187"(Ey kocalar!) "Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmanız size helâl kılındı. Onlar sizin için, siz de onlar için birer elbise (örtü) sünüz. Allah, kendinize karşı hainlik ettiğinizi bildi de tevbenizi kabul etti, sizi bağışladı. Artık onlara yaklaşın ve Allah'ın sizin için takdir ettiğini isteyin. Fecrin beyaz ipliği kara ipliğinden sizce ayırdedilinceye kadar yeyin, için, sonra geceye kadar orucu tamamlayın. Mescidlerde i'tikafta bulunduğunuz zamanlarda kadınlarınıza yaklaşmayın. İşte bunlar, Allah'ın (çizdiği) sınırlardır. Sakın o sınırlara yaklaşmayın. Allah, ayetlerini insanlara böyle açıklar. Umulur ki (haramlardan) sakınırsınız" Bu ayetle ilgili birçok mesele vardır: Müfessirlerin pek çoğuna göre Hazret-i Muhammed'in şeriatının ilk yıllarında, oruçlu kimse iftar ettiği, yani orucunu açtığı zaman bu kimseye, uyumaması ve yatsıyı kılmaması şartıyla, yemesi, içmesi ve cinsi münasebette bulunması helâl olurdu. Şayet o kimse, bunlardan birisini yaparsa, kendisine burada sayılan şeyler haram olurdu. Daha sonra Allahü Teâlâ, bu ayetle bu hükmü neshetmiştir. Ebu Müslim el-İsfehanî ise, "Böyle bir haramlığın kesinlikle bizim şeriatımızda yer almadığını; aksine bunun hristiyanların şeriatında bulunduğunu; Allahü Teâlâ'nın da bu ayetiyle onların şeriatında bulunan hükmü neshettiğini" söylemiştir. "Şeriatımızda nesh kesinlikle söz konusu değildir" diyen kimseler de, bu konuda Ebû Müslim'in görüşüne göre hareket etmişlerdir. Nâsih Olduğunu Bildiren Cumhurun Delilleri Cumhur kendi görüşlerine şunları delil getirmiştir: 1) Allahü Teâlâ'nın, "Sizden öncekilere farz kılındığı gibi oruç size de farz kılınmıştır" (Bakara, 183) ayeti, bizim orucumuzun onların oruçlarına benzemiş olduğunu gösterir. Bu haramlık, onların oruçlarında vardı. Binaenaleyh, bu benzetmenin hükmüne göre, bu haram oluşun bizim orucumuzda da bulunması gerekir. Bu haramlığın bizim şeriatımızda da bulunduğu sabit olup, bu âyetin de bu haramlığı neshetmesi sabit olunca, bu ayetin bizim şeriatımızda bulunan bir hükmü neshetmiş olması gerekir. 2) Allahü Teâlâ'nın, ayetini delil getirmişlerdir. Eğer bu ümmet için işin başında böyle bir helâllik sabit olmuş olsaydı, Allahü Teâlâ'nın, kavlinin herhangi bir mânâsı olmazdı. 3) Allahü Teâlâ'nın, ayetini delil getirmişlerdir. Eğer bu onlara helâl olsaydı, onların, nefislerine hıyanet etmelerine gerek kalmazdı. 4) Allahü Teâlâ'nın, ayetidir. Eğer bu onlara haram kılınmış ve bu fiile teşebbüs etmeleri sebebiyle bir günâha yönetmiş olmasalardı, Hak teâlâ'nın. ifâdesi yerinde olmazdı. 5) Allahü Teâlâ'nın, ayetidir. Eğer, şu anda olduğu gibi, bundan önce de böyle bir helâllik bulunmuş olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğunun herhangi bir mânâsı kalmazdı. 6) Âyetin sebeb-i nüzulüne dair nakledilen hadisler, bu haramlığın bizim şeriatımızda da bulunduğuna delâlet eder. Bu ayetteki bu hükmün mensûh olduğuna taraftar olanların delillerinin tamamı işte budur. Ebu Müslim bu delillere cevap vermek üzere şöyle demiştir: Birinci delilimiz zayıftır: Çünkü biz, bir orucu başka oruca benzetmenin geçerli olabilmesi için, bunların vâcib olmak bakımından birbirlerine benzemesinin kâfi geleceğini açıklamıştık. İkinci hüccetimiz de zayıftır; çünkü biz bu haramlığın bizden öncekilerin şeriatında da bulunduğunu kabul ediyoruz. Buna göre Hak teâlâ'nın, ayetinin manası, "Sizden başkasına haram kılınan şey, hiç şüphesiz size helâl kılındı" şeklindedir. Üçüncü hüccetimiz de zayıftır; çünkü bu haramlık Hazret-i İsa'nın şeriatında da mevcuttu. Allahü Teâlâ bize orucu farz kılarken bu haramlığın kalktığını beyan etmemiştir. Böylece onların hatırlarına, bu haramlığın daha önceki şeriatlarda mevcut olduğu fikri gelmiştir. Bizim şeriatımızda bu haramlığın kalktığına delâlet eden herhangi bir şey bulunmayınca, bu hükmün halen devam ettiğine hükmetmek gerekmiştir. Sonra bu zan, buyruğu ile pekişmiştir. Çünkü teşbihin gereği, müşabehetin bütün yönlerden meydana gelmesidir. Bu haramlık önceki şeriatta bulununca, bu şeriatta da bulunması gerekir. Bu her nekadar güçlü bir delil olmasa da, en azından şüphe uyandırıcı bir durumdur. İşte bütün bu sebeplerden ötürü, âlimlerin çoğu bu haramlılığın bizim şeriatımızda da bulunduğunu söylemişlerdir. Binaenaleyh bunlar işi sıkı tuttular ve bu şeyleri yapmadılar. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Allah, kendinize karşı hainlik ettiğinizi bildi" buyurmuş ve bununla, şayet bu hususta bir ruhsat olduğu ortaya çıkmasaydı onlar bu hususa azami dikkat göstererek bu gibi şeylerden kendilerini alıkoyacak, nefislerini şehvetten menedecekleri için, onlara hükmü hafifleterek rahmet nazarı ile bakmayı murad etmiştir.Hiyanetin asıl manası, noksan etmektir. Tıpkı Arapların, kelimelerini bir manada kullanmaları gibi, ve kelimeleri de bir manadadır. Buna göre ayette kastedilen mana şudur: "Eğer sizin için gece boyu yeme, içme ve cinsî münasebette bulunmanın helâl olduğu ortaya çıkmasaydı, tıpkı hristiyanlarda olduğu gib uykudan sonra sizlerin nefislerinizin arzularını kısacağınızı, noksanı aştıracağınızı, bütün bu şeylerden vazgeçerek nefsinizin yararına olan leziz şeylerden onu alıkoyacağınızı Allah bildi, " Onların dördüncü hüccetleri de zayıftır; Çünkü kulun tevbesi, ibâdet ile Allah'a yönelmesidir. Allah'ın tevbeyi kabulü ise, kuluna rahmeti ve lütfü ile muamele etmesidir. Affa gelince, bunun manası "vazgeçmek" tir. Böylece Cenâb-ı Allah aynen, "Onların ağır yüklerini ve üzerlerinde olan zincirlerini indiriyor" (A'râf, 157) ayetinde de belirttiği gibi, bizden öncekilere ağırlaştırdığı hükümleri bizim için hafiflettiğini beyan etmiştir. Beşinci hüccetleri de zayıftır: Çünkü onlar bu şüphe sebebiyle cinsî münâsebetten vazgeçmişlerdir. Allahü teâlâ bu hususu beyân edip, bu konudaki şüphelerini kaldırınca, "Artık hanımlarınıza yaklaşın" buyurmuştur. Altıncı hüccetleri de zayıftır: Çünkü, "Bu ayet, daha önce konulmuş olan bir hükmü neshetmiştir" sözümüzün, amel konusu ile bir ilgisi yoktur ve bu konuda haber-i vahid hüccet olmaz. Yine ayette, bu gibi rivayetlerin zayıf olduğunu gösteren hususlar vardır. Çünkü bu rivayetlerde, bu kimselerin yaptıkları şeyleri Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanında itiraf ettikleri zikredilmiştir. Bu ise, Allahü teâlâ'nın, "Allah kendinize karşı hainlik ettiğinizi bildi" ayetinin hilâfınadır. Çünkü âyetin zahirinden anlaşılan, cinsî münasebet meselesidir. Zira ayette geçen, (......) kelimesi, masdanndan, babında bir fiildir. Bu meselede sözün özü işte budur, " Ayeti Kerimenin Nûzûl Sebebi "Bu haramlığın bizim şeriatımızda da mevcud olduğunu, fakat daha sonra neshedildiğini " söyleyenler bu ayetjn sebeb-i nüzulü konusunda şunu zikretmişlerdir: İslâmın ilk yıllarında oruçlu iken, insan uyumadığı veya yatsı namazını kılmadığı müddetçe yemesi, içmesi ve cinsi münâsebette bulunması helâl idi. İnsan uyuduğu ve yatsı namazını kıldığı zaman, ertesi günün akşamına kadar yeme, içme ve cinsi münasebette bulunma haram oluyordu. Ensardan bir adam yatsı vakti, oruçtan dolayı iyice yorulmuş olarak evine geldi. Âlimler bu sahabenin isminin ne olduğunda ihtilâf etmişlerdir. Mu'az (radıyallahü anh), bunun Ebu Sarame; Berâ (radıyallahü anh), Kays b. Sarame; Kelbî ise, Ebu Kays b. Sarame olduğunu söylemiştir. Bu şahsın adının Sara-me İbn Enes olduğu da ileri sürülmüştür. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona, yorgunluk ve halsizliğinin sebebini sorunca, o da, "Ya Resûlallah, bütün gün akşama kadar hurmalıkta çalıştım.. Yemek yemek için akşamleyin evime geldiğimde, ailem yemeği getirmekte gecikti.. Bu arada ben de uyumuşum. Derken beni uyandırdılar; böylece de bana, yemek içmek haram oldu" dedi. Bunu müteakiben Hazret-i Ömer de ayağa kalkarak, "Ey Allah'ın Resulü, ben de sana buna benzer bir mazeret beyan edeceğim. Yatsı namazını kıldıktan sonra, eve geldim ve zevcemle cinsî münasebette bulundum" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ey Ömer, bu sana yakışmadı" dedi. Daha sonra, pekçok kimse de ayağa kalkarak, bu türden yaptıkları şeyleri itiraf ettiler. İşte bunun üzerine, ayeti nazil oldu. Üçüncü Mesele Keşşaf sahibi, ayetin "Allah size oruç gecesi, cimâ'yı helâl kıldı" şeklinde de okunduğunu söylemiştir. Abdullah İbn Mesûd, (......) şeklinde okumuştur. Dördüncü Mesele Vahidi, "Hak teâlâ ayeti kerimedeki, (oruç gecesi) ifadesiyle, (oruç tutulan geceler) manasını kastetmiştir. Böylece de müfred kelime, cemi manasında kullanılmış olur" demiştir. Abbâs İbn Mirdas'ın aşağıdaki beyti de böyledir: "Biz, müslüman olunuz dedik. Çünkü biz sizin kardeşleriniziz. Çünkü kalbler, artık kin ve düşmanlıklardan beri oldu." Ben derim ki, bu hususta bir başka izah da vardır. O da, sözünden maksadın, tek bir gece olmadığı; aksine, bundan maksadın bu hakikate izafe edilen geceye işaret olduğudur. Beşinci Mesele Leys, (......) kelimesinin aslının, cinsî temas ile ilgili söz söylemek mânâsına geldiğini söylemiştir. Zeccâc ise, şu beyti nakletmiştir: "Pekçok hacının kalbi ve gönlü, boş laflar ve çirkin sözler karşısında yutkunmakta, sabırlı davranmaktadırlar." Bir kimse, çirkin bir söz söylediğinde, denilir. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Kadınlara yaklaşmak ve günah işlemek yoktur" (Bakara, 197) buyurmuştur. İbn Abbas'tan da ihramlı iken, şu beyti naklettiği rivayet edilmiştir: "O kadınlar fisıldaşarak bizimle beraber yürüyorlar. Eğer talihimiz yolunda giderse, onlarla cima edeceğiz." Bunun üzerine kendisine, "Kabîh bir söz mü söylüyorsun?" denilince İbn Abbas, "ancak kadınlar yanında söylenen ve olan şeydir" der. Böylece (......) kelimesinin aslının, kötü söz söylemek olduğu, daha sonra da bunun "cima" manasına gelen kelimelerin kadınların yanında söylenmesine bir isim olarak verildiği, daha sonraysa cima ve cima ile ilgili şeylerden bir kinaye kılındığı ortaya çıkmıştır. Buna göre şayet, Allahü Teâlâ'nın, "Birbirinize karışmış, katılmışken... "(Nisa. 21); "Vakta ki onu (karısını) bürüdüğünde" (Araf, 189): "Va da, kadınlara dokunduğunuzda" (Maide, 6); "Onların yanına girdiğinizde" (Nisa, 23); "Tarlanıza gelin" (Bakara. 223); "Onlara dokunmanızdan önce..." (Bakara, 237), "O kadınlardan kendisinden istifâde ettiklerinize de..." (Nisa, 24). ve "ve onlara yaklaşmayın.." (Bakara, 222) ayetlerinin aksine, niçin burada çirkinlik manasına delâlet eden, lafzıyla cima kastedilmiştir, kinaye yapılmıştır? denilirse, buna şu şekilde cevap veririz: Bunun sebebi, Allah kendi nefislerine hıyanet etmek diye adlandırdığı gibi, mubah olmadan önce onlardan sudur eden şeyleri ayıplamaktır. Allah en iyisini bilendir. Altıncı Mesele Ahfeş şöyle demiştir: (......) kelimesi Hak teâlâ'nın, "Birbirinize katılmış, karışmışken.." (Nisa, 21) ayetindeki manasını tazammun ettiği için, harf-i cerriyle müteaddî olmuştur. Yedinci Mesele Cenâb-ı Hakk'ın, "Oruç tuttuğunuz gece, hanımlarınızla bir araya gelmeniz size helâl kılındı" ayeti, gecenin tamamında helâlliğin bulunmasını iktiza eder. Çünkü (......) kelimesi zarf-ı zaman olduğu için mansûbtur. Eğer gecenin tamamında ile meşgul olunuyorsa, ancak o takdirde, gece 'nün (cimâın) zarf-ı zamanı olabilir.. Aksi halde, (......) kelimesinin zarfı, gecenin tamamı değil, bir kısmıdır. İşte bu açıklamaya göre, bu lâfızla "nesh" meydana gelmiştir. Hak teâlâ'-nın daha sonra, "Artık beyaz iplik siyah iplikten ayırdedütnceye kadar, yeytniz ve içiniz" emri sanki bu neshin bir te'kîdi gibi olur. Hak teâlâ'nın. "Oruç tuttuğunuz gece, hanımlarınızla bir araya gelmeniz size helâl kılındı" buyruğu, geceleyin cima etmenin helâl olduğunu ifâde eder, amma bu kadarlık bir söz neshi gerektirmez" diyen kimseye göre ise nâsih, Hak teâlâ'nın, "Artık yeyiniz ve içiniz..." kavli olur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar sizin elbiseniz, sizler de onların elbisesisiniz" sözü hususunda birkaç mesele bulunmaktadır: Karı Kocanın Birbirinin Elbisesine Benzetilmesindeki İncelik Biz, karı-kocanın elbiseye benzetilmesi hususunda şu açıklamalarda butunduk: 1) Karı koca, kucaklaşıp, birbirlerinin bedenleri birbirine yapışıp her biri diğeri için, adeta üzerine giydiği bir elbise gibi olunca, Cenâb-ı Hak onlardan her birine libâs, elbise, Örtü adını verdi. Rebî ise, "Kadınlar sizin için yatak; sizler de onların yorganısınız" demiştir. İbnu Zeyd de, "Karı ve kocadan herbiri cima esnasında, eşini başkalarının nazarından koruduğundan, "onlar sizin için bir elbise, siz de onlar için bir elbisesiniz" buyurmuştur. 2) Eşlerden her biri diğerini, "Kim evlenirse, dininin üçde ikisini korumuş olur" "Dininin yarısını..." (Keşfu'l-hafâ. 11/239); (el-Câmi'u's - Sağır. 11/168). haberinde de vârid olduğu gibi, helâl olmayan şeylerden muhafaza ettiği için, karı ile koca birbirlerinin elbisesi diye adlandırılmışlardır 3) İnsan kendi elbisesini, nasıl kendisine tahsis ederse, hanımını da kendi nefsine tahsis etmiş olması, keza elbisesinde olduğu gibi, kendi bedeninin tamamını karısının bedeninin tamamına bitiştirmeye lâyık bulması yönünden, Allahü teâlâ, hanımı erkeğinin bir elbisesi olarak kabul etmiştir. 4) Bundan maksadın şu olma ihtimali de vardır: İnsan elbisesi vasıtasıyla soğuktan, sıcaktan ve birtakım zararlardan korunduğu gibi, Allahü teâlâ karısı vasıtasıyla, evde olabilecek birçok kötü durumdan kocayı korumaktadır. Halbuki kadın bulunmasa o bozuk taraflar ortaya çıkacaktı. 