189

"Sana hilâlleri (yeni ayları) soruyorlar; de ki onlar İnsanlar ve hacc için vakitleri bildirirler. Evlere duvarlarından gelmek bir iyilik değildir. Fakat iyilik ittikâ eden kimsenin yaptığıdır. Sizler evlere kapılarından geliniz ve Allah'tan korkunuz. Umulur ki, felaha erersiniz"

Ayet hakkında birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

İbn Abbas'ın şöyle dediği nakledilmiştir: Ümmet-i Muhammed'den daha az soru soran başka bir ümmet olmamıştır. Bu ümmet, on dört husustan sormuşlar ve bu sebeple de kendilerine, bunların cevabı verilmiştir.

Ben derim ki, bu suâllerden sekizi, Bakara suresindedir:

1) "Sana kullarım benden sorarsa, bilsinler ki ben yakınım" (Bakara, 186):

2) Tefsirini yaptığımız ayet. Geriye kalan altı ayet de, yine Bakara sûresinde olup, böylece bu suredekilerin tamamı sekize baliğ olur. Dokuzuncusu, Hak teâlâ'nın Maide süresindeki, "Sana, kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar" (Maide, 4); onuncusu, Enfât süresindeki, "Sana ganimetleri sorarlar" (Enfal, 1); onbirincisi, İsrâ süresindeki, "Sana ruhu sorarlar" (isra, 85) onikincisi, Kehf süresindeki "Ve sana, Zilkarneyn'i sorarlar" (Kehf, 83); on üçüncüsü, Tâhâ süresindeki, "Sana, dağların (kıyamet günündeki) halini soruyorlar" (Tâhâ, 105) ve on dördüncüsü, Nâziât süresindeki, "Sana kıyamet saatini sorarlar" (Naziat, 42) ayetleridir.

Bu soruların hayranlık veren bir sırası vardır. Bunlardan ilk ikisi, yaratılışın açıklaması ile ilgilidir. Buna göre birincisi, Hak teâlâ'nın"Kullarım senden beni sorarlarsa.." (Bakara, 186) ayetidir ki, bu, Allahü teâlâ'nın zatı ile ilgili bir sormadır. İkincisi, "Sana hüâlleri sorarlar..." ayetidir. Bu ayet de, Allah'ın yaratmasıyla ilgili sıfatından ve ayın bu tarzda oluşunun hikmetinden soru sormaktır. Bu ayetlerden son ikisi de, kıyametin açıklanmasrhususundadır. Bunlardan birisi, Hak teâlâ'nın"Sana (kıyamet günün-de) dağların halini sorarlar" ayeti; diğeri de, "Sana kıyamet saatini sorarlar; ne zaman gelip demir atacak diye" (Naziat, 42) ayetidir. Bunun bir benzeri de, Kur'an'da gelen iki suredir. Bu iki sûreden birincisi, (Nisa) süresidir. Yani, ilk yarının dördüncü süresidir. Çünkü ilk yarı sûrelerinin birincisi Fatiha, ikincisi Bakara, üçüncüsü Âl-i İmrân, dördüncüsü ise, Nisa süresidir. Bu iki sûrenin ikincisi de, Kur'an'ın ikinci yarısındadır ki, bu da ikinci yarı sûrelerinin dördüncüsüdür. Bu sûrelerin ilki Meryem, ikincisi Tâhâ, üçüncüsü Enbiya, dördüncüsü de Hacc süresidir. Kur'an'ın ilk yarısında yer atan, (Nisa, 1) sûresi, mebde'in açıklanmasını ihtiva etmektedir. Burada Cenâb-ı Hak, "Ey insanlar, siz tek bir nefisten yaratan Rabbinizden korkun.." (Nisa, 1) buyurmuştur. Kur'an'ın ikinci yarısında bulunan, ise, meâd'in açıklanmasını ve izahı ihtiva etmektedir. Cenâb-ı Hak burada, "Ey insanlar, Rabbinizden korkunuz muhakkak ki kıyamet saatinin zelzelesi, büyük bir şeydir" (Hacc, 1) buyurmuştur. Bu Kur'an-ı Kerim'inde, kullarından ancak havas olanların bilebileceği dürülü hikmetleri ve gizli sırları bulunan zâtı noksan sıfatlardan takdis ve tenzih ederiz.

İkinci Mesele

Rivayet edildiğine göre ensârdan Muâz İbn Cebel ile Salebe İbn Ganem, "Ya Resûlallah, bu hilâle ne oluyor? Başlangıçta, iplik gibi ince olarak ortaya çıkıyor, daha sonra da dolunay oluncaya kadar artıyor, sonra da durmadan noksanlaşa noksanlaşa baştaki durumuna geliyor.. Güneş gibi, tek bir halde kalmıyor" dediler. İşte bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Yine Muâz'dan rivayet edildiğine göre Yahudiler, hilâl hakkında sormuşlardır.

