185"(O sayılı günler) Ramazan ayıdır. İnsanlara hidayet olan, hidayetin ve Furkanın açık delilleri olan Kur'an, o ayda indirilmiştir. Öyle ise sizden kim o aya erişirse, onu oruç tutarak geçirsin. Kim de hasta veya yolcu olursa, başka günlerde, o tutmadığı günler sayısınca (oruç tutsun.) Allah size kolaylık diler, zorluk değil. Bu, o sayıyı tamamlamanız ve Allah'ı, sizi muvaffak kıldığı şeylerden dolayı büyük tanımanız içindir. Tâki şükredersiniz" . Şehr ve Ramazan Kaimeleri Hakkında Bilgi Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: "Şehr" (Ay) kelimesi, (......) kelimesinden alınmadır. Birşey ortaya çıktığında, denilir. Aylar da, durumları belirgin olduğu ve herkesçe bilindiği için, diye isimlendirilmiştir. Bu böyledir, çünkü insanların, borçlarının ödeme vakitlerini, oruç tutmaları ve haccetmeleri hususundaki dinî emirleri yerine getirme vaktini bilmeye insanların son derece ihtiyacı vardır. "Şöhret" birşeyin ortaya çıkması demektir. Hilâl de, doğup göründüğü için "şehr" diye adlandırılmıştır. Bazıları, "hilâl" isminden dolayı aya "şehr" denmiştir" demişlerdir. İkinci Mesele Alimler, (ramazan) kelimesi hususunda ihtilâf ederek şu görüşlere yer vermişlerdir: a) Mücahid, "Bu, Allahü Teâlâ'nın isimlerindendir. "Şehr-ü Ramazan" (Ramazan Ayı) diyen kimsenin bu sözü, Şehru'llah (Allah'ın Ayı) manasındadır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ramazan geldi Ramazan gitti" şeklinde konuşmayınız, "Ramazan ayı geldi, Ramazan ayı gitti" deyiniz. Çünkü Ramazan, Allahü teâlâ'nın isimlerinden bir isimdir" demiştir. b) "Ramazan", Receb ve Sabân gibi ay ismidir. Bu görüşte olanlar, bu kelimenin iştikakı hususunda, birkaç vecih üzere ihtilaf etmişlerdir: 1) Halil'den nakledildiğine göre, bu kelime, ilkbahardan önce gelip, yeryüzünü tozlardan temizleyen yağmur manasına gelen, (......) kelimesinden gelmektedir. Buna göre "Ramazan" kelimesinin manası şudur: "Bu yağmur nasıl yeryüzünü yıkayıp temizliyorsa, Ramazan ayı da bu ümmetin bedenlerinin günahlarını yıkamakta, kalblerini temizlemektedir. 2) Bu kelime, (......) kelimesinden alınmıştır ki bu, güneşin kızgınlığının fazlalığından dolayı, taşın kızması demektir. (......) kelimesi, isimdir. Böylece bu ay, ya o insanların bu aydaki açlıklarının hararetinden dolayı kızmış olmalarından, yahut bu ayın şiddet ve sıkıntısına göğüs germelerinden dolayı kızdıkları, hararetlendikleri için ramazan olarak isimlendirilmiştir. Nitekim insanlar bu aya, "tâbi" adını da vermişlerdir. Çünkü bu ay onlara çok zor geldiğinden onları rahatsız ediyor ve onların peşini bırakmıyordu. Bu hususta şöyle de denilmiştir: Araplar ayların isimlerini eski dillerden alınca, o ayları, o ay içinde cereyan eden zaman ve hallerle adlandırırlardı. Böylece bu ay, hararetin çok fazla olduğu günlere tesadüf ettiğinden, bu süpürdüğü için, bu adla adlandırıldığı da söylenmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle dediği de rivayet edilmiştir: "Ramazan ayı Allah'ın kullarının günahlarım yaktığı için, bu ad ile isimlendirilmiştir " el-Cami'us-Sağir, 1/103. 3) Bu isim, Arapların, oku incelip keskinleşmesi için iki taşın arasında sürttükleri zaman kullanmış oldukları, tabirinden alınmıştır. Ayrıca, şeklinde de kullanılır. Bu ay da ramazan diye adlandırılmıştır. Çünkü insanlar bu ayda, intikam almak için silahlarını kızdırır, güneşin alnına atarlardı. Bu görüş Ezherî'den nakledilmiştir. 4) Onların, "Ramazan Allah'ın ismidir. Bu ay da, işte bu isimle isimlendirilmiştir" şeklindeki sözleri şayet doğru ise, mana şöyle olur: Günahlar, Allah'ın rahmeti karşısında öylesine tükenirler ki âdeta yanıp biterler.. İşte bu aya bereketiyle bütün günahların yanıp arınması mânasında, ramazan ismi verilmiştir. "Şehrü" Kelimesinin Merfu ve Mansup Okunmasına Göre Mânalar Ayet-i kerimenin başındaki, (......) kelimesi, hem mansûb hem de rnerfû olarak okunmuştur. Merfû olarak okunması hususunda şu görüşlere yer verilmistir: 1) Bu görüş Kisâî'ye aittir, Buna göre bu kelime, ifâdesindeki, lâfzından bedet olmak üzere merfû kılınmıştır. Buna göre mâna, "size ramazan ayı farz kılındı" şeklindedir. 2) Bu da Ferrâ ve Ahfeş'in görüşüdür. Buna göre bu lâfız, Hak teâlâ'nın, lâfzından bedel olan mahzûf bir mübtedânın haberidir. Buna göre sanki, "o (yani sayılı günler), ramazan ayıdır" denilmiştir. Çünkü Hak Teâ-lâ'nın, ifâdesi, "sayılı günler'in bir açıklaması ve onun bir beyânı durumundadır. 3) Ebu Ali ise, "İstersen onu, haber-i mahzûf olan bir mübtedâ da yapabilirsin. Çünkü sanki, ifâdesi geçince, size oruçtan farz ki İman şeyler arasında ramazan ayı da, yani onu oruçlu geçirme de vardır" denilmiştir" demektedir. 4) Bazı âlimler de, bu kelimenin mübtedâ; haberinin ise, sılasıyla beraber, olduğunu söylemişlerdir. Bu tıpkı bir kimsenin, "Zeyd, evde olandır" demesi gibidir. Ebu Ali ise şöyle demiştir: Bu görüşlerin en uygunu, lâfzının, ramazan ayını oruçlu geçirmeyi emretme hususunda Kur'an lâfzının bir nass olması için, sıfat olmasıdır. Çünkü sen onu bir haber kabul edersen, bu lâfız, ramazan ayının oruçlu geçirileceğine dair bir nass olmaz, tam aksine, o Kur'ân'ın kendisinde indirilmiş olduğunun bildirilmiş olduğu bir ay olmuş olur. Yine, (......) lâfzını sıfat kabul edersen, ramazan isminin, açıkça ifâde edilmeyip, kinaye yoluyla, yani zamirle belirtilmesi gerekirdi. Bu senin tıpkı, "Mübarek ramazan ayı; kim o ayda bulunursa o ayı oruçlu geçirsin" demen gibi olur. Mansûb okuyanların delilleri ise şunlardır: a) Takdir, "Ramazan ayını oruçlu