197"Hacc bilinen aylar (da) dır. Her kim o aylarda hacca kendisine farz kılmışsa, artık refes (cima ve cima ile ilgili sözler) günah işlemek ve kavga etmek yoktur. Ne hayır yaparsanız, Allah onu bilir. Azıklarım; muhakkak ki azığın en hayırlısı takvadır. Benden korkun, ey akıl sahipleri!" . Bu ayette birkaç mesele vardır: Haccın, ayların bizzat kendisi olmadığı çok açık olarak bilinen hususlardandır. O halde, burada bir te'-vil yapmak gerekir. Bu hususta ise bazı görüşler vardır: a) Âyetin takdiri, "Hacc ayları malûm aylardır" şeklindedir. Bu takdire göre, ayet-i kerimeden bir muzâf hazfedilmiş olur. Bu, Arapların tıpkı, yani, "soğuğun zamanı iki aydır" demeleri gibidir. b) Âyetin takdiri, "Hacc ma'lûm ayların haccadır" yani, "Hacc ancak bu aylarda olurttemektir. Yoksa "câhiliye halkının caiz saydıkları gibi, bunların dışında hacc yapılmaz" demektir. Bu takdire göre de, âyette geçen, (......) kelimesine muzâf olan bir masdar hazfedilmiştir. c) Herhangi bir takdir yapmadan âyetin mânâsını doğru olarak vermek de mümkündür. Bu da, hacc, o aylarda yapıldığı için, bu ayları bizzat haccın kendisi kabul etmektir. Bu, Arapların, "Kâim olan gece ve sâim olan gündüz", yani, "İçinde ibâdet edilen gece ve içinde oruç tutulan gündüz" demeleri gibidir. Müfessirler, şevval ve zilkadenin hacc aylarından olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Ama buna karşılık onlar, zilhicce hususunda ihtilâf etmişlerdir. Buna göre Urve İbnu'z-Zübeyr, bu ayın tamamının hacc aylarından olduğunu söylemiştir ki, bu aynı zamanda İmam-ı Mâlik (radıyallahü anh)'in görüşüdür. Ebu Hanife (radıyallahü anh) de: "Zilhiccenin ilk on gününün hacc aylarından olduğunu" söylemiştir ki, bu İbn Abbas, İbn Ömer, Nehâî, Şa'bi, Mücâhid ve Hasan el-Basrî'nin görüşüdür. İmam-ı Şafiî (radıyallahü anh) ise, Kurban bayramı gecesinden başlayarak zilhiccenin itk dokuz gününün hacc aylarından olduğunu söylemiştir. İmam-ı Mâlik (radıyallahü anh)'in delili şunlardır: a) Allahü Teâlâ, lâfzını cemi sîgasıyla zikretmiştir ki, cemînın en azı üçtür. b) Kurban bayramı günlerinde hacc ile ilgili şeylerden birisi yapılır. Bu da, "cemre" taşlarını atmaktır. Kadın hayz olduğu zaman, mutlaka yapması gereken tavafını, bu on günden sonraki günlerde yapmak üzere erteler. Urve'ye göre, ziyaret tavafını ayın sonuna kadar tehir etmek caizdir. İmam-ı Mâlikin bu iki delilinden birincisine, iki bakımdan cevap veririz: 1) Hak teâlâ'nın"Muhakkak ki kalbleriniz haktan meyletmiştir"(Tahrim, 4) âyetinin deliliyle, "cemî" ifadesine, birin dışındaki bütün sayılar dahildir. 2) Ayın bir kısmı, tamamı olarak kabul edilmiştir. Nitekim bir kimse birisini, senenin sadece bir saati içinde gördüğü halde, "Seni falanca sene gördüm" denilir. İmânvı Mâlikin ikinci deliline de şu şekilde cevâp veririz: Tıraş olup, tavaf edip kurban keserek ihramdan çıkmış olan kimse "cemre" taşlarını atar. Buna göre sanki bu fiil, hacc fiillerinden değilmiş gibi olur. Hayızlı kadın bundan sonra tavaf ederse, sanki bu, edâ hükmünde değil, kaza hükmünde olur. Zilhiccenin ilk on gününün hacc aylarından olduğunu söyleyenler bu konuda şu iki delili öne sürmüşlerdir: a) Müfessirlerden, hacc-ı ekber gününün, Kurban bayramı günü olduğunu söyleyenler çıkmıştır. b) Kurban bayramı günü, haccm bir rüknünün vaktidir. Bu rükün de, ziyaret tavafıdır. Şafiî (radıyallahü anh) kendi görüşüne şu şekilde istidlal etmiştir: Hacc, Kurban bayramı gününde fecrin tulûu ile sona erer.. Hâlbuki ibâdet, vakti bulunduğu halde, sona ermez.. Mezheplerin bu husustaki görüşleri bundan ibarettir. Burada geriye iki müşkil kalmıştır: 1) Allahü Teâlâ daha önce, "Sana hilâlleri soruyorlar; de ki, onlar insanlar ve hacc için vakitleri bildirirler" (Bakara. 189) buyurmuş, 'nin tamamını haccın vakitleri olarak göstermiştir. 2) Sahabenin ileri gelenlerinin şöyle dedikleri meşhurdur: Kişinin çofuk çocuğunun meskûn olduğu evlerden ihrama girmesi, haccı tamamlar. Evi son derece uzak olan kimsenin, hacc için çoluk çocuğunun meskûn olduğu yerden ihrama girmesi ancak hacc aylarından önce caiz olur. Bu da, hacc aylarının hususî bir zamanla mukayyet olmadığını gösterir. Birinci Müşkile Cevap: O ayet (Bakara, 189)umumidir. ayeti ise, hususidir. Hâs, âmmdan önce gelir. İkincisine de şu şekilde cevap veririz: Sahabeden rivayet edilen hadis, nassla çelişemez. Hak teâlâ'nın (......) kelimesi hakkında bazı izahlar yapılmıştır: a) Hacc, senenin ancak malûm aylarında bir kere yapılır ve bu, sene içinde defalarca yapılabilen umre gibi değildir. Bu durum Arapları, bu ayları bilme ve tanıma hususunda bu ilahî kanun nazil olmadan önce, kendi bildikleri şeye sevketti. Bu görüşe göre şeriat, onların bildiği şeylerin hilâfına olarak inmemiş, aksine onu doğrulayıcı ve te'kid edici olarak gelmiştir. b) Bundan murad, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in açıklamalarıyla malûm olan aylar, demektir. c) Bundan murad, "bu ayların, takdimi ve tehiri caiz olmayan muayyen vakitlerde belirlenmiş olması" şeklindedir. Yine bu, haklarında, "Haram aylan ertelemek, küfürde ileri gitmedir" (Tevbe. 