5) Esamm şunu söylemiştir: Bundan maksat, bunlardan herbirinin yaptıklan o mahzurlu işten diğerini örten bir elbise gibi olmasıdır. Esamm'ın bu görüşü zayıftır. Çünkü Allahü Teâlâ, bu vasfı bize bir in'âm olarak verdiğini belirtmiştir. Öyleyse nasıl olur da mahzurlu bir iş olduğu söylenebilir? İkinci Mesele Vahidî, Hak teâlâ'nın, (......) ifâdesinden sonra gelen, (......) kelimesi masdar yerine geçtiği için müfred olarak getirildiğini, vezninin, fiilinin masdarlarından birisi olduğunu söylemiştir. Bunun te'vîli şudur: "O kadınlar sizi örtüp bürüyen varlıklardır." Üçüncü Mesele Sâhib-i Keşşaf, "Eğer Hak teâlâ'nın, buyruğunun terkibdeki yeri nedir?" derseniz; biz deriz ki: Bu, helâl kılınmasının sebebinin bir açıklaması durumunda olan, müste'nef bir cümledir. Kadınlarla sizin aranızda böylesi bir içli-dışlı olmak söz konusu olduğu zaman, onlara dayanamayıp onlardan kaçınabilmeniz size kolay olmaz. İşte bu sebepten dolayı kadınlara mübaşeret (cinsî münasebet) size helâl kılınmıştır, ruhsat verilmiştir. Kişinin Nefsine Hainlik Etmesi Allahü Teâlâ'nın, "Allah, sizin nefislerinize hainlik ettiğinizi bilmişti" buyruğunda birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Bir şey bir şeye vefa göstermediği zaman, kılıç, kesmediğinde, sana hiyanet etmiş demektir. Zamanın olayları kötülüğe doğru değişim gösterdiğinde, zaman o kimseye hıyanet etti; emaneti ödemediği zaman da, "Adam, öteki adama hainlik etti" denilir. Ahdinde durmayan kimseye de hain denilir; çünkü kendisinden vefa beklenirken, o zulmetmiş, ahdini bozmuşturadıyallahü anhllahü Teâlâ'nın, "Eğer sen, bir kavmin hainlik yapmasından korkarsan..." (Enfal, 58) ayeti de bu manadadır. Yani, "ahdi bozmasından çekinirsen" demektir. Borçlu olan kimseye de, "o haindir" denilir. Çünkü o kimse de, borcuna yakışanı yanmamış, onu aldığı gibi ödememiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'a ve Resulüne hainlik etmeyin. Btie bile aranızdaki emanetlere de hainlik etmeyin" (Enfal, 27) ve, "Eğer onlar sana hiyanet etmek isterlerse ki zaten daha önce Allah'a hiyânetlik yapmışlardı" (Enfal, 71) ayetleri de bu mânâdadır. Bu ayette Cenâb-ı Allah günâhı, hiyânet olarak isimlendirmiştir. Hiyânetin mânâsını anladığında şunu deriz ki, keşşaf sahibi bu manada şöyle demiştir: Nasıl, (......) kelimesi, kökünden ise, bunun gibi, (......) kelimesi de, kökünden olup, bu sîgada mânâda daha fazla bir kuvvet ve yoğunluk bulunur. İkinci Mesele Cenâb-ı Allah burada, onların kendi nefislerine hiyanet etmelerinden bahsetmiş, fakat bu hiyânetin hangi hususta olduğunu söylememiştir. Bundan dolayı, bu hiyânetin daha önce geçen ya da daha sonra gelecek olan uygun bir şeye hamledilmesi gerekir. Daha önce bahsedilen şey "cima" dır. Daha sonra bahsedilen şey ise, buyruğudur. Binâenaleyh bu hiyanetten maksadın, cima ile ilgili ptması gerekir. Burada iki vecih vardır: a) Allah, yatsıdan sonra cima etmek suretiyle işlemiş olduğunuz günahları, yatıp uyuduktan sonra, kalkıp yemek yediğinizi ve haram kılınan bu günahları işlediğinizi ve gizli gizli yaptıklarınızı biliyordu. Allah ve Resulüne isyan eden herkes, hem kendisine hem de Allah'a hiyânet etmiş olur. Çünkü o kimse Allah'ın gazabını üzerine çekmiştir. Bu izaha göre, böyle bir şeyin onların bazısından sudur ettiğine kesin hükmetmek gerekir. Çünkü bunu, bu günahın onların hepsinden sudur ettiği manasında anlamak mümkün değildir. Zira Allahü teâlâ'nın, "Allah kendinize kavşı hainlik ettiğinizi bildi" beyanı eğer zahirine hamledilirse, onların hepsinin kendi nefislerine hiyânet ettiklerine hükmetmek gerekir. Fakat biz, örfe ve bu husustaki haberlere dayanarak bu ayetten onların bir kısmının kastedildiğini anlarız. Bu doğru olunca, yasak olan cimânın onların bazısından sâdır olduğuna kesin hükmetmek gerekir. İşte bu açıklamaya binaen, bu, daha önce geçen bir haramlığa ve bunun onların hepsinden değil bir kısmından sâdır olduğuna delâlet etmektedir. Ebu Müslim, buna karşı şöyle diyebilir: "Biz, hiyânetin, kişinin kendisine vacib olan şeye vefa göstermemesinden ibaret olduğunu söylemiştik. Halbuki siz, bunu Allah'a itaat hususunda vefasızlık etme manasına hamlettiniz. Biz ise bunu, kişinin kendisi için hayırlı olan bir şeye vefa göstermemesi manasına hamlettik ki, bu daha uygundur. Çünkü Allahü teâlâ, "Allah'a hıyanet etmeyiniz" (Enfal, 27) buyurduğu gibi, burada "Allah, sizin Allah'a hıyanet ettiğinizi biliyordu" dememiş, aksine, "Sizin nefislerinize hiyânet ettiğinizi biliyordu" buyurmuştur. Buna göre lâfzı, bizim söylediğimiz mânâya hamletmek daha uygun olmasa da, en azından aynı derecededir. İşte buna göre de nesh bulunmamış olur." b) Bu ayetten murad, "Eğer bu haramlık devam edecek olsaydı, Allah sizin kendi nefislerinize hiyanet edeceğinizi bilirdi" şeklindedir. Buna göre bu, "Allahü teâlâ, bu güç mükellefiyetin devam etmesi halinde onların bir hiyanet içine düşebileceklerini biliyordu" manasında olurdu. Bu açıklamaya göre, onlardan herhangi bir hıyanetin meydana gelmediği ortaya çıkıyor. Birinci izahın daha evlâ olduğu da söylenebilir. Çünkü bu açıklamaya göre, bu ayette bir şart takdir etmeye ihtiyaç duyulmamaktadır. İkinci izahın da daha evlâ olduğu söylenebilir. Çünkü birinci açıklamaya göre, onların günaha yönelmeleri bu mükellefiyetin neshed il meşine sebeb olmuş olur, İkinci açıklamaya göre ise, Allah, bu mükellefiyetin devam etmesi halinde bir hiyanetin meydana gelebileceğini bildiği için, kulları herhangibir hiyanete düşmesinler diye, kullarına Allah tarafından bir merhamet olmak üzere bu mükellefiyetin neshedilmesine sebep olmuş olur, Allahü Teâlâ'nın, (......) sözünün manası, Ebu Müslim'in görüşüne göre: "O, bu fiil konusunda izin vererek ve size hareket sahasını geniş tutarak, size dönmüştür." Neshin bulunduğunu söyleyenlerin görüşüne göre ise burada, şöyle bir takdir yapmak lâzımdır: "Siz tevbe ettiniz, O da sizin tevbenizi kabul etti..." Cenâb-ı Hakk'ın, "Ve sizi affetti" buyruğunun mânası, Ebu Müslim'in görüşüne göre, "Bütün gece boyunca, size yemeyi içmeyi ve cinsî münasebette bulunmayı mubah kılmak suretiyle Allah size genişlik tanımıştır" şeklindedir. (......) lâfzı bazan genişletme ve hafifletme manasına kullanılabilir. Nitekim Hazret-i Peygamber, "Sizin için, atların ve kölelerin zekâtından vazgeçtim" İbn Mace, Zekât. 4 (1/570). ve 'Vaktin evveli Allah'ın rızası (yani namazı vaktinin hemen başında kılmak); sonu da Allah'ın bağışlamasıdır Tirmizî, Salât, 13 (t/321, 322)."buyurmuştur. Bundan maksat, namazın, vaktinin sonuna tehir edilebilirlik hükmünü getirerek, hükmü hafifletmektir. Ve yine, denilir, yani "Bu mal bana çok kolaylıkla geldi" demektir. Böylece afv lâfzının, daha önce geçen bir haramlığı hissettirmediği ortaya çıkmış olur. Neshin olduğunu söyleyenlere göreyse, sözünün takdirinin, mutlaka, "Sizin günahlarınızı affetti!" şeklinde olması gerekir. Bu da, Ebu Müslim'in görüşünü kuvvetlendirir. Çünkü O'nun tefsirinde, herhangi bir takdire ihtiyaç duyulmaz. Neshin olduğunu kabul edenlerin tefsirine göreyse, bir takdire ihtiyaç duyulur. Allahü Teâlâ'nın, "Şimdi onlarla bir araya gelini" emrinde iki mesele vardır: Birinci Mesele Bu, yasağın hemen peşinden gelmiş bir emirdir. Buna göre, yasağın peşinden gelen emirler ancak mübahlığı ifâde eder diyenlerin sözü açıktır. Mutlak emir, vücûb ifâde eder diyenlere gelince, onlar, "Biz zahiri terkettik ve bu emrin mübâhhk ifâde ettiğini icmâ sebebiyle anladık" derler. İkinci Mesele Ayetteki "mübaşeret" hususunda iki görüş vardır: 1) Cumhurun görüşüdür ki, buna göre mübaşeret kelimesi burada "cima" manasına gelir. İki cilt (beşera) birbirine bitişip yapıştıkları için, cima bu şekilde adlandırılmıştır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, erkeğin erkeğe, kadının da kadına çıplak olarak mübaşeretinin nehyedilmiş olması bu mâna itibariyledir. 