199"Sonra, insanların çıktığı yerden çıkınız ve Allah'tan bağışlanmanızı dileyiniz. Muhakkak ki Allah çok bağışlayan, çok merhamet edicidir" Ayette geçen, emrinin tefsiri hususunda iki görüş vardır: a) Bundan maksad, insanların Arafat'tan sel gibi akmalarıdır. Bu görüşte olanlar ihtilâf etmişlerdir. Buna göre, bunların çoğu, bu ayetin Kureyş ve onların müttefiki olan hamaset sahibi kabileler için bir emir olduğu görüşündedirler. Bu böyledir, çünkü onlar Vakfe için Müzdetife'den öteye geçmiyorlardı. Bu görüşte olanlar şu hususları delil getirmişlerdir: 1) Harem-i Şerif, başka yerlerden daha şereflidir. Bu sebeple, onun içinde vakfe yapılmasının daha evla olması gerekir. 2) Bu kabilelere diğer insanlara karşı üstünlük taslayarak, "Biz, ehlu'l-lahız, dolayısıyla Allah'ın haremini helâl saymayız" diye övünüyorlardı. 3) Bu kabileler, vakfe yerinin Harem bölgesi değil, Arafat olduğunu kabul etselerdi, bu. Harem için bir eksikliği vehmettirirdi. Daha sonra da bu eksiklik, onlarla alâkalı olurdu. İşte bundan dolayı, kendilerine hums denen (Kureyş, Kinâne, Huza'a, Sakif, Heysem, Benû Amir ve Benu Nasr) kabileler, sadece Müzdelife'de vakfe yapıyorlardı. İşte bunun üzerine, Hak teâlâ, onlara Arafât'da vakfe yapmalarını ve diğen insanlar gibi oradan sel gibi akıp gelmelerini emretmek için bu ayeti indirmiştir. Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh)'i hacc emiri yapınca, ona insanları Arafat'a çıkarmasını emretmişti. Hazret-i Ebu Bekir hacc için gidince (Müzdelife'de) bu kabilelere rastladı ve onları bırakıp gitti. Bunun üzerine, bu kabileler Hazret-i Ebu Bekr'e, "Nereye gidiyorsun? Burası senin ecdadının ve kavminin (vakfe) makamıdır. Bundan dolayı gitmemelisin" dediler. Fakat o, onlara yüz vermedi, Allah'ın emri üzere Arafat'a gitti, vakfeyi orada yaptı ve diğer insanlara da Arafât'da vakfe yapmalarını emretti. Bu izaha göre, ayetinin manası, "Sizin sel gibi akışınız, Arafât'da vakfe yapan insanların, sel gibi aktığı yerden olsun" şeklinde olur. Bu ayetten muradın, Arafat'dan sel gibi akıp gitmek olduğunu söyleyenlerin bazısı, ayetteki, emrinin bütün insanlar için umûmî bir emir olduğunu; "İnsanların sel gibi aktığı yerden" tabirindeki "insanlardan" maksadın Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) ile Hazret-i İsmail (aleyhisselâm) olduğunu, çünkü bu ikisinin sünnetinin (adetinin) Arafât'dan sel gibi (hızlıca) aktp gelmek olduğunu söylemişlerdir. Yine rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), câhiliyet çağında da vakfesini Arafât'da yapıp, "hums" denen bu kabilelere muhalefet ediyordu. Cemî bir ismi, kendisine uyulan bir reis olan tek bir şahsa vermek caizdir. Bu, tıpkı "İnsanlar onlara dedi..." (Âl-i İmran, 173), yani, "Nu'aym b. Mes'ud onlara dedi" ve "İnsanlar size karşı ordu topladılar" (Âl-i İmran, 173); yani "Ebu Süfyan, sizin için ordu topladı "ayetlerinde olduğu gibidir. Cemî