geçiriniz" şeklindedir. b) lâfzının, ifâdesinden bedel olmasdır. c) Bu lâfzın, Hak teâlâ'nın, hitabının mef'ûlü olmasıdır. Bu görüşü, Keşşaf sahibi zikretmiştir. Kendisine de şu şekilde itiraz edilmiştir: 'jgı lâfzının, fiilinin mef'ûlü olması durumunda ayetin nazmının, "kendisinde Kur'an'ın indirilmiş olduğu ramazan ayında oruç tutmanız, sizin için daha hayırlıdır" şeklinde olur ki, bu da, çok söz söyleyerek mübtedâ ile haberin birbirinden ayrılmasına yol açar. Halbuki bu caiz değildir. Çünkü mübtedâ ve haber tek bir şey yerine geçerler. Halbuki, bir şeyle o şeyin kendisi arasına bir fasıla sokuşturmak caiz değildir. Allahü Teâlâ'nın, buyruğuna gelince; bil ki Allahü Teâlâ bu ibâdeti bu aya tahsis edince, bu tahsisin illetini beyan etmiştir. O da şudur: Allahü Teâlâ, rubûbiyyet alâmetlerinin en büyüğünü bu aya tahsis etmiştir. O da, Kur'an-ı Kerim'in bu ayda indirilmiş olmasıdır. Binaenaleyh bu ayın ubûdiyyet yani kulluk alâmetlerinden büyük bir nev'e yani oruca tahsis edilmiş olmasına hayret etmemelidir. Oruç da, samedî nurların, devamlı olarak tecelli etmesini, bu nurların asla gizlenemiyeceğini ve engellenemiyeceğini gösteren hususlar cümlesindendir. Ne var ki beşeri alâkalar, bu nurların beşerî ruhlarda tecelli etmesine mani olurlar. Oruç ise, beşerî engelleri izâle etme vesilelerinin en güçlüsüdür. İşte bu sebepten dolayı, manevî keşf sahibi kimseler bu nurları ancak oruç ile elde ederler. İşte bundan ötürü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), “Eğer şeytanlar, insanoğlunun kalbini sarmasalardı, şüphesiz insanlar semâvatın melekûtunu (harikulade hallerini) seyrederlerdi" Buna yakın bir hadis için bkz. Ahmed İbn Hanbel, Müsned, M/353-363. buyurmuştur. Böylece oruç ile Kur'an'ın inişi arasında büyük bir ilginin bulunduğu ortaya çıkmış olur. Kur'an'ın inişi bu aya tahsis edilince, orucun da bu aya tahsis edilmesi gerekmiştir. Bu konuda, bir çok sırlar vardır. Yukarıda işaret ettiğimiz kadar sır, burada yeter. Sonra bu hususta birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Cenâb-ı Allah'ın, "Kur'an onda inzal edilmiştir" buyruğunun tefsirinde İki görüş vardır: 1) Bu, ekseri alimlerin tercihi olan görüştür. Buna göre Allahü teâlâ, Kur'ân'ı ramazan ayında indirmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "ibrahim'in sahifeleri ramazanın ilk gecesinde indi Tevrat altısında; İndi onüçünde, Kur'an ise yirmidördünde indirilmiştir." Burada birkaç sual vardır: Kur'an Başka Vakitlerde de İndiği Halde Ramazanda İnmesinin Mânası Birinci Sual: Kur'an-ı Kerim, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bir defada değil, aksine yirmiüç senelik müddet içinde parça parça indirilmiştir. Kur'an'ın bir kısmı ramazanda indiği gibi, bir kısmı da diğer aylarda inmiştir. O halde onun sadece ramazan ayında indirildiğini söylemenin manası nedir? Buna iki şekilde cevap verilir: 1) Kur'an, Kadir gecesinden dünya semasına toptan indirildi, sonra oradan parça parça yeryüzüne inzal edildi. Cenâb-ı Hak bunda faydalar olduğunu bildiğinden, Kur'an'ın inzali bu hal üzere devam etmiştir. Çünkü, vahyin kendilerine indirilmesinde, semanın sakinleri olan melekler için de bir maslahat ve fayda gözetilmiş olması akıldan uzak değildir. Ya da malûm olan hususlardandır ki, kendisine en yakın olan cihetten vahyin gelmesini beklemesinde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için de faydalar mevcuttur. Veyahut da bunda, Cebrail için de bir fayda vardır; çünkü, onu indirmek ve yerine iletmekle o görevlendirilmiştir. Kur'an-ı Kerimin Hazret-i Peygamber'e peyderpey indiril meşindeki hikmetlere gelince, biz bunu Furkan süresindeki, "İnkâr edenler, "O Muhammed'e Kur'an toptan indirilmeli değil miydi?" dediler. Onanla senin kalbini sağlamlaştırmak için, işte biz onu böyle indirdik" (Furkan, 32) ayetinin tefsirinde açıkladık. 2) Bundan murad şudur: Kur'an-ı Kerim'in inzali, ramazan ayında Kadir gecesinde başlamıştır. Bu, Muhammed İbn İshak'ın görüşüdür. Çünkü, vakitlerin en şereflisi olduğundan ve yine malûm ve belirlenmiş vakitler olduğundan millet ve devletlerin başlangıçları ona itibarla belirlenir ve tarihi tesbit edilir. Bil ki, birinci cevapta herhangi bir mecaz ihtimâline gerek duyulmamaktadır. Burada ise, bu ihtiyaç duyulmaktadır; çünkü bu cevâba göre, Kur'an lâfzının, O'nun kısım ve cüz'lerinden bir kısmına hamtedilmesi gerekir. Hem Kadir Gecesinde Hem de Ramazan Ayında İndirilmesinin İzahı İkinci Sual: Bu görüşe göre bu ayet ile, Cenâb-ı Hakk'ın, Muhakkak ki biz Onu, Kadir gecesinde indirdik" (Kadr, 1) ve, "Muhakkak ki biz Onu, mübarek bir gecede indirdik" (Duhân, 3) ayetlerini nasıl cem edebiliriz? Cevap: Rivayet edildiğine göre İbn Ömer, bu ve, ayetiyle, Kadir gecesinin ramazan ayında olduğuna istidlal etmiştir. Bu böyledir; çünkü Kadir gecesi ramazan ayında olunca, Kur'an'ın Kadir gecesinde indirilmesi, onun ramazan ayında indirilmiş olması gibi olur. Bu, birisinin tıpkı, "Falancayla şu ayda karşılaştım" deyip de kendisine, "O ayın hangi gününde?" denildiğinde, onun "falanca günde" demesi gibidir. Böylece bu ifâde, birinci sözüp açıklaması olmuş olur. İşte burada da böyledir. Levh-i Mahfuz'dan Dünya Semasına, Oradan Hazret-i Peygambere İndirilmesi Üçüncü Sual: Bu görüşe göre Kur'an'ın nüzulü hakkında şöyle denilebilmesi muhtemeldir: Allahü Teâlâ Kur'an'ın tamamını Kadir gecesinde Levb-i Muhfuz'dan dünya semasına indirmiş, daha sonra da Kur'an'ı Hazret-i Muhammed'e ömrünün sonuna kadar, peyderpey indirmiştir. Yine şöyle de denilebilir: Allahü Teâlâ, o yıl içerisinde Hazret-i Muhammed ve ümmetinin kendisine ihtiyaç duyacağı şeyleri biliyor ve o şeylere dair Kur'an hükümlerini Levh-i Mahfuz'dan dünya semasına indiriyordu. Daha sonra da Kur'an'ı peygamberine, ihtiyacına göre indirmeye devam ediyordu. Hazret-i Muhammed hayatta olduğu sürece, böyle indirmeye devam etmiştir. Buna göre bu iki ihtimalden hangisi doğruya daha yakındır? Cevap: Her ikisi de ihtimat dahilindedir. Çünkü Allah'ın beyanından şahsın(ferdin)murad edilmiş olması muhtemeldir ki, bu da muayyen bir ramazandır. Ve yine bu ifâdeden, nev'in de murad edilmiş olması muhtemeldir. Bunlardan herbiri uygun bir ihtimal olunca, tavakkuf etmek, bir şey söylememek gerekir. 