2) Esamm'ın görüşüdür. Buna göre bu kelimenin manası, cima ve cimâdan aşağı olan şeylerdir. İşte bu açıklamalara göre müfessirler, Hak teâlâ'nın, "Mescidlerde İtikâfda bulunduğunuz zaman, kadınlara yaklaşmayın" ayetinin manasında ihtilâf etmişlerdir. Buna göre onlardan bir kısmı bunu, her türlü mübaşerete hamletmiş, fakat cimâya hasretmemiştir. Doğruya en yakın olan, mübaşeret lâfzı, ciltlerin birbirine sürtünmesi ve yapışması manasından iştikak ettiği için bunun cimâya tahsis edilmemesidir. Aksine bu tabirin muhtevasına, ferc'den başka şeylere cimâda bulunmak da dahil olur. Sarmaşdolaş olmak da böyledir. Ne var ki, âlimler bu ayette bu lâfızdan maksadın, cima olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü bu ruhsatın verilmesine sebep, bazı kimselerden cima fiilinin sudur etmiş olmasıdır. Bir de ayette bahsedilen, ile ancak cima murad edilmektedir. Ne var ki, cimânın mubah kılınması, cimâdan aşağı derecede olan şeylerin de mubah olmasını kapsayınca, cimânın mubah kılınması, cimâdan başka şeylerin de mubah kılınmış olduğuna delâlet etmiş olur. Bu sebeple burada sözü, sadece cimâya hamletmek doğru olur. İtikâfda cimâdan men edilmek, onun aşağısında bulunan şeylerden men edilmeye delâlet etmeyince, müfessirlerin bu husustaki ihtilâfı yerinde olmuştur. Kâdî'nin özetle ifâde ettiğine göre, işte kendisine itimat edilmesi gereken husus budur. Allahü teâlâ'nın, "Allah'ın sizin için yazdığını arayın" ayetinde birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Alimler bu ayet hususunda bazı izahlar yapmışlardır: a) "Cinsî münasebette bulunarak Allah'ın sizin için takdir etmiş olduğu çocuğu isteyiniz." Yani, "sırf şehvetinizi gidermek için cinsî münasebette bulunmayınız, aksine Allah'ın cinsî münasebet için şer'i bir yol olarak koyduğu nikâh ile çoğalmayı temin etmek için cinsî münasebette bulunun" demektir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Evleniniz, çoluk-çocuk sahibi olunuz ve çoğalınız" Hadis için bkz. Keşfu'l-Hafa, 1/318. buyurmuştur. b) Cenâb-ı Hak "azl"i (cinsî münasebet esnasında meniyi rahme değil dışarı akıtmayı) yasaklamıştır. Bunun mekruh olduğu hususunda hadisler rivayet edilmiştir. Şâfiî, "Erkeğin, hür olan hanımının izni olmadan azil yapması caiz değildir. Fakat insanın cariyesinden azil yapmasında bir beis yoktur" demiştir. Asım, Zeır b. Hubeyş'den, onun da Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'den rivayet ettiğine göre, Hazret-i Ali azlin mekruh olduğunu söylemiştir. Ebu Hureyre (radıyallahü anh)'den, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hür kadından, o kadının izni olmadan azil yapmayı nehyettiği rivayet edilmiştir. c) Ayet-i kerimenin manası şöyledir: "Allah'ın sizin için yazdığı ve helâl kıldığı o mahalli isteyin. Yoksa sizin için helâl kılmadığı haram mahalli (dübürü) değil." Bunun bir benzeri de Allahü teâlâ'nın, "Kadınlarınıza, Allah'ın size emrettiği yerden yaklaşın" (Bakara, 222) ayetidir. d) Ayetteki te'kidin takdiri şöyledir: "Bundan sonra cinsî münasebette bulunun ve size daha önce haram iken Allah'ın helâl kıldığı bu cinsî münasebeti isteyin." e) Ebu Müslim'in görüşüne göre ayetin manası, "Artık cinsî münasebette bulunun ve Allah'ın sizin için takdir etmiş olduğu şeyi taleb edin. Yani, daha önce kendinize haram kılındığını zannettiğiniz bu Allah'ın size helâl kıldığı mübaşereti isteyin" demektir" demiştir. f) Kadına yaklaşmak ve cinsî münasebette bulunmak, hayız, nifâs, iddet ve dinden irtidâd etme gibi sebeblerle bazan haram olur. Buna göre Allahü teâlâ'nın bu ayetinin manası, "Onlarla cinsî münasebette bulunmanız için size müsaade edilen durum ve vakitler dışında, onlar ile cinsî münasebette bulunmayın" şeklindedir. g) Allahü teâlâ'nın, "Artık onlarla mübaşeret ediniz" ifadesi.cinsî münasebet hususunda bir izindir.Hak teâlâ'nın, buyruğu, "Bu mübaşereti (cinsî münasebeti) ancak hanımınızdan ve cariyenizden isteyiniz" demektir. Çünkü bu, Hak teâlâ'nın sizin için, "Ancak hanımları ve sahip oldukları cariyeleri müstesna.'.. " (Mü'minun, 6)ayeti ile farz kıldığı hükümdür. h) Muaz b. Cebel ve İbn Abbas (radıyallahü anh), Ebu'l- Cevza'nın rivayetine göre, şöyle demişlerdir: Yani, Kadir gecesini ve, eğer bu Kadir gecesini bulursanız, Allah'ın sizin için o gecede takdir etmiş olduğu mükâfaatı taleb ediniz, arayınız" demektir. Çoğu muhakkik alimler, bu manayı uzak ihtimal saymışlardır. Buna göre, bunda bir beis yoktur. Çünkü insanın kalbi şehvet ve lezzet arayışı ile meşgul olursa, taat, kulluk ve huzur-u İlâhi'de bulunmak için bir boş vakit bulması mümkün değildir. Ama kişi cinsî münasebetle ihtiyacını giderip, şehvetini teskin edince, kulluğunu yerine getirmesi için boş vakit bulabilir. Buna göre ayetin takdiri, "Bundan sonra cinsî münasebette bulunun ve böylece kulluğunuzu yerine getirme hususunda ihlâsınıza mâni olan bu gibi düşüncelerden kurtulun; bu düşüncelerden böylece kurtulduğunuz zaman namaz, zikir, tesbih, tehlil ve Kadir gecesini arama gibi ibâdetlerle, kul oluşunuzdaki Allah'ın takdir ettiği ihlâsı arayınız" şeklinde olur. Bu takdire göre, şüphesiz ki bu rivayet uzak bir ihtimal değildir. Ketebe Fiilinin Buradaki Mânası Ayetteki, (Yazdı) ifâdesi hakkında bazı izahlar vardır: a) Bu kelime "Allah onların kalblerine imanı yazdı" (Mücâdele, 22) yani "imanı koydu", "Bizi şahitlerle birlikte yaz" (Maide. 83) yani "onlardan kıl" ve "onu müttakiler için yazacağım" (Araf. 156) yani "kılacağım" ayetlerinde de olduğu gibi, (kıldı, koydu) manasınadır. b) Bu, aynen Allahü teâlâ'nın, "De ki, "Allah'ın bize yazdığı, yani takdir ettiği şeyden başka hiçbirşey isabet etmez" (Tevbe, 51); "Allah, "Ben ve peygamberlerim galib geleceğiz" diye takdir etmiştir" (Mücâdele. 21) ve. "Kendilerine öldürülme takdir edilmiş olanlar., çıkarlar..." (Âl-i İmran, 154) ayetlerinde olduğu gibi, "Allah'ın sizin için takdir ettiği şeyi..." manasındadır. c) Bunun aslı, Allah'ın olacak şeylere dair Levh-i Mahfuz'da yazdığı takdir-i İlahi'sidir. Kulları hakkındaki her hükmünü Allahü teâlâ, Levh-i Mahfuz'da yazmıştır. d) Bu, Allah'ın Kur'an'da, bu fiillerin mubah olduğunu beyân ettiği, yazdığı ayetlerdir. Üçüncü Mesele İbn Abbas kelimeyi, şeklinde; A'meş ise, (......) şeklinde okumuştur. Allahü Teâlâ'nın, "Yiyin, için" emirlerinin burada zikredilmesi şundan dolayıdır: Daha önce geceleyin uyuduktan sonra, yeme içme ve cimânın haramlığı söz konusu olduğu için, bunların her birinin mubah olmasını ifâde eden ve haramlıklarını kaldıran hususî birer delile muhtaç olunmuştur. Buna göre şayet, ayette "Artık onlarla mübaşeret edin, cinsî münasebette bulunun" buyruğu ile yetinilseydi, bu ayetle yemenin, içmenin haramlığının da kalkmış olduğu bilinemezdi. İşte bu sebeble bu ifâdeye, yeme ve içmenin mübahlığına tam delâlet etsin diye, "yiyiniz, içiniz" ifâdesi de eklenmiştir. Allahü teâlâ'nın, "Fecrin beyaz ipliği kara ipliğinden sizce ayırdedilinceye kadar.." beyanı hususunda da birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Rivayet edildiğine göre bu âyet nazil olduğunda Adiyy b. Hatim şöyle yaptığını anlatmıştır: Beyaz ve siyah iki iplik aldım, onları yastığımın altına koydum. Geceleri ikide bir kalkıyor onlara bakıyordum. Fakat bir türlü beyazını siyahından ayırdedemiyordum. Sabahleyin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelip, durumu anlattım. Bunun üzerine o güldü ve, "Sen koca kafalısın. Bu, o manada değil gündüzün beyazlığı (aydınlığı) ile gecenin siyahlığı (karanlığı) manasınadır" Buhâri, Tefsir. 