesi de sayılmış manasınadır. İnsanlardan sayısı belli bir gruba, denilmesi de bu manadadır. "Kadının iddeti" tabiri de bu köktendir. Şayet: "Cenâb-ı Hak, niçin nekre olarak, demiş de, sayılı günlerin sayısı manasında, dememiştir?" denilirse, biz deriz ki: "Biz bu kelimenin "sayılmış" (sayılı) manasına geldiğini açıklamıştık. Buna göre Cenâb-ı Hak bu ifâde ile, o sayılı günler yerine oruç tutmayı emretmiştir. Ayetin zahiri, ancak bu sayılı günlerin mislini ifade etti. Böylece bu, izafet sebebiyle meydana gelen marife oluşun yerini tutmuştur. Altıncı Mesele (......) kelimesi hem merfu, hem de mansub olarak okunmuştur. Merfû okunuşu, "Ona aynı sayıda oruç tutmak gerekir" takdirinde olduğu içindir. Bu takdire göre, bu kelime, muzâfı hazfedilen ve kendisi muzafın yerini tutan bir lâfız olmuş olur. Bunun başında, ifâdesinin mukadder düşünülmesi de, kelimenin başında bulunan "fe" harfinden dolayıdır. Mansub okunuşu ise, "O, aynı sayıda oruç tutsun" takdirine göredir. Hasta ve Yolcunun Oruç Tutmaması Ruhsat mı Azimet mi? Sahabenin alimlerinden bir grup hasta ve yolcunun oruçlarını yemelerinin ve yedikleri günler sa- yısınca diğer günlerde oruçlarını kaza etmelerinin farz olduğu kanatindedirler. Bu İbn Abbas ve İbn Ömer (radıyallahü anh)'in görüşüdür. Hattâbî, İ'lamü't-Tenzil adlı eserinde, İbn Ömer (radıyallahü anh)'den, "Yolcu, yolculuğu esnasında oruç tutsa bile, mukîm olduğu zaman onu yine kâza eder" dediğini nakletmiştir. Bu Dâvud b. Ali el-İsfehânî'nin görüşüdür. Çoğu fakihler ise, bu durumlarda oruç yemenin bir ruhsat olduğu, dolayı-sı ile bu kimselerin isterlerse oruçlarını tutabilecekleri, isterlerse bozabilecekleri kanaatindedirler. Birincilerin Kur'an ve haberden delilleri vardır. Kur'an'dan delilleri iki yöndendir: a) Biz kelimeyi, şeklinde mansub olarak okursak, ayetin takdiri, "yediği günler sayısınca diğer günlerde oruç tutsun" şeklinde olur ki bu vücûbu ifâde eder. Fakat, şeklinde merfû okursak, ayetin takdiri, "ona yediği günler sayısınca diğer günlerde oruç tutması gerekir" şeklinde olur. Bu ifâdedeki, (gerekir) kelimesi, vacib oluşu gösterir. Böylece ayetin zahirinin, orucu diğer günlerde tutmanın vâcib olduğunu gerektirdiği ortaya çıkmış olur. Bu sebeble de zarurî olarak, o günlerde yolcu ve hastanın oruç tutmayıp yemesinin vâcib olduğu ortaya çıkar. Çünkü hem bu esnalarda hem de diğer günlerde bu orucu tutmanın gerekli olduğunu söyleyen hiç kimse yoktur. b) Allahü teâlâ, bu ayetten sonra aynı hususu beyan etmiş, peşisıra da, "Allahü teâlâ sizin için kolay mu'rad ediyor, zorluğu murad etmiyor"' (Bakara, 185) buyurmuştur. Mutlaka bu kolaylığın ve güçlüğün daha önce zikredilmiş birşey olması gerekir. Halbuki burada, hasta ve yolcuya oruçlarını yeme hususunda verilen izinden başka herhangi bir kolaylık, ve onların bu durumda oruç tutmalarından başka bir zorluk yoktur. İşte bundan dolayı, Cenâb-ı Allah'ın, ayetinin manası, "Allah sizin bu durumda oruçlarınızı yemenizi murad ediyor, tutmanızı murad etmiyor" şeklindedir. İşte bizim sözümüzün özü budur. Bu görüşte olanların hadisten delilleri de ikidir: a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Yolculukta oruç tutmak birr (iyilik) sayılmaz " Buhâri, Savm, 36. hadisi. Bu