196

"Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın. Fakat (bunlardan) alıkonursanız, kolayınıza gelen bir kurban (gönderin) ve bu kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin" .

Bu ayetle ilgili bazı meseleler var:

Haccın Mahiyeti

Arapçada 'hacc", kastetmek manasındadır. Bir kimse, bir şeye defalarca niyetlenip, ona sürekli gidip geldiği zaman, denilir. "Hâ" harfinin kesresiyle olan, lâfzı, "sene" manasına gelir. İnsanlar her sene haccettikleri için, sene manasında, denilmiştir.

Şeriatta "hacc", hususî birtakım fiillerin ismidir. Bu fiillerin bir kısmı "rükün", bir kısmı"vacib", bir kısmı da "Sünnet'tır. "Rükün, yapılmadıkça ihramdan çıkılması mümkün olmayan şeylerdir.

Vacipler de, yapılmadığı zaman kurban kesmeyi gerektiren fiillerdir. Sünnetleri ise, terkinden ötürü kurban kesme cezası gerekmeyen fiillerdir.

Haccın rükünleri, bize göre beştir: İhram, Arafat'da vakfe yapmak, Ka'be'yi tavaf, Safa ile Merve arasında sa'y etmek ve başı tıraş etmek veya kısaltmak.

Başı tıraş etmek ve kısaltma hususunda iki görüş vardır: Bu görüşlerin en doğrusu, bunun yapılmadıkça ihramdan çıkmak helâl olmayan bir rükün oluşudur.

Haccın vâcibterine gelince, bunlar, Mîkat'da ihrama girmek, bir görüşe göre Arafat'da güneş batıncaya kadar durmak, yine bir görüşe göre Kurban bayramı gecesi Müzdelife'de gecelemek, Cemretü'l-Akabe taşlarını atmak;

Bir görüşe göre Kurban bayramı gecelerinde Mina'da gecelemek ve bu günlerde şeytan taşlamak.

Bunların dışında kalan haccın diğer fiilleri sünnettir.

Umrenin rükünleri ise dörttür: İhram, Ka'be'yi tavaf, sa'y ve başı traş etmek.

Başı tıraş etmede iki görüş vardır: Umre yapan sa'yirti tamamlayınca, eğer kurbanı varsa onu keser ve sonra saçını ya tıraş eder veya kısaltır. İhramdan çıkmak kurban kesmeye dayanmaz.

İkinci Mesele

Allahü Teâlâ'nın, "tamamlayınız" emri tamamlama hususunda bir emirdir, Bu emir mutlak bir emir midir, yoksa hacc ve umreye girmiş olmaya bağlı bir emir midir? Bizim âlimlerimiz, bunun mutlak bir emir olduğu görüşündedirler. Buna göre âyetin manası, "Hacc ve umreyi, kâmil ve tam sıfatıyla yapınız" şeklindedir.

Bu hususta ikinci görüş, Ebu Hanife (radıyallahü anh)'nin görüşüdür. Ona göre bu, hacc ve umreye başlamış olma şartına bağlı bir emirdir. Buna göre ayetin manası "Kim hacc ve umreye başlarsa, onları tamamlasın" şeklindedir. Hanefiler şöyle demişlerdir: "Bir şeye başlamanın vacib olmaması mümkündür. Fakat o ibâdete başladıktan sonra, onu tamamlamak vâcib olur." Bu ihtilafın neticesi şudur: Umre bizim mezhebimize göre vacibtir. Ebu Hanife'ye (Allah ona rahmet etsin) göre ise vâcib değildir.

Umrenin Farz Olup Olmadığı

Bizim mezhebimizin birçok delili vardır:

Birinci Delil: (......) ayetidir. Bu âyet ile istidlal ediliş şekli şudur: Tamamlama ile, bir fiilin tam ve kamil manada yapılması murad edilir. Bununla, "Bu fiile başladığınız zaman, onu tamamlayın" mânâsı da murad edilebilir. Bu ihtimal sabit olunca, bu ifadenin manasının bu olması gerekir. Bu ihtimalin açıklamasına gelince, buna,

"Hani Rabbi, İbrahim'i kelimelerle imtihan etmişti de o onları tamamlamıştı" yani o, kelimelerin ifade ettiği fiilleri tam ve kâmil manada yapmıştı" (Bakara, 124) ve yani orucu geceye kadar tastamam yapınız" (Bakara, 137) âyetleri delâlet etmektedir. Lâfzın bu manaya hamledilmesi, "Bundan murad, oruca başlayınız, sonra da onu geceye kadar tamamlayınız” manasıdır oiyen kimsenini sözünden daha uygundur. Çünkü bu son takdire göre, mahzuf bir cümleye ihtiyaç duyulur. Bizim tercih ettiğimiz takdire göre ise, buna ihtiyaç duyulmaz. Böylece Allahü teâlâ'nın "Haccı tamamlayın..." emrinden muradın, "onu mükemmel ve eksiksiz bir şekilde yapınız" manasının olduğu sabit olur. Öyle ise, lâfzı bu manaya hamletmek gerekir. Bu konuda söylenebilecek en uzak ihtimal, bu ifadeden muradın, "Siz oruca başladığınız zaman, onu tamamlayınız" manası olmasıdır.

Fakat âyeti birinci manaya hamletmek daha uygundur. Buna, birkaç şey delâlet eder:

a) Âyetin ikinci manaya hamledilmesi, bu emrin bir şarta bağlı sayılmasını gerektirir. Buna göre ayetin takdiri şöyle olur:

"Eğer siz hacc ve umreye başlarsanız, onları tamamlayınız." Bizim benimsediğimiz birinci izaha göre ise, bu şartın takdir edilmesine gerek kalmaz. Bundan dolayı birinci izah evlâdır.

b) Müfessirler bu ayetin hacc hakkında nazil olan ilk ayet olduğunu söylemişlerdir. Binaenaleyh bu ayeti, haccı vâcib kılma manasında anlamak, hacca başlamış olmak şartı ile onu tamamlama manasına hamletmekten daha evlâdır.

c) Bazıları bu ayeti, "Haccı ve umreyi Allah için ikâme ediniz" şeklinde okumuşlardır. Bu, her nekadar haber-i vâhid yerine geçen şazz bir kıraat ise de, âlimlerin ittifakı ile bir te'vili bir başka te'vile tercih etmeye yeterli bir sebeptir.

d) Desteklediğimiz görüş, hacc ve umrenin vacib oluşlarını ifade ettiği gibi, bu ibadetlere başladıktan sonra bunları tamamlamanın vâcib olduğunu da ifade eder. Sizin yapmış olduğunuz te'vil ise, sadece vacib oluşun kendisini ifade eder. Demek ki bizim desteklediğimiz görüş, daha faydalıdır. Binaenaleyh ayeti bu manaya hamletmek daha evlâ olur.

e) Âyetin konusu ibâdettir. Binaenaleyh bunda ihtiyat daha evlâdır. Hem haccın, hem umrenin farz olduğunu söylemek ihtiyata daha uygundur. Bundan dolayı ayeti bu manada almak gerekir.

f) Farzet ki biz, bunlara başladıktan sonra bunları tamamlamanın vacib olduğuna hamlediyoruz, fakat şöyle diyoruz: Âyetin lâfzı, tamamlamanın vacib olduğuna kesin olarak delâlet eder. Bu emrin zahiri, vâcibliği ifade eder. O halde tamamlamak kesin olarak vacibtir. Bir işi tamamlamadan önce, başlama söz konusudur. Mükellefin gücü dahilinde olduğu zaman, vacibin ancak kendisi ile tamamlanacağı şey de vâcibtir. Binaenaleyh hacc ve umreye başlamak da vâcibtir.

g) İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir. "Canım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın kitabında o onun arkadaşıdır. Yani Kur'an-ı Kerim'de bu ayette, bir emir olarak, umre haccın arkadaşıdır." Buna göre bu âyetin manası, "Namazı kılın ve zekâtı verin "(Bakara, 110) ayetinin manası gibidir. İşte bu, birinci delilin izahının tamamıdır.

Bu durumda eğer: "Hazret-i Ali, İbn Mes'ud ve Şa'bî, lâfzı merfu olarak, "Umre Allah içindir" şeklinde okumuşlardır. Bu da vâcib oluş bakımından, umrenin haccın hükmünün dışında olduğu görüşünü benimsediklerini gösterir" denilirse, biz deriz ki: Bu kıraat bazı bakımlardan kabul edilmez:

a) Bu şazz bir kıraattir. Binaenaleyh mütevâtir kıraate muarız olamaz.

b) Bu knaaftte Arapça cümlesinin fiil cümlesine atfedilmiş olmasını gerektirir.

c) ifadesi, "Umre Allah'a ibâdettir" manasına gelir. Umrenin sırf Allah'a ibâdet oluşu, vâcib olmasına ters değildir. Aksi halde her iki kıraatin manaları arasında bir tezad ortaya çıkar ki bu caiz değildir.

d) ifadesinin manası, "Umre Allah'a ibâdettir" şeklinde olunca, umrenin emredilmiş olması gerekir. Çünkü Hak teâlâ, "(Onlar) ancak Allah'a ibâdet etmekle emrolundular" (Beyyine, 5) buyurmuştur. Emir, vâcib oluşu gösterir. Bu durumda da maksadımız hâsıl olur.

İkinci Delil: "Hacc-ı Ekber günü." (Tevbe, 3) ayeti, vezninin ifade ettiği hakiki manasından dolayı, küçük haccın da vâcib olduğunu gösterir. Küçük hacc da, alimlerin ittifakıyla, umreden başka birşey değildir. Umrenin bir hacc olduğu sabit olunca, onun da "Hacca tamamlayınız" ve "Beytullâh'a haccetme, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır" (Âl-i İmran. 97) âyetlerinden ötürü vâcib olması gerekir.

Üçüncü Delil Umre Hakkında Hadis-i Şerifler

Bu meseleyle ilgili birçok hadis vardır. Bunlardan birisi İbnu'l Cevzî'nin Buhâri ve Müslim'in ittifakla kitaplarına aldıklarını naklettiği şu hadistir:" Cebrâil (aleyhisselâm), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e İslam'ın ne olduğunu sordu. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: (İslâm); senin Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in O'nun peygamberi olduğuna şehâdet etmen, namazı kılman zekâtını vermen, ramazan orucunu tutman, hacc ve umre yapmandır" Buhari. İman, 1 buyurmuştur.

Yine Nu'man b. Sâlim'in, Ömer b. Evs'den, onun da Ebu Rezîn'den rivayet ettiğine göre, Ebu Rezîn, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: "Babam oldukça yaşlı iken İslam'a girdi. Bundan dolayı da ne hacc ve umre yapabilir, ne de hicret edebilir?" diye sordu. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Babanın yerine haccet ve umre yap " Ebu Davud, Menâsik, 26 (2/162). buyurarak her ikisini de emretti. Emir ise vücûb ifade eder.

İbn Sîrîn'in Zeyd b. Sabit (radıyallahü anh)'den rivayet ettiği hadis de bunlardandır. Bu hadise göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem),

"Hacc ve umre, iki farzdırlar. Hangisi ile başlasan olur" buyurmuştur.

Aişe binti Talha (radıyallahü anhnha)'nın, Hazret-i Aişe validemizden rivayet ettiği şu hadis de bunlardandır. Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnha):

"Ey Allah'ın Resulü, kadınlara da cihâd farz mıdır?" diye sordum, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

"Onlara, kendisinde vuruşma olmayan bir cihâd vardır: Bu da hacc ve umredir" ibn Mace, Menâsik. 8 (2/968).buyurdu.

Dördüncü Delil: Şafiî (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), haccetmeden önce umre yapmıştır. Şayet umre vacib olmasaydı, Hazret-i Peygamber'in ilkönce vâcib olan haccı yapması daha uygun olurdu."

Umrenin Vacip Olmadığına Dair Deliller

"Umre vacib değildir" diyen (Hanefilerin) de birçok delili vardır:

Birinci Delil: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e tslâmın rükünlerini soran bedevî Arabın kıssasıdır. Hazret-i Peygamber bu bedeviye, İslam'ın rükünlerinin namaz, zekât, hacc ve oruç olduğunu öğretti. Bunun üzerine bedevi, "Bana bunlardan başkasını yapmak gerekir mi?" diye sorduğunda, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Hayır, fakat yapacağın nafile ibâdetler müstesna" demiştir. Bedevi Arap da, "Bundan ne fazlasını ne eksiğini yaparım" dedi. Bunun üzerine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Eğer doğru söylüyorsa, bedevi kurtuldu." Buhari, Savm, 1.Buyurmuştur.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), 'İslam beş şey üzerine kurulmuştur. Bunlar: Allah'dan başka tanrı olmadığına ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in O'nun peygamberi olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, ramazan orucunu tutmak ve Ka'be'ye haccetmektir" ve "Beş vakif namazınızı tafta mallarınızı (zekâtını vererek) temizleyin, Kâ'benizi haccedin ve böylece Rabbinizin cennetine gtrin" Tirmizi, Salât. 434 (11/516).buyurmuştur.

Bu hadisler, nerede ise mütevatir derecesine ulaşmış meşhur rivayetlerdir. Binaenaleyh bunlara ilâve yapmak da, bunlan reddetmek de caiz değildir.

Muhammed İbnu'l-Münkedir'den, onun da Cabir İbn Abdullah'dan rivayet ettiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e umrenin vacib olup olmadığı sorulmuştu da, O: "Hayır (vâcib değil). Fakat umre yapman senin için daha hayırlı olur" Ahmed İbn Hanbel. 111/316.diye cevap vermişti.

Yine Mu'aviye ed-Dârir den, onun da Ebu Salih el-Hanefî'den, Ebu Salih'in de Ebu Hureyre (radıyallahü anh)'den rivayet ettiği hadise göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Hacc cihaddır, umre nafile İbâdettir" İbn Mâce, Menâsik. 44 (M/995), buyurmuştur.