2) Süfyan ibn Uyeyne şöyle demiştir: Hak teâlâ'nın, buyruğunun manası, "O ayın fazileti hakkında Kur'an indirildi" şeklindedir. Bu Hüseyin İbn Fadl'ın tercih ettiği bir görüştür. O şöyle demiştir: Bunun bir benzeri de, "Sıddîk (radıyallahü anh) hakkında falan ayet indiririlmiştir" denildiğinde, bu sözü söyleyenler Sıddîk (radıyallahü anh)'ın kendisi hakkında değil, O'nun fazileti hakkında indiğini kasdetmeleridir. İbnu'l-Enbarî de, ifâdesinin manasının, insanlara orucun vâcib kılınması hususunda, Kur'an indirilmiştir. Nitekim bir kimse, zekâtın vacib kılınmış olduğunu murad ederek, "Allah zekât hakkında şunu şunu..."; içkinin haram kılındığını murad ederek de, "içki hakkında da şunu indirmiştir" der. "Kur'an" Kelimesinin Mânası Hakkında Malûmat Kur'an, Allah'ın kelâmından iki kapak arasında bulunan şeyin adıdır. Âlimler Kur'an kelimesinin nereden iştikak ettiği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Buna göre Vahidî "el-Basît" isimli eserinde, Muhammed İbn Abdullah İbn el-Hakem'den Şafiî (radıyallahü anh)'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Kur'an bir isimdir. Hemzeli değildir. lâfzından da iştikak etmemiştir. Ancak O, Tevrat ve İncil gibi Allah'ın kitabına verilen bir isimdir. Tıpkı, "Kur'an'ı okuduğun zaman..." (Isra, 45) buyurulduğu gibi, lâfzı hemzelenir ama, O (Kur'an) lâfzı hemzelenmez. Vahidî sözüne şöyle devam eder. Şafiî'nin, "Bu Allah'ın kitabının ismidir" şeklindeki görüşünden onun bu lâfzın müştak bir kelime olmadığı fikrine taraftar olduğu anlaşılmaktadır. Diğer alimler ise, Kur'an'ın lâfzının müştak bir lâfız olduğu görüşündedirler. Bil ki, bu görüşte olanlardan bazıları bu lâfzı yine hemzelemez, hemzeli okumazlarken, bazıları ise onu hemzeli okumuş, hemzeli olduğunu söylemişlerdir. Birincilere gelince, bunların Kur'an kelimesine dâir iki çeşit iştikakları bulunmaktadır: a) Bu, iki şeyi birbirine karıştırdığın zaman söylemiş olduğun, (......) ifâdesinden alınmıştır. Buna göre Kur'an lâfzı, (......) kelimesinden müştak bir lâfızdır. Bu kelimeden türetilen isim ise, hemzesiz olarak, (......)dır. Buna göre Kur'an'ın böyle isimlendirilmesi, "Ya onda bulunan sûre, ayet ve harflerin birbirlerine yaklaştırılmış ve birbirlerine eklenmiş bulunması veya Kur'an'da bulunan hüküm ve kanunların birbirlerine bitişmiş olarak içice bulunması ndan, veyahut da Kur'an'da, O'nun Allah katından olduğuna delalet eden delillerin yanyana zikredilmiş, yani o Kur'an'ın fesahatin bütün yönlerini, hayranlık uyandıran bir üslûbu, gaybden haberler verme özelliğini ve birçok ilimleri ihtiva etmiş olması bakımından" dır. Bu takdire göre bu lâfız, den müştak bir lâfızdır. Ondan elde edilen isim ise, hemzesiz olarak, dır. b) Ferrâ, Kur'an'ın, (......) kelimesinden alınmış bir isim olduğunu söylemektedir. Çünkü ayetler, Cenâb-ı Hakk'ın da, "Şayet Kur'an Allah'tan başkast katından gelseydi onda birçok ihtilâflar bulurlardı" (Nisa. 82) buyurduğu gibi, birbirlerini doğrulamaktadırlar. Buna göre ayetler, birer karine demektir. Bu ismi hemze ley enler de şu görüşlere yer vermişlerdir: a) Bu kelime, kıraat kökünden bir masdardır. Meselâ, (......) şeklinde söylenmektedir. Buna göre Kur'an lâfzı, bir masdardır. Kur'an vezninde olan bazı masdarlar ise rüchân, noksan, hüsran, gufran gibi kelimelerdir. Şair ise şöyle demiştir: Burada, (......) demek, (......) demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Muhakkak ki fecr vaktinin kıraatine şahid olunur" (İsra, 78) buyurmuştur. İşte aslolan budur. Sonra okunan şeye de Kur'an ismi verilir. Çünkü mef'ûle masdar ile de işaret edilir. Nitekim Araplar, içilen şeye "şarâp", yazılan şeye de "kitap" adını verirler. İşte örfte bu isim, bu şekilde meşhur olmuş; böylece de insanlar bu kelimeyi Allah'ın kelâmına isim olarak vermişlerdir. b) Zeccâc ve Ebu Ubeyde bu lâfzın, toplamak manasına gelen, (......) kelimesinden alındığını söylemişlerdir. Nitekim Amr şöyle demiştir: Yani, beyaz renkli deve, rahminde bir yavru tutmamış, hamile kalmamıştır. Yine, kanın, kadının rahminde toplandığı günler manasına gelen, (......) ifâdesi de bu köktendir. Buna göre Kur'an da sûreleri ihtiva edip, onları birbirine eklediği için Kur'an diye adlandırılmıştır. c) Kutrub'un görüşüdür. Buna göre Kur'an, okuyan kimse onu yazdığı ve onu okurken de sanki onu ağzından atıyor, çıkarıyormuş gibi olduğu, için, Kur'an diye adlandırılmıştır. Kutrub'un ifâdesi, Arapların şu sözlerinden alınmıştır: Yani yavru atmadı, asla yavrusunu düşürmedi ve onu dışarı atmadı.. İşte bu izahtan dolayı, hayız da, diye adlandırılmıştır. Buna göre, Kur'an'ı okuyan kimse onu ağzından çıkardığı için Kur'an diye adlandırılmıştır. Üçüncü Mesele Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer, kulumuza indirdiğimizden şüphe içinde iseniz..." (Bakara, 23) ayetinin tefsirinde de zikrettiğimiz gibi, tenzil tedrici olarak indirmeye, inzal ise toptan, bir defada indirmeye tahsis edilmişlerdir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Allah sana. Kendisinden öncekini doğrulamak üzere bir hak ile kitabı peyderpey indirdi; yine Tevrat'ı ve İncil'i indirdi..." (Al-i İmran, 3) buyurmuştur. Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz deriz ki: Burada, Allahü Teâlâ'nın, buyruğundan maksadın, Kur'an'ın Levh-i Mahfuz'dan dünya semasına indirilmesi hususu olunca, Allahü Teâlâ muhakkak ki bunu "tenzil" ile değil de "inzal" lâfzı ile bildirmiştir. İşte bu da, bu görüştekilerin görüşünün, diğerlerinkinden daha üstün olduğuna delâlet eder. Hak teâlâ'nın, sözünde iki mesele vardır: Birinci Mesele (......) kelimesinin lâfzını, Hak teâlâ'nın, (Bakara. 2) ayetinin tefsirinde açıklamıştık.Yalnız burada bir sual söz konusudur. Bu da şudur: Allahü Teâlâ, ayetinde Kur'an'ın müttakiler için bir rehber olduğunu; burada ise bütün insanlar için bir hidayet kaynağı olduğunu açıklamıştır. Buna göre, bu ayetleri nasıl bağdaştırabiliriz? Bunun cevabını da orada zikretmiştik. İkinci Mesele (......) kelimeleri hâl olmak üzere mansûbdurlar. Yani, "Kur'an insanları hakka ulaştırır olduğu halde; ve yine Kur'an, hakka ileten, hak ile bâtılın arasını da ayıran rehber olarak apaçık ayetler halinde indirilmiştir" demektir. Kur'an Hem Hidayet, Hem de Hidayet Delilleridir Hak teâlâ'nın, buyruğunda bir müşkil bulunmaktadır. O da, dedikten sonra, anlamı nedir? şeklindedir. Buna birçok bakımdan cevap verebiliriz: a) Allahü Teâlâ Kur'an'ın önce bir hidayet olduğundan bahsetmiştir. Sonra hidayet ise iki kısma ayrılır: 1- Kur'an'ın insanları hidayete ulaştırmış olduğu çok açık ve net biçimde müşahede edilir. 2) Hidayet bazan bu şekilde tecelli etmez, yani gizli kalır. Birinci kısmın daha üstün olduğunda herhangi bir şüphe söz konusu değildir. Burada sanki şöyle denmek istenmiştir: O Kur'an bir hidayettir; çünkü hidayet rehberi olmak hususunda o apaçıktır ve hak ile bâtılın da arasını ayırandır. Buna göre bu. Önce cinsin zikredilip, nev'in ona atfedilmesi kabilindendir; zira o, nevilerin en şereflisidir. Buna göre ayetin takdirî manası sanki şöyle olmaktadır: "Kur'an bir hidayet rehberidir. Yine bu, hidayetin apaçık bir delilidir; yine Kur'an, hidayete erdiren apaçık ve kesin delillerdir." Muhakkak ki bu, son derece te'kid ve mübalağa ifâde eden bir ifâdedir. b) Kur'an'ın bizzat kendisi bir hidayet kaynağıdır" denilebilir. Bununla beraber o, hidayet ve furkân olmak üzere, apaçık, seksiz ve şüphesiz delillerdir. (......) kelimelerinden maksat Tevrat ve İncil'dir. Nitekim Cenab-ı Hakk, "Allah'u Tealâ sana, kendisinden öncekileri doğrulamak üzere, hak ile, peyderpey kitabı indirdi, insanlar için bir hidâyet rehberi olmak üzere daha önce Tevrat'ı ve İncil'i indirmiş, Furkân'ı indirmiştir " (Âl-i İmran, 3-4). "Hani biz Musa'ya kitabı ve Furkân'ı vermiştik.. Umulur ki, hidayete erersiniz" (Bakara, 53). "Andolsun ki biz, müttakiler için bir ışık kaynağı ve öğüt olmak üzere, Musa ve Harun'a Furkân'ı verdik" (Enbiyâ. 48) buyurmuştur. Böylece yüce ve mukaddes olan Allah, Kur'an'ın bizzat kendisinin bir hidayet rehberi olduğunu ve O'nda, hidayet olan ve hak ile bâtılı ayıran önceki kitaplardan da hidayetin bulunduğunu beyan etmiştir. c) Birincisini, dinin usûlüne (itikadı meselelerine), ikincisini de dinin ahkâmına hamletmek mümkündür. İşte böylece, bu durumda söz konusu olan tekrar, bertaraf edilmiş olur. Allah en iyi bilendir. Allahü Teâlâ'nın, buyruğunda birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Vahidî (radıyallahü anh) "Basit" isimli eserinde Ahfeş ve Ma ziri'nin şöyle dediklerini nakletmiştir: "Allahü teâlâ'nın, sözündeki fâ harfi, zâid bir harftir." Bu iki zât sözlerini şöyle sürdürmüşlerdir: Bu böyledir, çünkü fâ harfi bazan atıf için, bazan da ceza için (cevâb olarak) gelir. Veyahut da zâid olur. Burada atıf ve bir cevâb olarak gelmiş olmasının bir mânası yoktur. Allahü Teâlâ'nın, kendisinden kaçtığınız ölüm, muhakkak ki sizin karşınıza çıkacak; sonra siz gayb aleminin âlimi olan Allah'ın huzuruna döndürüleceksiniz" (Cuma. 8) ayetinde fâ harfi de zâiddir. Ben derim ki, buradaki fâ harfinin bir ceza ve cevap olarak bulunduğunu söylemek mümkündür. Çünkü Allahü Teâlâ, diğer ayların bu hususta kendisiyle boy ölçüşemiyeceği ve ona ortak olamıyacağı bir biçimde, en büyük faziletleri ramazan ayına tahsis edince, ramazan ayına bu kadar faziletin tahsis edilmesinin, yine bu aya böyle bir ibadetin de tahsis edilmesinin uygun düşeceğini beyan etmiştir. Eğer durum böyle olmasaydı, burada böyle bir faziletin öncelikle zikredilmesinin bir mânası olmazdı. Buna göre sanki şöyle denmek istenmiştir: "Bu faziletin bu aya mahsus olduğu bilinince, sizler de ey kullarım, bu ibâdeti bu aya tahsis edin!.." Allahü Teâlâ'nın, sözündeki fâ harfi de zâid, fazladan değildir. Tam aksine bu, "zıddın zıd ile karşılaştırılması" kabilindendir. Buna göre sanki şöyle denmiştir: Onlar ölümden kaçınca, kaderden sakınmalarının herhangi bir fayda vermeyeceğini bilsinler diye, onların cezaları, ölümün onlara hep yaklaşmasıdır. İkinci Mesele Ayet-i kerimede geçen, (......) kelimesinin manası, (bulundu) dır. hazır olmak, bulunmak demektir. Sonra burada iki görüş vardır: a) fiilinin mef'ûlü hazmedilmiştir. Çünkü mâna "yolcu olmadı" manasına olarak, "Sizden kim beldesinde veya evinde bulunursa..." şeklindedir. Cenâb-ı Hakk'ın (......) kelimesi, zaman zarfı olarak mansûbtur. Hak