206

"İnsanlardan öylesi vardır ki, onun dünya hayatına dair sözleri senin hoşuna gider. O, kalbinde olana, Allah'ı şahit tutar. Oysaki düşmanların en amansızıdır. Dönüp gitti mi (veya iş başına geçti mi) yeryüzünde fesat çıkarmaya, ekini ve nesilleri helak etmeye koşar. Allah ise fesadı sevmez. Ona, "Allah'tan kork!" denildiğinde, gururu onu günaha sürükler. İşte böylelerinin hakkından cehennem gelir. Gerçekte o, ne kötü bir yataktır"

Bil ki Allahü Teâlâ, hacc ibâdetlerinin yapıldığı yerlerde bulunanların iki grup olduğunu; bunlardan birisinin, "Ey Rabbimizbize dünyada iyilik ver" diyen kâfir; diğerinin ise, 'Ey Rabbimiz, bize dünyada iyilik ver, antette de iyilik ver" diyen Müslüman olduğunu beyan edince, geriye münafığın durumunu açıklamak kalmıştır. İşte böylece de Allahü Teâlâ, münafığın durumunu bu ayette açıklamış, sıfat ve fiillerini beyan etmiştir. Ayetin nazmıyla ilgili olan husus budur. Allah'ın bütün bunlardan maksadı, kullarını, kalb ve uzuvlarla ilgili olan mevzularda güzel yollara sevketmek ve kullarının, kendilerine ait herhangi bir işin Allah'tan saklı kalmasının mümkün olmayacağını bilmelerini sağlamaktır.

Sonra müfessirler, iki görüş üzere ihtilâf etmişlerdir. Onlardan bir kısmı, bu ayetin muayyen bir topluluğa has olduğunu söylerken, bazıları da, bu ayetin, bu ayette zikredilen sıfat ile vasfedilen herkes hakkında âmm oduğunu söylemiştir. Birinci görüşte olanlar, birkaç bakımdan ihtilâf etmişlerdir:

Birinci rivayet: Bu ayet, Ahnes İbn Şureyk es-Sakafî hakkında nazil olmuştur. Bu şahıs Zühreoğullarının halîfi (müttefiki) idi; Hazret-i Peygamberin yanına gelmiş, Müslümanlığını açıklayarak, Allah'ı sevdiğini iddia etmiş ve bu hususta Allah'a yemin etmişti. İşte Allahü Teâlâ'nın, "Dünya hayatına dair sözü senin hoşuna gider ve kalbindekine de Allah'ı şahid tutar" sözünden murad budur. Ne var ki bu kimse, dışı güzel (tatlı dilli), içi de pis olan (küfür ve kötülük dolu) bir münafık idi. Daha sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanından çıkıp Müslümanlardan bir gruba ait olan bir tarlaya uğrayarak, ekinleri yaktı ve orada bulunan eşekleri de öldürdü. Cenâb-ı Hakk'ın, "O dönüp gitti mi yeryüzünde fesat çıkarmaya, ekinleri ve nesilleri helak etmeye koşar" buyruğundan murad edilen de budur.

Başkaları da, sözünün maksadı şudur: Ahnes İbn Şureyk, Bedir Günü, Zühreoğullarına (savaştan) geri dönmelerini, kaçmalarını işaret etmiş ve onlara, "Muhammed sizin yeğeninizdir. Eğer o yalancı ise, diğer insanlar sizin yerinize onun hakkından gelir. Eğer doğru söylüyorsa, siz onun sayesinde insanların en bahtiyarı olursunuz, ." Bunun üzerine Zühreoğulları, "Senin görüşün gerçekten güzel!" dediler. Ahnes, sözünü şöyle sürdürdü: "Askerlere hareket emri verildiğinde, ben sizinle beraber geri kalırım; o zaman siz bana uyunuz." Sonra o, Zühreoğullarından üçyüz kişiyi Hazret-i Peygamber'le savaşmaktan caydırdı. İşte bu sebepten ötürü, o, "Ahnes" (caydıran, geri bıraktıran) adını aldı. Esas ismi, Übeyy İbn Şureyk idi. Bu haber Hazret-i Peygamber'e ulaşınca O'nun hoşuna gitti.." Bana göre bu haber zayıftır, çünkü bu hareket tarzı kınanmayı ve zemmedilmeyi gerektirmez. Hâlbuki Allahü Teâla'nın, "İnsanlardan öylesi vardır ki onun dünya hayatı hakkındaki sözü senin hoşuna gider. Ve o, kalbindekine Allah'ı şahid tutar" sözü zem makamında getirilmiş bir ifadedir. Binaenaleyh, sözü yukardaki mânaya hamletmek mümkün değildir. Hatta birinci görüş daha doğrudur.