Bu delile birkaç bakımdan cevap verilir:

1) Sizin getirdiğiniz hadisler, âhâd rivayetlerdir, binaenaleyh Kur'an'a muarız olamaz.

2) Belki de umre, Hazret-i Peygamber bu hadisleri söylerken vâcib değildi. Bu hadislerden sonra Cenâb-ı Hakk'ın, (......) ayeti nazil oldu. Bu, doğruya daha yakındır; çünkü ayet, hicretin yedinci yılında nazil olmuştur.

3) A'râbî'nin kıssası, haccın zikredilmesini ihtiva etmektedir. Bu kıssada, hacc tafsilatıyla anlatılmamıştır. Hâlbuki biz, umrenin de hacc olduğunu açıklamıştık. Çünkü umre de, küçük haccdır. Binaenaleyh bu, umrenin vâcib oluşuna ters düşmez.

Muhammed İbnu'l-Münkedir'in hadisine gelince, bu haber Haccâc İbn Urtât'ın rivayetidir ki, bu kimse zayıf kabul edilmiştir.

Haccın Nevileri

Bil ki hacc üç kısımdır: İfrâd, kıran ve temettü haccı...

İfrâd haccı, kişinin sadece haccetmesidir. Kişi haccı bitirdikten sonra, Hill'in en yakın yerinden umreye başlar. Veyahut ta, hacc aylarından önce kişinin umre yapıp, daha sonra aynı yıl için haccetmesidir.

Hacc-ı kıran, hacc ayları içinde kalbiyle her ikisine de niyyet ederek, hacc ve umre için ihrama girmesidir. Yine, hacc aylan içerisinde umre için ihrama girer, daha sonra da tavaftan önce haccın ihramına da girerse, yine bu hacc, hacc-ı kıran olmuş olur.

"Hacc-ı temettü "ise, hacc ayları içerisinde ihrama girip. Umreyle alâkalı fiilleri yapıp daha sonra da o yıl içersinde haccı da ifâ etmesi şeklinde olur. "Hacc-ı temettu"a, kişi umrenin ihramından çıktıktan sonra, hacc yapan kimsenin ihrâmlı iken yapamadığı şeylerden hacc ihramına girmeden önce istifade ettiği için, "temettü" denilir.

Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki, âlimler bu üç hacc çeşidinden hangisinin daha efdal olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Şafiî (radıyallahü anh), bunların en efdalinin hacc-ı ifrâd, sonra temettü; daha sonra da hacc-ı kıran olduğunu söylemiş ve "İhtilâfu'l-Hadis" adlı eserinde de temettu'un ifraddan daha üstün olduğunu söylemiştir.

İmâm-ı Mâlik (radıyallahü anh) de, temettu'un ifraddan daha efdal olduğunu söylemiştir.

Ebû Hanife (radıyallahü anh) bunlardan en efdalinin " hacc-ı kıran" olup sonra ifrâd, daha sonra da temettu'un geldiğini söylemiştir ki, işte bu bizim âlimlerimizden Müzenî, Ebu İshâk ve El-Mervezî'nin de görüşüdür.

Ebu Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed de, kıranın daha efdai olduğunu, sonra temettu'un, daha sonra da ifrâdın geldiğini söylemiştir.

Hacc-ı İfradın Efdal Olduğuna Dair Şafiî'nin Delilleri

Şafiî (radıyallahü anh)'nin hacc-ı ifrâdın daha efdal olduğuna dair delilleri şunlardır:

1) Allahü Teâlâ'nın "Ve Allah için hacca ve umreyi tamamlayınız" ayetiyle istidlal etmiştir. Bu ayetle İmam-ı Şafiî üç bakımdan ihticâc etmiştir:

a) Ayet, umre lâfzının el-Haccu lâfzına atfedilmiş olmasını gerektirir. Hâlbuki atf, ma'tuf ile ma'tufun aleyh arasında, başkalığı ve farklılığı iktizâ eder. Mugâyeret de ancak, hacc-ı ifrâd yapıldığında söz konusu olur. Hacc-ı kıran yapıldığındaysa, yapılan tek bir şeydir. Bu da hacc ve umredir. Böylece bu, atfın sahîh olmasına mâni olur.

b) Allah'ın "Ve Allah için hacca ve umreyi tamamlayınız" ayeti, O'nun, "Fakat engellenirseniz, kolayınıza gelen kurbanı kesin" ayetinin deliliyle hacc-ı ifrâdı gerektirir. Hâlbuki hacc-ı kıran yapıldığında, muhsar olunma durumunda, bu haccı yapan kimsenin iki kurban kesmesi gerekir. Yine, Allahü Teâlâ insanlara hacc-ı ifrâd yaparken tek bir fidyeyi vâcib kılmıştır. Muhsar olduğunda hacc-ı kıran yapan kimseye iki fidye gerekir.

c) Bu ayet, tamamlamanın vâcib olduğunu gösterir. Tamamlamak ise, ancak hacc-ı ifrâd yapıldığında söz konusu olur.

Bunun böyle olduğuna da, şu iki husus delâlet eder. Birinci husus: "Yerine haccetmesini vasiyyet ettiği kimseye, vasiyyet edenin vatanından haccetmesinin gerekli olduğu" deliliyle, haccetmede yolculuk yapmak maksûd olan bir şeydir. Eğer haccetmede sefere çıkmak maksud olmasaydı, o kimse en yakın mîkattan hacca başlayabilirdi. Yine bunun böyle olduğuna âlimlerin, "Yürüyerek haccetmeyi nezreden kimse, binitli olarak haccederse, bu kimseye kurban gerekir" demiş olmaları da delâlet eder. Böylece yolculuk yapmanın gerekli olduğu ortaya çıkmış olur. Hâlbuki hacc-ı kıran, yolculuğu azaltmayı gerektirir. Çünkü hacc-ı kıran sebebiyle, iki yolculuk bir yolculuğa inmiş olur. Binaenaleyh, haccı tamamlamanın, ancak hacc-ı ifrâd ile mümkün olacağı ortaya çıkmış olur. İkinci husus: Haccın manası ancak, şerefli yerleri ve mübarek makam ve meydanları ziyaret etmektir. Buna göre haccı Allah'ın ziyaretçisi; Allah ise, o kimsenin ziyaret ettiği zât demektir. Hiç bir şüphe yoktur ki, ziyaret ve hizmet ne kadar çok olursa, hizmet edilenin yanında bu hizmetin kadrü kıymeti o nisbette büyük olur. Hacc-ı kıran yapıldığında, iki ziyaret tek bir ziyarete indirilmiş olur. Daha doğrusu, hacc ve umrede mevcut olan her türlü.taât ve ibâdet, hacc-ı ifrâd yapıldığında tekrarlanırken, hacc-ı kıran yapıldığında tek bir defa olur. İşte böylece hacc-ı ifrâdın tamamlanmaya daha yakın olduğu ortaya çıkar. Böylece, bu ayetin hükmüyle hacc-ı ifrâd size göre vâcib olmasa da, en azından daha efdaldir..

2) Hacc-ı ifrâd, haccın bir kere yapılmasını, bundan sonra da umrenin îfa edilmesini gerektirir. Böylece hacc-ı ifrâddaki zor işler daha çok olmuş olur. Binaenaleyh, Hazret-i Peygamber'in, "İşlerin en faziletli olanı, en zor olanlarıdır" buyurmuş olmasından dolayı, hacc-ı ifrâdın daha üstün olması gerekir.

3) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hacc-ı ifrâd yapmış idi. Bundan dolayı hacc-ı ifrâdın daha üstün olması gerekir. Biz, Hazret-i Peygamber'in hacc-ı ifrâd yaptığını söyledik; çünkü sahabenin bu husustaki rivayetleri farklı farklı olmuştur. Meselâ Müslim Sahîh'ince Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnha)'den, Hazret-i Peygamber'in "hacc-ı ifrâd" yaptığını rivayet etmiştir. Câbir ve İbn Ömer de, Hazret-i Peygamber'in hacc-ı ifrâd yaptığını rivayet etmişlerdir. Enes'den de şöyle dediği rivayet edilmiştir:

Ben, Hazret-i Peygamber'in devesinin boynuna yakın bir yerde duruyordum. Omuzlarıma da. devenin salyaları akıyordu. İşte bu esnada Hazret-i Peygamber'in, "Hacc ve umreyle birlikte sana icabet ediyorum" Müslim, Hacc, 185. dediğini duydum."

Sonra Şafiî (radıyallahü anh), Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnha) Câbir ve İbn Ömer'in rivayetini, şu bakımlardan Enes'in rivayetine tercih etmiştir:

a) Ravilerin durumu nazar-ı dikkate alınarak.. Meselâ Hazret-i Aişe'ye gelince bu, âlim bir hanım idi. İlmiyle beraber, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e çok yakın ve O'nun durumlarına da çok muttali' idi. Câbir'e gelince, bu Enes'den daha önce Hazret-i Peygamber'in sahabesi sıfatını almıştır. Enes, o zamanlar küçük bir çocuk olup, ilmi de azdı. İbn Ömer ise, fâkih olması yanında, Hazret-i Peygamber'e başkalarından daha yakın idi. Çünkü kızkardeşi Hafsa, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hanımı idi.

b) Kıran haccının yapılmadığı, "istishâb" deliliyle de tekid edilmiştir.

c) Hacc-ı ifrâd, ibâdetin çokluğunu; kıran ise, ibâdetin az olmasını iktizâ eder. Bundan dolayı, Hazret-i Peygamber'e hacc-ı ifrâdı nisbet etmek daha evlâdır. Hazret-i Peygamber'in hacc-ı ifrâd yaptığı sabit olunca, hacc-ı ifrâdın daha üstün olması gerekir. Çünkü Resûlullah kendisi için, her zaman daha efdal olan ibâdeti seçmiş ve ara, "haccınızın rükunlanm benden öğreniniz" Müsned, III/318, 366.buyurmuştur.

4) Hacc-ı ifrad, ibâdetin çoğaltılmasını gerektirir, hacc-ı kıran ise azaltılmasını... Binaenaleyh hacc-ı ifrâd daha evlâdır. Çünkü cinlerin ve insanların yaratılmasından maksad, Allah'a ibâdet etmeleridir. Bundan dolayı daha çok ibadet yapmaya götüren her şey daha üstün olur.

Hacc-ı Kıran'ın Efdal Olduğuna Dair Ebû Hanife'nin Delilleri

Ebû Hanife (radıyallahü anh)'nin delilleri ise şunlardır:

1) ayetine tutunmak. Bu ifade, bundan maksadın hacc ve umreden birinin, veyahut da tamamlama suretiyle, her ikisinin birden vacib kılınmış olduğunu gösterir. Buna göre, bu emri birinciye hamledersek, ikinciyi ifade etmez; eğer bunu ikincisine hamledersek, birincisini ifade etmiş olur. Bu sebeple, ikincisi daha şümullü olmuş olur. Binaenaleyh, lâfzı buna hamletmek gerekir. Çünkü evlâ olan, Allah'ın kelâmını daha çok manâ ifade edene hamletmektir.

2) Hacc-ı kıran, iki rüknün arasını cem etmektir. Bu sebeple bunun, bir rüknü yerine getirmekten daha efdal olması gerekir.

3) Hacc-ı kırân'da, kişi iki rüknü gerçekleştirmeye koşar; hacc-ı ifrâdda ise, sadece iki rükundan birisinin gerçekleştirilmesi için gayret sarfedilir. Binaenaleyh, Allah'ın, "Allah'ın affına ve cennetine koşunuz" (Al-i İmran. 133) buyurmasından dolayı, hacc-ı kıran'ın daha efdal olması gerekir.

Ebu Hanife'nin birinci deliline cevap: Biz, bu ayetin üç bakımdan, hacc-ı ifrâdın daha şümullü olduğuna delâlet ettiğini açıklamıştık. Sizin zikrettiğiniz ise, sırf bir hüsn-i zandır. Çünkü siz, "Lâfzı, daha geniş manalı olana hamletmek evlâdır" dediniz. Durum böyle olunca, tercih bizim görüşümüzden yana olur.

Ebu Hanife'nin ikinci ve üçüncü delillerine cevap: Hacc-ı kıran yapanın yaptığı her şeyi, hacc-ı ifrâd yapan da yapar. Ancak ne var ki, hacc-ı kıran insanın uhdesinden taâtin düşürülmesi için bir çaredir. Binaenaleyh olsa olsa bir ruhsat söz konusudur. Amaonun efdal olmasına gelince; hayır!.. Özet olarak diyebiliriz ki Şafiî (radıyallahü anh), umresiz yapılan ifrâd haccının, umre ile yapılan haccdan daha üstün olduğunu söylemiyor. Ne var ki O, "Kim vaktinde hacceder, daha sonra da yine vaktinde umresini yaparsa, bu İki şeyin toplamı umreyle birlikte yapılan haccdan daha efdal olur" diyor.

Hacc ve Umreyi Tamamlamanın Mânası

Ayetindeki "itmam" tefsiri hakkında bazı görüşler bulunmaktadır:

1) Hazret-i Ali ve İbn Mesûd'dan rivayet edildiğine göre, hacc ve umreyi tamamlamanın mânası, "Kişinin kendi memleketinden ihrama girmesi" şeklindedir.

2) Ebu Müslim, bunun manasının, "Kim Allah için hacc ve umre yapmaya niyetlenirse, o kimseye tamamlaması vâcib olur" şeklinde olduğunu söylemiş ve açıklamasının doğruluğuna da şunu delil getirmiştir: Çünkü bu ayet, kâfirler bir önceki sene Hazret-i Peygamber'i hacc ve umreden menettikten sonra nazil olmuştur. Böylece Allahü Teâlâ bu ayette, Resulüne bu farzı tamamlamadığı sürece niyetinden caymamasını emretmiştir. Bu açıklamadan fıkhî bir netice elde edilir. Bu da, (başlanan) nafile hacc ve umrenin, aynen farz olan hacc ve umre gibi tamamlanmasının vacib olduğudur.