Bil ki Allahü Teâlâ'nın buyruğunda onların hangi şeyi sormuş olduklarının izahı bulunmamaktadır. Ne var ki cevap, suâlin konusuna delâlet eder gibidir. Çünkü Hak teâlâ'nın"De ki onlar, insanlar ve hacc için vakti (bildirirler)" sözü onların sorularının, ayın noksanlaşması ve artmasında bulunan değişikliklerdeki hikmet ve faydaların ne olduğuna dair olduğunu gösterir. Böylece Kur'an ve hadis, böyle bir şeyin sorulduğu hususunda, birbirlerine mutabık olmuş olurlar.

Üçüncü Mesele

(......) Kelimesi, (......) kelimesinin çoğuludur. Hilâl da, insanların ayı gördüğü zamandaki ilk halidir. Ayın başlangıcındaki ilk iki gecenin hilâline de, denilir. Bu iki geceden sonra da ona artık hilâl denilmez, kamer denilir. Ebu'l-Heysem, "Ayın başlangıcındaki ilk iki gecenin ayına hilâl denildiği gibi, ayın son iki gecesinin ayına da hilâl denilir. Daha sonra bu iki vaktin arasındaki gecelerin aylarına da "kamer" denilir" demiştir. Zeccâc da şöyle der: "Fiil kalıbı, cem-i kıllet olarak, tıpkı 'in, ulut ; kalıbında cemî olmaları gibi, kalıbında cemî yapılır. Cem-i kesret olarak da, gibi, vezninde gelir. Çünkü Araplar, muza'f kelimelerde cem-i kesret olarak ve gibi, vezninde cemi yapmayı hoş görmeyip bu gibi kelimelerin cem'ini, sadece cem-i kıllet vezni üzere getirmişlerdir.

Hak teâlâ'nınbuyruğu hakkında iki mesele vardır:

Birinci Mesele

(......) Kelimesinin, (......) manasına gelmesi gibi, (......) kelimesinin çoğulu olan, (......) kelimesi de vakit manasına gelir. Bazıları da, (......) kelimesinin, vaktin sonu manasına geldiğini söylemişlerdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ve Rabbinin verdiği süre tamamlanınca" (Araf, 142) buyurmuştur. Hilâl, ayın mikâtlarıdır. İhramın yerleri de, haccın mikatlarıdır. Çünkü bu yerler, ihramın sona erdiği yerlerdir. Siga-i Müntehâ'l Cümû' olduğu için, (......) kelimesi gayr-i munsarıf bir kelimedir. Buna göre sanki cemîtik manası bu kelimede tekrar edilmiştir. Eğer, "Niçin (bir okuyuşa göre), (......) kelimesi munsarıf kılınmıştır?" denilirse, biz deriz ki: Bunun sebebi, ayet sonunda vaki olan fasıla olmasıdır. Diğer ayetler gibi olsun diye de (Nâfi ve Kisaî kıraatlerinde) -şu beyitte görüldüğü gibi- tenvinli okunmuştur:

Dört Mevsimin Teşekkülü

Bil ki Cenâb-ı Allah, zamanı dört şekil üzere belirlemiştir: Sene, ay, gün ve saat. Sene, güneşin, feleğinin belli bir noktasından, bu feleğin hareketinin aksi yönde olan hareketi ile başlayan ve hareketine başladığı o belli noktaya gelinceye kadar geçen zamandan ibarettir. Ne var ki astronomiciler. Bu belli noktaya i'tidalü'r-Rebî'i" noktası (bahar i'tidal noktası) demişlerdir, bu da koç burcunun başlangıç noktasıdır.

Ay, ayın kendi yörüngesinden belli bir noktadan harekete başlayıp, aynı noktaya gelinceye kadar geçen zamandan ibarettir. Ayın başlıca durumu, güneş ile olan konumu olup, güneş karşısındaki en meşhur konumu da arabî hilâl olunca -ki o vakitte ay, yokluktan sonra varlığa, yani yokluk karanlığından varlığa çıkan yeni doğan bir bebeğe benzemektedir- o vakti, Araplar ayın sonu telakki etmişlerdir.

Gecesi ile birlikte bir gün ise, bir noktanın ufuk dairesi üzerinde bir nokta olan, "ma'delü'n-nehâr" veya "nısfu'n-nehâr" dairesindeki bir noktadan ayrılıp, tekrar aynı noktaya varmasından ibarettir. Buna göre bu belli zaman, gecesi ile birlikte bir gündür. Sonra müneccimler, gecesi ile birlikte bir günün başlangıcını tayin için nısfu'n-nehâr dâiresini kullanmada ittifak etmişlerdir. Çoğu milletler, gecesi ile birlikte günlerin başlangıcını, güneşin doğudan doğuşundan başlatarak, güneşin ertesi gün aynı noktaya dönüşünden ibaret saymışlardır. Bu milletlerin görüşüne yardım edenler, "Güneş, doğması esnasında sanki yok iken var olan bir şey gibidir. Binaenaleyh güneşin bu doğuşunu günün başlangıcı saymak daha evlâdır" diyerek istidlal etmişlerdir. Buna göre gündüzün zamanı, güneşin, yerin üzerinde olması; gecenin zamanı da güneşin yer küresinin altında olması zamanından ibarettir. İslâm şeriatında ise, alimler, namaz, oruç ve benzeri diğer hükümlerin vâcib oluşu hususunda, gündüzü, fecr-i sadık (gerçek fecrin) doğuşundan itibaren başlatırlar. Müneccimlere göre ise, şeriatta orucun zamanı geceden, mikdarı belli, başlangıcı sınırlı ilâve bir zamanla birlikte gündüzün tamamıdır.