37) âyetinin nazil olduğu kimselerin yaptığı gibi de değildir. Şafiî (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Bir kimsenin, hacc ayları gelmeden önce ihrama girmesi caiz değildir. Ahmed İbn Hanbel ve İshâk da aynı görüştedir. İmâm Malik, Sevrî ve Ebu Hanife (radıyallahü anh)'ye göre, hacc için ihrama girmek bütün sene boyunca caizdir. Şafiî (radıyallahü anh)'nin delili, ayetidir. Bu ayetteki, (......) kelimesi nekire olarak cem-i kıllet veznindedir. Binaenaleyh bu, bütün ayları içine almaz. Cem-i kıllet vezni, en çok on, en az da üç sayısı için kullanılır. Bu vezin nekire olarak getirildiğinde, ifade ettiği en az sayıdaki şeye hamledilir. Böylece hacc aylarının üç tane olduğunun murad edilmiş olduğu ortaya çıkar. Müfessirler, bu üç ayın şevval, zilkâ'de ve zilhicce'nin bir kısmı olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz deriz ki: Vaktinden önce hacc için ihrama girmenin caiz olmaması gerekir. Buna üç şey delildir: a) Namaza kıyas ederek, edâ vaktinden önce hacc ibadeti maksadıyla ihrama girmek doğru olmaz. b) Cuma namazında, vaktinden önce hutbe de caiz değildir. Çünkü hutbe, hükmen öğle namazının iki rekatının yerine geçer. İbadete başlama manasına gelen, ihram vaktinden önce haydi haydi doğru olmaz. c) Edâ etmeden haccın vakti geçince, bu haccı edâ için ihrama girmek doğru olmaz. Binaenaleyh vakti gelmeden, haccı edâ etmek için ihrama girmenin doğru olmaması daha evlâdır. Çünkü bir şeyin devam etmekte oluşu, başlamasından daha kolaydır. Ebu Hanife (radıyallahü anh)'nin de görüşüne iki delili vardır: 1) Allahü teâlâ, "Sana hilâlleri (aylan) sorarlar. De ki "onlar insanlar ve hacc için birer vakit (tayin vesilesi) dirler" (Bakara, 189) buyurmuş, bunların hepsi haccın vakitleri olmadığı halde, hepsini haccın vakitleri olarak ifade etmiştir. Buna göre, bütün ayların, hacc için ihrama girilebilecek birer vakit olduğu ortaya çıkmış olur. Allahü teâlâ, "Hacc, malûm aylardır" buyruğunda haccın vaktine, "hacc" dediği gibi, ihramın da mecazen "hacc" diye adlandırılmış olması caizdir, hatta bu daha uygundur. Çünkü "ihram", hacca "vakit" kavramından daha yakındır. 2) İhram, hacc için yapılan bir fiildir. Bu sebeple, nezir gibi vakti gelmeden yapılması caizdir. Ebu Hanife'nin birinci deliline şöyle cevap verilir: Bizim, zikrettiğimiz ayet, sizin delil olarak tutunduğunuz âyetten daha husûsîdir. İkinci deliline de şöyle cevap verilir: Nezir ile ihrama girme arasındaki fark şudur: Vakit, ibâdetin edası için nazar-ı itabara alınır. Hâlbuki, "eda ancak yeni başlanılan bir akid ile tasavvur olunur" delili ile nezirlerin edâ ile bir alakası yoktur. İhrama gelince, mecburî olmakla beraber bu da, edâ için bir başlangıç ve bir akiddir. Bu sebeple, ihram mutlaka vakte muhtaçtır. Hak teâlâ'nın "Kim, o aylarda hacca kendisine farz kılarsa" ifadesiyle ilgili birkaç mesele vardır: Ayetteki, (......) kelimesinin Arapçadaki mânâsı, gerekli ve vacip kılmaktır. "Onu sana vacip kıldım" manasında, denilir "Farz" kelimesinin aal manası ise, gedik açmak ve kesmektir. İbnü'l A'râbi, "Farz, kumar okunda, ağaç direkte ve benzeri şeyler üzerinde bıçakla açılan gedik (işaret) tir. (......) (yayın kirişinin bağlandığı gedik) manasınadır. (ağaç direkteki gedik) manasınadır" demiştir. Namaz ve benzeri ibadetlerin farz oluşu da bu köktendir. Çünkü bu farz ibadetler, gediğin kumar okunun ayrılmaz bir vasfı oluşu gibi, kula gerekli bir şeydir. Buna göre ayetteki, fiili "vacib kıldı" manasınadır. Kur'an-ı Kerim'de, "açıkladı, beyân etti ve birbirinden ayırdı" mânâsına da gelir. Bu, "(Bu), indirdiğimiz ve açıkladığımız bir suredir" (Nûr, 1) ve "Şüphesiz Allah size, yeminlerinizi keffâretle çözmenizi beyan etti" (Tahrım, 2) âyetlerinde geldiği gibidir. Kelimesi, "kesme" manasına da gelir. Çünkü bir şeyi kesen, onu başka bir şeyden ayırmıştır. Allahü teâlâ da bir şeyi farz kıldığında, onu başka şeylerden ayırmış olmaktadır. Binaenaleyh bu kelime hem "vacib kıldı" hem de "ayırdı" manasına gelir. Bu iki mana da temelde tek bir asla râcî olurlar. Bil ki ayette bir hazif vardır. Buna göre ayetin takdiri "Kim bu aylarda, haccetmeyi kendisine gerekli kılarsa" şeklindedir. Bu farzdan (gerekli kılmadan) murad, ihrama girenin, ihrama girmesine sebep olan şey (yani niyetidir). Çünkü kişi, hiç şüphe yok ki, ancak kendi