Nüzul Sebebi Olan İkinci Rivayet

İkinci rivayet: İbn Abbas ve Dahhak'tan rivayet edilen şu haberdik Kureyş kafirleri, Hazret-i Peygamber'e, "Biz Müslüman olduk! Bunun için bize ashabından bir grup alim gönder!" diye haber yolladılar. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber onlara bir topluluk yolladı.. Onlar Batn-ı Recî'de konaklayınca, bu haber kâfirlere ulaştı.. Bunun üzerine onlardan yetmiş kişi at bindiler ve bu Müslüman topluluğunu kuşatarak, onları öldürüp astılar.. İşte bunun üzerine de, onlar hakkında bu ayet nazil oldu.

İşte bu ayetin peşine, burada şehid edilen kimselerin durumuna dikkat çekmek için, Cenâb-ı Hak, "İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah'ın hoşnutluğunu elde etmek için, kendi canını satar" (Bakara, 207) ayetini getirmiştir.

Bu âyetin herkes hakkında geçerli olduğunu söyleyenlere gelince, bu muhakkik görüşlerden pek çoğunun tercih ettiği görüştür. Çünkü ayet, zikredilen bu sıfatlarla muttasıf olan herkes hakkında umumidir. Muhammed İbn Ka'b el-Kurazî den nakledildiğine göre, bu ayet hakkında kendisiyle başkaları arasında bir konuşma geçmiş; buna göre o, "Bu ayet, zikredilen kimseler hakkında nazil olmuşsa da, onun bir adam hakkında inmesi, daha sonra da bu sıfatları taşıyan herkes hakkında umumî olması imkânsız değildir" demiştir.

Bu meselenin hakikati şudur: Allahü Teâla'nın sözü insanların bir kısmına işarettir. Buna göre bu lâfız tek kimseye de muhtemeldir, çok kimseye de. Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesi de, bundan muradın, cemi olan mânaya değil de lâfza râcî olmasının caiz olması sebebiyle, tek bir insan olduğuna delâlet etmez.

Ayet-i kerimenin, naklettiğimiz olay üzerine nazil olmasına gelince, bu hükmün umûmî olmasını imkânsız kılmaz. Hatta biz, ayet-i kerimede umumî manaya delâlet eden bir durum bulunduğunu da söyleyebiliriz. Bu birkaç yöndendir:

a) Hükmün, münasib vasfa terettüb etmesi, sebebin ne olduğunu hissettirir. Cenâb-ı Hak, bir kavmi kınayıp, onları da kınanmayı hakettirecek sıfatlarla vasfedince, biz bu zemmi gerektiren şeyin, bu sıfatlar olduğunu anlarız. Bu sebeple, bu niteliklerle vasfedilen herkesin, kınanmayı haketmiş olması gerekir.

b) Lâfzı umûmî manaya hamletmek, daha çok fayda temin etmektedir. Bu böyledir, çünkü bu bütün mükellefleri bu kınanmış yoldan vazgeçirir.

c) Bu, ihtiyatlı olmaya daha yakındır. Çünkü biz ayeti umûmî manaya hamledersek, bu şahıs da bu hükmün içine girmiş olur. Amalâfzı bu şahsa tahsis edersek, hüküm ondan başkası hakkında sabit olmaz. Böylece, anlattıklarımıza göre, ayeti umûmî manaya hamletmenin daha evlâ oluduğu ortaya çıkmış oldu.

Bunu iyice anladığın zaman, biz deriz ki: Alimler, bu ayetin tefsiri hususunda "Ayet, bu sıfatlarla mevsuf olan kimsenin münafık olup olmadığına delâlet eder mi?" diye ihtilâf etmişlerdir. Doğrusu, ayet buna delâlet etmemektedir. Çünkü Allahü teâlâ, bahsedilen kimseyi bu ayette beş vasıfla nitelemiştir, ki bu vasıflardan hiçbiri nifaka delâlet etmez.

Bu vasıflardan birincisi, Onun dünya hayatına dâir sözü senin hoşuna gider" ayetinde ifadeedilendir. Bu ifadede, mezmûm (kınanmış) bir sıfata, "dünya hayatına dair" ifadesindeki imâ yollu delâletin dışında başka bir delâlet yoktur. Çünkü bir kişi için, "dünyevî işlerde o çok tatlı sözlüdür" denildiğinde, bu söz onun hakkında bir nevî zemmi vehmettirir.

İkincisi, 'O kalbinde olana Allah'ı şâhid tutar" ayetinin ifadeettiği vasıftır. Bu tabirde "kalbi aksi bir halde olduğu halde, Allah'ı kalbindekine şâhid tutar" şeklinde bir takdir yapsak bile bu takdire rağmen bu söz nifaka delâlet etmez. Çünkü ayette, o kimsenin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e karşı, tevhid ve İslâmını izhâr edip, kalbinde aksini gizlediğini ve bu sebeple de münafık olduğunu gösteren bir şey yoktur. Belki de bundan maksad şudur: O kimse, aksini izhar ettiği halde, kalbinde fesâd saklıyor ve böylece mürâîlik yapmış oluyor.