Sene, ay, gün ve saatin tarifleri konusunda, kısaca söylenecek söz bundan Saat de iki çeşittir: Eşit olan ve karışık olan. Eşit olan, bir günün yirmi dört eşit parçasından biridir. Karışık olan saat ise, bir gündüzün on iki eşit parçasından ve gecenin on iki eşit parçasından bir parçadır.İbarettir.

Senenin Mahiyeti

Buna göre biz deriz ki, sene, güneşin yörüngesindeki bir turundan ibarettir. Güneşin bu turundan dört mevsim meydana gelir. Bu böyledir. Çünkü güneş, koç burcunda bulunup, bu burcu kuzeye doğru hareket ederek terk edince, kuzey yarımküredeki hava, güneşin burada semtü'r-re'se (başucu noktasına) yaklaşmasından dolayı ısınmaya başlar ve bu ısınma, güneş yengeç burcuna ulaşıncaya kadar artarak devam eder. Güneş, başucu noktasına (semtü'r-re'se) yaklaştığı için, yengeç ve aslan burçlarında iken sıcaklık şiddetlenir ve artar. Güneş, terazi burcuna ulaşıncaya kadar, öncekinin aksine bir durum olur. Bu esnada hava güzelleşir ve mutedil olur. Daha sonra sıcaklar daha da eksilmeye, soğuklar da artmaya başlar. Soğuklar, güneş oğlak burcunun başlangıcına gelinceye kadar artmaya devam eder. Bu esnada güneş başucu noktasından uzaklaştığı için, soğuklar şiddetlenir ve uzun zaman devam eder. Sonra güneş, kuzey tarafa doğru yükselmeye başlar. Güneş oğlak ve kova burcunda olduğu müddetçe, koç burcuna ulaşıncaya kadar soğuklar şiddetlenir. Güneş koç burcuna varınca, hava mutedil hale gelir, güneş de hareketine başladığı noktaya döner, bir sene tamamlanmış olur ve ilkbahar, yaz, sonbahar, kış şeklindeki dört mevsim meydana gelir. Bu dört mevsimin faydaları ve birbirlerini takib edişleri kitaplarda açıkça anlatılmıştır.

Ayın Mahiyeti

Ay, gökteki ayın feleğindeki bir tur atış zamanından ibarettir. Bazıları ayın, ışığını güneşten aldığını ve devamlı olarak bir yüzünün aydınlık olduğunu iddia etmişlerdir. Fakat ay güneş ile bir araya geldiğinde aydınlık olan yüzü (yarısı) üste gelen yarısı olmuş olur. Şüphesiz ki biz, bu durumda ayın ışığından hiç bir şey göremeyiz. Birbirinden uzaklaşmaya başladıkları zaman, ayın ışıklı tarafı bize doğru olmuş olur, bu durumda onu tamamen ışıklı olarak görürüz. Ay, güneşe yaklaştıkça, aydınlık yüzünden görülen kısım gittikçe azalır; güneşten uzaklaştıkça ise, aydınlık tarafından görülen kısım gittikçe çoğalır. Sonra bu ay, güneşle birleştiği vakitten tamamen uzaklaşıncaya kadar, her gece güneşten biraz daha uzak olur ve her gecede ayın ışığı, ayrılma vaktinden tekrar birleşme vaktine kadar daha çok görülür. Ve ay tekrar her gece güneşe biraz daha yaklaşır. Böylece de her gece onun ışığı daha az görülür, "eski bir hurma salkımı çöpü gibi" (Yasin, 39) (ince) oluncaya kadar azalır. İşte tabiatcıların ve müneccimlerin sözleri bundan ibarettir.

Usûlcülerin dediği ise şudur: Ay, bir cisimdir. Cisimler, cisim olmaları itibariyle birbirine eşittirler. Bütün mahiyetinde birbirine eşit olan şeylerin, levazımları (ayrılmaz vasıflan) itibarı ile farklı olmaları imkânsızdır. İşte bu yakın (kesin bilgi) ifade eden bir mukaddime, (önerme) dir. Buna göre güneşin ve ayın kütlelerinde "ışığın" bulunması, caiz (mümkin) olan bir husustur. Böyle olan bir varlığın, varlığının yokluğuna tercih edilmesi, ancak hür, irâde sahibi bir fâil-i muhtar ile mümkin olur. Fâil-i muhtarın fiili olan her şey hususunda, o fâil-i muhtar var etmeye de yok etmeye de kadirdir. Bu izaha göre, ayın ışığında meydana gelen bu değişmeleri, ayın güneşe yaklaşıp uzaklaşmasına dayandırmaya haccet yoktur. Aksine bize göre, güneşin kütlesindeki ışığın varlığı, ancak kadir ve irade sahibi bir Yaratıcının var etmesi ile meydana gelmiştir. Ayın kütlesindeki ışık da böyledir.