yaptığı bir fiil ile haccı olur, böylece de ihrama girer ve kendisine, avlanma, elbise giyme, güzel koku sürünme, hanımıyla yatma ve başını örtme gibi şeyler haram olur. Bu gibi şeyleri o kendisine haram kıldığı için "muhrim" (haram kılan) diye adlandırılmıştır. Çünkü o kimse, kendisine bu gibi şeyleri haram kılacak şeye (yani ihrama) girmiştir. İşte yine bu sebepten ötürü de, hacc mıntıkasına "Harem" denmiştir. Çünkü Harem-i Şerif olmasaydı, aslında haram olmayan bu gibi şeyler orada da haram olmazdı. Buna göre, Hak teâlâ'nınayeti, ihramlıya kendisi sebebiyle haccı ve muhrim olacağı bir fiili mutlaka yapması gerektiğine delâlet eder. Sonra fakîhler bu fiilin ne olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Şafiî (radıyallahü anh), telbiyeye ihtiyaç olmadan sırf niyet ile ihrama girilebileceğini söylemiştir. Ebu Hanife (radıyallahü anh) de niyet ile birlikte telbiye veya kurban gönderme bulunmadıkça, sırf niyet ile ihrama girilemeyeceğini söylemiştir. Kaffâl (radıyallahü anh), Tefsir'inde şöyle demiştir: "Âlimlerden bir cemaatten kurbanını işaretleyen ve onu kurban olarak alâmetlendiren kimsenin ihrama girdiği rivayet edilmiştir." Yine Nâfi, İbn Ömer (radıyallahü anh)'in, "Kurbanını belirleyen ve onu alâmetlendiren kimse ihrama girer" dediğini; İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın da, "Umre ve hacc yapmayı murad ettiği halde kurbanını belirlemiş olan kimse ihrama girer" dediğini rivayet etmiştir. İmam Şafiî (radıyallahü anh), görüşüne birkaç bakımdan delil getirmiştir: 1) Allahü teâlâ. "Kim o aylarda (kendisine) haccı farz kılarsa, haccda cima ve cima ile ilgili söz, fâsıklık (günah işleme) ve kavga yoktur" buyurmuştur. Buna göre hacccın farzının telbiye ve kurban göndermekten ibaret olması mümkün değildir. Çünkü telbiyede kişinin, ihramlı olduğunu gösteren kesinlikle ne hakikî ne de mecazi bir şey yoktur. Geriye haccın farz oluşunun sadece niyetten ibaret olduğu kalır. Haccın farz oluşu, Hak teâlâ'nın "cinsi münasebet yoktur" sözünün delili ile haccın kesinleşmesini gerektirir. Binaenaleyh haccın kesinlik kazanmasında niyetin yeterli olması gerekir. 2) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Herkes için ancak niyet ettiği şey vardır" Buhari' nin ilk hadisi. hadisinin zahirî manası. 3) Kıyas. Hacca başlamak, insanın kendisini yasaklardan alıkoymasıdır. Binaenaleyh hacca, oruç gibi bir niyetle başlamak doğru olur. Ebu Hanife (radıyallahü anh)'nin delili ise iki tanedir: a) Ebu Mansur el-Mâturîdi'nin Tefsirinde, Hazret-i Aişe (radıyallahü anh)'den rivayet edilen, "Kişi, telbiye getirmedikçe ihrama girmiş olmaz" sözüdür. b) Hacc, helâl ve haram kılma özelliği olan bir ibâdettir. Dolayısıyla buna da, namaz gibi sadece niyet ile başlanılamaz. Allahü teâlâ'nın "Haccta cinsi münasebet, günah işleme ve kavga yoktur" ayeti ile ilgili birkaç mesele vardır: Ayetteki Farklı Kıraatler Vesilesi İle Dil Felsefesi Yönünden Mühim Bir İzah İbn Kesir ve Ebu Amr, kelimeyi merfû ve tenvinli olarak, şeklinde ve (......) kelimesini ise mansub olarak, (......) şeklinde okumuşlardır. Diğer kıraat imamlar, ise, üçünü de mansub okumuşlardır. Bil ki manâ bakımından, bu iki kıraatin farkını ortaya koyabilmek için, şu iki mukaddimeyi yapmak gerekir: 1) Her şeyin bir ismi vardır. Buna göre ismin kendisi, müsemmânın kendisine delildir. İsmin harekeleri ve diğer halleri, müsemmânın hallerini gösterir. Binaenaleyh, senin (Bir adam) demen, belli bir mahiyeti ifade eder. Bu lâfzın, mansub, merfû ve mecrûr olan harekeleri; o mahiyetin mef'ul oluş, fail oluş ve muzâf oluş hallerini gösterir. Aslın, asıl; sıfatın da sıfat karşısında olması için, aklî tertip işte böyledir. Bundan dolayı mahiyetlere delâlet eden isimlerin sonlarının sakin olarak telaffuz edilmesi gerekir ve ve şeklinde söylenir. Bu böyledir. Çünkü bu harekeler, müsemmânın zâtında meydana gelen farklı durumları ifade etmek için konulduğundan dolayı, müsemmânın hallerinden birini belirleme maksadı olmaksızın, müsemmânın kendisi belirtilmek istendiğinde, lâfzı bu harekelerden arındırmak gerekir. Buna göre, bazen lâfız harekelenmek istendiğinde, harekelerin en hafifi ve sükûna en yakını olduğu için nasb ile harekelenmesi gerekir. 