hadisin belli bir sebepten dolayı söylenmiş olduğu ileri sürülmesin. Bu hususî sebeb şudur: Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gölgelikte oturan bir kimseye rastladı da, durumunu sordu. "Bu, susuzluk kendisini güç durumda bırakmış bir oruçludur" denildiğinde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), işte bu sözünü söylemiştir. Çünkü "sebebin hususî oluşuna değil, lâfzın umûmî oluşuna itibâr edilir" diyoruz. b) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Yolculukta oruç tutan, mukimliğinde orucunu yiyen gibidir " Nesai, Siyam. 50 (İV/183). hadisi... Cumhur-u ulemânın delili şudur: Bu ayette bir mukadder kelime vardır ve takdiri şöyledir: "Hasta veya yolcu olur da iftar eder yerse, işte o zaman bu günler sayısınca diğer günlerden oruç tutar." Bu sözün tam izahı şudur: Allah'ın sözünde bir nebze takdir yapmak caizdir. Delil, burada da böyle bir takdirin bulunduğuna delâlet etmektedir. Caiz oluşun izahına gelince, bu Hak teâlâ'nın, "Biz de ona, asanla taşa vur dedik... Ve birden su fişkırdı..." (Bakara, 60) ayetidir. Buna göre takdir, "Bunun üzerine o da vurdu ve taştan su fişkırdı" şeklindedir. Yine Hak teâlâ'nın, "... Kurban mahalline varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyiniz. Sizden herkim hasta olur veya başından bir rahatsızlığı bulunursa, onun fidye vermesi gerekir" (Bakara, 196) ayeti de böyledir. Yani, şeklindedir. Böylece bir takdir yapmanın caiz olduğu ortaya çıkmış olur. Burada böyle bir takdirin yapılabileceğine delâlet eden delile gelince bu, şu şekillerde anlatılır: a) Kaffâl şöyle demiştir: Allahü Teâlâ'nın, (......) ifâdesi orucun vâcib olduğunu gösterir. Bir kimse, bu görüşün zayıf ojduğunu söyleyebilir ve bunu şu iki yönden ortaya koyabilir. 1) Allahü Teâlâ'nın, ayetinin zahirini. umûma hamlettiğimiz zaman bu ayette takdirde bulunmamız gerekir. Halbuki biz usûlü fıkıhta, "Tahsis ile takdir etmek arasında bir çelişki meydana geldiğinde, tahsis cihetine gitmenin daha evlâ olduğunu" beyan etmiştik. 2) Hak teâlâ'nın, (......) ifâdesinin zahiri, bizzat vücûbu gerektirir. Sonra bu vücûb, hasta ile yolcu hakkında söz konusu değildir. Buna göre bu ayet, ister biz Hak teâlâ'nın (......) ayetini zahirine hamledelim, ister etmeyelim, her türlü takdire göre bu iki kişi hakkında hususidir. Hal böyle olunca, bu ayeti, takdirde bulunmaksızın zahirine hamletmek vâcib olur. b) Vahidî'nin, "Kitâbu'l-Basît"inde zikrettiği açıklamadır. Buna göre o, şöyle demiştir: "Orucu kaza etmek, hastalık ve yolculuk sebebiyle değil de, oruç yemeden dolayı vâcib olur. Allahü Teâlâ, orucu kaza etmeyi vacib kılıp, kaza da oruç yemeye bağlanınca bu, mutlaka yemenin ayette takdir edilmesi, gerektiğine delâlet eder." Bu son derece düşük bir sözdür, çünkü Allahü Teâlâ, "O kimseye, geçen şeyleri kaza etmesi gerekir" şeklinde buyurmamış, tam aksine O, "orucunu yiyen hasta ve yolcuya tutamadığı günler sayısınca, diğer günlerde oruç tutması gerekir" şeklinde buyurmuştur. Halbuki diğer günlerde kişinin oruç tutmasını farz kılmak, daha önce orucu bozmuş olmayı gerektirmez. c) Ebu Davud'un Sünen'inde Hişâm İbn Urve'den, O'nun da babasından, babasının da Hazret-i Aişe'den rivayet etmiş olduğu hadistir. Bu hadise göre Hamza el-Eslemî Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e soru sorarak şöyle demiştir: "Ey Allah'ın Resulü, yolculuk sırasında oruç tutayım mı?" Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, "İster oruç tut; istersen tutma" Buhâri. Savm, 33. der. Bir kimse şöyle diyebilir: Bu Kur'an-ı Kerim'in haber-i vâhidle neshedilmiş olmasını gerektirir? Zira Kur'an'ın zahiri, diğer günlerde oruç tutmanın vâcib olmasını gerektirir. Böylece bu vecihlerin zayıflığı sabit olunca, böyle bir haberi delil olarak öne sürmek caiz değildir. Buna göre, cumhurun görüşünü isbat etmek hususunda bu ayetten sonra Cenâb-ı Hakk'ın, "Ve oruç tutmanız, sizin için daha hayırlıdır" ayetine dayanılır. Eğer Allah dilerse, bununla nasıl istidlal edildiği hususu pek yakında gelecektir. Sekizinci Mesele Oruç tutmanın caiz olduğunu söyleyenlerin görüşune göre, bu konuda fer'i iki husus daha vardır: Birinci fer: Alimler, yolcu için, oruç tutmanın mı, yoksa orucu yemenin mi daha efdal olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Buna göre Enes İbn Malik ile Osman İbn Ebî Evfâ, oruç tutmanın daha efdal olduğunu söylemişlerdir ki bu, İmâm Şafii, Ebû Hanife, İmam Mâlik, Sevrî, Ebû Yusuf ve İmâm Muhammed'in görüşüdür. Diğer bir grup âlim ise, bu iki husustan efdal olanın, orucu yemek olduğunu söylemiştir. Bunu İbn Müseyyeb, Şabî, Evzâî, Ahmed ve İshâk söylemişlerdir. Bir üçüncü grup ise, bu iki şeyden efdal olanın, kişiye en kolay şey olduğunu söylemiştir. Birincilerin delili: Hak teâlâ'nın, ayetiyle, yine O'nun, ayetidir. İkincilerin delili: Sefer halinde namazları kısaltmak efdaldır. Bundan dolayı, seferde orucu yemenin de efdal olması gerekir. Cevap: Alimlerimizden şöyle diyenler vardır: Orucu tamamlamak, efdal olanıdır. Ne var ki, bu görüş zayıftır. Bu ikisi arasında iki yönden fark vardır: a) Sefer halinde, kısaltıldığı zaman namazın kaza edilmemesine rağmen, oruç yenildiğinde onun kaza edilmesi mesuliyeti devam eder. b) Orucu yemekle vaktin fazileti gider, namazı kısaltmakla gitmez. Üçüncülerin delili: Cenâb-ı Allah'ın, "Allah sizin hakkınızda kolaylık diter, hakkınızda zorluk dilemez" (Bakara, 185) ayetidir. Bu ayet, yolcu ve hastalara, eğer kolaylarına geliyorsa oruç tutmalarını, yoksa orucu yemelerini iktiza etmektedir. İkinci fer: Bu kimse, orucunu yediği zaman, nasıl kaza edecektir? Bu hususta Hazret-i Ali'nin, İbn Ömer'in ve Şa'bi'nin görüşü, o kimsenin bunu peşpeşe kaza etmesi gerektiği şeklindedir. Diğerleri ise, kazaya kalmış olan bu oruçların peşpeşe tutulmasının müstehab olduğunu ve aralarının ayrılmasının caiz olduğunu söylemişlerdir. Birinci görüşte olanlar iki delil getirmişlerdir: a) Ubeyy İbn Ka'b (radıyallahü anh)'ın, 'Tutmadığı günler sayısınca peşpeşe..." şeklindeki kıraatidir. b) Orucun kazası, edasının bir benzeridir. Edası peşpeşe olduğuna göre, kazası da böyle olur. İkinci görüşte olanların delili ise şudur: (......) ayetindeki, (......) kelimesi, isbât sadedinde gelmiş nekire bir kelimedir. Binaenaleyh bu, oruç tutulmayan günler sayısınca mutlak manada oruç tutmayı emretmektir. Bundan dolayı bu kaza orucunu peşpeşe tutmakla kayıtlamak, ayetin bu umumî manasına muhaliftir. Ebû Ubeyde İbn el-Cerrâh'tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Allahü Teâlâ size, bu orucu yemenizde ruhsat verirken, onun kazasında meşakkat vermeyi murad etmemiştir. Binaenaleyh, dilersen peşpeşe, istersen aralarını ayırarak tut... Allah en iyi bilendir. Rivayet edildiğine göre bir adam, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: "Ramazandan tutamadığım günler var. Bu günleri ayrı ayrı kaza etmem caiz midir?" der. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona, "Söyle bakayım, üzerinde birisinin alacağı olsa, sen de ona onu birer dirhem, ikişer dirhem şeklinde ödesen; bu olmaz mı?" deyince, adam "evet" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, "Cenâb-ı Allah ise bağışlayıp müsamaha etmeye daha lâyıktır" buyurur. Dokuzuncu Mesele Ayetteki, (......) kelimesi, gayr-i munsarıf bir kelimedir. Çünkü bu kelimede, gayr-i munsarif olmanın şartlarından ikisi yani cemilik ve "adi" lik bulunmaktadır, Çünkü bu kelime, (......) kelimesinin cem'idir. Adi oluşuna gelince, bu da şöyledir: Çünkü bu kelime, (......) nın cemisidir. (......) ise, (......) kelimesinin müennesidir. (......) kelimesi, (......) veznindedir. Bu vezinde olan kelime, ya harfi cerriyle, ya da eliflâm ile kullanılır; meselâ, "Zeyd, Amr'dan daha üstündür" denilir. Buna göre kıyasen, (Amr'dan daha önce) denildiği gibi, (Zeyd'den daha geride olan bir adam) da denilir. Ne var ki Araplar, (......) lâfzını hazfetmişlerdir. Çünkü bu lâfız, (......) manasını kendiliğinden iktiza eder. Böylece Araplar, lâfzın kendisine delâlet etmesiyle yetinerek, lâfzını düşürmüşlerdir. Eliflâm ise, harf-i cerrinin bulunmasına mânidirler. Bunun eliflâmsız kullanılması caiz olunca, kelimeleri, benzerlerinin hükmünden udûl etmiş, çıkmışlardır. Çünkü eliflâm, bu kelimede kullanılmış, daha sonraysa hazfedilmiştir. Birinci Mesele Hak teâlâ'nın, (......) buyruğuna gelince, bu hususta birkaç mesele vardır: Meşhur ve mütevatir olan kıraat, şeklindedir. İkrime, Eyyûb es-Sahtiyanî ve Atâ, (......) şeklinde okumuşlardır. Kimileri bu kıraatin İbn Abbâs, Said İbn Cübeyr ve Mücahid'den de rivayet edildiğini söylemişlerdir. İbn Cinnî şöyle demiştir: (......) kelimesinin aynel-fiili, Arapların, ve "Benim o şeyi yapmaya gücüm yetmez" demeleri gibi, vâvdır. şeklindeki okunuş da buna bina edilmiştir. Yani, "ona güç yetirenler" anlamındadır. Bu senin tıpkı, manasında olarak demen gibidir. İkinci Mesele Âlimler Cenâb-ı Hakk'ın, (......) buyruğundan neyin murad edildiği hususunda, ihtilaf etmişler ve şu görüşleri öne sürmüşlerdir: 1) Bu, hasta ve yolcuyla ilgili bir ifâdedir. Bu böyledir, çünkü yolcu ve hasta kimselerden bazan oruç tutamayanlar, bazan da oruç tutabilenler çıkabilir. Tutamayanların hükmünü Hak teâlâ, "Kim hasta olur ya da yolculukta bulunursa, tutmadığı günler sayısınca diğer günlerde tutar "ayet inde belirtmiştir. Oruca tâkât yetiren ve gücü yeten hasta ve yolcuya gelince, işte bu ikisine Cenâb-ı Hak, diyerek işaret etmiştir. Bununla Allahü Teâlâ sanki, hasta ve yolcu hakkında iki durumun söz konusu olduğunu bildirmiştir. Bunların birisinde, bu kimselerin oruçlarını yeyip sonradan bunun kaza edilmesi gerektiği belirtilmiştir ki, işte bu durum, oruç tutması halinde o kimsenin büyük bir meşakkat çekmesi halidir. Diğerinde ise, o kimsenin oruca takat getirebileceği, oruç tutmanın kendisine ağır gelmediği belirtilmiştir. Bu durumda yolcu ya oruç tutmak veya orucunu yeyip fidye verme arasında muhayyer bırakılır. 