3) Esamm şöyle demiştir: " Allahü Teâlâ, hacc ve umreyi farz kılmış, sonra da kullarına riâyet edilmesi gereken kural ve kaideleri yerine getirmelerini emretmiştir".

İmam Ebû Hamid el-Gazâli (radıyallahü anh), "İhya" da bu konuyla ilgili husustan anlatarak, şöyle demiştir: "İhrama girmeden önce nazar-ı dikkate alınan şeyler sekiz tanedir:

a) Mal ile ilgili olanlar. Buna göre kişinin ilk önce tevbe etmesi; kendisinde hakkı bulunan kimselerle helâlleşmesi; borçlarını ödemesi; geri dönünce-ye kadar bakımları kendisine ait olan kimselerin nafakalarını hazırlayıp, temin etmesi; yanındaki emânetleri sahibine vermesi; helâl ve hoş malından kısmaksızın, tam aksine azığında ve yoksullara ikramda bulunma hususunda bolca harcamada bulunabileceği bir tarzda, gidip gelmesine yetecek bir miktar para ve malı yanında bulundurması; yola çıkmadan önce tasaddukta bulunması ve kendisini taşıyabilecek güç ve kuvvette olan bir hayvan satın alması veya kiralaması... Eğer hayvanı kiralayacaksa, kiraya veren kimseyi hoşnud edecek her şeyi yapması gerekir.

b) Arkadaşlarıyla ilgili olan hususlar.. Hacc yapacak kimsenin hayrı sever, kendisine yardımcı olacak, unuttuğu iyi şeyleri hatırlatacak, hatırladığı zaman ona yardımcı olacak, korktuğu zaman onu cesaretlendirecek, âcizlendiği zaman onu takviye edecek, gönlü daraldığında ona sabır tavsiye edecek sâlih ve iyi bir arkadaş edinmesi gerekir. Memlekette kalan kardeşleri ve dostlarıyla vedâlaşır, onların kendisine duâ etmelerini ister. Çünkü Allahü Teâlâ, onların dualarında hayırlar yaratmıştır. Vedalaşırken sünnet olan, hacca giden kimsenin şöyle demesidir: yani: "Dinini, emânetini ve amelinin akıbetini Allah'a ısmarlıyorum."

c) Evden çıkma hususundadır... Buna göre hacca giden kimse evden çıkarken, iki rekât namaz kılar. Bu rekâtların birincisinde, Fâtiha'dan sonra Kâfirûn sûresini; ikinci rekatta da İhlâs sûresini okur. Namazı bitirdikten sonra, ihlâs ve samimiyetle Allah'a duâ eder.

d) Kapının önüne çıktığında hacca giden kimse şöyle der:

"Allah'ın adıyla başlıyorum. Allah'a tevekkül ettim ve sığındım.. Güç ve kuvvet, ancak Allah'ın elindedir." Bu manadaki dualar ne kadar çok olursa, o kadar güzel olur.

e) Bineğine binme hususundadır.. Hacca giden kimse bineğine bindiği zaman,

"Allah'ın ismiyle başlıyorum.. Allah'a sığınırım; Allah en büyüktür. O'na tevekkül ettim. Güç ve kuvvet ancak, yüce ve ulu olan Allah'ın kudret elindedir. Allah'ın dilediği olur, dilemediği ise olmaz" Bunlardan sonra da şu ayetleri okur: "Bunu bize râm eden Allah'ın şanı ne yücedir.. Biz, ona güç yetiremezdik." Muhakkak ki biz, Rabbimize dönüp varıcılarız" (Zuhruf, 13, 14)

f) Bineğinden inmesi hakkındadır. Sünnet olan, daha çok gece seyahat etmek; sıcak şiddetlen inceye kadar, binekten inmemesi (yolculuğa devam etmesi) dir. Bineğinden indiğindeyse iki rekât namaz kılıp, Allah'a çokça duâ etmesidir.

g) Eğer, gece veya gündüz, yolculuğu esnasında kendisine bir düşman ya da yırtıcı bir hayvan musallat olursa, Ayete'l-Kürsi'yi, (âli imrân, 18) ayetini, İhlâs ve Muavvizeteyn sûrelerini okuması ve "Azîm olan Allah ile korundum; ölmeyen, ebedî diri olan Zât'tan yardım istedim" der...

h) Yolda giderken, bir tepeye çıktığında üç defa tekbir getirmesi müstehab olur..

ı) Bu yolculuğun, ticâret ve benzeri şeyler gibi, dünyevî maksatlardan herhangi birisine bulaştırılmamasıdır.

i) İnsanın dilini fuhşiyyattan, fısk ve kavgadan muhafaza etmesidir.

Hacca giden kimse bu ön hazırlıkları yerine getirdikten sonra, haccın bütün rükünlerini, Kitâb ve sünnete en uygun ve en doğru olarak yapar. Bu kimsenin, bütün bu hususlarda gözettiği gaye ve maksadı, Allah'ın rızasını talep etmek olmalıdır. Buna göre, Hak teâlâ'nınemri bütün bu mânaları içine alan câmî ve şâmil bir sözdür. Buna göre kul haccını bu şekilde ifâ ettiğinde, Hazret-i İbrahim'in dinine ittibâ etmiş olur. Nitekim Hak teâlâ, "Hani Rabbi İbrahim'i birtakım kelimelerle sınamıştı da, o bunları bihakkın yerine getirmişti" (Bakara. 124) buyurmuştur.

4) (......) emrinden maksad , "Hacc ve umrenin herbiri için ayrı ayrı yolculuk yapın" şeklindedir. Bu, hacc-ı ifrâdın daha efdal olduğunu söyleyen kimsenin izahıdır ki, biz bu hususu delilleriyle beraber anlatmıştık. Bu te'vîl, Ali İbn Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'den de rivayet edilmiştir. Bu izah Ebu Hureyre'den merfû olarak yani Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sözü olarak da rivayet edilir. Hazret-i Ömer kıran ve temettü hacclarını yapmaz ve hacc ve umreyi tamamlama yönünden bu tatbikatın daha uygun olduğunu, umrenin ise hacc ayları dışında yapılmasını" söyledi. Çünkü Allahü Teâlâ, "Hacc Muayyen aylardadır" (Bakara, 197) buyurmuştur. Nâfi, İbn Ömer'in, "Hacc ve umrenizin arasını ayırın!" dediğini rivayet etmiştir.

Beşinci Mesele

Nâfi, İbn Âmr. İbn Kesîr, Ebû Amr ve Asımın râvisi Ebu Bekr, Kur'an'da geçtiği her yerde hâ harfinin fethasıyla, (......) şeklinde okumuşlardır ki, bu Hicâzhların lügatidir. Hamza, Kisaî ve Asım'ın ravisi Hafs, Al-i İmrân'da hâ'nın kesresiyle, "Evi haccetmek.." (al-i imrân, 97) şeklinde okumuşlardır. Kisaî de, ve kelimelerinde olduğu gibi, bunların aynı manaya gelen iki lügat olduğunu söylemiştir. Ve yine, fetha ile okunursa masdar, kesre ile okunursa isim olduğu da söylenmiştir.

Hak teâlâ'nın"Eğer kuşatıhrsanız..." buyruğuna gelince, Ahmed İbn Yahya şöyle demiştir: " kelimelerinin aslı, menetmektir. Sırrını söylemeyen kimse için, denilmiş olması da, bu anlamdadır. Çünkü bu kimse de sırrını ortaya koymaktan kendisini alıkoymuştur. Tuvalet ihtiyacının insanı alıkoymasına "Hasr"; hükümdara da "hasır" denilir. Çünkü hükümdar perde gerisinde olduğu için adetâ hapsedilmiş kimse gibidir. Nitekim Lebid'in şiirinde de şöyle geçmektedir:

"Hükümdarın kapısı yanında, birçok kimseler geceledi." Bildiğimiz hasıra da, bir şeyi başka bir şey ile birlikte tutma manasına teşbih ederek, parçaları birbirine tutunduğu için bu isim verilmiştir. Bütün bunları iyice anladığın zaman deriz ki, alimler, lâfzının, kişiyi maksadına ulaşmaktan alıkoyup, onu köşeye sıkıştırdığı zaman düşmanın alıkoyması ve engel olması manasına tahsis edildiğinde ittifak etmişlerdir.

(......) lâfzı üzerinde alimler, üç görüş üzere ihtilâf etmişlerdir:

a) Ebû Ubeyde, İbnü's Sıkkît, Zeccâc ve İbn Kuteybe ile lügatcılardan çoğunluğun görüşüdür. Buna göre bu kelime, hastalık manasınadır. İbnü's-Sıkkît şöyle demiştir: "Bir kimseyi seferden hastalık alıkoyduğu zaman, denilir." Sa'leb, Fasîhu'l-Kelâm adlı eserinde bu fiillerin,

"Hastalık sebebiyle alıkondu. Düşman yüzünden engellendi" şeklinde kullanıldığını söylemiştir.

b) (......) lâfzı, haps ve menetme manasınadır, bu ister düşman sebebiyle, ister hastalık yüzünden olsun. Bu görüş Ferra'nındır.

c) Bu kelime düşman tarafından olan alıkoyma ve menetme manasındadır. Bu, Şâfiî (radıyallahü anh)'nin görüşüdür. Bu görüş, İbn Abbas ile İbn Ömer (radıyallahü anh)'den rivayet edilmiştir. Bu ikisi şöyle demişlerdir: "Düşmanın alıkoyması dışında, hacc için başka bir alıkoyma söz konusu değildir." Dilcilerin çoğu bu görüşü, İmâm-ı Şafiî'ye nisbet ederler. Bu konunun neticesi, fıkhî bir mesele de ortaya çıkar. O da şudur:

Âlimler, düşmanın engellemesi sebebiyle "ihsâr"ın bulunacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Amma ihsâr ve muhasaranın hükmü, hastalık ve diğer engeller sebebiyle tahakkuk eder mi?

Ebû Hanife (radıyallahü anh), "Tahakkuk eder" dediği halde, Şafiî, "Tahakkuk etmez" demiştir.

Ebû Hanife'nin hücceti, dilcilere göre açıktır. Çünkü dilciler, bu hususta iki grupturlar:

1) "İhsâr" sadece hastalık sebebiyle meydana gelen engellemeye mahsustur, diyenler. Bu görüşe göre ayet, hastalık sebebiyle olan engellemenin bu hükmü ifade etmesi hususunda açık bir nass olur.

2) İster hastalık sebebiyle olsun, isterse düşmandan dolayı olsun, "ihsâr" mutlak anlamda engellemenin adıdır, diyenler. Bu görüşe göre de, Ebu Hani-fe'nin delili açıktır. Çünkü Allah'tı Teâlâ hükmü, "ihsâr"ın manasına bağlamıştır. Bu sebeple ister düşman sebebiyle, isterse hastalık sebebiyle olsun, ihsâr bulunduğunda, hükmün de tahakkuk etmesi gerekir.

Üçüncü görüşe gelince ki bu, "İhsâr, düşman sebebiyle engellemenin adıdır" şeklindeydi, bu, dilcilerin ittifakıyla yanlıştır. Doğruluğunu kabul etmemiz durumunda da, biz hastalığı, zorluğu savuşturma ortak noktası itibariyle düşmanın muhasarasına kıyaslarız. Bu açık ve zahir olan bir kıyastır (kıyâs-ı celî). İşte, Allah kendisinden razı olsun, Ebu Hanife'nin görüşünün izahı budur. Bu görüş de, açık ve kuvvetlidir.

Şâfii (radıyallahü anh)'nin görüşünün izah edilmesine gelince: Biz, ayetteki "ihsâr" dan muradın sadece düşmanın engellemesi olduğunu iddia ediyoruz. Dilcilerden nakledilen rivayetlere gelince, bunlar İbn Abbas ve İbn Ömer gibi zatlardan nakledilen rivayetlerle çelişir. Hiç şüphe yok ki, İbn Abbas ile İbn Ömer'in sözleri, dilbilgisi ve Kur'an tefsirini bilme hususunda yukarıda zikredilen dilcilerden daha önde oldukları için, daha evlâdır. Bundan sonra biz, bu görüşü çeşitli delillerle de pekiştiririz.

Birinci Hüccet: "İhsâr", hasr kökünden "if'âl" kalıbında bir masdardır. Bu kalıb, bazen teaddî manası için kullanılır. Meselâ, "Zeyd gitti ve ben Zeyd'i götürdüm" gibi. bazen, "şöyle oldu, şuna dönüştü" (sayrûret) anlamına gelir. Deve deve salgını vebasına tutulduğu zaman, (uğidde); bir kimse, uyuz bir deveye sahip olduğu zaman, denilir. Yine, bir şeyi herhangi bir sıfat üzere bulmak, anlamını da ifade eder. Meselâ, denilir, yani, "O kimseyi güzel bir sıfat üzere buldum." İhsâr'ın ta'diye için olması mümkün değildir. Binaenaleyh bunu, ya sayrûret manâsına veye vicdan (bulmak) mânasına hamletmek gerekir. Buna göre mâna, "Onlar mahsur ve muhasara edilmiş oldular"; (sârû) veyahut da, "Muhasara edilmiş olarak bulundular" demektir. Sonra dilciler, muhasara edilmiş kimsenin hastalık sebebiyle değil de, düşmanlık sebebiyle engellenmiş olduğunda ittifak etmişlerdir. Bu sebeple, ihsârın mânasının, "Onlar, düşman sebebiyle engellenmiş oldular veya düşman sebebiyle engellenmiş bulundular" şeklinde olması gerekir. Bu da bizim mezhebimizi takviye eder.