bir ismi, meşhur bir kimse için kullanmak, bilinen bir mecaz şeklidir. "Biz, o Kur'an'ı Kadir gecesinde indirdik" (Kadr. 1) ayetinde, "Biz" ifadesi de bu kabildendir. Ayet-i kerimede, Kaffâl, (radıyallahü anh)'ın zikrettiği üçüncü bir izah tarzı daha vardır. O da şudur: "İnsanların sel gibi aktığı yerden" ifadesi, bu sel gibi akışın Arafat'tan olmasının, çok eski ve geçmişi uzun bir durum olmasından, bunun dışındakilerin ise, daha sonradan uydurulmuş bid'atlar olmasından ibarettir. Nitekim bir şeyin eskiden beri yapıldığını ifade etmek için, "Bu, insanların çok eskiden beri yaptığı şeylerdendir" denilir. "Bu tabirden (ifâzadan) maksad, Arafat'tan geliş" diyenlerin yaptıkları izahların tamamı bu kadardır. b) Bu husustaki ikinci görüş, Dahhâk'ındır. Buna göre, bu sel gibi akıştan murad, Kurban bayramının birinci günü, güneş doğmadan önce, şeytan taşlamak ve kurban kesmek için Müzdelife'den Mina'ya doğru olan akıştır. Cenâb-ı Hakk'ın, ayetindeki, ifadesi ile kastedilenler, Hazret-i İbrahim, İsmail ve bunlara tabî olanlardır. Bu şöyledir: Onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de getirdiği gibi, güneş doğmadan önce Müzdelife'den hızla (Mina'ya doğru) giderlerdi. Müzdelife'de vakfe yapan Araplar ise, güneş doğduktan sonra Müzdelife'den hızla hareket ederlerdi. Bundan dolayı Cenâb-ı Allah Müslümanlara, Hazret-i İbrahim ve İsmail (aleyhisselâm)'in hızla hareket ettiği vakitte, Müzdelife'den sel gibi akmalarını emretmiştir. Bil ki iki görüşten her birinde bazı müşkiller bulunmaktadır: Birinci görüşe göre söz konusu olan müşkil: Cenâb-ı Hakk'ın, emrinin zahiri, harfinden dolayı, kavl-i şerifinin delâlet ettiği, "ifade" (sel gibi akma, çıkma) dan başka bir "ifâde" olmasını gerektirir. Şayet, kavline atfedilmekle beraber, bu ayetten murad "Arafat'tan sel gibi akma" olsaydı, bu bir şeyin kendisine atfedilmesi olurdu ki, böyle bir şey caiz değildir. Bir de buna göre cümlenin takdiri şöyle olurdu: "Siz Arafat'tan seller gibi aktığınızda.., sonra Arafat'tan seller gibi akınız!.." Böyle bir şey ise caiz değildir. İmdi eğer: "Tertip bakımından bu ayet, kendisinden önceki ayetten daha önce gelir. Bu tertibin takdiri de şöyledir: "Bu tertibe göre, bu ifade'nın o ifade, aynı ifade olması sahih olur" denilmesi niçin caiz değildir? denilirse deriz ki: Bu her ne kadar muhtemel ise de, aslolan onun böyle olmadığıdır. Sizin söylediğinize gerek kalmaksızın sözü ikinci görüşe hamletmek mümkün olduğunda ise, böyle takdiri gerekli görmeye bizim ihtiyacımız olmaz.. İkinci görüşe göre söz konusu olan müşkil: Bu görüş ancak, ayetindeki, lâfzını zaman manasına hamlettiğimiz halde doğru olur. Bu ise caiz değildir; çünkü bu ifade zamana değil, mekâna has kılınmıştır. Birinci görüş sahipleri görüşleriyle ilgili müşkile şöyle cevap vermişlerdir: Ayette geçen, (......) edatı, "Bilir misin o sarp yokuş nedir? Köleyi azâd etmek veya bir açlık gününde akraba olan bir yetimi ya da toprağa belenmiş bir yoksulu doyurmaktır.. Sonra da, iman edenlerden olmaktır" (Beled. 