Üçüncüsü, “düşmanların en amansızıdır" ayetinin ifadeettiği vasıftır. Bu vasıf da nifakı gerektirmez.

Dördüncüsü, "O dönüp gitti mi yeryüzünde fesad çıkarmaya çalışır" ayetinin ifade ettiği sıfattır. bazen fesad çıkaran Müslüman da böyle yapabilir.

Beşincisi, "Ona Allah'tan kork" denildiğinde, gururu onu günaha sürükler" ayetinin ifadeettiği vasıftır. Bu vasıf da nifakı gerektirmez.

Böylece, ayetteki bütün bu sıfatların münafıkta bulunması mümkün olduğu gibi, mürâî (riyakâr) da da bulunabileceğini anlamış olduk. Binaenaleyh ayette, bahsedilen şahsın münafık olmasının gerektiğine dair bir delâlet yoktur. Fakat münafıklar da bu ayetin hükmüne dâhildirler.

Bu böyledir, çünkü her münafık, bu beş sıfatla da tavsif edilebilir. Fakat bazen bu beş sıfatla tavsif edilen kimse münafık olmayabilir de. Böylece ayeti, bu beş sıfatla nitelenen kimseye hamlettiğimizde, hükmüne hem münafık olanların hem de riyakarların gireceği sabit olur.

Bütün bunları anladığın zaman, biz deriz ki: Allahü teâlâ, burada bahsedilen şahsı şu beş sıfatla tavsif etmiştir:

Birinci Sıfat, (......) ayetinin ifâde ettiği sıfat: Bunun manası, "Onun sözü senin hoşuna gider ve kalbinde kıymet kazanır" şeklindedir. İnsanın gözünde büyüyen "acıb" (hayranlık veren) şeyde bu köktendir.

Âyette geçen, Dünya hayatına dâir"ifadesiyle ilgili iki vecih vardır:

a) Bu, "Şu meselede falancanın sözü (görüşü) beni hayrete düşürüyor" sözünün bir benzeridir. Buna göre âyetin manası: "Dünyevî maslahatları istemek için konuştuğunda onun sözü ve görüşü seni hayran bırakıyor" şeklindedir.

b) Âyetin takdiri şu şekildedir: "Onun ahiret hususundaki sözü ve görüşleri seni hayrete düşürmese bile dünya hususundaki söz ve görüşleri seni hayrette bırakır. Çünkü o kimse, dünyada olduğu müddetçe dili lâf eder ve tatlı tatlı konuşur. Âhirette ise, Allah'ın heybetinden ve kibriyasının kahrından korktuğu için, diline bir kekemelik ve tutukluk arız olur."

İkinci Sıfat, ayetinin ifadeettiği sıfat: Bunun manası şudur: "O, sözünde ve iddiasında doğru olduğunu, Allah'ı şâhid koşarak isbata çalışır." Sonra bu şahid getirmenin yemin ile olması muhtemel olduğu gibi, o kimsenin "Allah, durumun benim dediğim gibi olduğuna şâhiddir" demesi suretiyle olması da muhtemeldir. Bu söz yemin değildir ama Allah'ı şahid tutmadır.

Bütün kıraat imamları, kelimeyi yâ harfinin zammesi ile (......) şeklinde okumuşlardır. Yani, "bunu söyleyen kimse kalbindekine Allah'ı şahid tutuyor" demektir. Sadece İbn Muhaysin yâ harfinin fethası ile (......) şeklinde okumuştur. Bunun manası şöyledir: "Allahü teâlâ onun kalbinin izhâr ettiğinin aksi bir durum üzere olduğunu bilir."

Buna göre birinci kıraat, bahsedilen kimsenin riyakâr (mürâî) olduğuna ve Allah'ı, yanlış yere nifak ve riyasına şahid getirdiğine delâlet eder. İkinci kıraat ise, o kimsenin yalancı olduğunu gösterir. Fakat onun Allah'ı yalan yere şahid tuttuğuna delâlet etmez. Binaenaleyh birinci kıraatte daha çok kınama mânâsı vardır.

Üçüncü Sıfat, 'O, düşmanların en amansızıdır" ayetinin, ifâde ettiği sıfat: Bu ayette ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

(......) kelimesi, düşmanlığı ileri derecede olan kimsedir. Bu manada, (Amansız düşman bir adam) ve ("düşman kavim") denilir. Nitekim Hak teâlâ, "Onunla, amansız düşman bir kavmi inzâr edesin diye' (Meryem, 97) ve "Aksine onlar, düşman bir kavimdir" (Zuhruf.58) buyurmuştur. Bu kökten olarak, birisi düşman olduğu zaman. denilir. Yine düşmanlığınla birisine galib geldiğin zaman, dersin.