İkinci Hüccet: "Hasr", men etmekten ibarettir. Bir kimse için, o fiili yapmaya muktedir olup gücü de yettiği halde yapamadığında ancak, "o kimse fiilinden alıkonulmuş ve engellenmiş; maksadına ulaşamamış" denilir. Kudret, şartların uygunluğu ve uzuvların da elverişli olması sebebiyle meydana gelen bir keyfiyyetten ibarettir. Bu ise, hasta olan kimse için, bulunmamaktadır. Bu sebeple hasta kimse, kesinlikle herhangi bir şeye kadir olamaz. Dolayısıyla da ona, engellenmiştir, (memnû'dur) hükmünü vermek imkânsız olur. Çünkü hükmü mâni olana havale etmek, iktizâ edenin bulunmasını gerektirir. Kişinin düşman sebebiyle engellenmesi durumunda, burada herhangi bir fiile kadir olmak söz konusu olabilir. Ne var ki, düşmanın müdafaa etmiş olması sebebiyle, fiil imkânsız olmuştur. Böylece burada, "O kimse fiilden engellenmiştir" denilmesi doğru olur. Bu sebeple ihsâr lâfzının, düşman hakkında kullanılmasının hakikat ifade ettiği ortaya çıkar. Hâlbuki bu mânanın, hastalık hakkında hakikat olması mümkün değildir.

Üçüncü Hüccet: Hak teâlâ'nın (......) ifadesinin mânası, "eğer engellenirseniz veya men olunursanız" demektir. Hapsetmek için, mutlaka bir hapsedicinin; men etmek için de, bir men edenin bulunması gerekir. Hâlbuki hastalığı, engelleyici ve men edici olmakla nitelemek imkânsızdır. Çünkü hapsetmek ve engellemek; iş, olay ve hareket ifade eder. Hâlbuki işi, hareketi ve olayı, hastalığa nisbet etmek aklen imkânsızdır. Çünkü hastalık, bütün zaman devam etmeyen bir arazdır. O halde nasıl olur da hastalık, bir fail, bir engelleyici ve bir hapsedici olabilir? Ama düşmanlığı, hapsedici ve engelleyici diye nitelemek, hakikî bir vasıftır. Hâlbuki sözü hakikatine hamletmek, mecâzisine hamletmekten daha evlâdır.

Dördüncü Hüccet: "İhsâr", hasr kökünden türemiştir. Hasr lâfzında, hastalığı ihsas ettiren bir husus yoktur. O halde, ihsâr lâfzının, diğer bütün müştak lâfızlara kıyasla hastalığı ihsas ettirmekten ve hatırlatmaktan uzak olması gerekir.

Beşinci Hüccet: Allahü Teâlâ bundan sonra, "Sizden kim hasta olur veya, başından bir rahatsızlığı bulunursa" buyurmuş ve önceki ifadeye, hastayı atfetmiştir. Eğer "Muhsâr" kimse, hastanın kendisi olsaydı veya, hastalık İhsâr ifadesine dâhil olsaydı, bu bir şeyi kendisine atfetme olurdu.

Bu durumda şayet: "Allah, özel bir hükmü olması sebebiyle burada özellikle hastalığı zikretmiştir. Bu hususî hüküm de başı tıraş etmektir. Böylece ayetin takdiri, "Eğer hastalık sebebiyle engellenirseniz, kurban keserek ihramdan çıkarsınız; ve eğer hastalık sebebiyle başınız rahatsız olursa, tıraş olur, keffâret verirsiniz" şeklinde olur denilirse, biz deriz ki, her ne kadar bu, şu maksattan dolayı güzel olsa da, ne var ki bununla beraber bir şeyin kendi kendisine atfı gerekir. Ama"muhsar" olan, hasta olarak tefsir edilmediği zaman, bir şeyin kendine atfedilmiş olması gerekmez. Böylece de, "muhsar"ı hastadan başka bir mânaya hamletmek, sözün şu istidlalden uzak olmasını gerektirir. Bu sebeple bu, daha evlâdır.

Altıncı Hüccet: Hak teâlâ ayetin sonunda, "Emin olduğunuzda, kim hacca kadar umresiyle faydalanmak isterse... "(Bakara, 196) buyurmuştur. "Emniyet" kelimesi, hastalık hakkında değil, sadece düşmandan korkma hakkında kullanılır. Çünkü hastalık hakkında, ve kelimeleri kullanılır. Bu hususta, lâfzı kullanılmaz.

Bu durumda şayet: "Biz emniyet lâfzının sadece korku hakkında kullanıldığını kabul etmiyoruz Çünkü, "Hasta helak olmaktan kurtuldu" şeklinde de deniliyor. Ve yine ayetin sonunun hususî oluşu, başının umumî olmasına zarar vermez" denilirse, biz deriz ki: "Emniyet kelimesi mukayyet olmayıp, mutlak bırakıldığı zaman, sadece düşmandan emin olma manasını ifade eder." Soruyu soranın "ayetin sonunun hususî oluşu, başının umumî olmasına zarar vermez" şeklindeki sözüne de şöyle cevap veririz: "Bilâkis zarar verir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, Buyruğunda emniyetin neye dair olduğu hususunda bir izah bulunmamaktadır. Bu sebeple, mutlaka bundan muradın, "emniyetin" daha önce zikredilen bir şeyden olmuş olmasıdır. Daha önce zikredilen husus ise, "ihsâr" dır. Bu sebeple ayetin takdiri, "O ihsâr'dan emin olduğunuz zaman..." şeklinde olur. Emniyet lâfzının, sadece düşman hakkında kullanıldığı ortaya çıkınca, bu ihsârdan muradın, düşmanın engellemesi olması gerekir. Böylece bu delillerle, ayette zikredilen ihsâr'ın, sadece düşmanın engellemesi olduğu hususu ortaya çıkmış olur. "İhsâr, hassaten hastalığın, hasta kişiyi engellemesidir" diyenlerin görüşü, bu delillerle çürütülmüş olur.

Burada bir başka delil daha vardır. O da, şudur: Müfessirler, ayetin sebep-i nüzulünün şöyle olduğu hususunda ittifak etmişlerdir: Kâfirler Hudeybiye'de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i muhasara ettiler.

Âlimler, her ne kadar onlar bir sebepe binaen nazil olan ayetin, o sebebin dışındaki olayları içine alıp almadığı hususunda ihtilâf etmişlerse de, onlar, bu sebebin, o ayetin hükmünden hariç olmasının caiz olmayacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Buna göre, eğer ihsâr hastalığın engellemesine ad olarak verilseydi, bu durumda ayetin sebep-i nüzulünün, ayetin hükmünün dışında olması gerekirdi. Bu da icmâ ile yanlıştır. Böylece, söylediklerimizle, bu ayetteki "ihsâr"ın, düşmanın engellemesinden ibaret olmuş olduğu ortaya çıkmış olur.

Bu sabit olunca biz deriz ki, hastalığın engellemesini düşmanın engellemesine kıyas etmek mümkün değildir. Bunu iki bakımdan izah ederiz:

a) (......) lâfzı, dilcilere göre şart edatıdır. Şartın hükmü de, şart bulunmadığı zaman, meşrutun da açıkça bulunmamasıdır. İşte bu, hükmün ancak ayetin kendisine delâlet ettiği "ihsâr" da bulunmasını gerektirir. Buna göre bu hükmü kıyas yaparak, "ihsâr" dan başka şeyde isbât ettiğimizde bu, kıyas ile nassı neshetmek olur ki, bu da caiz değildir.

b) "İhram", bizzat kastedilerek neshe ihtimali olmayan ve devam eden serî bir hükümdür. Baksana; bir kimse hanımıyla cima ettiği zaman, hatta haccı fâsid olduğu zaman, ihramından çıkmaz. Yine, haccı kaçırdığı zaman, kendisine kaza gerekir. Hâlbuki hastalık, düşmanlık gibi değildir. Bir de hasta olan kimse, ihramdan çıkıp, hastalığından kurtulmuş olarak dönmesiyle istifade edemez. Düşman sebebiyle muhasara edilmiş olan kimse, eğer orada durursa, öldürülmekten korkar. Döndüğü zaman, öldürülme korkusundan kurtulmuş olur. İşte bu mesele hakkında, tefsire yakışacak şekilde söyleyebileceklerim bundan ibarettir.

İhsar Sebebiyle Kesilecek Kurbanlık

Cenâb-ı Hakk'ın, "Kolayınıza gelen kurban (kesiniz)" ayetinde birkaç mesele vardır:

Kaffâl (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Ayette bir takdir bulunmaktadır. Takdir de, "ve ihramdan çıkarsanız, kolayınıza gelen kurban (kesiniz)..." şeklindedir. Bu Hak teâlâ'nın tıpkı,

"Eğer sizden bir kimse hasta ya da yolculukta olursa, tutamadığı günler sayısınca, diğer günlerden tutsun" (Bakara, 184)âyeti gibidir. Yani, "(iftar da ederse) orucunu bozarsa..." demektir. Burada başka bir takdir daha bulunmaktadır. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, (......) ifadesi, manası tam olmayan ve mutlaka bir takdir yapmayı gerektiren bir sözdür. Sonra burada iki ihtimal bulunmaktadır:

a) (......) edatının mahallinin merfû olduğunun söylenmesi.. Buna göre takdir, "O zaman size, kolayınıza gelen kurban vâcibtir" şeklinde olur.

b) Ferrâ şöyle demiştir: "Kolayınıza geleni kurban kesiniz" manasında olmak üzere mansûb kılınırsa, doğru olur. Hâlbuki Kur'an-ı Kerim'de buna benzer yerlerde gelen ifadelerin pekçoğu merfûdur.

İkinci Mesele

(kolay oldu) manasınadır. Arapların, anlamında, anlamında, manasında, kullanışları böyledir.

Üçüncü Mesele

(......) kelimesi, (......) kelimesinin çoğuludur. Nitekim sen, müfredinde (......) çoğulunda da, (......) dersin. Ahmed İbn Yahya şöyle demiştir: Hicâzlılar tahfif yaparak kelimeyi; Temîmliler de şeddeli olarak, (......) şeklinde okuyor ve (......) ve (......) ve (......) diyorlardı. Şair ise şöyle demiştir:

"Mekke'nin, namazgahın ve gerdanlıklar takılmış kurbanlıkların boyunlarının Rabbi olan Allah'a yemin ettim!"

(......)nün manası, insanın yaklaşmak maksadıyla başkasına yollamış olduğu hediye gibi, Allah'a yaklaşmak maksadıyla, kurban edilmek üzere, O'nun evine yollanılan kurbanlık hayvandır. Hazret-i Ali, İbn Abbas, Hasan el-Basrî ve Katâde, kurbanlık hayvanların en iyisinin deve ortasının sığır, en aşağısının da davar olduğunu söylemişlerdir. Buna göre mana, "O kimseye, bu sayılanlardan kolayına geleni kurban etmek düşer" şeklinde olur.

Muhsarın ihramdan Çıkacağı Vakit

Muhsar olan kimse, daha önceden keseceği kurbanı belirlemişse onun yerini, bedeli tutabilir mi? Şâfiî (radıyallahü anh)'nin bu konuda iki görüşü vardır:

a) Bu hedy'in yerine başkası kurban edilmez; bu belirlenmiş olan hedy, devamlı olarak onun zimmetinde kalır.

Ebu Hanife (radıyallahü anh) de aynı görüştedir. Bunun delili şudur: Allahü Teâlâ, "muhsar" olan kimseye, muayyen bir kurbanı kesmesini emretmiş, bunun yerine başka bir bedeli belirtmemiştir.

b) Bunun yerine geçebilen bir bedel olabilir. Bu, aynı zamanda Ahmed Ibn Hanbel'in de görüşüdür.

Buna göre biz, birinci görüşü benimsediğimizde o kimsenin o anda ihramdan çıkması veya ihramına devam etmesi caiz midir? Sorusu ortaya çıkar. Bu hususta da iki görüş vardır:

1) O kimse, keseceği kurbanı buluncaya kadar ihramdan çıkmaz. Bu, Ebu Hanife'nin görüşüdür. Buna, ayetin zahiri de delâlet eder.

2) Meşakkattan dolayı o anda ihramdan çıkabilir. Bu, en doğru olan görüştür. İkinci görüşü benimsediğimizde, bunda pekçok ihtilâf olduğunu görürüz.

Bu muhtelif görüşlerin doğruya en yakın olanı şöyle denilmesidir: Kurbanlık hayvana para ile kıymet biçilir ve o para ile yiyecek alınıp fakir fukaraya dağıtılır. Biz böyle söylüyoruz, çünkü bu mana "hedy" lâfzına daha uygundur.

Beşinci Mesele

Muhsar kimse ihramdan çıkmak isteyip kurbanını kestiğinde, kurban keserken ihramdan çıkmaya niyetlenmelidir. Bu kimse kurbanını kesmedikçe ihramdan çıkamaz.

Altıncı Mesele

Alimler umre hususunda ihtilâf etmişlerdir. Fakih- terin pek çoğu "ihsâr" hususunda umrenin durumunun haccın hükmü gibi olduğunu söylemişlerdir.

İbn Şîrînden, umre için "ihsâr" hükmünün söz konusu olmadığı, çünkü umrenin belli bir vakte bağlı olmadığı rivayet edilmiştir. Bu görüş yanlıştır. Çünkü ayetteki, Eğer engellenirseniz" ifadesi, hacc ve umre emrinin peşinden getirilmiştir. Binaenaleyh bu ifade, her ikisiyle de ilgilidir.

Haccda Tıraş Olmanın Vakti

Hak teâlâ'nın iki "Kurban mahalline ulaşıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyiniz" ayetiyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayette bir hazif vardır. Çünkü kişi, kurbanın mahaitine (yerine) ulaşması ile değil, ancak kurbanının kesilmesi ile ihramdan çıkabilir. Buna göre ayetin

Takdiri şöyledir: "Kurban mahalline varıp, kesilinceye kadar başlarınızı tıraş etmeyiniz. O kesilince başlarınızı tıraş ediniz."

İkinci Mesele

Şafiî (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Muhsar olan kimsenin kurbanını, Harem'de değil de, engellendiği yerde kesmesi caizdir."