Burada geriye şöyle demek kalır: Bu fâil-i muhtar, niçin bu değişmeleri güneşe değil de aya vermiştir? Bu hususta biz deriz ki: İslâm alimlerinin bu konuda iki cevabı vardır:

a) Allah'ın, fâil-i muhtar oluşunu her hangi bir maksad ve faydaya (maslahata) bağlamak imkânsızdır. Bunun imkânsızlığına şu hususlar da delâlet eder:

1) Bir maksaddan dolayı herhangibir iş yapan, eğer o maksadını gerçekleştirmeye o vasıta olmaksızın kadir ise, bu durumda o vasıtayla uğraşması abes olur. Eğer buna kadir değil ise, o kimse âciz demektir.

2) Bir maksaddan ötürü, herhangi bir iş yapan için eğer bu maksadın varlığı yokluğundan daha evlâ ise, bu kimse zâtı itibarı ile noksan olup başka birşey ile tamamlanmış olur. Eğer bu maksad onun için evlâ olmasaydı, bir maksad (garaz) olmazdı.

3) Eğer bu fâil-i muhtarın fiili, bir maksada (garaza) bağlı olsaydı; bu durumda bu maksad muhdes olur ise, muhdes (sonradan) oluşu yine bir başka maksada muhtaç olur. Bu maksad, muhdes değil de kadîm (ezelî) olur ise, onun kadîm oluşu sebebi ile bu fiilin de kadîm olması gerekir ki bu imkânsızdır. Bundan dolayı, alimler: "Her şeyi Allah yaratmıştır. O'nun yaratmasının bir illeti (sebebi) yoktur ve O'nun fiil ve hükümlerini bir illete bağlamak kesinlikle caiz değildir. Çünkü O, "Yaptığından sorulmaz, (fakat) insanlar (yaptıklarından) mesuldürler (Enbiya, 23) demişlerdir.

b) Bu, şöyle diyenlerin görüşüdür: "Allah'ın fiil ve hükümlerinde, maslahat ve hikmetlerin gözetilmiş olması gerekir." Bu görüştekiler, insan aklının, çoğu hususlarda, Allah'ın mülk ve melekûtundaki hikmet sırlarına ulaşmaktan aciz olduğunu da kabul etmişlerdir. Biz ise, ashabın ayın durumlarının değişmesindeki hikmeti sorduklarına işaret etmiştik. Buna göre Allahü teâlâ, bunun hikmetinin neler olduğunu zikretmiştir. Bu hikmetler, şu ayetlerde bahsedilen hususlardır: "De ki o, insanlar ve hacc için vakitler (tayin vasıtası) dır." Allahü teâlâ bu manayı şu ayette de zikretmiştir: "Allah o (aya), senelerin sayısını ve (zamanın) hesabını bilesiniz diye, menziller takdir etti" (Yunus, 5). Bir üçüncü ayetinde de, "Ve böylece gece ayetini (ayı) silip, (onun yerine) apaydınlık gündüz ayetini (güneşi) getirdik ki Rabbinizden bir fazl-ü inayet arayasınız ve senelerin sayısı ile hesabı bilesiniz diye...". (isra, 12) buyurmuştur.

Bu husustaki sözün tafsilâtı şudur: Zamanı aylarla belirlemede, kimi dinî, kimi dünyevî birçok menfaat vardır. Dini olanlar pek çoktur, oruç bunlardan birisidir. Nitekim Hak teâlâ, "(Bu), kendisinde Kur'an indirilen ramazan ayıdır" (Bakara, 185) buyurmuştur. Bunlardan bir diğeri hacctır. Nitekim Hak teâlâ, "Hacc, belli aylar(da)dır" (Bakara, 197). Bir üçüncüsü, kocası ölmüş kadınların iddetleridir. Nitekim Allahü Teâlâ şöyle buyurmuştur: "(Onlar) kendi kendilerine dört ay on gün beklerler" (Bakara. 234). Bir dördüncüsü de vakitlere bağlanmış olan nezirlerdir. Orucun faziletli olduğu günler de ancak hilâllerle tesbit edilebilir. Dünyevî menfaatler ise, borçlanma, kiral Amasözleşmeler, hamilelik ve emzirme müddetleri gibi hususlarla ilgilidir. Nitekim Hak teâlâ, "O çocuğun ana karnındaki müddeti ve sütten kesilmesi otuz aydır" (Ahkaf, 15) buyurmuştur. Ve bunun gibi hususlar. Bütün bu şeylerin vakitlerini belirlemek ancak, ayın şeklinde meydana gelen değişiklikler vasıtasıyla mümkün olur.