teâlâ'nın, (......) kelimesindeki hâ zamiri de böyledir. b) lâfzının mef'ûlü, lâfzıdır. Buna göre ayetin takdiri, "Kim aklı ve bilgisiyle ramazan ayını müşahede ederse, o ayı oruçlu geçirsin..." şeklindedir. Bu, tıpkı, "falancanın yaşadığı çağda bulundum" ve, "Falancanın zamanına yetiştim" denilmesi gibidir. Bil ki bu iki görüşün manası, ancak ayetin zahirine muhalefet etmek suretiyle tamamlanır. Birinci görüş ancak ilâve birşeyin takdir edilmesiyle tamamlanır. İkinci görüş de ayetin tahsis edilmesini gerektirir. Bu böyledir. Çünkü ramazan ayında bulunmak, hiçbirine oruç farz olmadığı halde çocuk, mecnun, hasta ve yolcu için de söz konusudur. Ne var ki biz, usûl-ü fıkıhda, tahsis ile takdir etmek arasında bir tezad meydana geldiğinde, tahsisin evlâ olduğunu açıklamıştık. Yine biz, birinci görüşe göre, takdir etmeyi gerekli gördüğümüzde, tahsisi de gerekli görmüş oluruz. Çünkü kendilerine oruç tutma vacib olmadığı halde, çocuk, deli ve hasta gibi herbir şahıs ramazan ayında bulunmuştur. Hatta yolcu bu ifâdenin şümulüne girmez. Dolayısıyla bu hususta, bu şekli tahsis etmeye ihtiyaç duyulmaz. Buna göre birinci görüş, hem tahsis hem de takdir yapmakla bulunabilir. İkinci görüş ise, sadece tahsis ile mümkün olur. Binaenaleyh ikinci görüş daha evlâ olmuş olur. Vahidi ve Keşşaf sahibi (Zemahşeri) gibi çoğu muhakkik alimler birinci görüşü benimsemiş oldukları halde, bana göre bu konudaki hüküm işte budur. Üçüncü Mesele (......) ayetindeki, lâfzındaki lam-ı tarif, daha önce geçen mâhûd (bilinen) bir ayı ifâde eder. Bu da ramazan ayıdır. Bunun bir benzeri de, "Onlar, o hususta dört şahid getirmeli değiller miydi? Şahidleri getirmediklerine göre..." (Nûr, 13) yani o dört şahidi getirmediklerine göre..." ayetidir. Dördüncü Mesele Bil ki ayette bir müskil vardır. O da şudur: ifâdesi, şart ve cevaptan meydana gelmiş bir tüm cümledir. Buna göre şart ramazan ayında bulunmak, cevab ise oruçla ilgili emirdir. Şart tam manasıyla bulunmadıkça, kendisine cevab (ceza, netice) terettüb etmez. ", başından sonuna kadar belirlenmiş belli bir zamanın adıdır. Bir ayda bulunmak, ancak o ayın son cüz'ünde bulunmakla olur. Halbuki ayetin zahiri, ayın son cüz'ünde bulunan kimsenin bütün ayı oruç tutmasını gerektirir ki bu imkânsızdır. Çünkü bu "İşi, sona ermiş (geçip gitmekte olan) bir zamanda yapma" neticesine götürür ki bu imkânsızdır. İşte bu delilden ötürü, ayeti zahirine hamletmenin imkânsız olduğunu ve onu mutlaka te'vil etmek gerektiğini anlamış olduk. Bu te'vilin şekli ise, "şehr" (Ay) lâfzının cümlenin şart kısmında bulunan "şehr"in (ayın) cüzlerinden birine hamledilmesidir. Buna göre manası şöyle olur: "Kim ramazan ayının cüzlerinden bir cüzünde sağ olarak bulunursa, bütün ayı oruç tutsun." İşte buna göre, kim ramazan ayında bulunursa, şüphesiz o kimse o ayın bir cüzünde bulunmuş demektir. Böylece şart tahakkuk ettiği için, ceza (netice) terettüb etmiş olur ki bu ceza, ayın hepsini oruç tutmaktır. Bu te'vile göre ayetin manası doğru olur. Bu te'vil de sadece küllü (bütünü) cüz'üne hamletmekten başka birşey değildir ki bu (yani zikr-i cüz irade-i küll) meşhur bir mecaz nev'idir, Hazret-i Ali (k.v)' den nakledildiğine göre, bu ayetten maksad, "Sizden kim ramazan ayının evvelinde bulunursa, o ayın tamamını oruç tutsun" manasıdır. Yukarıda zikrettiğimiz delillerle, sadece bu sözün doğru olduğunu anlamış olursun. Sonra bu asıldan, iki fer'i mesele dallanır. a) İnsan ramazan ayının evveline şâhid olduğu zaman bu ayın tamamını oruç tutması gerekir mi? b) İnsan, ramazan ayının sonuna şâhid olduğu zaman, bu ayın hepsini oruç tutması gerekir mi? Birincisine gelince, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'den nakledildiğine göre mukim iken ramazan ayına girip de, daha sonra yolcu olan kimsenin bütün ayı oruç tutması vacibtir. Çünkü biz, ayetin, ramazan ayının evvelinde bulunan kimsenin, bütün bu ayı oruç tutmasının vâcib olduğuna delâlet ettiğini açıklamıştık. Diğer müçtehidler ise şöyle diyorlar: "Allahü teâlâ'nın, ayetinin manası, hernekatdar, "kim ramazan ayının evvelinde bulunursa, ayın tamamını oruç tutsun" şeklinde ise de bu, mukim ve yolcunun içine dahil olduğu umûmî bir ifâdedir. Bundan sonra Cenâb-ı Hakk'ın, "Sizden kim hasta ve yolcu olursa, ona diğer günlerden (onun) sayısınca (oruç tutması) gerekir" ayeti husûsî mana ifâde eden bir cümledir. Has ifâde, âmm ifâdeden daha önce nazar-ı itibara alınır. Böylece o kimsenin, ramazan ayına girdikten sonra yolculuğa çıksa bile, yolculukta orucunu bozabileceği ortaya çıkmış olur. İkinci fer'î meseleye gelince; Ebu Hanife, ramazan ayı içinde iyileşen deli kimsenin, oruçsuz geçirdiği günleri kaza etmesinin gerektiğini öne sürüp şöyle demiştir: "Biz, ayetten anlaşılan mananın, "Kim ramazan ayının bir cüz'üne yetişirse, bütün ramazanı oruç tutması gerekir" şeklinde olduğuna delil getirmistik. Deli kimse, ramazan ayının ortasında iyileştiği zaman, ramazanın bir cüz'ünde bulunmuş olur. Böylece de ramazanın tamamını oruç tutması gerekir. Daha önce geçen günleri oruçlu geçirmesi mümkün olmadığına göre, kaza etmesi vacibtir." Ramazanın Başlangıcı Nasıl Bilinir? Bil ki, ki ayeti iki konuyu açıklamayı gerektirir: Birinci Konu: Ramazan ayına şahid olma (bulunma) ne ile meydana gelir? Biz deriz ki: Bu ya ramazan hilâlini bizzat görmekle veya bunu duymakla olur. Görme hususunda deriz ki: İnsan, ramazan hilâlini gördüğü zaman, ya tek başına görür veya böyle olmaz. Eğer tek başına görürse, devlet başkanı (imâm) ya onun bu husustaki şahadetini ya