Ebu Hanife (radıyallahü anh) ise, kurbanın ancak Harem'de kesilebileceğini söylemiştir. Bu ihtilâfın menşei, ayetin tefsiri ile ilgilidir. Buna göre İmâm Şâfiî (radıyallahü anh), ayetteki (......) kelimesinin, (ism-i zaman olarak)"ihramdan çıkılan zaman" manasına olduğunu, Ebu Hanife de (ism-i mekân olarak) "ihramdan çıkılan yer" manasına olduğunu söylemişlerdir.

Şafiî (radıyallahü anh)'nin delili birkaç yöndendir:

1) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hudeybiye'de engellendi, kurbanını da orada kesti. Hâlbuki Hudeybiye, Harem sınırlarında değildir. Hanefiler ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Mekke mıntıkasının en uç tarafı olan ve Harem'e dâhil bulunan Hudeybiye'nin en kenarında bulunan bir bölgede engellendiğini söylemişlerdir. Vakidî şöyle demiştir: "Hudeybiye, Mekke'ye dokuz mil uzaklıkta ve Harem'in kenar bölgesidir." Kaffâl (radıyallahü anh) tefsirinde, bu meseleye cevap vererek şöyle demiştir:

"Onlar, İnkâr eden ve sizi Mescid-i Haram dan ve alıkonulmuş kurbanların mahalline ulaşmasından meneden kimselerdir" (Fetih, 25) ayetidir. Bu ayette Hak teâlâ, kâfirlerin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kurbanını ulaştırmak istediği yere ulaştırmasına manî olduklarını beyân etmiştir. Buna göre ayet, ashabın kurbanlarını Harem dışında kesmiş olduklarını gösterir.

2) Muhsar, ister Harem bölgesinde ister Hill (Harem'in dışında kalan helal bölge) de bulunsun, kurbanını kesmekle emrolunmuştur. Bu sebeple, onun ister Hill ister Harem'de olsun kurbanını kesmesi gerekir. Birinci şıkkın izahı şöyledir: Ayetteki 'Eğer engellenirseniz" ifadesi, isler Hitl bölgesinde, ister Harem'de bulunsun muhsar olan herkesi içine alır. Allahü teâlâ'nın bu buyruğunun peşi sıra gelen, sözünün manası, "Size, kolayınıza gelecek kurban kesmeniz vaciptir" veya "Kurbandan kolayınıza geteni kesiniz" şeklindedir. Her iki takdire göre de ayetin, ister Hill, isterse haremde muhsâr olsun, bu kişinin kurban kesmesinin vâcib olduğuna delâlet ettiği sabit olur. Bu sabit olunca, o kimsenin, Hill veya harem, nerede olursa olsun kurbanını kesmesi gerekir. Çünkü bir şey ile mükellef tutulan kimse için, o şeyin ilk derecesini yapması caizdir (ve yeterlidir). Durum böyle olunca, muhas (engellenen) kimsenin, engellendiği yerde kurbanını kesmesinin caiz olması gerekir.

3) Allahü teâlâ, o anda düşman tehlikesinden kendini kurtarabilmesi için, muhsar olan kimseye kurbanını kesmek suretiyle ihramdan çıkma imkânı vermiştir. Şayet, bu kimsenin kurbanını Harem'de kesmesi gerekli olsaydı ve ayetin ifade ettiği gibi kurbanı kesilmedikçe ihramdan çıkamasaydı, bu kimse ihramdan o anda çıkamazdı. Bu ise, bu hükmün meşru kıtınmasındaki hikmete ters düşerdi. Bir de, kurbanı Harem-i Şerife ulaştırmaya çalışan, eğer Muhsarın kendisi ise, düşman korkusu söz konusu değil demektir. O halde bunu yapabilen kimse için, korkunun varlığından nasıl emin olunabilir? Eğer kurbanı Harem'e ulaştıran ber başkası olacak ise, muhsar o kimseyi bulamaz. Bu durumda ne yapabilir?"

Ebu Hanife (radıyallahü anh)'nin delili ise şunlardır:

1) (......) lâfzı, ayne'l-fiilinin kesresi Ne, "mescid" ve "meclis" kelimeleri gibi ism-i mekândır. Buna göre, ayeti, kurbanın o anda, henüz ihramdan çıkılacak yere ulaşmamış olduğuna delâlet eder. Hâlbuki siz (Şâfiîlere) göre, kurban o anda yerine ulaşmış oluyor. Ebu Hanife'nin bu görüşüne, "ism-i zamandır, ifadesinin "borcun ödenmesi gereken vakti" manasına geldiği de meşhurdur" diye cevap verilir.

2) "Farzet ki, (......) kelimesi hem ism-i zaman, hem de ism-i mekândır. Fakat Allahü teâlâ, bu ihtimali, "Sonra onun yeri, Beyt-i Atik'e (Kâbe)' yedir" (Hacc, 33) ve ' Kâbe'ye ulaşacak bir kurban." (Maide, 95) buyurarak izale etmiştir. Buna göre bu mahalden muradın Harem bölgesi olduğunda şüphe yoktur. Çünkü Kâ'be'nin içinde kurban kesilmez."

Buna da şöyle cevap verilir: İmam Şafiî (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "İhramlı kimseye, kesmesi gereken deve veya ceza kurbanı, iki durum dışında, ancak Harem fakirlerine dağıtılmak üzere, Harem'de yerine getirilir (kesilir). Bu iki durum, şunlardır:

a) Birisi kurbanını sürer de kurban diretirse, kurbanını keser ve fakirlere teslim eder.

b) Düşman sebebiyle olan muhsar kurbanı, muhsarın engellendiği yerde kesilir. Sizin delil getirdiğiniz ayetler, bu iki durum dışındaki kurbanlar hakkındadır. O halde, niçin böyle söylüyorsunuz?"

3) "Alimler, "hedy", kulun Rabbisine gönderdiği hediye mesabesinde olduğu için böyle isimlendirilmiştir. Hediye, o hediyeyi hediye eden kimse hediye ettiği yere gönderdiği zaman "hediye" diye adlandırılır. Bu mana ancak, kurbanların mahallini Harem kabul ettiğimizde mümkün olur." Ebu Hanifenin bu deliline de şöyle cevap veririz: "Bu isim ile delil getirmedir. Sonra bu, gûç ystirildiğinde yapılması efdal olanı gösterir."

4) "Haccın diğer kurbanlarının hepsi, ister ibâdet olarak, ister keffâret (ceza) olarak kesilsin, ancak Harem-i Şerifte kesilebilirler. Bu da böyledir." Bu delile şöyle cevap verilir: Bu kurban ancak, korkuyu izale etmek için vâcib olmuştur. Korkunun bertaraf olması ise, ancak "ihsâr" mahallinde olur. Fakat bu kimsenin kurbanını Harem'e göndermesi vacib olsaydı, bu maksad meydana gelmezdi. Bu mana diğer kurbanlarda mevcud değildir. İkisi arasındaki fark ortaya çıkmaktadır.

Üçüncü Mesele

Bu ayet, ancak kolayına gelen kurbanı takdim etmesinden sonra muhsâr (olan) kimsenin, ihramdan çıkıp başım tıraş edebileceğini gösterir. Nitekim Cenâb-ı Hak, sahabeye, bir sadaka verdikten sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile fısıltı halinde konuşmalarını emretmiştir.

"Sizden kim hasta olur, veya başında bir eziyeti bulunursa, ona oruç, sadaka veya kurban (cinsin)den bir fidye gerekir. Emin olduğunuz zaman, kim hacca kadar, bir umre (yaparak) faydalanmak isterse, kolayına gelen bir kurban (kesmesi gerekir). Fakat (kurban) bulamazsa hacc günlerinde üç gün, hacctan dönünce yedi gün olmak üzere, tam on gün oruç tutmak gerekir. Bu, ailesi (evi) Mescid-i Haram'da (Harem bölgesinde) olmayanlar içindir. Allah'dan korkun ve bilin ki Allah ikâbı şiddetli olandır" .

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Ayetin Nüzul Sebebi

İbn Abbas, bu ayetin Ka'b b. Ucre (radıyallahü anh) hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Ka'b şöyle anlatır: "Hudeybiye Senesi'nde Allah'ın Resulü yanıma geldi. Saçlarımın arasında, yüzüme dökülecek kadar bit ve sirke vardı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Başındaki haşerâtsana eziyet veriyor değil mi?" dedi. Ben de, "Evet, ya Resulallah" dedim. Bunun üzerine O, "Saçlarını tıraş et" buyurdu. Bu hâdise üzerine Cenâb-ı Hak bu ayeti gönderdi." Bu âyetten maksad, ihramlı kimse hastalığı veya başındaki haşerât sebebiyle rahatsız olursa, fidye vermek şartı ile o kimsenin tedavi olması ve başını tıraş etmesinin mubah kılınmasıdır. Allah en iyi bilendir.

İkinci Mesele

Ayetteki, lâfzı, mahzuf bir mübtedânın haberi olduğu için merfûdur. Buna göre bunun takdiri, "Ona fidye gerekir" şeklindedir.

Ve yine bunun diğer bir takdiri daha vardır. O da "ve tıraş da olursa, ona fidye gerekir" şeklindedir.

Üçüncü Mesele

Bazı alimler bu ayetin sadece muhsar olan kimseyle ilgili olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu kimsenin kurbanı yerine ulaşmadan önce, o kimseye bazen bir hastalık veya bitlenme arız olur. Eğer o sabrederse, Cenâb-ı Allah ona, fidye vermesi şartıyla bu hususta izin vermiştir. Diğer bazı alimler ise, buradaki ifadenin, bedenine hastalık arız olup da tedavi olması gereken ya da başında bir sıkıntısı (biti) olup da, saçlarını kestirmesi gereken her ihramlı kimse için müstakil bir hüküm olduğunu söylemişlerdir. Böylece Cenâb-ı Allah, onun bunu yapabileceğini ve vermesi gereken fidyeyi açıklamıştır.

Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki: Hasta olan kimse bazen elbisesini giymeye ihtiyaç duyar, bu durumda da giyinme ruhsatı, tıraş olma ruhsatı gibi olur. bazen da bu ihtiyaç, çok şiddetli soğuk ve benzeri sebeplerden dolayı olur. Dolayısı ile o kimseye, fidye vermek şartı ile bu yapacağı şey mubah kılınmıştır. bazen da, çoğu hastalıklarda güzel koku kullanmaya ihtiyaç duyulur. Bu husustaki hüküm de aynıdır. Başında bir eziyet bulunan kimseye gelince, bu eziyet bazen bit ve sirkesi; bazen baş ağrısı; bazen bir hastalığın ve acının meydana çıkmasından endişelenmekle olur. Velhasıl bu, haccın bütün mahzurlu şeyleri hakkında umûmî bir hükümdür.

Dördüncü Mesele

Alimler, bu kimsenin önce fidye verip ondan sonra mı ruhsattan istifade edeceği, yoksa önce ruhsattan istifade edip sonra mı fidye vereceği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Ayetin zahiri bu durumda olan bir kimsenin önce bu ruhsattan istifade edip sonra fidye vereceğini ifade etmektedir. Çünkü ruhsattan istifade etmek, fidyenin vâcib oluşunun bir illeti (sebebi) gibidir. Binaenaleyh fidyeden önce olması lâzım gelir. Yine biz, ayetin takdirinin "ve tıraş olursa ona fidye vermesi gerekir" şeklinde olduğunu açıklamıştık. Çünkü söz ancak bu şekilde muntazam olmaktadır. O halde fidyenin, ruhsattan sonraya bırakılması gerekir.

Haccdaki Fidyenin Cinsi

Allahü Teâlâ'nın "Oruç, sadaka veya kurban cinsinden..." ifadesinden maksad, bu fidyenin bu üç şeyden biri ile olacağını belirtmektir. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

(......) kelimesinin asıl manası "ibâdet" tir. İbnü'l A'râbî, "Nüsük, gümüşün (eritilip) kalıba dökülmesidir. Gümüşten kalıba dökülen her parçaya "nesîke" denir. Daha sonra ibadet eden kimseye, posasından ayrılmış, erimiş saf maden gibi, nefsini günah kirlerinden temizleyip arındırdığı için, "nfisik" denmiştir. İşte "nüsük" kelimesinin asıl manası budur. Daha sonra kesilen kurban için, bu kendisiyle Allah'a yaklaşılan ibadetlerin en şereflilerinden olduğu için, "nüsük" denmiştir" demiştir.

Kesilecek Kurbanlığın Cinsi

Alimler, kurbanın en aşağısının davar cinsinden ocağında ittifak etmişlerdir. Çünkü "nüsük" (kurban), su üç şeyden birisi ile yerine getirilir: Deve sığır ve davar. Bu üç şeyin en azı davar olunca, kurbanda vacib olacak en aşağısı (küçüğü) de davar olur. Oruç tutmak veya sadaka vermeye (fakiri doyurmaya) gelince, ayette bunların nasıl ve ne kadar olacağına delâlet eden bir şey yoktur. Bu hususun izahında iki görüş vardır:

a) Bu, Ka'b b. Ucre'nin ifadesinden anlaşılan husustur. O da şudur: Ebu Davud'un Sünen'inde rivayet ettiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ka'b b. Ucre'ye uğrayıp başında çokça bit görünce, ona:

"Tıraş ol sonra kurban olarak bir koyun kes veya üç gün oruç tut veyahut da altı fakire üç sa hurma ver" Ebu Davûd, Menâtfk. 43 (H/172) demiştir.

b) İbn Abbas ve Hasan Basri'den rivayet edildiğine göre, onlar "Hacc-ı Temettü yapan kimse on gün oruç tutar ve bu sayıda fakiri doyurur" demişlerdir. Bunlar, "Oruç tutma ve fakiri doyurma (sadaka) hususları ayette mücmel (İzahsız) olunca, bunları daha sonra gelecek olan müfesser (bunu açıklayan) bir ifadeye hamletmek gerekir. Bu müfesser ifade de, kurban bulamadığı takdirde temettü haccı yapan kimseye gerekli olan şeydir" diye delil getirmişlerdir. Fukahânın çoğu birinci görüş ile amel etmişlerdir.