2 (28bab). buyurdu. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ona, "Koca kafalısın" demiş. Çünkü bu, insanın ahmaklığını ifâde eden sözlerdendir. Biz diyoruz ki: Bu hadis, Allahü teâlâ'nın bu ayetle gündüzün başlangıcındaki beyazlık ile, gecenin sonundaki siyahlığı kinayeli olarak kastettiğine kesin olarak delâlet eder. Fecr-i Kazib Ve Fecr-i Sadık Burada bir müşkil (problem) vardır: Siyah ipliğe benzetilen sabahın beyazlığı, fecr-i kâzibin (yalancı fecrin) beyazlığıdır. Çünkü bu, iplik gibi ufukta uzunca görünen bir beyazlıktır. Fecr-i sadığın (gerçek fecrin) beyazlığı ise ufukta yayılan bir beyazlık (aydınlıktır.) Bundan dolayı bu ayetin ifâde ettiği manaya göre, gündüzün başlangıcının fecr-i kâzibin doğmasından itibaren olması gerekir. Halbuki bunun böyle olmadığında icmâ vardır. Buna şu şekilde cevap veririz: Bu ayetin sonundaki, (fecirden..) ifâdesi bulunmamış olsaydı, böyle bir sual yerinde olurdu. Bu böyledir. Çünkü fecre, kendisinden ışık saçıldığı için "fecr" denilmiştir. Bu da ancak, fecr-i kâzibte değil, fecr-i sâdıkta bulunur. Buna göre ayet beyaz ipliğin fecirden olduğunu gösterince, biz bundan muradın fecr-i kâzib değil, fecr-i sâdık olduğunu anlıyoruz. Şayet, "O halde nasıl, fecr-i sâdık ufukta uzamadığı halde, iplik ise upuzun olduğu halde ipliğe benzetilmiştir?" denilirse, buna şöyle cevap veririz: Yeme içme v.b. şeyleri oruçluya haram kılan beyazlığın miktarı fecr-i sâdığın başlangıcındaki miktardır Fecr-i sâdığın ilk anındaki beyazlık, ufukta hemen yayılıp dağılmaz, incecik olur. Hatta fecr-i sâdık ile fecr-i kâzib arasındaki fark şudur: Fecr-i kâzib ince olarak doğar, fecr-i sâdık ise ince olarak gözükmeye başlar ve ufukta uzayarak yükselir. Bu izah ile sual ortadan kalkar. Adiyy b. Hatim'den nakledilen rivayet, hakikaten uzak ve zayıftır. Çünkü Allahü teâlâ'nın, beyanı bulunduğu halde, Adiyy b. Hatim gibi (Araplara) bu şekildeki mecazî bir ifâdenin kapalı kalmış olması çok uzak bir ihtimal. İkinci Mesele Şüphesiz, edatı intiha-ı gaye içindir. Buna göre bu ayet, fecr-i sâdık doğunca cinsî münasebetin, yemenin ve içmenin helâl oluş zamanının oruçlu için sona erdiğine delâlet eder. Ebu Müslim el-İsfahânî bu ayetteki üç şeyin dışında, hiçbirşeyin orucu bozmadığını ifâde etmiştir. Buna göre fukahânın, zorlanarak kusma, hukne yaptırmak ve burna ilâç ve enfiye çekmek gibi zikrettikleri şeylerin hiçbiri orucu bozmaz. Çünkü bunların hepsi helâldir. Sonra bu ayet, bu üç şeyin oruçluya sabahtan itibaren haram olduğunu ifade eder. Bu sebeple bunların dışında kalan helâl şeyler, helâllikleri üzere kalırlar. Binaenaleyh bu helâllerden hiçbiri orucu bozmaz. Fakihler ise şöyle demiştir: "Allahü teâlâ, insanların nefisleri kendilerine daha çok mütemayil olduğu için bu üç şeyi özellikle zikretmiştir. Kusma, hukne v.b. şeylerden, insan nefsi hoşlanmaz. Burna ilâç koymak ise nâdir hallerdendir. Bu sebeplerden dolayı, Hak teâlâ bunları ayette zikretmemiştir. Üçüncü Mesele Ebu Hureyre (radıyallahü anh) ve Hasan b. Salih b. el-Cinni nin görüşüne göre cünüb kimse yıkanmadan sabahlarsa orucu olmaz. Bu ayet, onların görüşlerinin yanlış olduğunu gösterir. Çünkü cinsi münasebet, fecr-i sâdık doğuncaya kadar mubah olduğuna göre, o kimse bu durumda ancak fecr-i sâdık doğduktan sonra yıkanabilir. Dördüncü Mesele A'meş, fecr-i sâdık doğduktan sonra güneş doğuncaya kadar da, gündüzün başlangıcını sonuna kıyas ederek, yeme, içme ve cinsî münasebetin helâl olduğunu iddia etmiş ve şöyle demiştir: "Gündüzün sonu nasıl güneş yuvarlağının batması ile oluyorsa, başlangıcının da güneş yuvarlağının doğmaya başlaması ile olması gerekir." A'meş, bu ayet hakkında da şöyle demiştir: "Ayette yer alan beyaz ve siyah ipliklerden maksad, gündüz ve gecedir. İplik ile bunlar arasındaki benzeme yönü, beyazlık ve siyahlıktır. Teşbihin şekil bakımından yapılmış olması caiz değildir. Çünkü fecr-i sâdık doğarken ufkun karanlığını şekil itibarı ile siyah ipliğe benzetmek mümkün değildir. Böylece ayetteki be-. yaz iplik ile siyah iplikten muradın, gündüz ile gece olduğu sabit olur. Sonra Hak teâlâ'nın, "Sonra orucu geceye kadar tamamlayın" emrindeki gecenin ne olduğunu incelediğimizde, onun, Allahü teâlâ'nın, kendisinde bir aydınlık olduğu halde güneşinin batımından sonraki zamanı "gece" diye isimlendirmiş olmasının da delâlet ettiği gibi, güneşin ufukta kaybolduğu zamandan ibaret olduğunu görürüz. Böylece durumun, gündüzün başlangıcında da aynı şekilde olması gerektiği ortaya çıkar ve güneş doğmazdan önceki zaman "gece"ye âit olur. Gündüz ancak güneş yuvarlağı doğduğu zaman başlamış olur." A'meş'in görüşünün izahı işte budur. Bazı kimseler gündüzün başlangıcının, fecrin doğuşundan itibaren olduğunu kabul etmiş ve gündüzün sonunu da buna kıyaslamıştır. Bu görüşteki kimselerden bazıları şöyle demişlerdir "Orucu, güneş battıktan sonra ufuktaki kızıllığın kaybolmasından sonra ancak bozmak caiz olur." Bunlardan, daha ileri giderek, "Yıldızlar görünmeye başladığı zaman ancak oruç bozulabilir" diyenler çıkmıştır. Bütün bu görüşler yıkılmıştır. Fakihler bu görüşlerin bâtıl olduğunda ittifak etmişlerdir. Binaenaleyh bu hususta sözü uzatmaya gerek yoktur. Beşinci Mesele Fecir, senin, "Suyu fışkırttım, önünü açtım" ifâdenin masdarı. Ezheri, "fecr" kelimesinin asıl manasının "yarmak" olduğunu söylemiştir. Buna göre gecenin sonundaki fecr, sabahın nurunun gecenin karanlığını yarmasıdır. Allahü teâlâ'nın, beyanına gelince, buradaki, harfinin teb'iz (bazılık, kısmîlik) ifâde etmek için olduğu söylenmiştir. Çünkü burada nazar-ı dikkate alınacak olan fecrin tamamı değil, bazısıdır. Bazıları da bu harfin tebyin (... açıklama) manasını ifâde etmek için olduğunu söylemişlerdir. Buna göre sanki ayette, "Fecrin kendisi olan beyaz iplik..." denilmiştir. Güneş Battı, Sabah Oldu Meselesinde Zanna Göre Davranıp Yandan Ne Yapar? Cenâb-ı Allah, sabah oluncaya kadar, yemeyi, içmeyi ve cimâyı helâl kıldığına göre, sabahın ortaya çıkışının ne olduğunun bilinmesi gerekir. Buna göre biz deriz ki Sabanın ortaya çıkış ya kati olarak bilinir, ya zanni olarak. Onun ortaya çıktığını katı olarak bilmek, insanın sabahın doğduğunu görmesi veya kendince sabahın doğmuş olduğu bir zamanın geçtiğine inanmasıyla olur. Bunun zannî olarak bilinmesi ise ya sabah olduğu zannının insanda meydana gelmesiyle olur. Böylece yeme, içme ve cinsî münasebet haram olur. Eğer insanda, henüz sabah olmamıştır zannı meydana gelirse, yemesi, içmesi ve cinsi münasebeti mubah olur. Buna göre o kişi yer, daha sonra da bu zannının hatalı olduğu ve yediği