12-17), yani o kimse bütün bu yaptıklarıyla beraber, aynı zamanda mü'minlerden idi, ayetindeki (......) gibidir. İnsan bir başkasına, meselâ, "sana bugün şunu şunu verdim; sonra sana dün, şu şeyi de vermiştim" der. Burada geçen "sonra" kelimesinin ifadeettiği mânâ, bir haberin diğer haberden sonra verildiğini belirtmektir. Yoksa, ile haber verilen şeyin, önce haber verilen şeyden daha sonra meydana geldiğini haber vermek değildir. İkinci görüş sahipleri, kendileriyle ilgili müşkile şöyle cevap verirler: Bir zarf edatınt, zamana veya mekâna tahsis etmek, gerçekten son derece birbirine benzeyen şeylerdir. Bundan dolayı, bunlardan birisi için kullanılan lâfzı, mecaz yoluyla diğerinde de kullanmak tuhaf görülmez. Cenâb-ı Hakk'ın, "İnsanların sel gibi aktığı yerden" tâbirindeki "insanlar" dan muradın, ya Arafat'ta vakfe yapan kimseler veya İbrahim ve İsmaîl aleyhimesselâm ile onlara tâbi olanlar olduğu söylenmiştir. Bu hususta üçüncü bir görüş daha vardır ki bu, Zührî'nin şu görüşüdür: "Bu ayetteki "insanlar" kelimesinden murad, Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'dir.Zührîbu görüşüne Said İbn Cübeyrin, "Sonra, o unutanın çıktığı yerden çıkınız" şeklindeki kıraatini delil getirmiş ve şöyle demiştir: Bu kimse, kendisine emredilen şeyi unutan Adem (aleyhisselâm)'dir. Said İbn Cübeyrin bu kelimeyi, yâ harfine mukabil kesre ile yetinerek, sîn harfinin kesresiyle (......) şeklinde okuduğu da rivayet edilmiştir. Buna göre ayetin manası, "Arafat'tan senler gibi çkıış, çok eski olan bir şeriattır. Binaenaleyh onu sakın terk etmeyiniz.." şeklindedir. İstiğfarın Lüzum ve Önemi Hakkında Allahü Teâlâ'nın "Ve Allah'dan bağışlanmanızı dileyin" buyruğundan murad, kalb ile yapılan tevbenin yanısıra, dil ile yapılan istiğfardır. Bu da, kulun Allah'a taat hususundaki her türlü kusuruna pişman olup, bir daha kusur işlememeye azmetmesi, bundaki maksadının da, dünya menfaatlarını değil, ancak Allah'ın rızasını elde etmek olmasıdır. Nitekim kelime-i şehâdeti söylemek ancak, kalb huzur içinde ve uyanık olup, bunların da mânasına vâkıf olduğu zaman fayda sağlar. Kalb ile tevbe bulunmaksızın, sırf lisan ile yapılan istiğfar, faydadan ziyâde zarara daha çok yakındır. İmdi eğer: "Çoğu zaman içlerinde günah işlemeyip, o esnada da istiğfara ihtiyacı olmayan kimseler bulunduğu halde, Cenâb-ı Allah niçin kayıtlamaksızın istiğfarda bulunmayı emretmiştir?" denilirse, buna şöyle cevap verilir: Eğer insan günahkâr ise, istiğfarda bulunmak vâcibtir. Eğer günahkâr değilse bile en azından vâcibleri edâ ve yasaklardan sakınma hususunda, ondan bazı kusurların sadır olmuş olması da mümkündür. Binaenaleyh, bu kimsenin muhtemel olan bu kusurları düşünerek, istiğfar etmesi gerekir. Eğer insan, Allah'a taat hususunda hiçbir şekilde