Üçüncü Mesele

Ayet, özrü sebebiyle, haccedenlere yasak olan bir şeyi yapan kimsenin hükmünü gösterir. Özürsüz olarak kasten saçını tıraş eden ihramlının hükmüne gelince, Şafiî (radıyallahü anh) ve Ebu Hanife (radıyallahü anh)'ye göre, bu kimsenin kurban kesmesi vâcib olur. İmam Mâlik (radıyallahü anh) ise, "Bu kimsenin özrü sebebiyle bunu yapan kimse gibidir. Ayet buna delildir. Çünkü ayetteki, "Sizden kim hasta olursa veya başında bir eziyeti (biti) bulunursa, ona omç... cinsinden bir fidye gerekir" ifadesi, bu hükmün bu özür şartına bağlı olduğuna delâlet. Bir şarta bağlı olan şey, bu şart bulunmadığında söz konusu olmaz " demiştir.

Allahü teâlâ'nın, "emin olduğunuz zaman" buyruğuna gelince, bil ki bunun takdiri: "İhsar'dan kurtulduğunuz zaman..." şeklindedir.

Hacc-ı Temettü

Hak teâlâ'nın "Kim hacca kadar, bir umre (yaparak) faydalanmak isterse" ayetiyle ilgili birkaç mesele vardır:

Temettu Haccı

"Temettü" un manası, lezzet almaktır. Bir şeyden lezzet aldığı zaman insan için, denir. Kendisinden istifade edilen her şeye, denir. Bunun aslı, Arapların "uzun ip" manasına kullandıkları, ifadesidir. Bir insan, bir şeyle uzun müddet kaldığında, ondan istifade etmiştir) denilir. Umre yaparak, hacc ihramına girinceye kadar temettü yapan kimse Mekke'ye gelir ve hacc ayları içerisinde umresini yapar. Sonra ihramdan çıkarak Mekke'de kalır. Daha sonra da hacc için tekrar ihrama girer ve o senenin haccını yapar. Hacc-ı Temettü yapan kimseye umrenin ihramından çıkıp hacc ihramına girinceye kadar geçen zaman esnasında, ihramlı iken yapamayacağı şeyleri yapabildiği için "mutemetti" (istifade eden) denilmiştir. Bu şekildeki istifade meşrudur ve herhangi bir kerâhat söz konusu değildir.

Amma temettûun mekruh olan bir nev'i vardır. O da Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in, sakındırdığı ve şöyle dediği şekildir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) devrinde, iki temettü şekli vardı. Ben onları yasaklıyorum ve onu yapanları cezalandıracağım. Bunlar, mut'a nikâhı ve mut'a haccdır." Bu mut'a haccdan maksad, insanın hem hacc, hem umre için tek ihrama girip, sonra umreyi bitirinceye kadar hacc ihramını feshedip, haccın ihramına girinceye kadar, umre ile İstifade etmesidir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in. ashabına böyle yapmaları hususunda önce müsaade ettiği, daha sonra bunu neshettiği rivayet edilmiştir. Ebu Zerr (radıyallahü anh)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Mut'a hacca, sadece benim için idi.' Bunun sebebi şudur: Ashab-ı Kiram hacc ayları içinde, umre yapmayı doğru bulmuyor ve bunu en büyük günahlardan sayıyorlardı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu inancı onların gönüllerinden tamamen gidermeyi murad edince, bu hususta titizlik göstererek onları hacc aylarında hacctan umreye çekmiştir.

Bu, ashab-ı kirama başka insanların ortak olmadığı bir durumdur. İşte bu manadan dolayı, haccı feshedip umreye geçmek sadece ashaba hastır.

İkinci Mesele

Ayetteki, buyruğu "Kim umresi sebebiyle istifade ederse, o kimse sanki umreden değil, umreyi yapmış olması sebebiyle ihramın yasaklayacağı şeylerden istifade etmiş olur" manasındadır. İşte umre sebebiyle, hacc kadar istifade etmenin anlamı budur.

Allahü Teâlâ'nın "Kolayına gelen bir kurbanlık kesmesi gerekir" ifadesi hakkında birkaç mesele vardır:

Haccın Temettü Haccı Olması İçin Gerekli Şartlar

Alimlerimiz, temettü kurbanının vâcib olabilmesi için beş şartın bulunduğunu söylemişlerdir:

a) Umrenin hacctan önce yapılması,

b) Bu umre ihramına hacc aylarında girilmiş olması. Buna göre bir kimse hacc aylarından önce umre ihramına girip, bir şavt kadar dahi olsa tavafın bir kısmını yapsa, sonra hacc ayları girince kalanını tamamlasa ve o yılın haccını yapsa, bu kimseye kurban gerekmez. Çünkü bu kimse hacc ayları içinde umre ve haccı birteştirmemiştir. Fakat o, hacc aylarından önce ihrama girip, umrenin fiillerini hacc aylan içinde yaparsa, bu hususta iki görüş vardır: İmam Şafiî, el-Ümm adlı kitabında şöyle demiştir: "Bu kimseye, temettü kurbanı gerekmez. Çünkü o, hacc aylarından önce, umrenin rükünlerinden, meselâ tavaf rüknünü îfâ etmiştir." Bu görüş doğrudur. Yine İmam Şafii, eski içtihadında ve imlâsında şöyle demiştir: "Bu kimseye temettü kurbanı gerekir. Bu kimse ihramını hacc aylarında başladığı gibi devam ettirir." Ebu Hanife (radıyallahü anh) ise, "Hacc aylarından önce umre tavafının bir kısmını yaparsa, umre tavafının çoğunu yapmasa bile bu kimse temettü yapmış olur" demiştir.

c) O yıl hacc yapması. Buna göre, bu kimse eğer, başka bir yılda hacc yapsa, kendisine kurban gerekmez. Çünkü bu durumda hacc ve umre aynı yıl yapılmamıştır.

d) Bu kimsenin, Allah'ın, "Bu, ailesi (evi) Mescid-i Haram (mıntıkasında) olmayan kimseler içindir" ayetinden dolayı, Mescid-i Haram halkından olmaması... Mescid-i Haram halkı olanlar, Ka'be'ye evleri namazları kısaltma mesafesinden (yani sefer mesafesinden) daha kısa mesafede bulunan kimselerdir. Buna göre evleri, Kâ'be'ye sefer mesafesinde olan kimseler Mescıd-i Haram halkından sayılmazlar. Bu mesafe ya Mekke'ye göre veya Harem-i Şerife göre hesaplanır. Bu hususta iki görüş vardır:

e) Bu kimsenin hacc ihramına, umresini bitirdikten sonra, Mekke içinde girmiş olmasıdır. İmdi bu kimse, mîkât mahallerinden birine döner ve orada hacc için ihrama girerse, bu kimseye temettü kurbanı gerekmez. Çünkü kurbanın kesilmesinin gerekmesi, kişinin mîkattan ihrama girmemiş olmasından dolayıdır ki, bu da bu kimsede bulunmamıştır. Temettü kurbanının lüzumunda nazar-ı dikkate alınacak şartlar işte bunlardır.

Temettû Haccı Yapan, Kestiği Kurbanın Etinden Yiyebilir mi?

İmam Şafiî (radıyallahü anh), "Temettü kurbanı, bir kusuru örtmek ve onarmak kurbanıdır; binaenaleyh, bunu kesen kimsenin ondan yemesi caiz değildir" demiştir. Ebu Hanife (radıyallahü anh) ise, bu kurbanın nüsük kurbanı olduğunu ve onu kesenin ondan yiyebileceğini söylemiştir. Şafiî'nin delilleri şunlardır:

Birinci Delil: Temettü, kendisinde bir kusurun meydana geldiği bir hacc çeşididir. Bu sebeple, kurbanın (onarma kurbanı) olması gerekir. Bu hususta bir bozukluğun bulunduğunu şu üç bakımdan gösterebiliriz:

a) Rivayet edildiğine göre Hazret-i Osman mut'a'dan nehyediyordu. Bunun üzerine Hazret-i Ali ona, "Sıkıntı ve ihtiyaçtan dolayı bu ruhsata başvurdun sen!.." dedi. Bu da, bu hususta bir noksanlığın bulunduğunu gösterir.

b) Allahü Teâlâ, bu tür haccı, temettü olarak isimlendirmiştir. Temettü da, lezzet duymak ve faydalanmaktan ibarettir. İbadetler meşakkat üzerine kurulmuşlardır. Bu sebeple bu, temettûun ibâdet oluşunda bir çeşit eksikliğin bulunduğunu gösterir.

c) Bu eksikliğin ne olduğunu tafsilâtlıca izah edecek olursak: Temettü haccında yolculuk, hacc için yapılması gerekirken, umre için olmuştur. "Hacc için yapılması gerekir" dedim, çünkü hacc-ı ekber esâs hacctır. Yine umreyi tamamlayıp hacc için ihrama girinceye kadar geçen zamanda bir faydalanma meydana gelmiştir ki, bu ibâdette bir gediktir. Yine bu yolculuğun hakkı; mîkatları hacc için ihrama girme yeri yapmaktır. Çünkü bu çok büyük bir sevaptır. Mîkat (önce) umre için ihrama girme yeri yapıldığında, bu da ibâdette bir tür gediktir. Bu gediklik hacc ibâdeti için'söz konusu olunca, temettü kurbanını bir nüsük (ibadet) kurbanı değil bir ceza kurbanı saymak gerekir.

İkinci Delil: Kurban, insan hacc ve umreyi tek tek yaptığı zaman, Mekketiler hakkında olduğu gibi, hacc veya umrenin aslî men âsi kinden birisi değildir. Hâlbuki iki ibadeti birleştirmek, namaz, oruç ve i'tikâfı birleştirmekten dolayı kurbanın gerekmeyişi delili ile kurban kesmeyi gerektirmez. Bundan, bu kurbanın nüsük kurbanı olmadığı ve mutlaka ceza olması gerektiği ortaya çıkmış olur.

Üçüncü Delil: Allahü teâlâ, belirli bir vakte bağlanmaksızın, temettü yapan kimseye kurban kesmeyi vacib kılmıştır. Bu kurbanın vaktinin belirlenmeyişi, onun bir ceza kurbanı olduğunun delilidir. Çünkü hacc menâsikinin hepsinin vakitleri belirtilmiştir.

Dördüncü Delil: Orucun bu kurbanda bir yeri vardır. Hâlbuki nüsük kurbanını oruç karşılayamaz.

Bizim söylediklerimizin doğruluğunu iyice anladığında deriz ki: Allahü teâlâ. mükellefe, "Hacc ve umreyi Allah için tamamlayınız" emriyle haccı tamamlamayı vacib kılmıştır. Yine biz, temettü haccının tam olmadığına da işaret etmiştik. İşte bu sebepten ötürü de Allahü teâlâ, "Kim hacca kadar, bir umre (yaparak) faydalanmak (temettü yapmak) isterse, kolayına gelen bir kurban (kesmesigerekir)" buyurmuştur Çünkü, "Sizin temettü yapmanız, haccınızda bir noksanlık meydana getirmiştir. O halde, hacccınız tamamlansın diye, o haccınızı kurban keserek onarınız." İşte bu, ayetin siyakından anlaşılan güzel bir manadır. Bu mana sadece Şafiî (radıyallahü anh)'nin mezhebinde vardır.

Temettû Kurbanı

Temettü sebebiyle vacib olan kurban, davardan kesilecek kurbandır. Bu, sekiz - dokuz aylık koyun veya iki yaşında keçidir. Eğer temettü yapan, bir sığırın veya bir devenin altıda bir hissesine girerse, bu da caizdir. Temettü kurbanı, kişi hacc için ihrama girince vâcib olur Çünkü, "kolayına gelen bir kurban (kesmesi gerekir)" ayetinin başındaki "fa" edatı, bunun, faydalanmanın (temettû'un) hemen peşinden vâcib olduğuna delâlet eder. Bu kurbanın, bayram günü kesilmesi müstehabtır. Buna göre temettü yapan, hacc için ihrama girdikten sonra, kurbanını keserse, bu da caizdir. Çünkü bu esnada temettü tahakkuk etmiştir. Ebu Hanife (radıyallahü anh)'ye göre, bu caiz değildir.

Bu ihtilâfın kaynağı şudur: Biz (Şafiîlere) göre, temettü kurbanı da, diğer ceza kurbanları gibi, bir ceza kurbanıdır.

Ebu Hanife'ye göre ise, kurban bayramı kurbanları gibi bir nüsük (ibadet) kurbanıdır. Bundan dolayı bunun Kurban Bayramı günü kesilmesi gerekmektedir.

Oruç, Kurbanın Yerini Tutabilir

Cenâb-ı Allah'ın, "Kim bu (kurbanlığı) bulamaz ise, ona üç gün oruç gerekir" sözünün manası, "Hacc-ı temettü yapan, kesecek kurban bulursa ne âlâ; eğer bulamaz ise, Allahü teâlâ onun yerine oruç tutmasını emretmektedir" şeklindedir. Buna göre, kurban kesmek mi, yoksa oruç tutmak mı daha efdaldir? meselesi ortaya çıkar. Açıkça anlaşılan, asıl olan kurbanın efdal olduğudur. Fakat Hak teâlâ, kurbana bedel olan orucun kemâl ve mükâfaat bakımından kurban gibi olduğunu açıklamıştır. Bu da O'nun, "Bu tam on gün oruçtur" ayetinde açıkladığı şeydir. Ayet hakkında birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayet, kişinin kurban bulamaması haliyle ilgili bir nasstır. Müctehidler, kişinin kurban bulup da onu alacak paraya sahip olamaması; veya parasının yitmesi, veya yanında bulunmaması; veyahut da bu kurbanın çok pahalı olması gibi durumları, bu ayete kıyas etmişlerdir. İşte bu gibi durumlarda da o kimse kurban yerine oruç tutar.