kabul veya reddeder. Eğer bu kimse ramazan hilâlini tek başına görür ve imâm da onun şahidliğini reddederse, yine de kendisinin oruç tutması gerekir. Çünkü Hak teâlâ, ramazan ayında bulunmayı (şâhid olmayı), o kimseye orucun vacib oluş sebebi kılmıştır. Çünkü böylece bu kimse hakkında, "ramazan ayında bulunma" meydana gelmiştir. Bu sebeble artık o kimsenin oruç tutmasının vâcib olması gerekir. Fakat o kimse, ramazan hilâlini tek başına görür ve devlet başkanı (imâm) da o kimsenin şahadetini kabul ederse veyahut da bu kimse hilâli başka kimselerle beraber görürse, orucun vacib olması hususunda şüphe kalmaz. Duyma yolu ile ramazan ayına şahid olma (bulunma) hususuna gelince; biz deriz ki: Ramazan hilâlinin görüldüğüne dair iki âdil kimse (şahid) bulunduğu zaman, hem oruç tutma hem de bayram etme hususunda hüküm verilir. Şevval ayını gördüğüne dâir şehâdette bulunan âdil bir kimse olduğunda ise, bu bir kişinin şehâdetine göre hüküm verilip bayram edilmez. Fakat ramazan hilâlini gördüğüne dair tek kişi şahidlik ettiği zaman, oruç tutma emrinden dolayı, bu tek kişinin şahadetine dayanılarak ihtiyaten hüküm verilip oruca başlanabilir. Ramazan hilâlini görme ile, şevval hilâlini görme arasındaki fark şudur: Ramazan hilâlini görmek bir ibâdete girmek için esastır, şevval hilâlini görmek ise bir ibâdetten (oruçtan) çıkmak için esastır. İbâdetin varlığını (vaktinin geldiğini) söyleme hususunda tek kişinin sözü kabul edilir; ama ibâdetten çıkma (vaktinin bittiği) hususunda, ancak İki kişinin sözüne dayanılır. Hakikatte ikisi arasında bir fark olmasa bile biz, ihtiyaten oruç tutup yemesinler diye, ramazan hilâlinin görülmesi hususunda bir kişinin sözünü kabul ettik; ihtiyaten oruç tutsunlar ve oruçlarını yemesinler diye, şevval hilâlinin görülmesi hususunda da bir tek kişinin şehâdetini kabul etmedik. İkinci Konu: Orucun Tarifi: Biz deriz ki: "Oruç, oruç tuttuğunu bilerek, niyetli olarak, gerçek fecrin (fecr-i sâdık) doğmasının başlangıcından, güneş batıncaya kadar, orucu bozacak şeylerden i..sanın kendisini uzak tutmasıdır." Bu tarifte bazı kayıtlar vardır: 1) Tarifte geçen "imsak" (insanın kendini uzak tutması) kaydı, iki şeyi tarif dışı bırakmak içindir: a) Bir sinek oruçlunun boğazına kaçtığında veya yürürken yolun tozu onun ağzından karnına gittiğinde, bu kimsenin orucu bâtıl olmaz. Çünkü bu gibi şeylerden kaçınmak zordur. Halbuki Allahü teâlâ oruç ayetinde, "Allah sizin için kolaylık murad eder, zorluk değil" buyurmuştur. b) Şayet başkası zorla, veya uyku esnasında bir kimsenin boğazına bir yiyecek veya içecek dökse, o kimsenin orucu bozulmaz. Çünkü nazar-ı itibara alınan, imsak (insanın kendini uzak tutması) ve sakınmasıdır. İkrah (zorla yaptırma) ise imsaki yok etmez. Orucu Bozan Şeyler 2) Tarifteki "Orucu bozan şeyler" kaydımızdır. Bu şeyler üçtür: a) Vücûda birşeyin girmesi, b) Vücûddan birşeyin çıkması, c) Cima (cinsi münâsebet). Girmenin tarifi, içe açılan bîr menfezden, vücudun dışından içine doğru ulaşan her cisim ve maddedir. Bu batın, ya dimağ ya karın, yahut da karında bulunan bağırsaklar ve sidik torbası olur. Dimağa gelince, enfiyenin ve buruna konulan ilâcın beyne ulaşmasıyla oruç bozulur. Karına gelince, buraya şırınga yapılmasıyla oruç bozulur. Çıkmaya gelince, isteyerek kusmak ve istimna yapmak yoluyla olur ki, bunlar orucu bozarlar. Cimâya gelince bu girdirmek mânasını ifâde eder, ki bu da orucu bozar. 3) Bizim, "oruçlu olduğunu bilerek" sözümüzdür. Buna göre bir kimse, oruçlu olduğunu unutarak yese veya içse, Ebu Hanife ve Şafiî'ye göre o kimsenin orucu bâtıl ve geçersiz olmaz. İmâm Malike göreyse bâtıl olur. 4) Bizim, "fecr-i sadığın doğmasının başından itibaren" sözümüzdür. Bunun delili ise Hak teâlâ'nın, "Fecr olan beyaz iplik siyah iplikten ayrılıncaya kadar yeyiniz ve içiniz" (Bakara, 187) ayetidir. Ayetteki, (......) kelimesi, birşeyin hangi zamana kadar olduğunu, ne zaman sona erdiğini ifade eder. A'meş ise şöyle der: "Orucun ilk vakti, güneş doğduğu zamandır." A'meş, fecr tulü ettikten sonra ve güneş doğmazdan önce de yemeyi ve içmeyi mubah saymakta ve buna şu şekilde delil getirmektedir: Günün sona ermesi, güneşin batıcıyladır. Yine günün başlangıcının da güneşin doğusuyla olması gerekir. Halbuki bu zikrettiğimiz nass (ayet) ile bâtıl olmuştur. A'meş'ten nakledildiğine göre, onu ziyaret etmek maksadıyla Ebu Hanife yanına girdiğinde, A'meş ona "Sen evinde iken bile benim yanımda çok ağırlığın var. Sen beni ziyaret edince, bu alırlığın nice olur (düşün)?" dedi. Ebu Hanife susarak onun yanından çıkar; bunun üzerine "Niçin sustun?" denildiğinde şu cevabı verir: "Zamanında oruç tutmayan ve namaz kılmayan bir adam için ne diyeyim!" O, bu sözü ile, A'meş'in ikinci fecrin (fecr-i sâdık'ın) doğmasından sonra, güneşin doğmasından önce yiyip içtiğini, bu sebepten dolayı da orucunun olmadığını; men'i inzal olduktan sonra gusletmediğini, bu sebebten dolayı da namazının olamayacağını kastetmiştir. 5) Tarifteki "Güneşin batışına kadar" kaydımıztn delili, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Gece şuradan gelip, gündüz de şuradan gidince, oruçlu orucunu açar" Müslim. Siyam. 51 (2/772); Tirmizi, Savm, 12 (3/81). hadisidir. Bazı alimler, iftar vaktinin, güneşin ışığının battığı zaman olduğunu söylemişlerdir. Bunlar, gündüzün sonunu, başlangıcına kıyas ederek bu hükme varmışlardır. 