2) Nasb ile (Hiçbir adam yok) dediğin zaman, mahiyyeti nefyetmiş olursun. Mahiyyeti nefy ise, kesinlikle o mahiyyetin fertlerinin yokluğunu icâb ettirir. Ama ref ve tenvinle, dediğin zaman, sen kapalı ve müphem bir adamı nefyetmiş olursun. Bu, bu vasfıyla mahiyyetin bütün fertlerinin yokluğunu icab ettirmez. Ancak ayrı bir delilin bulunması müstesna... Böylece, senin nasb ile sözün, ref ve tenvinle olmak üzere, sözünden nefyin umumiliğine daha fazla delâlet eder. Bu iki mukaddimeyi iyice anladıysan, biz bu iki okuyuş arasındaki farka dönüyor ve şöyle diyoruz: Bu üç kelimeyi nasb ile okuyanların kıraatine göre, bunda herhangi bir müşkillik yoktur. Ama ilk ikisini ref ve tenvinle; üçüncüsünü de nasb ile okuyanlara gelince, bu cidalin nefyine gösterilen ehemmiyetin, "refes" ve füsükun nefyine gösterilen ehemmiyetten daha fazla olduğuna delâlet eder. Bu böyledir, çünkü "refes" şehveti tatmin etmekten ibarettir. Cidal, bunu da ihtiva eder. Çünkü cedelleşen kimse, kendi sözünü yerine getirmeyi arzular. Füsük, Allah'ın emrine muhalefet etmekten ibarettir. Mücadele eden kimse de hakka uymaz. Çoğu kez düşmanlığa ve öfkeye sevkeden eziyyet ve korkutmalara başvurur.. Cidal, kötülüğün her çeşidini içine alınca, şüphesiz bu kıraate göre, Allahü Teâlâ bu cidali nefyetme hususunda daha fazla ihtimam göstermiştir. Müfessirlere gelince onlar şöyle derler: İlk ikisini ref ve tenvin ile okuyup, üçüncüsünü sadece nasb ile okuyanlar, ilk ikisini nehyetme mânasına; sanki "Herhangi bir refes ve fısk olmasın" dercesine, üçüncüsünü de mücadeleyi nefyettiğini haber verme mânâsına hamletmişlerdir. Müfessirlefin dediği budur; ne var ki İlk ikisinin nehye, üçüncüsünün de nefye niçin tahsis edildiğinin bir izahı yoktur. Ayette geçen, (......) kelimesine gelince, biz bunu Hak teâlâ'nın "Oruç gecesi, hanımlarınıza yaklaşmanız size helâl kılındı" (Bakara. 187) ayetinin tefsirinde izah etmiştik. Bundan maksad, cimâdır. Hasan el-Basrîde, bundan maksadın cimâya taalluk eden her şey olduğunu söylemiştir. Buna göre lisân ile yapılan refes, cima ve cima ile ilgili şeyleri söylemek; el ile yapılan refes, tutmak ve yoklamak ve ferc ile yapılan refes de cima etmektir. Ulemâ, "Kadınların arkasından bu kelimeleri konuşmak refes sayılmaz" demiş ve İbn Abbas'ın ihrâmlı iken ve devesini şarkı mırıldanarak çekerken aktarmış olduğu şu şiirle istişhâd etmişlerdir: "O kadınlar fısıldaşarak bizimle beraber yürüyorlar. Eğer talihimiz yolunda giderse, onlarla cima edeceğiz." Bunun üzerine Ebu'l-Âliye ona, "İhramlı iken refes mi yapıyorsun?" dediğinde İbn Abbas, "refes, sadece kadınların yanında söylenen fahiş sözlerdir" diye cevap verir. Diğer âlimler ise, "refes'in kötü ve çirkin söz söylemek" olduğunu söyleyip, bu görüşlerine de hadis ve Arapçadan istişhadlarda bulunmuşlardır. Haberden delilleri, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu sözüdür: "Sizden birisi oruçlu olduğu zaman, çirkin söz söylemesin ve ağzını bozmasın. Eğer bir kimse ona kötü söz söylerse, o "Ben oruçluyum" desin' Buharî. Savm. 2. Burada refesin çirkin ve kötü sözden başka bir şeye ihtimali olmadığı açıktır. Arapçadan delillerine gelince bu, Ebu Ubeyd'den rivayet edilen şu sözdür: "Refes, konuşma sırasında çirkin sözler söylemektir. Bu manada olmak üzere, denilir." Ebu Ubeyde ise, "Refes, boş ve mâlâyanî söz söylemektir" demiştir. Füsûk'a gelince, bil ki fısk ve füsûk aynı manaya gelirler. Bunlar, (......) babından masdardırlar. Daha önce biz füsûk'un taât çerçevesinin dışına çıkma mânasına geldiğini açıklamıştık. Müfessirler ise bu manaya delâletinde ihtilâf etmişler; muhakkik olanlarından pek çoğu, bu kelimeyi her türlü günah mânâsına hamlederek şöyle demişlerdir: "Çünkü lâfız, bütün bunları içine alır ve onları kapsar. Bir şeyden nehyetmek, o şeyin bütün nevilerinden vazfeçmeyi gerektirir. Binaenaleyh, lâfzı fıskın bazı, çeşitlerine hamletmek, delilsiz bir dâvadır. Bu Hak teâlâ'nın"O da Rabbinin emrine itaatten dışarı çıktı" (Kehf, 50) "Ve size küfrü, fıskı ve isyan etmeyi kötü gösterdi" (Hucurat, 7) âyetleriyle te'kid edilmiştir. Bazı müfessirler de, bu kelimeden muradın günâhın bazı nevileri olduğunu söyleyerek, bu hususta bazı vecihler zikretmişlerdir: 1) Bu kelimeden murad kötü söz söyleyip sövmektir. Buna Kur'an ve hadisten delil getirmişlerdir. Kur'an'dan delilleri, "Birbirinizi kötü lâkablarla çağırmayın; imandan sonra fasık olmak ne kötü bir İsimdir!" (Hucurat, 11) ayetidir. Hadisten delillerine gelince, bu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu sözüdür: "Müslümana sövmek, fisktır; onunla savaşmaksa küfürdür, ” Buhari. İman, 36. 2) Bundan murad eziyyet etmek ve çirkin sözler söylemektir. Cenâb-ı Allah, "Ne kâtitbe ne de şahide zarar verilmesin... Eğer yaparsanız, bu sizin bir eziyyet vermeniz olur"(Bakara. 262) buyurmuştur. 3) İbn Zeyd şöyle demiştir: Bu, putlar için kurban kesmedir. Çünkü müşrikler haccdan esnasında hacc için ve putları adına kurban kesiyorlardı. Bu hususta Cenâb-ı Allah, "Üzerine Allah'ın adının anılmadığı (boğazlanmış hayvanlardan) yemeyin. Çünkü bu bir fısktır." (En'âm, 121) ve "Ya da, Allah'tan başkası adına boğazlanmış bir fısk olur" (En'âm, 145) buyurmuştur. 