2) Pekçok müfessirin görüşü olup buna göre Hak teâlâ'nın, buyruğundan maksad, hasta olmayan mukim kimselerdir. Böylece Hak teâlâ bu kimseyi ilk önce bu iki şey arasında muhayyer bırakmış, daha sonra da bunu neshederek, muhayyerliği kaldırmış, bizzat orucu o kimseye farz kılmıştır. 3) Allahü Teâlâ'nın bu ayeti, ihtiyar ve yaşlı kimseler hakkında nazil olmuştur. Bu görüşte olanlar, sözlerini şöyle sürdürürler: Bunun iki şekil de izahı yapılır: a) Vüs, takatin üstünde bir durumdur. Buna göre vüs, bir şeye kolaylıkla kadir olacak kimse için kullanılan bir vasıftır. Tâkât ise, bir şeye zorlukla-güç yetiren kimse için kullanılan bir vasıftır. Buna göre, Hak teâlâ'nın, sözünün mânası, "orucu çok zor tutabilenler ise" şeklinde olur. b) Bu görüşün, izahında şaz kıraatler de yer almaktadır. kıraatinin mânası, "orucu tutmakta büyük bir külfet ve meşakkat ile karşılaşanlar ise..." şeklindedir. Bunun ancak bir şeyi bir çeşit zorlukla adeta zorlanarak yapabilen kimseler için doğru olabileceği herkesçe malûm bir şeydir. Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki, bu görüşte olanlar da iki şekilde ihtilâf etmişlerdir: 1) Bu Süddî'nin görüşüdür. Bu görüşe göre, bu kimseler pîr-i fânî olan ihtiyarlardır. Bu izaha göre ayet mensûh değildir. Rivayet edildiğine göre Enes (radıyallahü anh) ölümünden önce oruç tutamadığı için, orucunu yiyor ve hergün de bir yoksulu doyuruyordu. 2) Bu ifâde, pîr-i fânî, hamile ve çocuğunu emziren kadına da şâmildir. Hasan el-Basrî'ye hem kendileri hem de çocukları için endişelendiklerinde hamile ve emziren kadınların durumu sorulduğunda, o "Hamilelikten daha zor bir hastalık mı vardır? Kadın orucunu yer, sonra da kaza eder" demiştir. Bil ki ulemâ, pîr-i fânî kimsenin, orucunu yediği zaman fidye verebileceği hususunda ittifak etmişlerdir. Hâmile ve emziren kadın orucunu yediğinde, bunlara fidye gerekip gerekmediği hususunda âlimler ihtilâf etmiştir. Ezcümle Şâfiî(radıyallahü anh), "Bu ikisine fidye gerekir" derken, Ebû Hanife, "Fidye vermeleri vâcib değildir" demiştir. Şafiî'nin delili Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesidir. Bu ifâde, hamile ve emziren kadını da içine almaktadır. Hem yine fidye, ihtiyar kimseye vâcibtir. Bu sebeple fidyenin, hamile ve emzikli kadınlara da vâcib olması gerekir. Ebu Hanife, bu iki taraf arasında fark olduğunu söyleyerek şöyle demiştir: "İyice ihtiyar olan bir kimsenin orucu kaza etmesini gerekli görmek imkânsızdır. Binaenaleyh bu kimse, orucu yerse fidye vâcib olur. Hamile ve emzikli kadınların ise oruçlarını kaza etmeleri gerekir. Buna göre şayet biz hem ihtiyarlara, hem bu durumda olan kadınlara fidyeyi vâcib kılsak, bu iki bedeli birden yüklemek olur ki, bu caiz değildir. Çünkü kaza etmek bir bedel, fidye vermek de ayrı bir bedeldir." İşte Hak teâlâ'nın, buyruğunun tefsiri hususundaki üç görüşün tafsilâtı bundan ibarettir. Birinci görüş, ki bu Esamm'ın tercihi olan görüştür. Bu görüşte olanlar, görüşlerinin doğruluğuna şunları delil getirmişlerdir: a) Ayette