6) "Niyetli olarak" kaydımız. Bazı alimler, ramazan orucu için, niyetin şart olmadığını söylemişlerdir. Çünkü Allahü teâlâ, sözü ile, oruç tutmayı emretmiştir. Oruç tutmak, imsak (kendini tutma, sakınma) demektir ki bu da bulunmuştur. Böylece bu mükellefiyet yerine getirilmiş, mes'uliyetten kurtulunmuş olur. Fakat biz niyetin mutlaka olması gerektiğini söylüyoruz. Çünkü oruç, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Amellerin en üstünü oruçtur" hadisinin de gösterdiği gibi, bir ameldir. Amellerde de, Hazret-i Peyamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Ameller ancak niyetledir" Buhari şerifin ilk hadisi. hadisinden dolayı, mutlaka niyetin bulunması gerekir. Altıncı Mesele Önceki ayetin, sıhhatli mukim kimselerin oruç tutma ile fidye vermek şartıyla oruçlarını yeme arasında serbest olduklarına delâlet ettiğini söyleyenler şöyle demişlerdir- "Bu ayet, onu neshetmiştir." Ebu Müslim ve Esamm ise, bunu kabul etmemektedirler. Bu meselenin açıklaması ise daha önce geçmişti. Sonra, nesh vaki olduğunu söyleyen bu görüşün doğruluğunun kabul edilmesi halinde ise bu, daha hafif olan bir hükmün daha ağır olan bir hükümle neshedilmesinin caiz olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü orucu muayyen bir şekilde vâcib kılmak, oruç tutma ile fidye arasında muhayyer bırakarak vacib kılmaktan daha ağırdır. Cenab-ı Allah'ın, "Sizden kim hasta ve yolcu olursa, ona diğer günlerden bu günler sayısınca (oruç tutması gerekir)" ayetinin tefsiri daha önce geçmişti. Tekrar edilmesinin sebebi de orada geçmişti. Allahü Teâlâ'nın, "Allah sizin kolaylığı murad ediyor, zorluğu değil..." ayetine gelince, bil ki böyle bir ifâdenin burada zikredilmesi, kendinden önceki kısımların bununla ilgili olması ile ancak güzel olur. Burada da durum böyledir. Çünkü Allahü teâlâ orucu kolay bir şekil üzere vacib kılmıştır. Çünkü Allah seneye nisbetle bu orucu az bir zaman için vacib kılmıştır. Sonra bu orucu ne hastaya ne de misafire (yolcuya) vâcib kılmıştır. Bütün bunlar, kolaylık ve ehvenlik manasını gözetmeden dolayı olmuştur. Burada birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Arapçada, (......) kelimesinin manası "kolaylık"tır. Zenginlik ve genişlik için de, denilmesi bu manadan dolayıdır. Çünkü zenginlik sebebi ile işler kolaylaşır. Fiilleri ikinci derecede kolaylıkla yaptığı için veya sağ ele yardımı ile işler kolaylaştığı için, sol ele "yed-i yüsrâ" denmiştir. İkinci Mesele Mu'tezile bu ayeti, "teklif-i mâla yutak" (güç yetirilemeyecek şey ile mükellef tutmanın) vâkî olmadığına delil getirmiş ve şöyle demiştir: "Çünkü Allahü teâlâ insanlar için kolaylığı murad ettiğini, ama zorluğu murad etmediğini açıkladığına göre, onları kadir olamayacakları imân ile nasıl mükellef tutar?" Bunun cevabı şudur: "Kolaylık" ve "zorluk", usûl-ü fıkıhta "Kendisine eliflam dâhil olan müfred lâfızlar umûm ifâde etmezler" şeklinde yer aldığı için bu kelimeler de umûm ifâde etmezler. Biz bunların umûm ifâde ettiğini kabul etsek bile, bazan daha önce geçmiş olan belli birşeye hamledilir. Bu sebeple biz bu kelimeleri, daha önce geçen bir şeye hamlediyoruz. Üçüncü Mesele Mu'tezile bu ayet ile, Allah'ın murad etmediği şeylerin kul tarafından yapılabileceğini isbat hususunda delil getirmişlerdir. Çünkü hasta oruç tutmak istese ve hatta kendisini buna zorlasa, Allah'ın kendisinden yapmasını istemediği şeyleri yapmış olur. Çünkü Allah zorluğu murad etmez. Mu'tezile 'ye şöyle cevap veririz: Bu ayet "her nekadar Allah o kuldan bazan zor şeyleri istese bile, zor olan şeyi kula emretmeyi murad etmediği" manasına hamledilebilir. Bu böyledir, çünkü biz (Ehl-i Sünnet'e) göre, bazan irade olmaksızın da emir sabit olabilir. Dördüncü Mesele Mu'tezile, "Bu ayet, Allahü teâlâ'nın kullarına rahmetine delâlet etmektedir. Binaenaleyh eğer Allahü teâlâ, kullarının inkârını murad etmiş olsaydı cehenneme giderlerdi. Eğer kullarda inkârı yaratmış olsaydı, "Allah sizin için kolaylığı murad ediyor, zorluğu değil" buyurması Allahü teâlâ'ya yakışmazdı" demişlerdir. Onların bu görüşüne, "Bu ilim meselesiyle tezad teşkil eder" diye cevap veririz. Birinci Mesele Hak teâlâ'nın, "Sayıyı tamamlayasınız diye..." buyruğunda birkaç mesele vardır: Âsım'ın râvisi Ebu Bekr, mim harfinin şeddesi ile lâfzı, şeklinde; diğer kıraat imamları ise tahfif ile (yani şeddesiz) şeklinde okumuşlardır. Arapça'da bu fiilin, ve lif şekilleri fasih birer lügattir. İkinci Mesele Birisi, ayetindeki lâm harf-i cerrinin neye taalluk ettiğini sorabilir. Buna bizim cevabımız şudur: Alimler, burada muallel olan (bu ifâde kendisi için illet ve sebeb olan) fiilin hazfedilmiş olduğunda ittifak etmişlerdir. Bu hususta iki izah şekli vardır: Ferrâ'ya göre takdir şöyledir: "Sayıyı tamamlayasınız, Allah'ın size hidayet etmesine karşılık onu ululayasınız ve şükredersiniz diye, Allahü teâlâ yukarıda zikredilen şeyleri yapmıştır." O yukarıda zikredilen şeyler ise, sayılf günlerde oruç tutmayı emretmesi, nasıl kaza edileceğini öğretmesi, ve orucu bozma hususundaki ruhsatıdır. Bu böyledir, çünkü Allahü teâlâ bu üç hususu zikrettikten sonra, bunların peşisıra şu üç lâfzı getirmiştir: Bunlardan, 'Sayıyı tamamlayasınız diye" sözü sayıyı gözetme emrinin illetidir, "Allah'ı ululayasınız diye..." sözü orucun nasıl kaza edileceğini öğrenmiş olmanızın illetidir. "Şükredersiniz diye..." ifâdesi ise, ruhsattan istifâde etmeniz ve size orucun kolaylaştırılmış olmasının illetidir. Burada olduğu gibi, makabli kendisine işaret ettiği için fiilin hazfedil işinin bir başka örneği de, (En'am. 75) ayetinde olup, mukadder kısım "ona gösterdik" tarzındadır. b) Zeccaca göre, bu ifâdeden murad şudur: "Hasta olmayan