4) İbn Ömer şöyle demiştir: "Fâsık, ihramda bulunmanın yasaklamış olduğu avlanmak ve benzeri hususlarda âsî ve günahkâr olan kimsedir." 5) Refes, cima ve kişinin hanımıyla cima öncesi yapmış olduğu şeylerdir. Risûk ise, zina yoluyla cima ve cima öncesi yapılan şeylerdir. 6) Muhammed İbn Cerir et-Taberî, "Füsûk, yasaklarını terk etmeye azmetmeden, hacc yapmaya azmetmektir" demiştir. "Cidal" e gelince, bu "mücâdele" kökünden olup, (......) vezninde bir masdardır. Bunun aslı, ip bükmek manasında olan, (......) kelimesidir. Bükülmüş ve kıvrılmış manasında olmak üzere, (......) denilir. (......) bağın, yuların adıdır. Çünkü yular ipi, mutlaka bükülmüş olur. Çekişme ve davalaşma da "mücâdele" olarak adlandırılmıştır. Çünkü taraflardan her biri diğerini kendi görüşünden çevirmek, caydırmak ister. Müfessirler "cidal" hususunda şu görüşleri zikretmişlerdir: 1) Hasan el-Basrî, "Buradaki cidal, kendisinden sövmeye, karşılıklı yalanlamaya ve ağız bozmaya geçilmekten korkulan cidaldir" demiştir. 2) Muhammed İbn Ka'b el-Kurazî de şöyle demiştir: "Kureyş, Minâ'da bir araya geldiğinde onlardan bir kısmı, "Bizim haccımız daha tam;"diğerleri de, "hayır, bizim haccımız daha tâm ve mükemmel" derlerdi. İşte bunun üzerine Allahü Teâlâ onları, bundan nehyetti. 3) Mâlik Muvatta'ında şöyle demiştir: Haccdaki cidal şöyle olur: "Kureyş, Kuzah'ta, Müzdelife'de, Meş'âr-i Haramda vakfe yapıyorlardı. Kureyş'in dışında kalanlar ise, Arafat'ta vakfe yapıyor ve karşılıklı mücadele ederek, bir taraf, biz daha doğruyuz; diğer taraf ise, hayır biz daha doğruyuz" diyorlardı. Nitekim Hak teâlâ, "Biz her ümmete, tâbi olduğu bir ibâdet yolu gösterdik. Binaenaleyh, emir hususunda seninle tartışmasınlar. Sen Rabbine davet et. Muhakkak ki sen, dosdoğru bir hidâyet üzerindesin.. Eğer seninle mücadele ederlerse, de ki Allah, sizin yaptıklarınızı çok iyi bilendir" (Hacc, 67-68) buyurmuştur. Mâlik, "Görüşümüze göre cidal budur. Allah en iyisini bilendir" demiştir. 4) Kasım İbn Muhammed, "Haccdaki cidal, onların bir kısmının, hacc bu gündür; bir kısmının da, hayır yarındır" demesidir. Bu böyledir, çünkü onlar ayların hesabını hilâlin rü'yetine göre yapmayı emrediyorlar; diğerleri ise bunu hesaba göre ayarlıyorlardı. İşte bundan dolayı onlar ihtilâf etmişler; bir kısmı, "bu gün bayram günüdür;"bir kısmı da, "hayır, yarın bayram günüdür" demişlerdir. İşte Allahü Teâlâ onları bundan nehyetmiştir. Buna göre onlara sanki şöyle denilmiştir: "Biz size, hilâllerin insanlar ve hacc için vakit bildiren şeyler olduğunu açıkladık. İşte buna göre dosdoğru hareket ediniz ve bu hususta, bildirilenin dışında mücadele etmeyiniz.." 5) Kaffâl (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Bu nehye, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onlara hacclarını umreye çevirmelerini emredip de, bu onlara ağır gelince, o sırada yaptıkları niza ve tartışma da dahildir. Onlar, "Zekerlerimizden meni aktığı hâlde biz kalkmışız Minâ'ya gidiyoruz" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Şayet benim durumumun böyle olacağını ta başından bilseydim, beraberimde kurban getirmez, bunu da hacc değil umre yapardim" buyurmuştur. Bunun üzerine onlar cidali terk ettiler. 6) Abdurrahmân İbn Zeyd şöyle demiştir: Onların hacc hususundaki cidalleri, haccda içlerinden hangisinin Hazret-i İbrahim'in vaktine isabet ettirecekleri hususunda ihtilâfa düşmeleri sebebiyle olmuştur. 7) Onlar, seneler hakkında ihtilâf etmişlerdir; böylece kendilerine, "Haccda cidal yoktur. Çünkü zaman geçmeye devam ediyor ve zaman yine Hazret-i İbrahim'in zamanında yapılan haccın vaktine denk gelmiştir" denilmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Veda haccındaki, biliniz ki zaman dönüp dolaşıp Allahu Teâlâ'nın gökleri ve yeri yarattığı gündeki durumuna gelmiştir" Müslim, Kasame, 29. sözüyle kastedilen de budur. Müfessirlerin bu konuda söyledikleri şeyin tamamı, işte bundan ibarettir. Kadı bu konuda güzel bir söz zikrederek şöyle demiştir: Cenâb-ı Hakk'-ın, buyruğu hem haber olmaya, hem de Hak teâlâ'nın"Onda hiçbir şüphe yoktur" (Bakara, 2) ayetinde olduğu gibi, nehy olmaya muhtemeldir. Yani, "Bu'hususta şüphe etmeyiniz" demektir. Lâfzın zahiri onun haberi cümle olduğunu gösterir. Bizonu haber cümlesine hamlettiğimizde, bunun mânası, "Hacc bu noksan laştırıcı ve bozucu şeylerden herhangi birisiyle beraber olamaz. Aksine hacc, fasit olur. Çünkü hacc bunlara adetâ zıttır. Bunlar, haccın geçerli olmasına mânidir" şeklinde olur. Bu açıklamaya göre mânânın düzgün olması için şöyle anlaşılması şarttır: Ancak "refes" ile haccı ifsâd eden cima kastedilir, füsûk, haccı ifsat ettiği için zinaya; cidal da haccda ve onun farziyyetinden şüphe