Bu durumda şayet: "Biz, zamanın belirlenmesinde ayın bulunmasına muhtaç olduğumuzu kabul etmiyoruz. Çünkü zamanı, güneşin tam bir turundan ibaret olan sene ile ve o seneyi işletmekle takdir etmek mümkündür. Meselâ, "Ben sizi senenin başında, veya altıda birinde, veya yarısında falan işle mükellef tuttum" denilebilir. Senenin diğer parçalan da böyledir. Yine zamanı, "Ben sizi senenin ilk gününde ve senenin başından itibaren elli gün geçtikten sonra falanca görevle mükellef tutuyorum" denilebilmesi gibi, günlere göre ayarlamak da mümkündür. Yine zamanı, sene ve gün ile ayarlamanın yanısı-ra, ay ile takdir etmek de caizdir. Fakat ay, gökteki ayın güneş ile birleşmesinden başlayarak ikinci defa birleşmesine kadar geçen zamandan ibarettir. Bu takdir, ister ayın ışığında bir değişiklik olsun, ister olmasın her zaman vardır. Görmüyor musun, sene, güneşin ışıklarında bir farklılık meydana gelmediği halde, güneşin hareketine göre hesaplanıyor. İşte bunun gibi, ayın ışıklarında bir değişiklik olmasa da, güneşi ayın hareketine göre takdir etmek de mümkündür. Ayın ışığında hiçbir şekilde değişiklik olmaz ve zamanın hesaplanmasında bir tesiri olmaz ise, zamanı aya göre hesaplamak caiz olmaz" denilirse, birinci şıkka şöyle cevap verilir:

Sizin söylediğiniz her nekadar mümkün ise de, ayları saymak, günleri saymaktan daha kolaydır. Çünkü ayların saytsı onikidir. Günler ise çoktur. Sonra zamanı, senelere; seneyi aylara; ayları günlere; günleri, saatlere; saatleri de nefeslere bölmenin, hatırda daha kolay tutulacağı ve şaşırtmayacak bir yol olduğu herkesin malumudur. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ, "Şüphesiz Allah katında ayların sayısı onikidir" (Tevbe, 36) buyurmuştur. Bu tıpkı, tertibin güzelliğini gözeten ve eserini bölümlere, bölümleri bablara, babları fasıllara, fasılları meselelere ayırmaya dikkat eden bir müellifin yaptığı gibidir. İşte buna böyle cevap verilir.

İkinci şıkkın cevabı şöyledir: O sizin dediğiniz gibidir. Fakat ayın şekilleri değiştiği zaman, ayların başını, ortasını ve sonunu bilmek, böyle bir değişikliğin olmamasına göre daha kolaydır. İşte Cenâb-ı Hak, kullarının, ayın değişen durumları vasıtası ile Allah'ın birliğine ve kudretinin tamlığına istidlal etmelerinin yanı sıra, dünyevi menfaatlerinden ötürü, ayı hayranlık veren bir idare ile yürüttüğünü haber vermiştir. Nitekim O,

"Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında ve gece ile gündüzün uzayıp kısalmasında ve birbirinin peşisıra gelmesinde, akıl sahipleri için deliller vardır" (Al-i İmran, 190) ve "Gökte burçlar yaratan, onların içine bir kandil ve nurlu bir ay yerleştiren (Allah'ın) şanı ne yücedir" (Furkan 61) buyurmuştur. Yine ayın kütlesinde bu tür değişiklikler olmasaydı, felsefecilerin, "Semavî kütlelerin durumlarında değişiklik olması mümkün değildir" şeklindeki şüpheleri kuvvet kazanmış olurdu. Hâlbuki Allahü teâlâ, o hükümran hikmeti ile güneşi değişmez bir hal üzere bırakmış, akıl sahipleri için, "güneşin aynı halde kalması ancak Allah'ın onu o şekilde bırakması ile; ayın şeklinin devamlı değişmesi de Allah'ın değiştirmesi ile olduğu" ortaya çıksın diye, ayın durumundaki değişmeleri ortaya koymuştur. Böylece, bütün bunlar, bu yolla kendilerinin Hakîm, Kadir ve Kahir bir Müdebbire muhtaç olduklarına şahid olurlar. Nitekim Hak teâlâ, "Allah'ı hamdi ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların tesbihini anlamazsınız" (isra, 44) buyurmuştur. Bunları iyice anladığın zaman biz deriz ki: Ayın durumla-, rındaki değişmelerin, bizim bahsettiğimiz bakımlardan, vakitlerin belirlenmesi hususunda büyük bir fayda sağladığı ortaya çıkınca, Allahü teâlâ bu faydalara, "De ki, "onlar insanlar ve hacc için vakit (tayin vesile) teridir" diyerek dikkat çekmiştir. Çünkü bu faydalan tek tek saymak, lafı gereksiz yere uzatmaya sebep olur. Bir kısmını sayıp, bir kısmını bırakmak ise, sebepsiz bir tercih olur. Bu durumda geriye, ayın bu durumunun, vakit tayin vesilesi olduğunu söylemekle yetinmek kalır. İşte Cenâb-ı Hakk'ın böyle buyurması Kur'an'ın büyük fesahatinin delilidir.