zikredilen hastalık, ya son hadde varmış bir hastalıktır, ki bu durumda o hastanın oruç tutması mümkün değildir. Veya bundan maksad "hastalık" denen herşeydir; Veyahut da bu iki kısım arasında bulunan şeydir. İkinci kısmın murad edilmiş olması ittifakla bâtıldır. Üçüncü kısım da bâtıldır. Çünkü arada olan şeylerin, düzenli olmayan birçok mertebeleri vardır. Bunlardan herbir mertebe, kendisinden üstte olan mertebelere nisbetle zayıf, kendisinden aşağıda kalanlara nisbetle ise kuvvetlidir. Binaenaleyh Allahü teâlâ'nın muradı olan mertebeye, tâfızda bir delâlet olmayınca, ayet mücmel olur ki bu da asl olanın aksidir. Bu iki kısım bâtıl olunca, Hak teâlâ'nın muradının birinci kısımdaki hastalık olduğu ortaya çıkar. Bu böyledir, çünkü bu husus mazbut (sağlam) bir husustur. Binaenaleyh ayeti, bu manaya hamletmek daha evlâdır. Çünkü bu, ayeti mücmel saymaya götürmez. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki, "Ayetin başı, "Size sayılı günlerde oruç tutmak farz kılındı..." buyruğu ile, orucun farz kılındığına delâlet etmiştir. Sonra Cenâb-ı Hak, mazeretli olan kimselerin durumunu açıklamıştır. Bu mazeretliler de, "orucu hiç tutmayanlar" ve "ancak güçlükle tutabilecek olanlar" diye iki kısma ayrılınca, Cenâb-ı Hak birinci kısmın hükmünü zikrettikten sonra ikinci kısmın hükmünü getirmiştir. b) Örfte, kuvvetli ve gücü yeten kimseye, "Onun buna gücü yeter" denmez. Çünkü bu lâfız ancak, bir şeye bir çeşit güçlükle takat yetirebilen kimse hakkında kullanılır. c) Sizin görüşünüze itibâr edilirse, ayette mutlaka nesih söz konusu olur. Bizim görüşümüze itibar edilirse bu gerekmez. Neshin, ne kadar az olursa o kadar evlâ olacağı malumdur. Binaenaleyh, vaki olduğuna dair lâfızda bir delil bulunmaksızın neshin olduğu hükmüne varmak caiz değildir. d) Bu ayetin mensuh olduğunu söyleyenler, bunu nesheden ayetin, "Sizden kim o (ramazan) ayında bulunursa (orucu tutsun)" (Bakara, 185) ayeti olduğunda ittifak etmişlerdir. Halbuki bu caiz değildir. Çünkü Allahü teâlâ, bu ayetin sonunda, "Allah sizin için kolaylığı murad ediyor, zorluğu değil" (Bakara, 185) buyurmuştur. Eğer bu ayet, o ayetin nâsihi olsaydı Allahü teâlâ'nın, "Allah sizin için kolaylığı murad ediyor, zorluğu değil" beyanı bunun peşine uygun düşmezdi. Çünkü ayetin nâsih olduğunu söylemek, orucun zorluk olmasını ve vacib oluşunun bu gibi durumlarda muhayyerlik üzere olmamasını gerektirir. Bu da, kolaylığı kaldırıp yerine zorluğu getirmek olur. Binaenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın "Allah sizin için kolaylığı murâd ediyor, zorluğu değil" demesi nasıl uygun düşer? Kâdî (rh.a) Esamm'ın görüşünün bozuk olduğuna şöyle istidlal etmiştir: "Allahü teâlâ'nın, sözü "yolcu" ve "hasta" lâfızlarına atfedilmiştir. Matufun (atfedilenin), üzerine atfedildiği şeyden (ma'tufun aleyh) başka olması gerekir. Buna göre Esamm'ın görüşü geçersizdir. Buna şöyle cevap verilir: "Biz, ayette geçen yolcu ve hastadan maksadın, kesin olarak oruç tutamayacak kimseler olduğunu beyân etmiştik. Hak teâlâ'nın, sözünden murad edilenler ise, oruç tutabilecek yolcu ve hastalardır. Binaenaleyh ma'tuf ile ma'tufun aleyh arasındaki başkalık bulunmuş olur. Böylece Esammın tercih ettiği görüşün zayıf olmadığı, bu