Zeccac, bu kelimenin, boynun iki tarafı manasına gelen, ve vadinin iki yakası manasına gelen, ifadelerinden iştikak ettiğini söylemiştir. Buna göre, bu kelime "düşmanlık hususunda hasmı onu hangi yandan yakalarsa yakalasın, ister sağdan ister soldan, hasmını yenip ona gâlib gelen kimse" anlamındadır.

“El-Hisâmu” kelimesi hakkında iki görüş vardır:

a) Halil'in görüşüne göre, bu kelime, mukâtele manasına olan "kıtal" kelimesi ve "muta'ane" (mızraklaşma) manasına olan, keli meleri gibi, muhâseme manasında bir masdardır. Buna göre, izafetinin manası, "O, düşmanlığı çok şiddetli olandır" şeklindedir. Sonra bu izafeti izahta da iki vecih vardır:

Birincisi: Bu, manasına gelen bir izafettir. (Yani muzafun ileyhin, muzâfun zarfı olması.) Buna göre takdir düşmanlıkta çok şiddetli" şeklinde olur.

İkincisi: Muhasemenin (düşmanlığın) çok şiddetli kılınmış olması, mübalağa ifadesi üzeredir.

b) (......) kelimesi, (......) kelimesinin çoğulunun, şeklinde; (......) kelimesinin çoğulunun. işeklinde oluşu gibi, (......) kelimesinin çoğuludur. Buna göre âyetin manası şöyle olur: "O, düşmanların düşmanlık bakımından en çetin olanıdır." Bu, Zeccâc'ın görüşüdür. Müfessirler bu ayetin yukarıda açıkladığımız üzere, Ahnes b. Şureyk münafığı hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Bu kimse hakkında, yine, "Arkadan çekiştiren her kişinin vay haline..." (Hümeze, 1) ve "Her alabildiğine yemin eden, alçak', dâima ayıplayan, kbğuculuk yapan kişiye İtaat etme" (Kalem, 10-11) âyetleri nazil olmuştur.

Müfessirlerin bu izafeti tefsir hususunda değişik ifadeleri vardır: Mücahid terkibinin manasının, "doğru olmayan bir talib" şeklinde olduğunu; Süddi, "hasımların en kötüsü" şeklinde olduğunu; Katâde ise, "O, bâtıl bir yolla mücadele eden, Allah'a isyanda son derece katı ve diliyle âlim, ameliyle câhil kimsedir" şeklinde olduğunu söylemişlerdir.

İkinci Mesele

Tefekkür ve (fikrî) münakaşayı kabul etmeyen kim- seler, bu âyete tutunarak, Hak teâlâ'nın bu kimseyi, cedelde çok katı ve sert olmakla kınamış olduğunu söylemişlerdir. Şayet bu sıfat (cedelleşme) zemm sıfatlarından olmasaydı, bu caiz olmazdı. Bunun cevâbı, Hak teâlâ'nın Haccda cidâlleşmek yoktur" (Bakara. 197) ayetinin tefsirinde geçmiştir.

Dördüncü Sıfat: Allahü Teâlâ'nın, "Dönüp gitti mi yeryüzünde fesad çıkarmaya, ekin ve nesilleri helak etmeye koşar. Allah ise fesadı sevmez" sözü ile ifadeettiği sıfattır. Bil ki Allahü Teâlâ bu insanın durumunun, tatlı sözlü olduğunu ve bu kimsenin, sözünün doğruluğunu Allah'ı şahid tutarak isbata çalıştığını ve husumetinin çok çetin olduğunu beyan edince, bundan sonra bu kimsenin lisanıyla söylediği her şeyde kalbinin bunun zıddı bir durumda olduğunu beyan buyurarak, demiştir.

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayetteki, tabiri hakkında iki görüş vardır:

a) Bunun manası şudur: "Senin yanından ayrıldığında o, yeryüzünde fesat çıkarmaya uğraşır." Sonra ayetteki "fesâd" da şu iki hususa muhtemeldir:

Birincisi, tahrib etme, yakma ve yağmalama gibi yollarla malları telef etmektir. Bu izaha göre, âlimler birçok rivayet zikretmişlerdir. Daha önce naklettiğimiz şu rivayet onlardan biridir: Ahnes, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, O'nu sevdiğini, iman etmeye kararlı olduğunu izhâr edip; O'nun yanından ayrıldığı zaman da Müslümanların tarlalarına uğrayarak, onları yakmış ve eşeklerini öldürmüştür.

Şu rivayet de bunlardandır: Ahnes, Bedir'den dönerken Zühreoğulları kabilesine uğramıştı. Ahnes ile Sakifliler arasında bir düşmanlık vardı. Bundan dolayı o, geceleyin, Sakîflilerelsaldınp onların hayvanlarını öldürdü ve ekinlerini yaktı.