kendisinden bir kusurun sâdır olmadığına kanaat getirirse, bilsin ki bu, insan için imkânsız gibi bir şeydir. Tek bir amel hakkında bu kat'î hükmü vermek mümkün olmayınca, bütün ömrü dolduran ameller hakkında nasıl düşünülebilir? Bu hataların daima olabileceği düşünülerek, kişinin istiğfarda bulunması vâcibtir. Bu böyledir, çünkü kulların ibâdeti, her halükârda Cenâb-ı Allah'ın şanına yaraşır değildir. İşte bundan dolayı melekler, "Ey Rabbimiz, seni tenzih ve tesbih ederiz.. Sana lâyık olduğun şekilde ibâdet edemedik.." demişlerdir. Binaenaleyh, bu cihetten de istiğfar gerekli olan bir ibâdettir. İşte bunun içindir ki Hazret-i Peygamber, "Muhakkak ki benim kalbim bazen dumanlanır. Ben muhakkak ki gece ve gündüz Allah'a yetmiş kere istiğfar ediyorüm" Müslim, Zikir, 41 (4/2075). buyurmuştur. Allahü Teâlâ'nın 'Muhakkak ki Allah gafur ve rahimdir" ayetine gelince, sen, ve kelimelerinin mübalağa ifade ettiğini öğrenmiştin. Sonra, bu ayette iki mesele vardır: Bu ayet, Allahü Teâlâ'nın tevbe edenin tevbesini kabul ettiğine delâlet etmektedir. Çünkü Hak teâlâ, günahkâra istiğfarı emredip, sonra kendisini mağfireti ve rahmeti çok olan bir zat olarak vasfedince bu, kat'î olarak O'nun bu istiğfar eden kimseyi bağışlayacağına ve O'nun rahmet ve kerem ipine tutunan bu kimseye rahmet edeceğine delâlet eder. İlim erbabı bu ayette va'adolunan mağfiret hakkında çeşitli görüşler ifade etmişlerdir: Bazıları bunun, Arafat'tan ayrılıp Müzdelife'ye giderken olduğunu; diğer bazıları da, Müzdelife'den ayrılıp Minâ'ya giderken olduğunu söylemiştir. Bu ihtilâfın sebebi, daha önce zikrettiğimiz gibi, "Sonra seller gibi akınız" kavlinin her iki manaya da muhtemel olmasıdır. Kaffâl (radıyallahü anh) şöyle demiştir:" İkinci görüş, Nafi'in İbn Ömer'den rivayet ettiği şu haber ile kuvvet bulur: "Allah'ın Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem) arefe gününün akşamında, bizlere hitab ederek şöyle buyurdu: "Ey insanlar, Allah (azze vecelle), şu makamınızda size muttali olup sizin iyilik yapanlarınızın taâtlarını kabul etmiş; iyilik yapanlarınızın hatırına da, günahkâr olanlarınıza bağışta bulunmuştur. Birbirinize karşı işlemiş olduğunuz haksızlıkların karşılığı ise, O'nun katındadır. Siz, Allah'ın ismi üzere çıkınız, seller gibi akınız." Bunun üzerine sahâbe-i kiram, "Ya Resûlullah, dün bizimle üzüntülü ve gamlı bir biçimde çıktın, ifade yaptın. Bu gün ise, sevinçli ve mesrur bir biçimde çıktın!" deyince Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ben, Rabbimden dün bir talebte bulunmuştum da, O da bunu bana vermemişti. Ondan, kulların birbirlerine karşı işlemiş oldukları haksızlıkları (bağışlamasını) dilemiştim. O da, bunu kabul etmemişti. Bugün ise, Cebrail bana geldi ve şöyle dedi:" Rabbin sana selâm söylüyor ve diyor ki: Kulların birbirlerine karşı işlemiş oldukları haksızlıkların karşılıkları, benim uhdemdedir." |
﴾ 199 ﴿