Allahü teâlâ'nın sözünde bir takdir vardır ve bu, "Hacc için" şeklindedir. Bu tıpkı Hak teâlâ'nın "Eğer siz çocuklarınızı emzirtmeyi yani çocuklarınız için emzirtmeyi isterseniz... "(Bakara, 233) ayetinde olduğu gibidir. Bil ki biz, hilâllerin birçok ibâdetin vakitlerini tayin vesilesi olduğunu beyân etmiştik. Buna göre, burada özellikle haccın zikredilmesinde mutlaka bir fayda vardır. Bu faydanın, "Hacc vakitleri ancak hilâller ile biliniyor" diye ifade edilmesi mümkün değildir. Çünkü Hak teâlâ, ouyü "Hacc belirli aylar (da) dır" (Bakara, 197) buyurmuştur. Çünkü orucun vakti de ancak hilâllerle bilinir. Cenâb-ı Allah, "(Bu) kendisinde Kur'an inzal edilmiş olan ramazan ayıdır" (Bakara, 185) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de:

"Hilali görünce oruç tutunuz ve (yine) hilali görünce orucu yiyiniz" Buhârî, Savm, 11; Müslim, Siyam, 4 (2/759). demiştir. Bu husustaki izahların en güzeli Kaffâl (radıyallahü anh)'ın yaptığı şu izahtır: Ayet-i kerimede sadece haccın zikredilmesi. farz olan haccın, Allah'ın belirlediği aylara hasredildiğini ve cahiliye Araplarının nesîde (ayların yerini değiştirmede) yaptıkları gibi, haccı belli aylarından afıp, başka aylara nakletmenin caiz olmadığını beyân etmek içindir. Allah en iyisini bilendir.

Cahiliye Dönemine Ait Bir Âdetin Kaldırılması

Allahü teâlâ'nın "Evlere arkalarından girmek bin (İyilik) değildir" ayetinde birkaç mesele vardır:

Ayetin Nüzul Sebebi

Alimler bu ayetin sebep-i nüzulü hususunda şu rivayetlere yer vermişlerdir:

1) Hasan el-Basrî ile Esamm, şöyle demiştir: Cahiliyyede, bir kimse bir şeye kastedip, o şeyi elde etmek kendisine zor gelince, bu kimse evinin kapısından içeri germeyip, tam aksine evine arka tarafından girip çıkmaya başlar ve bunu bir yıl sürdürür. İşte bunun üzerine Allahü Teâlâ, onları böyle davranmaktan nehyetmiştir Çünkü, onlar bunda bir uygunsuzluk hissettikleri için, bunu böyle yapıyorlardı. İşte, bu açıklamaya göre ayetin tefsiri şöyle olur:

Uğursuzluk sayarak, evlerinize arka tarafından gelmeniz iyilik değildir. İyilik ancak, Allah'tan başkasından değil, Allah'tan korkan ve kendisinde uğursuzluk hissettiği şeyden çekinmeyip, aksine Allah'a tevekkül ederek, sadece Allah'tan ittikâ eden kimsenin hareketidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak,

"Allah'tan korkunuz; umulur ki felaha erersiniz"; yani, "dinî ve dünyevî hususlardan hayra ulaşasınız, elde edesiniz... Diye" buyurmuştur. Bu, Allah'ın tıpkı,

"Kim ki Allah'tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu gösterir ve onu, hiç ummadığı yerden rızıklandınr". (Talak, 2-3 ) "Kim Allah'tan ittikâ ederse, Allah onun işini kolaylaştırır" (Talâk, 4)buyurması gibidir.

Ayet hakkındaki izahın tamamı şöyledir: Eli boş çıkan kimse hakkında, denilir. Buna göre söz konusu ayetimizde zikredilen felahın, şu şekilde olması caizdir: Kurtulmanız ve başarılı olmanız için, size vacib olan şey, Allah'tan ittikâ etmenizdir.

Uğursuzluk Telâkkisinin Haramlığı

Hazret-i Peygamber'den, uğursuzluk vehminden nehyettiğine dair haberler vârid olmuştur. O, bir hadisinde, "Ne sirayet vardır, ne de uğursuzluk." Buhari. Tıb, 19, 45; Müslim, Selâm, 112-114(4/1746).

Yine:"Herkimi, bir uğursuzluk inancı seferinden alıkoyarsa, o kimse müşrik olur" Câmi'us-Sagîr, 2/172, (Benzeri hadis); (Müsned'den, 2/220). (veyahut da Hazret-i Peygamber nasıl buyurduysa) demiştir. Yine Hazret-i Peygamber uğursuzluktan hoşlanmıyor, ama bir şeyden uğur sezmeyi seviyordu. Çünkü Allahü Teâlâ, Hazret-i Musa ve beraberindekilerle uğursuzluk vehmine düşen kavmi kınayarak, "Dediler ki, biz senden ve senin yanında bulunanlardan uğursuzluk sezdik.. Bunun üzerine o da, "sizin uğursuzluğunuz Allah katındadır" dedi" (Neml. 47) buyurmuştur.