"Fesad'"ın tefsiri hususunda muhtemel olan ikinci görüş şudur: O, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in huzurundan çıktıktan sonra, Müslümanların kalblerine şüphe sokmaya ve küfrü kuvvetlendirmek için hileler çıkarmaya uğraşırdı. Bu, "fesâd" diye isimlendirilmiştir. Allahü teâlâ, Firavun'un kavminin Firavuna şöyle dediklerini nakleder: 'Musa'yı ve kavmini yeryüzünde fesâd çıkarsınlar diye mi bırakıyorsun?" (Araf, 127), yani "Senin milletini dininden döndürüp, dinini bozsunlar diye mi bırakıyorsun?"

Ve yine Allahü teâlâ, (Firavun'un şöyle dediğini) bildirmiştir: "Ben, O (Musa'nın), sizin dininizi değiştirmesinden veya yeryüzünde fesad çıkarmasından korkuyorum" (Mü'min, 26).Biz daha önce, (Bakara, 11) âyetinin tefsirinde, bu şekildeki izaha yakın açıklamalarda bulunmuştuk. Bu mana, "yeryüzünde fesat çıkartmak" diye isimlendirilmiştir. Çünkü bu, insanlar arasında ihtilâflar meydana getirmekte, birliğini bozmakta, birbirlerinden uzaklaşmalarına ve böylece akrabalık bağlarının koparak kan dökülmesine sebep olmaktadır. Nitekim Hak teâlâ, "İşbaşına geçerseniz, yeryüzünde fesad çıkaracak ve akrabalık bağlarını keseceksiniz öyle mi?"(Muhammed, 22) buyurmuştur. Böylece Cenâb-ı Allah, onların şayet dinlerinden dönerlerse ancak yeryüzünde fesad çıkarıp, akrabalık bağlarını koparacaklarını haber vermiştir. Bu izah, bizim söylediğimiz yönden yapılan bir izahtır. Bunun benzerleri Kur'an-ı Kerim'de çoktur.

Bil ki fesadı bu manaya hamletmek, "tahrib etme ve yağmalama" manasına hamletmekten daha uygundur. Çünkü Allahü teâlâ, "ve ekini ve nesilleri helak etmek için..." buyurmuştur.

Ma'tufun (atfedilen şeyin), ma'tufun aleyh'den (üzerine atfedilen şeyden) mutlaka başka olması gerekir.

b) Tabiri "O kimse yönetici olduğu zaman, kötü idarecilerin yapmış olduğu, ekini ve nesli helak etmek suretiyle yeryüzünde fesâd çıkarma gibi şeyler yapar" manasındadır. Yine bunun manasının, "Yeryüzünde zulmedip, onun zulmünün uğursuzluğu yüzünden Allahü teâlâ'nın yağmuru kesmesi ve ekin ile nesillerin helak olması..." şeklinde olduğu da söylenmiştir. Birinci (a) görüşü doğruya daha yakındır. Çünkü bu ifadeden maksad, bahsedilen kimsenin nifakını açıklamaktır. Onun nifakı ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanında güzel güzel konuşup sevgisini izhar etmesi, huzuru Peygamberî'de bulunmadığı zamanlarda da yeryüzünde fesat çıkarmaya uğraşmasıdır.

Ayeti "Savaş çıkarmak için gayret sarfetti" manasındadır. (......) kelimesinin esas manası, koşarcasına yürümektir. Fakat bu kelime, istiare yoluyla, insanlar arasında fitne çıkarıp tahribatta bulunmak manasına kullanılmıştır. Bu mânâda olmak üzere, mesela " falanca çok lâf götürüp getiriyor, taşıyor" denilir. Cenâb-ı Hakkda, "Eğer sizinle beraber (savaşa) onlar da çıksalardı, ancak sizin sıkıntınızı arttırırlar ve aranıza fitne sokmak isteyerek (fesad çıkarmaya) koşarlardı" (Tevbe, 47) buyurmuştur.

Üçüncü Mesele

"Fesâd" kelimesini, tahrib etme manasına alan kimse şöyle demiştir: "Allah'u Teâlâ bu kelimeyi önce icmâlen (genel olarak) zikredip, "O (yeryüzünde) fesad çıkarmak için.." buyurmuş, sonra da bunun tafsilâtını anlatarak, "ekini ve nesli helak etmek için.." buyurmuştur. İfsadı şüphe uyandırmak ile tefsir eden kimse şöyle demektedir: Hak din, birincisi ilim, ikincisi de amel olan iki şeyden meydana geldiği gibi, bâtıl din de birincisi şüpheler, ikincisi de çirkin fiiller olmak üzere iki şeyden meydana gelmektedir. İşte burada Allahü Teâlâ ilk önce bu insanın şüphelerle meşgul olmasından bahsetmiştir ki, Hak teâlâ'nın"Orada fesâd çıkarmak için" sözünden murâd da budur. Daha sonra da Cenâb-ı Hak, bu kimsenin çirkin fiillere yönelmesini zikretmiştir. Bu da Allahü Teâlâ'nın ve ekini ve nesilleri helak etmek için..." buyruğu ile murad edilendir. Hiç şüphe yok ki, bu açıklama daha uygundur.