izahımızla ortaya çıkar. Biz, cumhura uyup Esamm'ın görüşünün yanlış olduğunu kabul edersek, geriye iki görüş kalır. Müfessirler ile fakihlerin pek çoğu ikinci görüştedirler. Şafiî de bu görüşü tercih ederek, üçüncü görüşün, yani, ifâdesini, pîr-i fânî, hamile ve emzikli kadınlar manasına hamleden görüşün bozuk olduğuna, "Şayet Allahü Teâlâ'nın maksadı, pîr-i fânî olan ihtiyarlar olsaydı, ayetin sonunda, "Oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır" buyurmazdı. Çünkü pir-i fânî olan oruca güç yetiremez" diyerek istidlal etmiştir. Birisi şöyle diyebilir: "Bu ifâde, "oruca güç yetirebilen, fakat oruç tutmak kendisine güç gelen" İhtiyarlar manasına hamledilmiştir. Bu takdire göre de, bu gibi kimselere, "Eğer bu zor şeylere tahammül edersen, şüphesiz ki bu senin için daha hayırlı olur. Çünkü ibâdet ne kadar meşakkatli olursa, o nisbette daha sevaplı olur" denilmiş olması imkansız değildir. Fidye Kelimesi İle İlgili Farklı Kıraatlere Göre Tefsirler Allahü teâlâ'nın, "Bir yoksul doyumu fidye (gerekir)" ayetiyle ilgili iki mesele vardır: Nâfi ve İbn Âmir, (......) kelimesini tenvinsiz, (......) kelimesini onun muzafun ileyhi olarak kesre ile ve, (......) kelimesini cemi sîgasıyla okumuşlardır. Diğer kıraat imamları ise, (......) kelimesini tenvinli, (......) kelimesini merfu olarak, (......) kelimesini ise müfred ve mecrür olarak okumuşlardır. Birinci şekilde okunuş hususunda iki konu vardır: 1) kelimesinin, lâfzına izafe edilmesinin manası nedir? Biz deriz ki: Bu hususta da iki vecih vardır: a) Fidyenin bir zatı (varlığı) taam oluşu onun bir sıfatıdır. Bunagöre bu izafet, mevsûfun sıfatına izafeti hatundandır. Mesela Araplar, (Mescidü'l Câmî) ve, (Ahmak bakla, su kenarında biten bakla) derler. b) Vahidi şöyle demiştir: "Fidye, ödenmesi vâcib olan mikdarın ismidir. (yemek) ise, hem fidyeye hem de ondan başka şeylere şamil olan bir isimdir. Binaenaleyh bu izafet, manasına olan bir izafettir. Nitekim sen, "ipekten elbise" ve "demirden yüzük" manasında, dersin. Ayette de takdir, "Yemekten bir fidye" şeklindedir. Böylece, fidyeye de taam ismini vermen suretiyle fidye taama muzâf kılınmıştır." 2) Bu kıraatte, kelime cemî olarak, (......) şeklinde okunmuştur. Çünkü oruca güç yetirenler, bir gruptur. Onlardan herbirinin bir miskin olması gerekir. İkinci kıraate göre ise "fidye" tenvinle okunmuştur. Bu şekilde okuyanlar, "fidye" kelimesinden sonra gelen lâfzın, onu açıkladığını kabul etmişler, ve "miskin" kelimesini de müfred getirmişlerdir. Çünkü mana, "Bunlardan herbirine bir gün için bir miskini doyurma gerekir" şeklindedir. İkinci Mesele "Fidye" karşılık manasınadır. Bu karşılık da, birşeye mukabil bulunan bir bedelden ibarettir. Ebu Hanife'ye göre bu karşılık, buğdayda yarım sâ' başka şeylerden ise bir sa'dir. Bir sâ' da iki müdd mukabilidir. İmâm Şafiî'ye göre ise, fidye bir "müdd'dür." Cübbâî, (......) ayeti ile, istitâa (kulun kudretinin), fiilin o kul tarafından işlenmesinden önce kulda mevcut olduğuna istidlal ederek şöyle demiştir: "Cenâb-ı Allah'ın, sözündeki, zamiri oruca râcîdir. Buna göre Hak teâlâ, oruç tutulmamış iken de, o kulun oruç tutmaya kudretinin bulunduğunu belirtmiştir. Çünkü Allah, o kimseye fidye ödemeyi