esnada sabahın girmiş olduğu ortaya çıkarsa ne olur? meselesinde alimler ihtilâf etmişlerdir. Yine güneşin batmış olduğunu sanarak bir kimse İftar etse, sonra da güneşin o anda batmamış olması durumunda ne olacağı meselesinde de ihtilaf etmişlerdir. Bu hususta Hasan Basri, oruçlu olduğunu unutarak birşeyler yiyen kimsenin durumuna kıyas ederek, her iki durumda da orucun kaza edilmesinin gerekmediğini söylemiştir. Ebu Hanife, İmam Malik ve Müzenî'nin rivayetine göre, Şafiî, bu orucun kazasının gerektiğini söylemişlerdir. Çünkü o kimse, fecr-i sadıktan güneş batıncaya kadar oruç tutmakla emredilmiş olduğu halde, buna riayet etmemiştir. Unutarak yiyen kimseye gelince, İmam Mâlik'e göre, bu kimsenin de orucunu kaza etmesi gerekir. Unutarak yiyen kimseye orucun kazasının gerekmediğini söyleyen diğer alimler ise şöyle demişlerdir: "Delilin muktezası, o kimsenin kaza etmesinin vacib olmasıdır. Fakat biz bu hükmü ondan, başka bir nastan (delilden) dolayı kaldırdık. Bu da, Ebu Hureyre (radıyallahü anh)'nin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayet ettiği şu hadise göre, birisi "Ben oruçlu iken (unutarak) yedim ve içtim" dedi, Peygamberimiz de: "Seni Allah yedirip içirmiştir. Sen Allah'ın misafirisin. Orucun tamamdır" buyurmuştur. Bu hususta üçüncü bir görüş de şöyledir: Sabah olması hususunda hata eden kimsenin orucunu kaza etmesi gerekmez. Güneşin batışı hususunda hata eden kimsenin ise, orucunu kaza etmesi gerekir. Bu ikisi arasındaki fark, "Her var olanda aslolan şey, onun olduğu hal üzere kalmaya devam etmesidir. Gecede bulunan hal, yemenin helâl olmasıdır. Gündüzde bulunan durum ise, yemenin haram olmasıdır. Kişi zann-ı gâlibiyle, gecenin devam ettiğine veya sabah olduğuna karar veremez, aksine bu iki hususta tavakkuf eder, bir şey söyletmezse, bu durumda o kimsenin yemesi, içmesi ve cinsî münasebette bulunması mekruh olur. Eğer bunlardan herhangi birini yaparsa, caiz olur. Çünkü aslolan, gecenin devam ettiğidir. Allah en iyisini bilendir. Birinci Mesele Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra orucu geceye kadar tamamlayın" ayeti hakkında birkaç mesele vardır: (......) kelimesi, intihây-ı gaye (bir şeyin devam edeceği son noktayı bildirmek) içindir. Buna göre ayetin zahiri, orucun, gecenin girmesiyle sona ermiş olduğunu gösterir. Bu böyledir, çünkü bir şeyin gayesi, o şeyin sona ermesi ve bitmesi demektir. Bundan sonra geriye o şeyden bir şey kalmadığı zaman ancak o şey sona ermiş ve bitmiş olur. Bazan bu kelime, "intiha" manası için olmaz. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın, "Dirseklere kadar" (Maide, 6) sözünde durum böyledir. Bu, delilin aksinedir (yani "intiha" mânası ifâde etmez). Bu iki misal arasındaki fark şudur: Gece, gündüzün cinsinden değildir. Buna göre gecenin hükmü, gündüzün hükmünün dışındadır. Dirsek ise, elin cinsindendir; bundan dolayı, onun hükmüne dahil olmuştur. Ahmed İbn Yahya şöyle demiştir: Bunun, hükme dahil olmasına da, hariç olmasına da yol vardır; her ikisi de caizdir. Meselâ biz, "Balığı, başına kadar yedik" deriz. Bunda, balığın başının yemeye dahil olması veya yeme dışında kalmış olması mümkündür. Fakat akıllı kimse, gecenin, oruç hükmünün dışında kaldığında şüphe etmez. Çünkü eğer gece, oruç hükmüne dahil olsaydı, meşakkat artardı. Abdest alırken dirseklerin yıkanması ise, en emin olan şekilde amel etmek içindir. Sonra bizim, bu lâfız mücmeldir veya mücmel değildir dememiz arasında fark yoktur. Çünkü bu konuda sahîh bir hadis varid olmuştur ki bu da şudur: Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:"Gece şuradan gelip, gündüz de şuradan çekilip gittiği ve güneş de battığı zaman, oruçlu olan kimse orucu açar." Müslim, Siyam, 51 (2/772); Tirmizi, Savm, 12 (3/81). Bu hadis, orucun bu vakitte sona erdiğini gösterir. Mükellefe bu vakitte bir şey yemesinin gerektiği hususuna gelince, buna deli' İmâm-ı Şafiî (radıyallahü anh)'nin, İbn Ömer (radıyallahü anh)'den gelen bir senetle, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "visal orucu" (iftar etmeden peşpeşe oruç tutmak) nu nehyettiğine dair nakletmiş olduğu rivayetidir. Bu hadise göre Hazret-i Peygamber'e, "Ey Allah'ın Resulü, sen de visal orucu tutuyorsun?" yani, "Kendinin yaptığı bir şeyden bizi nasıl nehyediyorsun?" denildi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Ben sizin gibi değilim, çünkü ben Rabbimin yanında geceliyorum.. O beni yedirip, İçiriyor Buhâri. Savm, 20 (Benzeri bir hadis); Müslim, Savm, 57-58 (2/774-775). buyurdu. Bu hadisin açıklanması hususunda bazı izahlar bulunmaktadır: a) Allah, Peygamber'e cennet taamlarından yedirip içiriyordu. b) Resul-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ben, yemeye ihtiyacım olursa, Rabbimin beni peşipeşine doyuracağına dair güven içinde oldum." Muhammed İbn Cerir et-Taberî'nin Ibn Zubeyr'den rivayet ettiğine göre, o, yedi gün peşipeşine oruç tutuyordu. Yaşı ilerleyince bunu beş güne indirdi. İyice yaşlanınca, bunu üç güne düşürdü. Buna göre İmâm-ı Şafiî (radıyallahü anh)'nin sözünün zahiri, bu yasağın haram ifâde eden bir yasak olduğuna delâtet eder. Bunun "tenzihen mekrûh"olduğu da söylen mistir.Çünkü mubah olan bir şeyi terketmedir. Bu açıklamaya göre, İbnu'z-Zübeyr'in yapmış olduğu iş doğru olur. Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki, insan velev ki bir damla su bile olsa, çok az bir şey yediği zaman, bu durumda o kimse orucu tamamlama hususunda muhayyerdir. Ancak, yeni başladığı orucu tutmak ve diğer ibâdetlerde kusur edeceğinden korkarsa, müstesna... Bu durumda, bu korkuyu giderecek kadar yemesi gerekir. Gecenin Geldiği Nasıl Tayin Edilir? Alimler, gecenin tarifinde de ihtilâf etmişlerdir. Onlardan bir kısmı; gecenin sonunun, evveline göre olduğunu söylemiş ve nasıl ki güneşin belirtilerinin meydana çıkmasıyla gecenin sona erdiği kabul ediliyorsa, bunun gibi, gecenin meydana gelmesinde de güneşin alâmetlerinin yok olmasına itibar etmişlerdir. Bunlardan, güneşin batışından sonra meydana gelen kırmızılığın zail olmasıyla yetinenler de bulunmaktadır. Yine âlimlerden, gecenin karanlığının tam olarak ortaya çıkması ve yıldızların görünmesine itibar edenler bulunmuştur. Ne var ki Hazret-i Ömer'in rivayet etmiş olduğu hadis bunu iptal eder. Fukâhânın ameli de bu hadîse göredir. Hanefiler bu ayetle istidlal ederek, oruca geceden niyetlenmenin ve orucu tayin etmenin, orucun sıhhati için şart olmadığını söylemişlerdir. Onlar derler ki: Arapçada savm, kendini alıkoymak, geri durmak demektir ki, o da burada bulunmuştur. Böylece o kimse oruçlu olur ve orucunu, Cenâb-ı Hakk'ın: "Sonra, geceye kadar orucunuzu tamamlayın" ayeti gereğince, tamamlaması gerekir. Bu sebeple de onun orucunun sahih olduğuna hükmetmek gerekir. Çünkü imsak, zorluk, meşakkak ve güçlük demektir. Bu da Hak teâlâ'nın "Allah dinde size zorluk yaratmamıştır" (Hacc, 78) ve "Ve Allah size zorluk murad etmez" (Bakara, 185) ayetleriyle nefyolunmuştur. Böylece meşakkatle amel, sahîh oruçta terk edilmiştir, şu halde gayr-ı sahih oruçta, aslı üzere kalır. Sonra