2) Rivayet edildiğine göre İslâm'ın ilk yıllarında, müsiumanlardan birisi ihrama girdiği zaman, eğer bu kimse yerleşik bir hayat sürdürüyor ise, evinin arkasından bir delik açıp, evine buradan girip çıkıyor veyahut da bir merdiven edinerek, o merdivenden evinin damına çıkıyor, sonra da oradan eve iniyordu. Eğer bu ihrama giren kimse, göçebe hayatı yaşayanlardan ise, çadırın. Arkasından girip çıkıyordu. İşte bunun üzerine onlara, "Evinize girmekten dolayı zorlanmanız, iyilik değildir. Ancak iyi kimse, Allah'tan ittikâ eden kimsedir" denilmiştir.

3) Cahiliyye dönemindekilerden birisi, ihrama girdiği zaman, evinin veya çadırının arkasından girip çıkacağı bir delik açıyordu. Ancak, taassub gösterenler müstesna.. Bunlarda "Kureyş, Kînâne, Huzâa, Sakîf, Haysem, Benû Amir İbn Sa'sa'a ve Benû Nasr İbn Muâviye'dir. Bunlar dinlerine çok bağlı oldukları, çok direttikleri için, kendilerine "Humus" denilmiştir. Hamaset, diretmek demektir. Bunlar ihrama girdikleri zaman, kesinlikle evlere girmez, çölde bir gölgelikle gölgelenmezler, yağ, yoğurt ve peynir yemezlerdi. Sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ihrama girerken, bir başkası da ihrama girmişti. Böylece, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ihramlı iken harap bir bostanın kapısından içeri girdi. Müteakiben Hazret-i Peygamber'i ihrama giren o adam da görerek, O'nun peşine takıldı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, "Benden uzaklaş" buyurdu. Adam, "Niçin, ya Resûlallah?" dedi. Hazret-i Peygamber, "Sen ihramlı iken kapıdan içeri girdin" deyince, o adam biraz duraklayarak, "Ben senin sünnetine ve hidâyetine razı oldum. Senin girdiğini gördüğüm için, ben de girdim" dedi. İşte bunun üzerine, Allahü Teâlâ, bu ayeti indirip ihrama girmeleri hususunda aşırı davranmalarının iyilik olmadığını, aksine iyi olan kimsenin Allah'a muhalefet etmekten korkan kimse olduğunu onlara bildirmiş ve onlara cahiliyye adetlerini terk etmelerini emrederek, "Evlerinize, kapılarından geliniz" buyurmuştur. İşte bü ayetin sebep-j nüzulü hakkında söylenen bundan ibarettir.

İkinci Mesele

Alimler ayetin tefsiri hususunda üç izahta bulunmuşlardır:

a) Bu ekseri müfessirlerin görüşüdür. Buna göre, ayet, sebep-i nüzulü olarak rivayet ettiğimiz hâdiselere hamledilir. Fakat bu takdirde, ayetin tertibi hususunda bir söz söylemek zorlaşır. Çünkü ashab, Resûlullah'a, ayın ışığının azalıp çoğal mas ındaki hikmeti sormuşlar, Cenâb-ı Allah da bunun hikmetini, "Deki, o hilâller insanlar ve hacc için birer vakit (tayin vasıtası) dır" diyerek açıklamıştır. Buna göre, ayın ışığındaki değişmelerin hikmetini izah ile bu hâdise arasında hangi alaka vardır? Sonra bu görüşte olan müfessirler bu soruya birçok bakımdan cevap vermişlerdir:

1) Allahü teâlâ, hilâlin durumunun değişmesinin hikmetinden bahsedince, o değişik durumları insanlar ve hacc için birer vakit tayin vasıtası kılmıştır.

Hacc hususunda insanların nazar-ı itibara aldıkları şey, ayın bu durumu olunca, şüphesiz Allahü teâlâ bu hususta konuşmuştur.

2) Cenâb-ı Allah, "Evlere arkalarından girmeniz bin (iyilik) değildir" buyruğunu, ifadesine bağlamıştır. Çünkü bu iki hâdise de aynı anda vuku bulmuştur. Ayet de, bu iki hâdise hakkında aynı anda nazil olmuş ve bu ikisini birbirine bağlamıştır.

3) Sanki ashab-ı kiram ayın durumundaki değişmelerin hikmetini sormuşlar da, kendilerine, "Sizi ilgilendirmeyen şeyleri sormayı bırakın da, araştırılıp ortaya konması sizin için daha mühim olan meselelere dönün Çünkü, hiç de öyle olmadığı halde sizler, evlerinize arka tarafından girip çıkmayı iyilik zannediyorsunuz" denilmiştir.