Sonra âyetin sebeb-i nüzulünün, "Ahnes'in Müslümanların tarlalarına uğrayarak, ekinlerini yakması ve eşeklerini öldürmesi olduğunu" söyleyenler, (......) kelimesi ile muradın, tarla; (......) ile muradın bu eşekler olduğunu söylemiştir. (......) kendisiyle ziraat yapılan şey, tarladır. Nitekim Hak teâlâ, "Ektiğiniz şeyi görüyor musunuz? Onu siz mi ekiyorsunuz.." (Vakıa, 63-64) buyurmuştur. ekilip biçilen her şeye ad olarak verilir. Bu kelimenin, toprağı sürüp, altüst etmek mânasında olduğu da söylenmiştir. Toprağı altüst eden alete, yani pulluğa da, denilir. Bu tefsire göre, hayvanların neslidir. Arapça'da "nesi" çocuk demektir. Bu kelime muhtemeldir ki, Arapların, bir şey çıkıp müteakiben de düştüğü zaman söylenilen ifadesinden alınmıştır. Çıkıp düştükleri zaman, kuş hakkında, (Kuşun tüyü çıktı ve döküldü); deve hakkında, "Devenin tüyü çıktı ve döküldü" ve eşek hakkında da, "Eşeğin tüyü çıkıp döküldü" denilir. Düşen tüy parçasına da, denilir."Rablerine dönerler.." (Yasin, 51) ayeti de bu mânadadır. Yani, "hızlıca koşarlar..." demektir. Çünkü bu, çok keskin ve hızlı bir çıkıştır. Babasının belinden ve annesinin karnından çıkıp düştüğü için de çocuğa nesi denilir. Buna göre insanlar, Hazret-i Adem'in nesli demektir. (......) kelimesinin esas mânası, çıkmak demektir.

Ama ayetin sebebi nüzulünün Ahnes'in Sakîf kabilesine baskın düzenleyip onlardan bir grubu öldürdüğünü söyleyenlere gelince, buna göre âyette geçen, (......)den muradın, Hak teâlâ'nın "Hanımlarınız sizin tarlalarınızdır" (Bakara, 223) âyetinden ötürü ya "kadınlar"ı ifade eder, ya da erkekleri; ki bu da, "hars"ı yeri sürmek diye tefsir eden müfessirlerden bir topluluğun görüşüdür. Çünkü erkekler, üretken topraklan sürerler. "Nesi" e gelince, bundan murad da çocuklardır.

Bil ki, bütün bu izahlara göre, Cenâb-ı Hakk'ın maksadı, bu fesadın büyük bir fesâd olduğunu, ondan daha büyük bir fesadın bulunmadığını beyan etmektir. Çünkü birinci tefsire göre bundan maksat, bitkileri ve hayvanları yok etmek; ikinci açıklamaya göre ise, hayvanların kökünü ve nesillerini kurutmaktır. Bu iki izaha göre de, bundan daha büyük fesad olamaz. Öyleyse Hak teâlâ'nın"Ekini ve nesilleri helak etmek için..." buyruğu kısalığına rağmen, son derece fasîh ve çok tesirli bir mânaya delâlet eden lâfızlardandır. İhtisar bakımından bunun bir benzeri de, Hak teâlâ'nın cennetin vasıfları hakkında buyurmuş olduğu şu ayetlerdir: "Orada nefislerin hoşlanacağı ve gözlerin lezzet duyacağı her şey vardır" (Zuhruf. 71) ve "O, yeryüzünden onun suyunu da, ekinini de çıkardı " (Naziat, 31).

İmdi eğer, "Ayet, onun ekinleri ve nesli helak ettiğine mi delâlet ediyor, yoksa onun bunu sadece aklından geçirdiğine mi delâlet ediyor?" denilirse, biz deriz ki: "Yeryüzünde fesat çıkarmak için koştu" ayeti, bu kimsenin maksadının, bu İşte koşuşturduğuna delâlet eder. Sonra Cenâb-ı Hakk'ın, "ekini ve nesilleri helak etmek için..." sözünü, xrjğ ifadesine atfedersek, ayet bu işin bilfiil meydana geldiğine delâlet etmez. Çünkü buna göre ayetin takdiri şöyle olur: "O kimse yeryüzünde fesâd çıkarmak için orada koşuşturdu ve ekin ve nesilleri helak etmek için de koşup durdu." Eğer bu ifadeyi, birincisinden ayrı müstakil bir söz kabul edersek, bu ifade, bu işin bilfiil meydana geldiğine delâlet eder. Her ne kadar âyetin sebep-i nüzulü hakkında zikredilen haberler, bu işlerin olmuş bitmiş olduğuna delâlet etse bile birinci izah tarzı daha evlâdır.