etmek mânasına hamledil irse, işte o takdirde mânâ doğru olur. Çünkü haccın farziyetinden şüphe etmek, bir küfür olur ve dolayısıyla da küfürle beraber hacc sahîh olmaz. Biz bu üç lâfzı, "Allah'ın, "bu sayılan şeyler hacc ile birlikte bulunmaz" şeklinde haberi doğru olsun diye bu mânaya hamlettik. Bu durumda şayet: "Zikredilen bu şeylerle beraber hacc fasit olmaz mı? Bu sebeple de onu yapanın, haccı tekrarlaması gerekmez mi? Bunlarla beraber hacc sahîh olmaya devam etseydi, "Allah'ın "bu şeyler hacc ile beraber bulunamaz" şeklindeki haberi doğru olmazdı" denilirse, biz deriz ki: Ayetten maksat, bu şeylerle, Allah'ın tâ baştan emretmiş olduğu hacc arasında bir zıtlığın bulunduğudur. Mezkur durumlarla yapılan haccın kaza edilmesi gerekmesinin delaletiyle o şekildeki hacc sahîh olmaz. İadesi gereken fasit haccda, Allah'ın tâ baştan emretmiş olduğu o haccdan başka bir şey bulunur. Haccın farziyetindeki şek sebebiyle meydana gelen cidaldeki durum açıktır. Çünkü böyle bir şek ile hacc ibâdeti ortadan kalkar. Çünkü bu küfürdür. Hacc İbâdeti ise, İslâm'a girmiş olmaya bağlıdır. Böylece bir lâfzı haber mânâsına hamlettiğimizde, "refes", "füsûk" ve "cidal" kelimelerini, bizim söylediğimiz mânâya hamletmek gerekir. Ama bu üç kelimeyi nehiy mânâsına hamlettiğimizde -ki bu hakikatte lâfzın zahirinden ayrılmak demektir- o zaman "refes" ile cima, cimâdan önce yapılan şeyler ve çirkin sözlerin; "füsûk" ile fıskın bütün çeşitlerinin; "cidal" ile de cedelin bütün çeşitlerinin murad edilmesi doğru olur. Çünkü lâfz mutlaktır ve bütün bu kısımları da ihtiva etmektedir. Binaenaleyh, bunları nehyetmek, bunların bütün kısımlarını nehyetmek olur. Bu açıklamaya göre ayet adetâ güzel ahlâka ve güzel edeblere sarılmaya bir teşvik; taâtların sevabını yok edecek şeylerden de bir sakındırmadır. Sadece Refes, Füsûk ve Cidalin Yasaklanmasındaki Hikmet Üçüncü mesele, Allahü Teâlâ'nın ne eksik ne de fazla olmamak üzere, sadece bu üç kelimeyi zikretmesindeki hikmet hususundadır. Bu üç kelime, Hak teâlâ'nın ayetidir. Bundaki hikmet şudur; Aklî ilimlerde insanın dört çeşit kuvvetinin olduğu belirtilmiştir. Bunlar hayvanı kuvve-i şeheviy-ye, vahşi kuvve-i gadabiyye, şeytanî kuvve-i vehmiyye ve melekî kuvve-i akliyyedir. Bütün ibadetlerin gayesi, şehvet, gazab ve vehim kuvvetini ezmektir. Ayetteki, şehevî kuvveti ezmeye; inadlaşma ve gazabı doğuran gazabı kuvveti ezmeye; sözü, insanı Allah'ın zâtı, sıfatları, fiilleri, hükümleri, ve isimleri hususunda çekişmeye sevkedecek vehmî kuvveti ezmeye işaret etmektedir. Bu kuvvetler insanı, diğer insanlar ile münazaa etmeye ve çekişmeye, onlarla her şey hususunda hasımlaşmaya sevkeder. Bütün serlerin menşe'i sadece bu üç kuvvet olduğu için, Cenâb-ı Allah, "Haccda cinsî münasebet fâsıklık ve cidâl yoktur" buyurmuştur. Yani, "Kim Allah'ın marifetine, muhabbetine ve celâlinin nuruna muttali olma ile O'nun has kulları sırasına girmeye niyetlenirse, onda bu tür şeyler olamaz" demektir. İşte bunlar, nefse âit birtakım sırlardır. Bu ayetin en ileri maksadı budur. Binaenaleyh akıllı kimsenin, bunları gözardı etmemesi gerekir. Bütün işlerde muvaffakiyyet Allah'tandır. Yasaklanan Cidalin İstisnası, Kelâm İlmindeki Cidaldir Bazı kimseler, istidlali, araştırmayı, tefekkürü ve tartışmayı hoş görmemiş ve şunları ileri sürmüşlerdir: a) Allahü teâlâ 'haccda cidal yoktur" buyurmuştur. Bu ifade cidalin her türlüsünün yapılmamasını gerektirir. Eğer, din hususundaki mücâdele, bir taat ve marifetullah için bir yol olsaydı, Allah bunu haccda yasaklamazdı. Bilâkis haccda mücadele etmek, taata taat katmak olurdu. Bu sebeple de, cidalin teşvik edilmesi münasip olurdu. b) Allahü teâlâ, "Onlar bunu, sana sırf mücâdele etmek için söylediler. Daha doğrusu onlar, çok hasımlaşan bir kavimdirler" (Zuhruf, 58) buyurmuş ve kâfirleri mücadeleci ve nizâcı olmaları sebebiyle ayıplamıştır. Bu da, cedelin kınanmış bir iş olduğunu gösterir. c) Cenâb-ı Hak, "Nizâlaşmayın yoksa hezimete uğrarsınız ve gücünüz de gider" (Enfal, 46) buyurarak, münazaadan nehyetmiştir. Kelâmcıların çoğu ise, "Dinî konulardaki cidal büyük bir ibâdettir" demişler ve görüşlerine, "Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğüt ile davet et, ve onlar ile en güzel şekilde mücâdele et" (Nahl, 125) âyeti ile kâfirlerin Hazret-i Nuh'a karşı söylediklerini nakleden, "Ey Nuh, bizimle mücâdele ettin, mücadelende de çok ileri gittin" (Hud, 32) âyetini delil getirmişlerdir. Bu mücâdele ve cidallerin, dinin esaslarını iyice anlatmak için olduğu malumdur. Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz deriz ki bu nassları cem'etmek, yani birlikte mütâlâa etmek gerekir. Buna göre biz, kınanmış olan mücadeleyi, bâtılı yerleştirmek, mal ve makam elde etmek için yapılan cidal manasına; övülen mücâdeleyi de, hakkı yerleştirmek, halkı Allah yoluna davet etme ve Allah'ın dinini müdafaa için yapılan cidal (münakaşa, münazara) manasına hamlederiz. Cenâb-ı Allah'ın, "Hangi hayrı yaparsanız, Allah bilir. Azıklarımız ve biliniz ki azıkların en hayırlısı takvadır" ayetine gelince, bil ki Allahü teâlâ, bu âyetten önce, hayır ve taat olan şeylerin yapılmasını emrederek, "Allah için hacc ve umreyi tamamlayınız" ve "Kim, bu aylarda kendisine haccı farz ederse (yani niyetlenirse) " buyurmuş; şer ve günah olan şeyleri yapmaktan da nehyederek, "Hacc-da cinsi münasebet fâsıklık ve cidal (kavga) yoktur" buyurmuş, daha sonra da, hepsinin peşisıra, "Hangi hayrı yaparsanız, Allah bilir" demiştir. Bütün hayırları ve serleri ifade etmesi için, zahire göre en uygun olan; "Ne yaparsanız, Allah onu bilir" denilmesi idi. Fakat Allahü teâlâ şu fayda ve inceliklerden dolayı, burada özellikle yapılan hayırları bildiğini beyan etti: 1) "Ey kulum, senden bir hayır sâdır olduğunda, ondan bahseder ve onu yayarım. Fakat senden bir şer sâdır olduğunda, o işi örter ve gizlerim. Sana dünyadaki rahmetimin böyle olduğunu bildiğine göre, ahiretteki rahmetim nasıl olur (bir düşün)?" 2) Müfessirlerden bazıları, Allah'ın, "Muhakkak ki kıyamet saati gelecektir; beri onu neredeyse gizliyorum..." (Ta-hâ, 15) ayetinin manasının, "Şüphesiz kıyamet gelecektir. Şayet mümkün olsaydı onu kendimden bile gizlerdim" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. İşte bu âyet de böyledir. Bu âyette sanki kula şöyle denilmiştir: "Yaptığın her hayrı bilirim. Yaptığın serlere gelince, onları, kendimden saklamam mümkün olsaydı, kendimden de saklardım." 3) Büyük bir padişah, kendisine itaat eden bir kölesine, "Ben, senin benim için katlandığın meşakkat ve hizmetleri biliyorum ve bunlardan haberdârım" dediği zaman, bu o köleye büyük bir mükâfaat vaadi sayılır. Eğer bu sözü padişah, âsî ve hatalı bir kölesine söylemiş olsaydı, bu, o köle için çetin bir azab tehdidi olurdu. Hak teâlâ, Ekremü'l-Ekremîn (cömertlerin en cömerdi) olunca, mükâfaat va'adini gösteren cümleyi zikretmiş, azab va'îdini gösteren şeyi zikretmemiştir. 4) Cebrail (aleyhisselâm) "İhsan nedir?" diye sorduğfunda, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "İhsan, senin Allah'ıgörürcesine O'na ibadet etmendir. Zira her nekadar sen Allah'ı görmüyorsan da, şüphesiz O seni gö"rüyor" Buhâri. Tefsir, Lokman (31). buyurmuştur.İşte bu ayette de Allahü teâlâ, kulun Rabbine taatinin, ibâdetlerin en üst mertebesinde olan ihsan cinsinden olması için, kuluna onu gördüğünü ve onun yaptığı her hayrı bildiğini beyân etmiştir. Çünkü hizmet eden kimse, hizmetinde olduğu zâtın, hizmetlerine muttalî olduğunu ve durumlarından haberdâr olduğunu bildiği zaman, hizmete daha şevkli olur, hizmet etmekten daha çok tad alır ve bu işten rahatsızlığı o nisbette az olur. 5) Hizmet eden kimse, hizmet ettiği zâtın, bütün yaptığı işlerden haberdâr olduğunu bilirse, taatları yerine getirmede ve mahzurlu şeylerden sakınma hususundaki gayret ve çabası, böyle olmaması halinden daha güçlü olur. İşte bu sebeplerden dolayı Allahü teâlâ, haccı emretmiş ve refes, füsûk ve cidalden nehyinin peşinden, "Hangi hayrı işlerseniz, Allah onu bilir" kavl-i şerifini getirmiştir. Allahü teâlâ'nın "Ve azıklarımız. (Biliniz ki) azıkların en hayırlısı takvadır" ayeti ile ilgili iki izah vardır: 1) Bundan murad şudur: "Takva ile azıklanınız." Bunun delili, ayetin son kısmındaki "(Biliniz ki) azıkların en hayırlısı takvadır" sözüdür. Bu sözün izahı şu şekildedir: İnsanın iki yolculuğu vardır; dünyada yolculuğu ve dünyadan yolculuğu. Dünyada yolculuk için, mutlaka azık gerekir. Bunlar da yiyecek, içecek, binit ve maldır.. Yine, dünyadan yolculuk yaparken de azık gerekir; bu da marifetullâh, muhabbetullah ve O'nun dışındaki bütün varlıklardan yüz çevirmektir. Bu azık, birçok sebepten dolayı birinci azıktan daha hayırlıdır: a) Dünya azığı seni, vehmolunan bir azâbtan kurtarır; ahiret azığı ise, seni kesin ve kafi olan bir azâbtan kurtarır. b) Dünya azabı seni, inkıtâya uğrayan bir azâbtan kurtarır; ahiret azığı ise, dâim ve ebedî Olan bir azâbtan kurtarır. c) Dünya azığı seni elemler, hastalıklar ve belâlarla karışık olan bir lezzete ulaştırır. Ahiret azığı ise, zarar şaibelerinden uzak, inkıta ve kesintiden hâlî olan devamlı ve bakî lezzetlere ulaştırır. d) Dünya azığı her saat ve her an gidebilir ve noksanlaşabilir: ahiret azığı ise seni ahirete götürür; ve o azık her an her saat gelir ve yaklaşır. e) Dünya azığı seni, şehvet ve nefsin kürsüsüne götürür; ahiret azığı ise, Allah'ın celâl ve kuds basamağına ulaştırır. Bütün bu anlattıklarımızla ortaya çıkar ki, azıkların en hayırlısı takvadır. Bunu anladığına göre, ayetin tefsirine dönebiliriz. Cenâb-ı Allah ayette sanki şöyle demektedir: "Azıkların en hayırlısının takva olduğu sabit olunca, ey aktl sahipleri, takvayla meşgul olunuz. Yani, eğer siz, işlerin hakikatini bilen akıl sahipleri iseniz, sizin aklınızın ve fikrinizin gereği olarak, bu çok faydalan olan azığı elde etmek için meşgul olmanız gerekir, " A'şâ, bu mânayı anlatmak için şöyle demiştir: "Sen takva azığı almadan gidip de, ölümden sonra takva ile azıklanmış olanlarla karşılaştığın zaman, onun gibi olamadığın ve onun mükâfaatlandırıldığı gibi mükâfaatlandırılmadığın için, pişman olursun." 