b) Allahü teâlâ'nın ayeti, onlar için darb-ı mesel olarak getirdiği bir ifadedir. Ayetten maksad, onun zahîrî mânâsı değildir. Bunun izahı şudur: Bilinen ve dosdoğru olan yol, bilinen şeyle bilinmeyen (zannî olan) şeye istidlal etmektir. Fakat zannî olan bir şeyi bilinen birşeye delil getirmek, yapılması gerekenin aksi ve hak yolun zıddıdır. Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki, âlemin hür, iradeli ve hakîm olan bir Yaratıcısının bulunduğu delillilerle sabittir. Ve yine hakîm olanın, abes ve sefeh (akılsızlık)tan uzak olan bir doğruyu yapacağı hususu da delillerle sabittir. Bunu ve ayın ışığındaki değişmenin o hakîm Allah'ın fiili olduğunu bildiğimizde, bu değişmede bir hikmet ve maslahatın bulunduğunu anlarız. Bu böyledir, çünkü bizim, hikmetten başka hiçbir şey yapmayan hakîm Allah'ı böyle bilmemiz, O'nun yaptığı her şeyde mutlaka bir hikmetin bulunduğunu gösterir. Bu, bilinen şey ile bilinmeyen şey hususunda bir istidlaldir. Fakat bizim, kendisinde hikmetin bulunduğunu bilmememiz ile o şeyi yapanın hakîm olmadığına istidlal etmemiz bâtıldır. Çünkü bu bilinmeyen ile bilineni zedelemek için yapılan bir istidlaldir.

Bunu iyice anladığın zaman, Cenâb-ı Hakk'ın, "Evlerinize arkalarından girmeniz, bin (iyilik) değildir" buyruğundan maksad şu olur: "Yani, siz ayın ışığındaki değişmelerin hikmeti bilemediğiniz zaman, Yaratıcının hikmetinden şüphe etmeye başladınız ve ne iyilikten, ne de aklın kemâlinden olan bir iş yaptınız.. İyilik bu sizin yaptığınız değil, evlerinize kapılardan girmek iyiliktir. Böylece sizler Yaratıcının bu bilinen ve yakînî olan hikmeti ile şu bilinmeyen şey hususunda istidlal eder ve her nekadar ne olduğunu bilmeseniz de, bu hususta yüce bir hikmetin bulunduğuna kesinkes hükmedersiniz. Böylece "evlere arkalarından girme" fiili, doğru olan yol ve usûlden dönmekten; "evlere kapısından girmek" de, dosdoğru bir yola ve metoda sımsıkı sarılmaktan kinaye kılınmıştır. İşte bu kinayeli ifade hususunda, meşhur bir yoldur. Çünkü başkasını doğru yola yöneltmek isteyen kimse, ona "işi kapısından girerek yapman gerekir, yani işi usûlüne göre yapmalısın" der. Bunun aksi durumda ise, "Falanca o işe kapısından gitmedi." (Yani, usulünce ve yolunca yapmadı) denilir. Nitekim Hak teâlâ, "Onlar o (kitabı) arkalarına attılar" (Âl-i İmran, 187) ve "O (kitabı) arkanıza attınız" (Hud, 92)buyurmuştur. Kinayelerde bu, meşhur ve alışılmış yol olduğu için, Cenâb-ı Allah, bu üslûbu burada kullanmış (zikretmiş) tir. İşte bu kelamcıtarın te'vilidir. Bu ayetin tefsiri doğru olmaz. Çünkü bunun birinci şekilde tefsiri ile ayetin tertibine bozukluk arız olur. Hâlbuki Allah'ın kelâmı bundan münezzehtir.

c) Bu, Ebu Müslim'in söylediği tefsirdir. Buna göre ayetten murad, onların "nesî" hususundaki bildikleri şeydir. Çünkü onlar, haccı, Allah'ın tayin ettiği vaktinden çıkarıyorlar ve böylece helâli haram, haramı helâl kılıyorlardı. Bu sebeple evlere arkalarından girmelerinden bahsedilmesi, hacc ve hacc aylan hususundaki vâciblere muhalif davranmanın bir misalidir.

Üçüncü Mesele

Ayetinin takdiri şöyledir: "Fakat "korkan kimsenin binidir." Bu tıpkı, (Bakara, 177) ayeti gibidir. Bunun izahı daha önce geçmişti.

Dördüncü Mesele

Hamza, Kisâî, Asım'dan rivayetinde; Ebu Bekir, Nâfi'den rivayetinde Kalûn, kelimeyi bâ harfinin kesresi ile (......) şeklinde okumuşlardır. Çünkü onlar, bâ'nın zammesinde yâ harfine geçişi ağır görmüşlerdir. Diğer kıraat imamları da kelimeyi aslı üzere, bâ'nın zammesi ile. (......) şeklinde okumuşlardır. Kurra'nın hem bu kelime, hem de gibi benzeri kelimelerde, burada anlatılması uzun sayılacak, çeşitli kıraat şekilleri vardır.

Allahü Teâlâ'nın"ve Allah'tan korkun" buyruğuna gelince, her vacibi yapmanın ve her haramdan kaçınmanın, bu emrin muhtevasına girdiğini beyân etmiştik. Ayetin sonundaki, ifadesi, "felah bulaşınız diye..." manasındadır. "Felah" arzu edilen şeye (maksada) ulaşmak ve onu elde etmek demektir. Mu'tezile "Bu ayet, Allah'ın bütün insanların felaha ermesini murad ettiğine delâlet eder. Çünkü ayette herhangi bir tahsis yoktur" demiştir. Allah en iyisini bilir.

Onuncu Hüküm Savaşla İlgili Hüküm

189 ﴿