İkinci Mesele

(......) ayetinin manası, "O kimşeye hacc yaparken üç gün oruç tutması gerekir" şeklindedir. Buna, bir fıkhî mesele dayanır. Bu da şudur: Hacc-ı temettü yapan kimse, kurban bulamadığı zaman, umre ihramından çıkıp, hacc ihramına girmeden önce, bu üç günlük orucu tutması doğru olmaz. Ebu Hanife (radıyallahü anh), bunun doğru olduğunu söylemiştir.

Şafiî (radıyallahü anh)'nin, bunun doğru olmadığına dâir delilleri şunlardır:

a) Ramazan orucunu, ramazan girmeden tutmak isteyen kimsenin, tutması ve temettü haccı yapanın yedi günlük orucu memleketine dönmeden tutması caiz olamayacağı gibi, bu üç günlük orucu da vakti gelmeden tutmak caiz değildir. Biz, vakti gelmeden bu orucu tutmanın doğru olmadığını söyledik. Çünkü Allahü teâlâ, "Ona, haccta üç gün oruç gerekir" buyurmuş ve bununla haccın ihramlı günlerini kastetmiştir. Çünkü haccın diğer fiilleri, oruç için müsait zaman olamazlar, ancak ihram zamanı buna müsaittir. Bundan dolayı, ayeti ona hamletmek gerekir.

b) Hacc için ihrama girmezden önceki vakit, daha efdâl olan kurban kesme vakti değildir. İşte böylece, diğer asılları ve onların yerine geçecek şeyleri de nazar-ı itibara alarak diyebiliriz ki bu, kurbanın yerine geçecek olan orucun vakti olamaz. Bunun izahı şöyledir: Bedel, asıl olmadığı zaman, onun yerine geçer ve hüküm bakımından da sanki asıl gibi olur. Buna göre bedelin, aslın bulunması halinde, yerine geçmesi caiz olmayacağı bir vakitte bulunması caiz olmaz. Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki, âlimler orucun, haccın ihramına girdikten sonra Kurban bayramı gününe kadar geçen zaman içinde tutulabileceği hususunda ittifak etmişlerdir. Doğru olan, bu orucun ne Kurban bayramı günü, ne de teşrik günlerinde tutulmasının caiz olmadığıdır. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Bu günlerde oruç tutmayınız" buyurmuştur. Müstehab olanın, arefe gününde iftar edecek biçimde bu orucun hacc günlerinde tutulmasıdır.

Üçüncü Mesele

Âlimler, Hak teâlâ'nınbuyruğundaki rücû'dan ne kastedildiği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Şafiî (radıyallahü anh), "kavl-i ceclîd"inde bunun, kişinin ailesine ve vatanına dönmesi olduğunu söylemiştir. Ebu Hanife (radıyallahü anh) ise bundan muradın, "hacca dair olan işleri bitirip, vatanına dönmeye hazırlanması" olduğunu söylemiştir. Şu fıkhî mesele bu ihtilâfa dayanmaktadır: Hacc-ı temettü yapan kimse, haccdan döndükten sonra ve evine ulaşmadan önce, kalan yedi gün orucu tutarsa, Şafiî'ye göre bu orucu tutmuş sayılmaz. Allah kendisine rahmet etsin Ebu Hanife'ye göre ise bu orucu tutmuş sayılır.

Şafiî'nin delilleri şunlardır:

1) Allahü Teâlâ'nın sözünün manası, "Vatanınıza döndüğünüzde" demektir. Buna göre Allahü Teâlâ, haccıların vatanlarına dönmesini şart koşmuştur. Şart bulunmadığı zaman, meşrut da bulunmaz. Kişinin vatanına dönmesi ancak vatanına ulaştığı zaman mümkün olur. Vatanına ulaşmadan önce, şart söz konusu değildir. Bu sebeple meşrutun da bulunmaması gerekir. Şöyle dememiz de, bu görüşümüzü destekler: Hacc-ı temettü yapan bir kimse vatanına ulaşamadan ölürse, ona herhangi bir mesuliyyet terettüp etmez.

2) İbn Abbastan rivayet edilen görüştür. Buna göre İbn Abbas, "Biz Mekke'ye geldiğimizde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Kurbanlık hayvanlarını belirlemiş ve nişanlamış (kiadelendirmiş) olanlar hariç, sizler hacc için getirmiş olduğunuz telbiye ve tehlillerinizi umre için sayınız Buharî, Hacc. 37. buyurdu. Bunun üzerine biz, Beyt'i tavaf, Safa ve Merve arasını sa'y ettik. Daha sonra da, elbiselerimizi giydik ve hanımlarımızın yanına geldik. Bundan sonra da, zilhiccenin sekizinci gününün yatsı zamanında hacc için telbiye etmekle emrolunduk.. İhramı bitirince, Hazret-i Peygamber, "Kurbanlarınızı kesiniz; eğer kurban bulamazsanız, üç günü haccda, yedi günü de memleketlerinize döndüğünüzde tutulmak üzere (on gün) oruç tutunuz " Ahmed İbn Hanbel, VI, 243. buyurur.

3) Allahü Teâlâ, ramazanda yolcunun oruç tutmamasına müsaade etmiştir. Buna göre temettü orucu derece bakımından ramazan orucundan daha aşağıdadır.

Dördüncü Mesele

İbn Ebî Able, sözünün lâfzına değil de mahalline atfederek, nasb ile (......) şeklinde okumuştur. Sanki şöyle denilmiştir: Bu Hak teâlâ'nın tıpkı, "Ve", açlık gününde bir yetimi doyurmak" (Beled, 14) ayetinde olduğu gibidir.

Allahü Teâlâ'nın "Bu, tam on gündür" buyruğu hususunda, Allah'ın laneti üzerlerine olsun, mülhidler, iki bakımdan ta'n ve kınamada bulunmuşlardır:

a) Bedihî olarak üç ile yedinin toplamının on ettiği herkesin malûmudur. Böylece bunu zikretmek, açık olan bir şeyi tekrar açıklamak gibi olur.

b) Hak teâlâ'nınsözü, on olma hususunda kâmil olmayan başka bir (on) un varlığını hatıra getiriyor ki bu da imkânsızdır. Hâlbuki bizim alimlerimiz bu sözde çeşitli mâna ve faydaların bulunduğunu ifade etmişlerdir:

1) Hak teâlâ'nın (......) sözündeki vâv harfi, kendisinin mutlak cem manası ifade ettiği hususunda kesin bir nass değildir; aksine vâv harfi bazen, Hak teâlâ'nın tıpkı, "ikişer veya üçer veyahut da dörder" (Nisa, 3) ayetinde olduğu gibi, (veyahut) mânasına gelir. Nitekim Arapların, "Hasan veya İbnu Sirin ile otur" sözlerindeki "vâv" harfi de, manasına gelir. Yani, "ister sununla, istersen bununla otur" demektir. Buna göre Allahü Teâlâ, ifadesini, bu vehmi izâle etmek için zikretmiştir.

2) Normal olarak bedel olan şey, hal bakımından kendisinden bedel tutulduğu şeyden daha zayıftır. Nitekim bu husus, su ile mukayese edildiğinde, teyemmümde de söz konusudur. Böylece Allah bu bedelin böyle olmadığını, aksine kurban kesemeyen ve böylece de oruç külfetini yüklenen kimsenin nefsi, "Allah katında tam bir ücret elde edeceği hususunda mutmain olsun diye", bunun kendisinden bedel tutulan şeye göre tam ve mükemmel olduğunu beyan etmiştir. "On lâfzının zikredilmesi, sadece kendisiyle "kâmile" lâfzına geçmenin sıhhatli olması içindir. Buna göre Cenâb-ı Hak şayet, demiş olsaydı, bu ifadeyle yediden ayrı üçün veya üçten ayrılan yedinin murad edilmesi caiz olurdu. İşte bu sebepten dolayı burada "on" lâfzının zikredilmesi gerekmiştir.

Sonra bil ki Allahü Teâlâ'nın sözü, kemâl halinin şu üç bakımdan izah edilmesini ihtiva etmektedir:

a) Bu, kurban kesmenin yerini tutma ve onun yerine geçme bakımından kâmil ve tamdır.

b) Bu, sahibinin mükâfaatının, kurban kesen veya kesebilen kimselerin mükâfaatı gibi olması bakımından mükemmeldir.

c) Bu, temettü hacca yapan kimsenin haccının.bu orucu tutması halinde, temettü haccı yapmayan kimsenin yapacağı hacc gibi olması bakımından kâmildir.

3) Allahü teâlâ, "size orucu on gün olarak vâcib kıldım" dediği zaman, burada bu günlerin bir kısmının bu lâfzın mânasının dışında kalmasını gerektiren bir delilin bulunması da akıldan uzak değildir. Çünkü umumî bir ifadenin tahsis edilmesi şeriatta ve örfte çokça rastlanan bir durumdur. Cenâb-ı Allah eğer, "Haccda üç gün, döndüğünüzde de yedi gün" demiş olsaydı, bazı tahsis edici delillere göre bunun tahsis edildiği ihtimali söz konusu olabilirdi. Fakat Cenâb-ı Allah bundan sonra, "Bu tam on gündür" dediği zaman, bu tabir tahsis edici böyle bir delilin bulunmadığına dair bir nass olmuş olur ve bunun delâleti de kuvvetli olur. Bunun tahsis ve nesh'e ihtimali de bir hayli uzak olur.

4) Sayıların dereceleri dörttür: Birlikler, onluklar, yüzlükler ve binlikler... Bu dört sayının ötesinde kalan sayılar, ya mürekkeb, ya da kusurlu olurlar. Bu açıklamaya göre "on" sayısının kemâl vasfıyla nitelendirilmiş bir sayı olması tarife muhtaç bir durum olmuş olur. Buna göre ayetin takdiri, "Kemâl" vasfıyla nitelenmiş ve küsurat ve terkipten uzak olan bir sayı olduğu için, bu sayıca oruç tutmanızı size vâcib kıldım" şeklindedir.

5) Te'kîd, Arapçada çokça bilinen bir yoldur. Meselâ Hak teâlâ'nın, "Fakat göğüslerde olan kalbler kör olur" (Hacc, 46)ve "İki kanadıyla uçan kuşlar da..." (En'âm, 36) ayetlerinde de durum böyledir. Bundaki fayda şudur: Birçok tâbirle ifade olunan ve birçok vasıflarla nitelenmeye çalışılan söz, tek bir lâfızla ifade edilen sözden, daha az ve daha zor unutulur. Buna göre, birçok ibareyle açıklamak, o şeyin hadd-i zatında birçok faydalar ihtiva ettiğine ve onu ihlâl etmenin caiz olmayacağına delâlet eder. Ama tek bir lâfızla ifade edilen şeyin mühim ve faydalı olduğu, ayrıca kendisini ihlâl etmenin caiz olmadığı zor anlaşılır ve bilinemez. Te'kîd bu tür hikmetleri kapsadığı için onun burada zikredilmiş olması, bu oruçta sayıya riâyet etmenin kesinlikle ihmal edilmesi uygun olmayan mühim ve önemli şeylerden olduğuna delâlet eder.

6) Bu hitâb Araplaradır. Onlar ise, hesap yapmasını bilmiyorlardı. Allahü Teâlâ böylece bu hususu, şek ve şüpheyi bertaraf edecek biçimde açıklamıştır. Nitekim"ay" hakkında Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bir keresinde iki eliyle üç kere; başka bir sefer de, iki eliyle iki defa işaret etmiş, üçüncüde de ibham (başparmak) parmağını yumarak işaret etmiştir. Böylece birinci işaretiyle ayın otuz gün; ikinci işaretiyle de yirmidokuz gün olduğuna dikkat çekmiştir.

7) Bu söz, yazının yanlış yazılabilmesinden doğabilecek kapalılığı kaldırır. Bu böyledir, çünkü yedi, ile dokuz hat itibariyle birbirine benzerler.Bundan sonra Cenâb-ı Hak, dediğinde bu karışıklık ortadan kalkmış olur.

8) Hak teâlâ'nın "Onun, haccda üç gün; dönünce de yedi gün oruç tutması gerekir" buyruğundan maksadın, daha önce tutulan üç günlük oruç bu yediden hesap edilerek, böylece de haccdan döndükten sonra o kişinin üzerinde katanın, tuttuğu bu üç günün dışında dört gün olduğu hesâb edilerek, memleketine döndükten sonra tutması gereken günlerin saysının yedi günü tamamlama şeklinde olacağı.yine bundan muradın, memleketine döndükten sonra bu üç günün dışında yedi gün tutmasının vâcib olacağı da mümkün ve ihtimal dahilindedir. Fakat bundan sonra Cenâb-ı Hak, deyince, bu müşkil ortadan kalkmış olur ve memleketine döndükten sonra kişiye vâcib olanın, bu üç günün dışında yedi gün olduğu ortaya çıkmış olur.

9) Lâfız her ne kadar haber cümlesi olsa da mana bakımından bir emirdir. Buna göre âyetin takdiri, "O oruçlar, tam oruçturlar. Çünkü emredilen hacc, Hak teâlâ'nın da, emrinde olduğu gibi, tam haccdırlar. Hâlbuki bu oruçlar, haccda meydana gelen bir arızadan dolayı cezaî oruçlardır. Binaenaleyh, tam ve mükemmel olması gerekli olan haccda meydana gelen kusurları giderebilmesi için, bu oruçlar da tam oruç olsun!" şeklinde olur. Bu oruçların kâmil olmasından maksat, haccın tam olmasını beyan ederken zikretmiş olduğumuz husustur. Burada emir lâfzından haber lâfzına geçilmiştir. Çünkü bir şey ciddî ve pekiştirilmiş olarak teklif edildiği zaman, teklif edilen şeyin varlık âlemine girip, gerçekleşebileceği açık bir durumdur. İşte bu sebepten dolayı, bir şeyin meydana geleceğinden haber vermek, o şeyin kuvvetle emredilmiş ve şeriatın onun gerekli olduğunu beyan hususunda büyük bir itina göstermesinden kinaye olarak kabul edilmiştir.