mukîmi Cenâb-ı Hakk'ın mükellef tutması, hasta ile yolcuya ise ruhsat vermesi ancak sayıyı tamamlamak içindir. Çünkü gücü yeten kimsenin sayıyı tamamlaması kolaydır. Hasta ve yolcuya tanınan ruhsat ile, orucu kaza ederek sayıyı tamamlamak kolay olur. Böylece Allahü teâlâ herkesi, sayıyı tamamlamak güç gelmeyecek, aksine kolay olacak bir şekilde mükellef tuttuğunu beyân etmiştir." Bu iki izah arasındaki fark, birinci izahta takdirin, ayetinden sonra, ikinci izahta ise bu ifâdeden önce yapılmış olmasıdır. Üçüncü Mesele Cenâb-ı Allah, "sayıyı tamamlayasınız diye..." buyurmuş, "Bu ayı tamamlayasınız diye..." dememiştir. Çünkü O, "sayıyı tamamlayasınız diye..." buyurduğu zaman, bu ifâdenin şümulüne her ikisi de daha önce zikredildiği için hem ramazan ayının günlerinin sayısı, hem de kaza etme günlerinin sayısı girmektedir. Bundan dolayı kaza edilecek günlerin sayısının, kaza edilmiş günlerin sayısı kadar olması gerekir. Eğer Cenâb-ı Hak, "Bu ayı tamamlayasınız diye..." buyursaydı, bu sadece edanın (orucu vaktinde tutmanın) hükmünü göstermiş olurdu ve bu ifâdeye kaza etmenin hükmü girmezdi. Allahü teâlâ'nın, "Allah'ın sizi hidâyet etmesine karşılık O'nu ululayasıniz diye..." buyruğunun iki izahı vardır: Birincisi: Bundan murad, Ramazan bayramı gecesi tekbirleridir. İbn Abbas (radıyallahü anh) "Müslümanların, şevval hilâlini gördüklerinde tekbir getirmeleri vacibtir" demiştir. İmâm Şafii ise, "Her iki bayramda da açıkça tekbir getirmeyi severim" demiştir. İmam Malik, İmam Ahmed, İshak b. Râhûye, Ebu Yûsuf ve imam Muhammed de aynı kanaattedirler. Ebu Hanife ise Ramazan bayramı şafağında tekbirin mekruh olduğunu söylemiştir. Şafiî (Allah ona rahmet etsin), Allahü Teâlâ'nın. ayetini delil getirmiş ve bunun, "Bu oruç ibâdetine Allah sizi ilettiği için, ramazan ayı bittiğinde Allah'ı ululayıp (tekbir getirip) ramazan ayının günlerinin sayısını tamamlayasınız diye..." manasında olduğunu söylemiştir. Sonra buna üç mesele dayanır: 1) Şafiî'nin, iki bayramdan hangisinde tekbir getirmenin daha gerekli olduğu hususundaki görüşü iki türlüdür. Buna göre onun kavl-i kadiminde (eski görüşünde), selefin icmâı olduğu için Kurban bayramı gecesinde tekbir getirmek daha gereklidir.Kavl-i cedîdinde (yeni, daha sonraki görüşünde) ise, Ramazan bayramı gecesinde tekbir getirmek daha fazla ağırlık kazanmıştır. 2) Tekbir alma vakti, Ramazan bayramı gecesinin güneşinin batımından itibarendir. İmam Malik ise, Ramazan bayramı gecesinde değil gündüzünde tekbir alınması gerektiğini söylemiştir. Bu görüş Ahmed b. Hambel'den de rivayet edilmiştir. İshâk b. Râhûye "Bayram namazı kılınacak yere gidildiği zaman tekbir getirileceğini söylemiştir. Şafiî'nin delili şudur: Allahü teâlâ'nın, "Size hidayet ettiği için Allah'ı ululayasınız (tekbir getiresinîz) diye.." buyruğu bu emrin, tekbirin bu hidayetin (ibadete muvaffak olmanın) meydana gelmesine bağlı olarak yapılmasını gerektirdiğine delâlet eder. Fakat bu hidayet (oruç ibadetine muvaffak olma), son günün güneşi battıktan sonra tamam olur. Bu sebeble tekbirin de, o vakitten itibaren başlaması gerekir. 3) Şafiî'nin mezhebine göre, bu tekbirin vakti, imam bayram namazına başlayıncaya kadar devam eder. Bu hususta iki görüşün daha olduğu söylenmiştir: a) İmâm, bayram namazından çıkıncaya kadar, b) İmam dönünceye kadar. Doğru olan birincisidir. Ebu Hanife ise, "Kişi bayram namazı kılınan yere yaklaştığı zaman tekbiri bırakır" demiştir. İkincisi: Allah'ın, buyruğundan murad, oruç tutma gibi bir taate muvaffak kıldığı için, Allah'a şükrederek ta'zimde bulunmaktır. Bil ki bu tekbir, söz, inanç (itikad) ve amel (ibadetler) ile tamamlanır. Söz ile tamamlanışı, Allah'ın yüce sıfatlarını ve güzel isimlerini kabul edip, O'nu kendisine yakışmayan ortaklardan, karısı ve çocuğu bulunmaktan ve mahlûkâta benzemekten tenzih etmektir. Bütün bunlar, kalb ile sağlam bir şekilde inanıldıktan sonra doğru ve sahih olur. Tekbirin amel ile tamamlanışı ise, namaz, oruç ve hacc gibi ibâdetleri yerine getirmekle olur. Bil ki birinci izah doğruya daha yakındır. Çünkü bu izaha göre tekbir, her vakit ve her taat ile vacibtir. Binaenaleyh tekbiri oruç taatine tahsis etmek, bu tekbirin, her vakit vâcib olan tekbirden daha fazla bir özelliğinin olmasını gerektirir. Cenâb-ı Allah'ın, "Size hidâyet ettiği için..." sözü bu dünyadaki, delilleri bildirme, hayırlara muvaffak kılma ve koruma gibi Allah'ın insana verdiği büyük nimetleri ihtiva eder. Alimlerimize göre bu, insanda taati yaratması ile olur. Allahü teâlâ'nın, hitabı ile ' iki konu vardır: a) kelimesi tereccî (ümid, ummak) manasını ifâde etmek içindir. Bu ise Allah hakkında caiz değildir. b) Şükrün hakikatini inceleme konusu. Bu ikisi, daha önce izahı geçen iki konudur. Burada geriye üçüncü bir konu kalmaktadır. lâfzının burada zikredilmesindeki fayda nedir? Biz deriz ki: Allahü teâlâ, kulun ancak Allah'ın celâlini, büyüklüğünü, aziz olduğunu, azametini, akıllıların aklının, tavsif edenlerin tavsiflerinin ve zikredenlerin zikrinin kendisine ulaşamayacak kadar büyük olduğunu bilmesi, sonra Allah'ın celâl ve izzetinin yanısıra, şu miskin (muhtaç) kul şöyle dursun, bütün mahlûkâttan müstağni olduğunu bilmesi ile tamamlanan tekbiri emredince, o kula bu büyük hidayeti has kılmıştır. Bu hidayetin mutlaka o kulu, Allah'a şükür vazifesi ile uğraşmaya, gücü ve takati nisbetinde devamlı O'nu medh-ü sena etmeye sevketmesi gerekir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah, "Umulur ki şükredersiniz" buyurmuştur. |
﴾ 185 ﴿