vâcib kılmıştır. Halbuki o kimseye fidye, ancak oruç tutmadığı zaman vâcib olur. Binaenaleyh bu, oruç tutma kudretinin, oruç tutulmazdan önce de o kulda bulunduğuna delâlet eder. Eğer, "Bu zamirin, fidyeye râcî olması niçin caiz olmasın?" denilirse, biz deriz ki: Bunun iki sebebi vardır: a) Fidye lâfzı, zamirden önce geçmemiştir. O halde zamir, ona nasıl râcî olabilir? b) Zamir müzekker, "fidye" lâfzı ise müennestir. Şayet: "Bu ayet neshedilmiştir. Binaenaleyh bu ayet ile istidlalde bulunmak nasıl caiz olur?" denilirse, biz deriz ki: Ayet neshedilmeden önce, kulun kudretinin fiilinden önce bulunduğuna delâlet etmiştir. Hakikatler değişmez" (demiştir). Hak teâlâ'nın, "Kim içinden gelerek bir hayır yapar (fazlasını verir) se, bu onun için daha hayırlıdır" ayetinde üç izah vardır: 1) Bir veya daha çok yoksulu doyurmak. 2) Bir yoksula, vacib olan miktardan daha fazlasını yedirmek. 3) Zührî şöyle mana vermiştir: "Kim hem fidye verir hem de orucu kaza ederse, bu onun için daha hayırlıdır." Allahü teâlâ'nnın, "Orucunuzu tutmanız sizin için daha hayırlıdır" ayetinde birkaç ihtimal vardır: 1) Bunun, sadece oruç tutabilecek kimselere hitab olması ihtimali. Buna göre ayetin takdiri, "Ey oruç tutabilecek kimseler veya orucu güçlükle tutup meşakkatleri göğüsleyenler, oruç tutmanız fidye vermenizden hayırlıdır" şeklinde olur. 2) Bunun, daha önce bahsi geçenlere, yani hasta, yolcu ve orucu güç-belâ tutanlara bir hitab olması ihtimali.. Bu görüş daha evlâdır. Çünkü lâfız umûmidir. Bu lâfzın, ifâdesine bitişik zikredilmesinden dolayı, bu hükmün sadece onlara âit olması gerekmez. Çünkü lâfız umûmî mana ifâde etmektedir, daha önce geçenlerin hepsi hakkında olmasında bir terslik yoktur. Bu sebeble, böyle hükmetmek gerekir. Bu durumda, 'Sizden kim hasta veya yolcu olursa, (ona) diğer günlerden o günler sayısınca (oruç tutması gerekir)" ayetinde, "... o kimse orucunu yerse, ona diğer günlerden o günler sayısınca oruç tutması gerekir" şeklinde bir takdir yapılır. 3) Cenâb-ı Allah'ın, (......) hitabının ayetin başına atfedilmiş olması ihtimali.. Buna göre bu ifâdenin takdiri, "Size oruç tutmanız farz kılındı ve sizin oruç tutmanız daha hayırlıdır" şeklinde olur. Allahü teâlâ'nın, "eğer bilirseniz..." hitabı... a) Yani "orucun size farz olduğunu bilirseniz, bizim "oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır" sözümüzün doğruluğunu da biliniz" manasındadır. b) Ayetin sonu, başı ile ilgilidir. Buna göre takdiri, "Size oruç farz kılındı. Oruç tutmanız, eğer bilirseniz, sizin için daha hayırlıdır." Yani "ayetin başında da bahsettiğimiz gibi, siz oruçta takva gibi hususiyetleri kazandıran şeylerin bulunduğunu eğer düşünürseniz görürsünüz" şeklindedir. c) Allah'ı bilen kimsenin, mutlaka kalbinde, Cenâb-ı Hakk'ın da, "Allah'dan, kulları içinde ancak alimler korkar" (Fatır. 26) buyurduğu gibi mutlaka bir Allah korkusu bulunur. Buna göre Allahü Teâlâ ayette, "ilim" masdarından olan, fitlini zikredip, bununla kendisinden korkmayı kastetmiştir. Korkan kimse, ihtiyatı gözetir. İhtiyat ise orucu tutmadadır. Buna göre sanki, "Eğer Allah'ı bilip O'ndan korkarsanız, oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır" denilmek istenmiştir. Ramazan Ayı |
﴾ 184 ﴿