10) Allahü Teâlâ, üç gün haccda, yedi gün de haccdan döndükten sonra oruç tutulmasını emredince, bu kadar bir ifadede, bunun Allah katında büyük ve kâmil bir itaat olduğu tam izah edilememiş olur.

Cenâb-ı Hak bundan sonra, deyince bu, bu taatın son derece mükemmel olduğunu gösterir. Bu böyledir, çünkü oruç tutmak Allah'a, Hak teâlâ'nın"Oruç bana aittir." Câmiu's-Sağir, II/51. (Hadis-i Kudsi) buyurduğu üzere, temlîk ve tahsis lamıyla nisbet edilmiştir, Hacc da Allah'ın, ayetinde olduğu gibi, yine temlik ve tahsis lamıyla tahsis edilmiştir. Nass, nasıl bu iki ibâdetin Allah'a tahsis edilmiş olduğuna delâlet ediyorsa, yine aktl da buna delâlet etmektedir. Oruca gelince; çünkü oruç, ondaki hikmete aklın tam olarak muttali olamayacağı bir ibâdettir. Bununla beraber o, nefse son derece ağır gelen bir İbâdettir. Hiç şüphesiz bu, sırf Allah rızası için yapılır. Keza hacc da, hikmetini aklın kesinlikle muttali olamayacağı bir ibadettir.Bununla beraber bu ibâdet, çok zor bir ibâdettir. Çünkü o, çoluk çocuğu ve vatanı terk etmeyi ve birçok lezzetli şeylerden uzaklaşmayı gerektirir. Bu sebeple şüphesiz o, sadece Allah rızası için yapılır. Sonra bu on günün bir kısmı, haccın zamanı içinde bulunur. Böylece de bu, son derece zor olan iki şeyi birlikte yapmak olur. Bir kısmı ise hacc işlerinin bitiminden sonra bulunur ki, bu da bir zorluktan, başka bir zorluğa geçiş demektir. Bütün bunların, sevabın çok olması ve kulluk derecesinin yükselmesi için birer vesile olduğu herkesçe malûmdur. Binaenaleyh, hiç şüphesiz Allahü Teâlâ bu on günü oruçlu geçirmeyi vacib kılmış ve bunun kemal ve yüceliğin zirvesinde bulunan bir ibâdet olduğuna şehadet ederek, 'ayut "İşte tastamam on" buyurmuştur. Çünkü burada kelimelerin nekire getirilmesi, onun şanının saygı değer olduğuna delâlet eder. Buna göre Hak teâlâ sanki "İşte şu on yok mu? O ne mükemmel ondur" demek istemiştir. İşte böylece bu on çeşit izahla, bu kelimenin nasıl enfes ve güzel faydaları ihtiva ettiği ortaya çıkmış olur ve bu izahımızla mülhidlerin bu ayet hususundaki tenkidleri düşmüş olur. Hamd, âlemlerin rabbi olan Allah'a mahsustur.

Ehl-i Mekke Temettü Kurbanından Muaftır

Hak teâlâ'nın, "Bu, ailesi Mescid-i Haram'da olmayanlar hakkındadır" ayetine gelince, bunda birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Hak teâlâ'nın ifadesi yukarıda geçen hususlara işarettir. Yukarıda zikredilenlerin en yakın olanı, hacc-ı temettü yapan kimseye gerekli olan kurban ve onun bedeli olan orucun zikredilmiş olmasıdır. Yukarıda zikredilenlerin en uzağı ise, onların yapmış oldukları temettû'un zikredilmesidir. İşte bu sebepten dolayı âlimler ihtilâf etmişlerdir. Ezcümle Şafiî (radıyallahü anh), (Bu) ism-i işaretinin en yakın zikredilene raci olduğunu söylemiştir. Bu da, hacc-ı temettü yapan kimseye kurban ve onun bedeli sayılan orucun vâcib olmasıdır. Yani bu ancak, temettü haccı yapan kimse Mescid-i Haram'ın sakinlerinden olmadığı zaman olur. Amamutemetti haccı, Harem-i Şerifin ehlinden olursa, o kimseye ne kurban, ne de onun bedeli olan oruç gerekmez demektir. Bu böyledir, çünkü Şafiî (radıyallahü anh)'ye göre bu kurban ancak afakî olanlara, yani Mescid-i Haram'ın sakinlerinden olmayanlara gerekir. Çünkü temettü yapan kimseye vâcib olan, haccın ihramına mikatlardan girmesidir. Bu kimse umre ihramına mikattan girip, daha sonra da haccın ihramına mikattan girmediği için, burada bir noksanlık meydana gelmiş olur. Böylece bu kurbanı, bir nevi ceza kurbanı olarak kesmiş olur. Mekkeli olan kimselerin ise mikattan ihrama girmeleri vâcib değildir. Binaenaleyh, Mekkeli olanın hacc-ı temettü yapması onun haccında herhangi bir eksiklik meydana getirmez. Bundan ötürü ona ne kurban, ne de onun bedeli olan oruç, kesinlikle vâcib olmaz.

Ebâ Hanife (radıyallahü anh) ise, Hak teâlâ'nın (......) sözünün, uzağa, yani temettu'a işaret olduğunu söylemiştir. Ebu Hanife'ye göre Mescid-i Haram'ın sakinleri için ne hacc-ı temettü yapmaları, ne de hacc-ı kıran yapmaları uygun değildir. Kim hacc-ı temettü veya hacc-ı kıran yaparsa, ona bir kurban kesmek vâcib olur. Bu kurban, cinayet kurbanı (ceza kurbanı) dır. Dolayısıyla o kimse ondan yiyemez. Şafiî (radıyallahü anh)'nin delilleri şunlardır:

1) Hak teâlâ'nın"Kim hacca kadar umresinden faydalanırsa" buyruğu Harem'de oturanların da dahil olduğu umumî bir ifadedir.

2) Hak teâlâ'nın, (......) sözü, kinaye yollu bir ifadedir. Bu sebeple bunu, en yakında zikredilmiş olana hamletmek gerekir ki, bu da kurbanın vâcib olmasıdır. Kurbanın vâcib olması "afakî" olan "mutemetti" haccıya tahsis edilince, "afakî" olmayanların da bazen mutemetti olacaklarına kesin olarak hükmetmek gerekir.

3) Allahü Teâlâ, cahiliyye insanlarının hacc aylarında umre yapmayı haram saymış olmalarını neshettiğini beyan etmek için kıran ve temettü hacclarını meşru kılmıştır. Nesh ise, bütün insanlar hakkında geçerlidir.

4) Hacc-ı ifrâd yapan herhangi bir kimse, Medinelilere kıyasla hacc-ı temettü yapmış kimselerden olur. Ne var ki, zikrettiğimiz sebepten dolayı Mekkeli olup da temettü haccı yapan kimsenin kurban kesmesi gerekmez.

Ebu Hanife (radıyallahü anh)'nin delili ise şudur: "Hak teâlâ'nınsözü bir kinayedir. Bu sebeple bunun, geçenlerin hepsine birden işaret etmesi gerekir. Çünkü daha önce zikredilmiş olanların bir kısmı diğerinden daha evlâ değildir" şeklindedir.

Bunun cevabı ise şudur: Bunun, "en yakına raci olması evlâdır; çünkü yakınlık tercih sebebidir" şeklinde söylenmesi niçin caiz olmasın? Cümlelerin peşinden zikredilen istisnanın en son cümleye tahsis edilmesi görüşü, Ebu Hanife'nin mezhebi değil midir? Bu cümle, diğer cümlelerden, sadece istisna edatına yakınlığı sebebiyle ayrılmıştır. İşte burada da böyledir.

İkinci Mesele

Alimler, (......) tâbiri ile kimlerin murad edildiği hususunda ihtilâf etmişlerdir.

İmam-ı Malik, bunların Mekkeliler ve "Zi-Tuvâ" halkı olduğunu söylemiştir. İmam-ı Malik sözüne devamla şöyle demiştir: "Şayet Minâ halkı, kendilerine caiz olan yerden umre için ihrama girseler, sonra da Mekke'de bir süre kalıp haccetseler, mutemetti olurlar."

Yine İmam-ı Mâlik'e Hacc-ı temettü yapan kimselere vâcib olan işler Harem-i Şerif ahalisine de vacib olur mu?" diye sorulunca, O: "Onlar Mekke halkı gibi olmadıkları halde evet!" demiştir. O'na: "Ya Minâ halkı?" denilince, O: "Bunun özellikle Mekkelilere has olduğunu zannediyorum" demiştir.

Tavus da, Mescid-i Haram'ın sakinlerinin, Harem'in halkı olduğunu söylemistir. Allah kendisinden razı olsun Şafiî de, bunların, Mekke'ye namazların kısaltılacağı mesafeden daha az bir mesafede olanlar olduğunu söylemiştir. Eğer bunlar namazların kısaltılacağı bir mesafede bulunurlarsa, onlar Mescid-i Haramın sakinlerinden sayılmazlar. Allah kendisinden razı olsun Ebu Hani-fe de, Mescid-i Haramın sakinlerinin "mîkât ehli" olduğunu söylemiştir. Mîkâtlar da Zülhuleyfe, Cuhfe, Karn, Yelemlem ve Zâtu'l-Irk'dır. Buna göre bu yerlerin herhangi birisinin halkından olan herkes veya, Mekke istikametinde, buraların ötesinde olan herkes Mescid-i Haramın sâkinlerindendir. Alimlerin mezheplerinin tafsilâtı işte budur.

Ayetin lâfzı İmam-ı Mâlik (radıyallahü anh)'in mezhebine daha uygundur. Çünkü Mekke halkı, Mescid-i Haramı müşahede edip orada da bulunanların ta kendisidir. Buna göre ayetin lâfzı sadece onlara delâlet eder. Ne var ki Şafiî şöyle demiştir: Allahü Teâlâ çoğu kez Mescid-i Harâm'ı zikretmiş ve bundan da Harem'i kasdetmiştir. Nitekim Hak teâlâ,

"Kulunu geceleyin Mescid-i Haram'dan... götüren Allah'ın şanı ne yücedir!" (isrâ, 1) buyurmuştur. Allah'ın Resûlü de, Mescid-i Haramdan değil, Harem-i Şerif'den Mirâc'a başlatılmıştır. Ve yine Cenâb-ı Hak, "Sonra varacakları yerr Beyt-i Atîk'a varır"(Hacc, 33)buyurmuş, bununla da Harem-i Şerifi kastetmiştir. Çünkü kurbanlar Mescid 'de de, Ka'be'nin içinde de kesilmezler...

Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz deriz ki Hak teâlâ'nın buradaki Mescid-i Haram'dan maksadı bizim bahsettiğimiz şeydir. Bunun böyle olduğunu şu iki şey gösterir:

a) Bir yerde bulunmak, yolculuk etmenin zıddıdır. Yolcu olmayan herkes, ikâmet ediyor ve bir yerde bulunuyor demektir. Yolculuğun hükmü ancak namazların kısaltıldığı bir mesafede başlayınca, namazları kısaltma mesafesinden daha az bir mesafede bulunan herkes yoicu olmaz, mukîm olur.

b) Arapların şehirlileri, hazır olanlar, çölde yaşayanları da çölde yaşayanlar, ve diye adlandırmaktadırlar.Yine, insanların, çadır halkı ile evlerde yaşayanları kastederek, demeleri de meşhurdur.

Üçüncü Mesele

Ferrâ, Hak teâlâ'nınsözünde İâm harfinin, mânasına geldiğini söylemiştir. Yani, "kurban kesmek ve oruç tutmak olan şu farz, Mekke halkından olmayan kimseler hakkındadır" demektir. Bu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Onlara, yani onların üzerine, velayeti şart koş" İbn Mâce. Itk, 3 (II/842). hadisinde olduğu gibidir.

Dördüncü Mesele

Allahü Teâlâ "ehlin bulunmasını" zikretmiş, bununla ehlin bulunmasını değil de ihrama giren kimsenin bulunmasını kastetmiştir. Çünkü genel olarak kişi ehlinin meskûn olduğu yerde bulunur.

Beşinci Mesele

Mescid-i Haram, bu vasıfla vasıflanmıştır Çünkü, "Haram kelimesiyle "mahrum" kelimesinin aslı, "kazanmaktan men etmek" tir. Kendisinden nehyedilen şey de, haramdır. Çünkü onun da yapılması men edilmiştir. Buna göre Mescid-i Haram, yapılması yasaklanmış olan şeylerin, içinde irtikâb edilmesi yasaklanmış ve men edilmiş olduğu yer demektir. Ferrâ şöyle demiştir; " kelimelerinde olduğu gibi, ve şeklinde de söylenmiştir.

Hak teâlâ'nın"Ve Allah'dan ittika ediniz" emrine gelince, İbn Abbas bununla Hak teâlâ'nın"Size farz kıldığı şeyler hususunda Allah'tan korkunuz" mânâsını kastettiğini söylemiştir.

Yine allah'ın, "Ve biliniz ki, Allah'ın cezalandırması çok şiddetlidir" âyetine gelince bunun manası "allah'ın kanunlarına karşı gevşek davrananlara, aldırmayanlara karşı ikâbı çok çetin olan" demektir. Ebu Müslim şöyle demiştir: avn manaya gelirler. Bu, kötülük yapan, günah işleyen kimseyi, işlediği kötülüğe karşı cezalandırmak demektir. Buna göre bu, "akıbet" kelimesinden türemiş bir kelimedir. Bununla sanki kötülük yapanın fiilinin akıbeti kastedilmiştir. Bu, tıpkı şöyle diyenin sözü gibidir: "Sen mutlaka, yaptığının akıbetini tadacaksın."

Haccın Zamanı

196 ﴿