Dördüncü Mesele

Bazı kıraat âlimleri, failin, olması üzere, "Ve ekin ve nesiller helak olur" şeklinde okumuşlardır. Hasan el-Basrî, lâm harfinin fethasıyla, (......) şeklinde okumuştur ki bu, (......) kelimesinde olduğu gibi, bir lügattir (Yani. üçüncü bâbtan gelme şartı bulunmadığı halde, bu babdan gelebilmiştir). Hasan el-Basrîden, meçhul sîgasıyla, (......) şeklinde okuduğu da rivayet edilmiştir.

Beşinci Mesele

Mutezile Hak teâlâ'nın"Allah, fesadı sevmez" beyanı ile istidlal ederek, Allah'ın kabîh, çirkin fiilleri murad etmeyeceğini ileri sürmüş ve şöyle demiştir: Sevgi, irâdeden ibarettir. Bunun böyle olduğunun delili ise, Hak teâlâ'nın, "Çirkinliğin yayılmasını sevenler yok mu?..." (Nur, 19) âyetidir. Bu ifadeden maksat, onların bu işi irâde etmiş, istemiş olmalarıdır. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"Şüphesiz Allah sizin için şu üç şeyi sever: Kendisine İbâdet etmenizi, O'na hiçbir şeyi şirk koşmamanızı ve yöneticileriniz hakkında birbirinizle nasihatlaşmanızı. Sizin için şu üç şeyi de sevmez: Dedikodu yapmak, malı zayi etmek ve çok soru sormak Müslim, Akdiye. 10-14 (3/1340-1341). (Benzeri bir hadis).

Bu hadiste Hazret-i Peygamber, istememeyi muhabbetin zıddı kılmıştır. Eğer muhabbet iradeden ibaret olmasaydı, o zaman kerâhat irâdenin zıddı olmuş olurdu. Yine muhabbet irâdeden başka bir şey olsaydı, kerîh görse bile kişinin kötü fiilini sevmesi doğru olurdu. Çünkü bu açıklamaya göre hoş görmemek, muhabbetin değil, ancak ve ancak iradenin zıddı olur.

Mu'tezile sözüne şöyle devam etmiştir: Muhabbetin iradenin bizzat kendisiolduğu sabit olunca " buyruğu Allahü Teâlâ'nın Allah fesadı sevmez buyruğu tıpkı Allahkulları hakkında istemez" (Mümin, 31) ifadesinde olduğu gibi, Allah fesadı sevmez. sözünün yerine geçmiş olur. Hatta bu âyetin delâleti daha kuvvetlidir, çünkü Allahü Teâlâ bu münafıktan sudur eden fesadı zikdederek, bu fesada işaret olmak üzere, daha sonra, "Allah fesadı sevmez" buyurmuştur. Böylece bu, bu vâki olan şeyin Allah'ın iradesiyle vâki olmadığına delâlet eder. Allahü Teâlâ'nın fesadı dilemediği (irâde)ortaya çıkınca, Allahü Teâlâ'nın onun yaratıcısı olmaması gerekir. Çünkü yaratmak. ancak irâde ile mümkündür. Böylece bu âyet, irâde ve fiillerin yaratılması meselesine delâlet etmiş olur.

Âlimlerimiz Mutezile'nin bu görüşüne iki bakımdan cevap vermişlerdir:

1) Muhabbet irâdeden başka bir şeydir. Daha doğrusu muhabbet bir şeyi medhetmekten ve onu tazimle anmaktan ibarettir.

2) Biz muhabbetin, irâdenin bizzat kendisi olduğunu kabul etsek bile Hak teâlâ'nınbuyruğu umûm ifadeetmez Çünkü, (......) kelimesinin başındaki eliflâm, umûm ifadeetmez.

Sonra Mutezilenin bu görüşünün kuvvetini şu iki şey de temelinden yıkar

a) Kulun kudreti ve onu işe sevkeden kuvvet, salâha ve fesada (iyilik ve kötülüğe) elverişlidir. Buna göre fesadın salâha üstün gelmesi, eğer bir sebeb olmadan meydana gelmişse, bu durumda Yaratıcı'nın yokluğu gerekir; eğer bir müreccihden dolayı meydana gelmişse, bu müreceihin mutlaka Allah'tan olması gerekir. Aksi halde teselsül lazım gelir. Böylece fesâd tarafını salâh tarafına tercih edenin Hak Subhânehu olduğu ortaya çıkmış olur. Binaenaleyh, daha nasıl "O irâde etmiyor" denilmesi düşünülebilir?

b) Allahü Teâlâ, fesadın meydana geldiğini bilendir. Buna göre eğer Allah fesadın meydana gelmemesini isteseydi, o zaman şöyle denilmesi gerekirdi, "O, ilmini cehle dönüştürmek istedi..." Bu ise, muhaldir.