biz deriz ki: "Bu delilin muktezâsı, zevalden sonraki niyyetle farz olan, orucun sahih olmasıdır. Ne var ki biz, "az olan çok olana ilhak edilir, katılır" dedik. Binaenaleyh, zevalden sonraki niyyetle tutulan orucu iptal, zevalden önceki niyyetle tutulan orucu ise geçerli kabul ettik." Hanefiler bu ayetle, eksik bırakılan nafile orucun tamamlanmasının vâcib olduğuna istidlal etmişlerdir. Çünkü Hak teâlâ'nın "Sonra orucu geceye kadar tamamlayın" buyruğu bir emirdir ki, bu da vücûb ifade eder. Ve böylece de her türlü orucu içine alır. Şafiîler ise şöyle dediler: Bu ayet, farz olan orucun ahkâmını beyan etmek için getirilmiştir. O halde bundan maksat, farz olan oruçtur. Bu Sûrenin Yedinci Hükmü: İtikâf Allahü Teâlâ'nın "Sizler, mescidlerde itikâfa çekildiğinizde, hanımlarınızla bir araya gelmeyin" ayetidir. Bil ki Allahü teâlâ orucu emredip (oruçlu iken) cinsi münasebette bulunmanın da haram olduğunu beyan edince, cima hususunda itikattaki cima yasağında, oruçtaki gibi sadece gündüze münhasır olduğu anlaşılabilirdi. Böylece Allahü Teâlâ, itikatta cinsî münasebetin hem gündüz hem de gece haram olduğunu beyan etmek üzere, buyurmuştur. Sonra, bu ayette birkaç mesele vardır: Şafiî (radıyallahü anh), "Lügat itibariyle itikâf, taât ya da günah olsun kişinin bir şeye devam etmesi ve kendisini ona adamasıdır. Nitekim Hak teâlâ, "Kendilerine ait olan putlara kapanmış tapınmakta olan..." (A'raf, 138) buyurmuştur. Şer'î manâda ise itikâf, Allah'a yaklaşmak için, Allah'ın evinde kalmak ve beklemek demektir" demiştir. Bunun neticesi, örfe dayanılarak, cins ismini türle kayıtlamaya dayanır. İtikâf, eski şeriatlardandır. Nitekim Hak teâlâ, "Evimi tavaf edenler ve itikafa kapananlar için temizleyiniz (Hacc. 26) ve buyurmuştur. Şayet, itikatta bulunan kimse, şehvetsiz olarak ha nımına dokunursa, bu caizdir. Çünkü Hazret-i Aişe, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) itikatta iken, O'nun başını tarıyordu. Hanımına şehvetle dokunup, onu öpmesi veya tercin dışındaki mahallere temas etmesi itikatta olan kimseye haramdır. Binaenaleyh, böyle bir fiille o kimsenin itikâfı geçersiz olur mu? -Allah kendisine rahmet etsin- Şafiî'nin bu hususta iki görüşü vardır: Esah olan, itikâfının bâtıl olmasıdır. Ebu Hanife ise, inzal vuku bulmadığı sürece, itikâf bâtıl olmaz, demiştir. İtikâf bozulur diyen kimse, şunu delil getirmiştir: Mübaşeret lâfzında aslolan, iki cildin birbiriyle karşılaşıp birbirine yapışmasıdır. Buna göre Hak teâlâ'nın hakîkî manadan men etmektedir. Bundan dolayı bu ifadeye, cima ve diğer şeyler de dahil olur. Çünkü mübaşeret manâsı bütün bunlarda mevcuttur. Buna göre şayet, "Önceki ifadede, mübaşeret lafzını niçin cimâya hamlettiniz?" denilirse, buna şöyle cevap veririz: Çünkü ayetin öncesi, kelimenin cima manasına geldiğine delâlet etmektedir. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesidir. Bu ayetin nüzul sebebi de, bu kelimenin burada cima manasına geldiğini gösterir. Sonra cima hususunda müsaade edilince, cimâdan aşağı olan şeyler hususunda haydi haydi bir müsaade olur. Ama burada, bu karinelerden herhangi birisi bulunmamaktadır. Bu sebeple "mübaşeret" lâfzını, (itikâfa girmiş kimse hakkında) aslı üzere bırakmak gerekir. Bu fiillerin, itikâfı iptal etmiyeceğini söyleyenlerin delili şudur: Biz, bu mânadaki mübaşeretin orucu ve hacca bozmadığı hususunda icmâ ettik. Binaenaleyh, bunun itikâfı da ifsat etmemesi gerekir. Çünkü itikâf, derece bakımından, hacc ve oruçtan daha üstün değildir. Cevap: Nas, kıyastan öncedir. Alimler, itikâfın şartının, mescidde oturmak olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Bu böyledir, çünkü mescidler, içinde ibadet yapılmış olması bakımından, diğer mahallerden farklıdırlar. Sonra âlimler itikâfın nerede yapılacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Buna göre Hazret-i Ali'den itikâfın ancak Mescid-i Haram'da yapılabileceği nakledilmiştir, O'nun bu husustaki delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Tavaf edenler ve itikâfa çekilenler için, evimi ( Kâbe) temizleyesiniz diye" (Bakara, 125) ayetidir. Böylece, Mescid-i Haram, itikâfa çekilecek herkes için tayin idilmiş, belirlenmiştir. Mescid-i Haram'ın dışında itikâf caiz olsaydı, ayetteki umumîlik doğru olmazdı. Atâ da, itikâfın ancak Mescid-i Haram ve Medine mescidinde caiz olacağını söylemiştir. Çünkü Abdullah İbnu'z Zübeyr'in rivayet ettiğine göre Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Benim mescidimde kılınan bir vakit namaz, Mescid-i Haram hariç, diğer mescidlerde kılınan bin vakit namazdan daha üstündür. Mescid-i Haram da kılınan bir vakit namaz, benim mescidimde kılınan yüz vakit namazdan daha üstündür, " Dânmî, Salat, 132 (1/330, kısmen), Nesâi, Mesâcıd, 7 (2/35). Huzeyfe de şöyle demiştir: Bu iki mescidde ve Beyt-i Makdis mescidinde itikâfa girmek caizdir. Çünkü Hazret-i Peygamber, Buhâri, Savm, 67; Müslim, 415 (2/976). "Ancak şu üç mescide; Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa ve benim mescidime yolculuk yapılır" buyurmuştur. Zührî ise, "itikâf ancak büyük mescidlerde yapılır" demiştir. Ebu Hanife, "itikâf ancak, devamlı bir imâmı ve müezzini bulunan mescidde yapılırsa sahih olur" demiştir. Şafiî (radıyallahü anh) ise, "itikâf bütün mescidlerde caizdir; fakat cuma namazı için camiden çıkmaya gerek kalmasın diye, büyük camilerde yapılması daha uygundur" demiş, görüşüne de bu ayet-i kerimeyi delil getirmiştir. Çünkü ayet-i kerimesi, bütün mescidleri içine alan umumî bir kelimedir. İtikâfta Orucun Şart Olup Olmadığı İtikâf oruçsuz da caizdir, fakat oruçlu olarak yapılması efdaldir Ebu Hanife, "itikâfın ancak oruç ile caiz olduğunu" söylemiştir. Şafiî'nin delili, bu ayet-i kerimedir. Çünkü Allahü Teâlâ, itikâfa gireni, hanımıyla cinsî münasebetten men ederken, itikatlı kimse oruçsuz olarak itikâfa girmiştir... Eğer bu kimsenin itikâfı bâtıl olsaydı, lâfzın zahiriyle amel etmenin de terk edilmesi yasak olmazdı. Bu kimse niyeti terk ederse, niyet dışındaki şeyler asıl hüküm üzere kalır. Müzeni, Şafiî (radıyallahü anh)'nin görüşünün doğruluğuna üç şeyi delil getirmiştir: a) Eğer itikâf orucu gerektirseydi, ramazanda itikâfa girilmesi doğru olmazdı. Çünkü i'tikâfın gerektirdiği oruç, ya ramazan orucu olmuş olur ki bu bâtıldır, çünkü ramazan orucu itikâf sebebiyle değil, ramazan ayının girmesi sebebiyle vacib olmuştur. Yahud da bu oruç, ramazan orucu dışında bir oruçtur ki bu da imkânsızdır. Alimler, ramazanda i'tikâfa girmenin caiz olduğunda icmâ ettiklerine göre, biz i'tikâfın oruç tutmayı gerektirmediğini anlamış olduk. b) Eğer i'tikâf ancak oruç ile caiz olmuş olsaydı, oruçlu, geceleri i'tikâftan çıkmış olurdu. Çünkü o, geceleri oruçtan çıkmaktadır. İ'tikâfta durum bunun aksine olduğuna göre, i'tikâfın tek başına ve oruçsuz olarak dâima yapılabilenini anlamış oluyoruz. c) İbn Ömer (radıyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre "Ya Resûlallah, ben câhiliyye döneminde iken Allah için bir gece itikâfa girmeye nezretmiştim" der. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Nezrini tut" buyurur. Malumdur ki geceleyin oruçlu olmak imkânsızdır. Şafiî (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "İ'tikâf için bir zaman belirlenmez Eğer bir kimse bir saatlik itkaf yapmaya nezretmiş ise, bu kadar zaman i'tikâf yapar. Eğer o kimse mutlak olarak i'tikâf yapmaya nezretmiş ise, bir saatlik İ'tikâf ile bu nezrini yerine getirmiş olur. Aynı şekilde kişi mutlak olarak sadaka vermeye nezretse, az veya çok ne kadar dilerse sadaka verir." Şafiî (radıyallahü anh) sonra "Ben bir gün i'tikâf etmeyi severim" demiştir. O, bu sözü sadece tezaddan kurtulmak için söylemiştir. Çünkü Ebu Hanife (radıyallahü anh), fecrin doğması ile girmek ve güneşin batması ile çıkmak şartıyla bir günlük i'tikâftan daha azına cevaz vermemiştir. Şafiî'nin hücceti şudur:" İ'tikâfın belli bir zaman ile takdir edilmesi, başka bir miktar zaman ile takdir edilmesinden daha evlâ değildir. Bundan dolayı i'tikâf için bir zaman takdir etmeyi bırakmak, gereken en az miktarı kabul etmek gerekir." Ebu Hanife'nin hücceti ise şudur: İ'tikâf, nefsin kendisini hapsetmesidir, bu da bir anda meydana gelmez. Bu takdirde i'tikâfa girmiş olan kimse ile camide namazı bekleyen kimse birbirinden ayırdedilemez. Cenâb-ı Hakk'ın, "Işte bunlar Allah'ın (çizdiği) sınırlandır" ayetinde birkaç mesele vardır: Ayetteki, "İşte bunlar" sözünün, i'tikâfın hükmüne işaret olması caiz değildir Çünkü, (sınırlar), cemî bir kelimedir. Hâlbuki Cenâb-ı Hak, i'tikâf hakkında sadece, mübaşeretin (hanımlara yaklaşmanın) haramlığı hükmünü zikretmiştir. Daha doğrusu bu, üL kavli, oruç ayetinin başından buraya kadar geçmiş olan ve tafsilâtlı bir şekilde anlatılmış olan bütün hükümlere işarettir. Leys şöyle demiştin "Bir şeyin sınırı, o şeyin kesiştiği ve bittiği yerdir." Ezherî ise şöyle demiştir: "Bu (hudûd) kelimesinden olmak üzere, mahrum bırakılan kimseye "mahdûd" denilir. Çünkü o kimse rıziktan menedilmiştir. Kapıcıya da, bu kökten olarak, denilir. Çünkü o, insanları içeri girmekten meneder. Evin haddi (sınırı) ise, ev halkı dışındakiler) kendisine girmekten alıkoyan sınırdır. Buna göre Allah'ın hududu, kendilerine muhalefet edilmesini yasakladığı hükümleridir. Kelamcılar, efradını câmî ve ağyarını manî (gerekli unsurları kendisinde toplayıp, gereksiz unsurları dışta bırakan) sözlere "hadd" (tarif) ismini vermişlerdir. Yine kuvvet ve sertliğinden dolayı demire de "hadid" denilmiştir. Kadının yas tutmasına, denilir. Çünkü bu, kadını süslenmekten altkor." Sen bu kelimenin iştikakını (türediği kökü) iyice anlayınca deriz ki: Allah'ın hududundan maksad, onun kesin sınırlarla belirttiği, yani belli ölçü ve sıfatlarla takdir etmiş olduğu hükümlerdir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlara yaklaşmayın" ayetinde iki müskil vardır: a) Allahü teâlâ'nınsözü, daha önce geçmiş olan hükümlere işarettir. Geçmiş olan hükümlerin ise, bir kısmı mübahlığı, bir kısmı haramlığı ifade eder. O halde Cenâb-ı Hak, nasıl olur da bütün bu hükümler hakkında "Onlara yaklaşmayın" buyurmuştur? b) Allahü teâlâ bir ayetinde, "İşte bunlar Allah'ın sınırlandır, bandan dolayı bunları aşmayın (tecâvüz etmeyin)" (Bakara, 229). Miras ayetinde, "Kim Allah'a ve peygamberine İsyan eder ve Allah'ın hududuna (sınırlarına) tecâvüz ederse" (Nisa, 14) buyurmuştur. Burada ise, "Onlara yaklaşmayın" buyurmuştur. Bu iki ifade nasıl birleştirilebilir? Bu iki probleme çeşitli bakımlardan cevap verilebilir: 1) Bu, en güzel ve en güçlü cevaptır: Allah'a itaatta bulunan ve şeriatına göre amel eden kimse, hak olan tarafta iş yapıyor demektir. Bundan dolayı bu kimse haddi (sınırı) aşmaktan nehyolunmuştur. Çünkü haddi aşan kimse dalâlet tarafına düşer. Sonra bu hususta mübalağa olunarak (daha ilerisi söylenerek), bâtıla yaklaşmamak, o tarafa gitmek şöyle dursun aksine oradan uzaklaşmak için, hak ile batıl arasında bir engel olan sınıra yaklaşmaktan insanlar nehyolunmuştur. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Her melikin bir koruluğu vardır. Allah'ın koruluğu ise haramlarıdır. Kim koruluğun etrafında oüarsa, koruluğa girebilir." Müslim, Müsskâat 107-108 (3/1220-1221); Ebu Dâvud, Büyü, 3 (3/243). buyurmuştur. 2) Ebu Müslim el-İsfehâni' nin verdiği cevaptır: Ayetteki, ifadesinin manası, Allah'ın sınırlarını ve kanunlarını değiştirmeye kalkışmayın. Bu, tıpkı, "Yetimin malına yaklaşmayın" (isra, 34) ayetinde olduğu gibidir. 3) Daha önce zikredilen hükümler her ne kadar çok ise de bu hükümlerden bu ifadeye en yakın olan, "Siz mescidlerde i'tikafta iken hanımlarınıza yaklaşmayınız" ayetidir. Bu ayetten daha önce de, "Sonra orucunuzu geceye kadar tamamlayın" ayeti vardır. Bu da gündüzün oruçluya yeme ve içmenin haramlığını ifade eder. Bu ayetten önce de, "Allah'ın sizin için yazmış (takdir etmiş) olduğu şeyleri taleb ediniz" ayeti vardır. Bu ayet de, insana hanımı ve cariyesi dışındaki kadınlarla cinsî münasebette bulunmak ile helâl olan mahallin dışında hanımı ve câriyesiyte cinsî münasebette bulunmanın ve hayız, nifâs, iddet bekleme ve mürtet olma gibi durumlarda hanımı ve cariyesi ile cinsî münâsebette bulunmanın haramlığını ifade eder. Bu ayette, sadece geceleyin yeme, içme ve cinsî münasebette bulunmanın mubah oluşu beyan ec;l-miştir. Buna göre daha önce geçen bu hükümlerin çoğu haramlığı ifade ettiğine göre, şüphesiz haram tarafı ağır basmıştır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah, "İşe bunlar Allah'ın sınırlandır, binaenaleyh bunlara yaklaşmayın" buyurmuştur. Yani, "Size yasak olan o şeylerden ancak Allah'ın menetmiş olması ve yasaklaması ile yasaklanmışsınızdır. Binaenaleyh onlara yaklaşmayınız" demektir. Allahü Teâlâ'nın "İşte Allah ayetlerini İnsanlara böyle beyân ediyor" ayeti ile ilgili bazı İzahlar yapılmıştır: a) Bundan murad şudur: Hak teâlâ burada size emrettiklerini ve yasakladıklarını beyân ettiği gibi, dini ve şeriatı ile ilgili diğer delilleri de aynı şekilde açıklıyor. b) Ebu Müslim, ayette geçen "ayetler" sözünden muradın, Hak teâlâ'nın açıkladığı farzlar olduğunu söylemiş ve şöyle devam etmiştir: "Bu, tıpkı, "Bu, indirdiğimiz, farz kıldığımız ve kendisinde açık ayetleri inzal ettiğimiz bir suredir" (Nur, 1) ayeti gibidir. Sonra Hak teâlâ, bu ayetleri, (Nur suresinde) Buyruğu ile başlayarak, beyan ettiği diğer zina hükümlerine geçerek tefsir etmiştir. Buna göre O, sanki şöyle demiştir: Aynı şekilde, Allah insanlara, farz kıldığı hükümlerle amel etmek suretiyle kendisinden ittikâ etsinler diye, onlar için meşru kıldığı şeyleri beyân etmiştir. c) Bu ayetten muradın, şöyle olması da mümkündür: Allahü teâlâ bu ayette, az sözle, orucun hükümlerini derinlemesine, tam ve yeterli bir şekilde beyân edince, "İşte Allah insanlara ayetlerini böyle açıklar" buyurmuştur. Yani, "İşte bu yeterli, açık ve tam olan beyanındaki gibi, O, insanlara hatırlatır." Bu ifadeden maksad, böyle bir beyânı zikretmedeki Cenâb-ı Hakk'ın açıklamasını yüceltmek ve O'nun mahlûkatına olan rahmetinin büyüklüğünü göstermektir. Allahü teâlâ'nın ayetinin izahı, daha önce defalarca geçti. |
﴾ 187 ﴿