2) Bu âyet, azıksız olarak hacceden, "Biz, mütevekkil kimseleriz" diyen, sonra da insanlardan dilenen bazı Yemenliler hakkında nazil olmuştur. Bunlar zaman zaman insanlara zulmedip, mallarını gasbedince Cenâb-ı Allah, bunların azıklanmalarını emrederek, "Hacca gidip gelebileceğiniz şeylerle azıklanın; çünkü en iyi azık, sizi dilenmekten, nefislerinizi de zulümden alıkoyan şeydir" buyurmuştur. İbn zeyd'den rivayet edildiğine göre bazı Arap kabileleri, hacc ve umre yaparlarken, yanlarına azık almıyorlardı. İşte bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil olmuştur. Muhammed ibn Cerir el-Taberî de, ibn Ömer'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Onlar, yanlarında azık olduğu halde ihrama girdiler mi, bu azıklarını atarlardı. İşte bunun üzerine onlar, bu âyetle bütün fiillerden nehyolundular. Kâdî, bu görüşün doğru olmadığını söyler. Çünkü Hak teâlâ'nınifadesi, Hak teâlâ'nınemriyle alâkalıdır. Buna göre âyetin takdiri "Takvadan azıklamnız" şeklindedir. Şeriat örfünde ve Kur'an'da takvanın mânası vâcib olan şeyleri yapmak ve yasaklanmış olan şeyleri terk etmekten ibarettir. Kâdî sözünü şu şekilde sürdürün" Buna göre biz, bu görüşün tashih edilmesini kastettiğimizde, bu konuda karşımıza iki izah tarzı çıkar: a) Yolculuğu için azık almaya gücü yeten kimse bu azığı almadığı zaman, azık almamakla Allah'a isyan etmiş olur. İşte bu izaha göre, bunun ayetin muhtevasına girmesi doğru olur. b) Bu sözde bir hazf bulunmaktadır. Âyetten kastedilen mâna şudur; "Hem dünya yolculuğunuz, hem de ahiret yolculuğunuz için azıklamnız. Muhakkak ki azıkların en hayırlısı ve en iyisi, takvadır." Hak teâlâ'nın "Benden korkunuz" buyruğu hakkında birkaç mesele vardır: Hak teâlâ'nın emrinde Allah'ın azamet ve celâlinin tamlığına bir tenbih bulunmaktadır. Bu, şairin tıpkı şu sözü gibidir: "Ben, Ebu'n-Necm'im. Şiirim de Şirâ yıldızıdır." Ebu Amr, Hak teâlâ'nın buyruğunda kelimeyi aslı üzre okuyarak yâ harfini isbât etmiştir:kıraat imamları ise tahfif için ve kesre de buna delâlet ettiğinden dolayı yâ harfini hazf etmişlerdir. Hak teâlâ'nın"Ey akıl sahipleri..." kavline gelince... Bil ki bir şeyin özü ve lübbü, ondan sızan öz ve halis kısmıdır. Bundan sonra âlimler ihtilâf ederek, bazıları bunun, "akl"'ın ismi olduğunu söylemişlerdir. Çünkü akıl, insanda bulunan meziyyetlerin en üstünü; insanı hayvandan ayırıp ve onu melekler seviyesine yaklaştıran istidâddır. İnsan akıl sayesinde, hayırlı şeylerin en hayırlısı ile, şerlerin de en şerlisini ayırd eder. Bazıları da bunun, aslında aklın yeri olan "kalb" in ismi olduğunu söylemişlerdir. Kalb, bazen akıldan kinaye olur. Nitekim Hak teâlâ, "Bunda muhakkak ki bir kalbi olan veya müşahede ederek kulak veren kimse için bir öğüt vardır" (Kaf, 37) buyurmuştur. İşte burada da "lübb" akıldan kinaye kılınmıştır. Buna göre Hak teâlâ'nıntâbirinin mânası, demektir. Hâlle, mahallin ismini vermek meşhur olan bir mecaz şeklidir. Nitekimkıskanç ve asabiyyet sahibi olan kimse için, "Falancanın nefsi vardır." Böyle olmayan kimse için de, denilir. İşte burada da böyle denilir. İmdi "Sadece akıllı kimselere hitâb edilebileceği hâlde, Cenâb-ı Hakk'ın, demesindeki fayda nedir?" denilirse, biz deriz ki bunun mânası, "Şüphesiz sizler akıl sahiplerinden olduğunuz için, bu şeyleri bilmeye ve onlarla amel etmeye ancak sizler güç yetirebilirsiniz. O halde bunların size vâcib olması daha uygun; sizin onlardan yüz çevirmeniz de aynı şekilde, en çirkin şey olur. İşte bundan dolayı şair şu beyitleri irâd etmiştir: "İnsanların kusurları içinde, bir şeyi tam olarak yapabileceği halde, bunu eksik yapanların kusuru gibi olanını hiç görmedim." İşte bundan dolayı, Hak teâlâ, "İşte onlar, hayvanlar gibidirler; hatta daha da şaşkın" (Araf, 179) buyurmuştur. Yani hayvanlar, aciz olmaları sebebiyle mazurdurlar. Ama şu muktedir olan insanlar yok mu; onların haktan ve hakikattan yüz çevirmeleri çok çirkin bir günahtır. İşte bu sebepten dolayı onlar, hayvanlardan daha sapıktırlar. |
﴾ 197 ﴿