Beşinci Sıfat: Allahü Teâlâ'nın "Ona Allah'tan kork denildiği zaman, gururu onu günaha sürükledi" kavlidir. Bunda birkaç mesele vardır;

Birinci Mesele

Vahidi, şöyle demiştir: "Allahü Teâlâ'nın "O'na Allah'tan kork denildiği zaman, gururu onu günaha sürükledi" kavlinin manası, "Allah'ın Resulü, o kimseyi bu fiilleri bırakmaya davet etti. Bunun peşinden ise o kimseyi, kibri ve taassubu, zulme çağırdı" şeklindedir.Bil ki, Vahidî'nin bu tefsiri zayıftır. Çünkü Allahü Teâlâ'nın, (......) buyruğunda sadece "o kimseye bu söz söylendiği zaman gururun onu yakaladığına, sürüklediğine" delâlet vardır. Amabu sözün denilip denilmediği hususuna gelince, âyette buna herhangi bir delâlet yoktur. Her ne kadar biz, herhangi bir tahsiste bulunmadan Hazret-i Peygamber'in herkesi takvaya çağırdığını biliyor isek de, şayet bu husus herhangi bir rivayet ile sabit olursa, bu rivayete müracaat etmek vâcib olur.

İkinci Mesele

Allahü Teâlâ bu münafığın bazı kötü fiillerini nakletmiştir:

a) O münafığın, dünyayı taleb etme hususunda güzel söz söylemesi.

b) Onun, Allah'ı bir yalan ve iftira olarak şahid tutması.

c) Hakkı iptal ve bâtılı isbat hususunda mücadele etmesi..

d) Fesâd çıkarmak için sa'yü gayret göstermesi...

e) Ekin ve nesilleri helak etme hususundaki sa'yü gayreti. Bütün bu sayılan şeyler, çirkin olan birer fiildir. Hak teâlâ'nın, "Ona, Allah'tan kork denildiğinde.." sözünün zahirini, bu saydığımız şeylerden bir kısmına hamledip, diğerlerine hamletmemekten daha evlâ değildir. Bu sebeple bunun, hepsine hamledilmesi gerekir. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Ekini ve nesilleri helak etme; yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışma; bâtılı savunma; yalan yere Allah'ı şâhid tutma ve dünyayı isteme hususunda ihtiraslı olma gibi hususlarda Allah'tan kork, ." Çünkü nehyin, bu sayılanlardan bir kısmına râcî olması, diğer kısımlarına raci olmamasından daha evlâ değildir.

Üçüncü Mesele

Hak teâlâ'nın (......) buyruğu hakkında bazı görüşler vardır:

a) Bu tâbir, Arapların,

"Falancayı şu işi yapmakla sorumlu tuttum, " yani "bu işe onu mecbur tutup, bu işi ona verdim" sözünden alınmıştır. Buna göre ayetin takdiri, "O kimseyi gururu ve taassubu, günahı işlemek için tuttu..." şeklinde olur. Bu günah ise, kendisine nasihat edene iltifat etmeyip, onu dinlememektir.

b) nin mânası, "ona yapıştı" demektir.denilir, yani sıtma hastalığı ona yapıştı, peşini bırakmadı; denilir; yani ona kibir arız oldu, peydah oldu... Buna göre ayetin mânası, "Ona, Allah'tan kork denildiği zaman, kalbindeki günah sebebiyle meydana gelen gurur ve taassub, onu bırakmadı" şeklinde olur. Çünkü bu gurur ve kibir ancak, o kimsenin kalbindeki Küfür, cehâlet ve delillere itlifat etmeme gibi sebeplerle meydana gelmiştir. Bunun bir benzeri de Hak teâlâ'nın, "Daha doğrusu kâfir olanlar, bir gurur ve derin ayrılık içindedirler" (Sâd, 2) âyetidir. Buradaki, harfi, lâm (.... için) mânasına gelir. Bir kimse, "Bunu senin için yaptım" ve "Onu, cinayetinden dolayı cezalandırdım" der.

Hak teâlâ'nın "Onun hakkından cehennem gelir" sözüne gelince, müfessirler bunun mânasının, "Ona, bir ceza ve bir azâb olmak üzere, cehennem yeter" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Yani, "sana bir dirhem yeter." Yani, " Allah bize yeter" denilir. "Cehennem" lâfzına gelince Yûnus ile nahivcilerin pek çoğu, bu kelimenin, Allah'ın ahirette kendisiyle azâb edeceği ateşin özel ismi olduğunu ve yabancı (a'cemî) bir kelime olduğunu söylemişlerdir. Diğerleri ise, "cehennem lâfzı yabancı bir kelime değil, Arapça bir kelimedir. Dibi derin olduğu için ahiret ateşi, cehennem diye adlandırılmıştır" demişlerdir.Ru'benin şöyle dediği nakledilir: "Bu sözde cehennem: "dibi derin kuyu" demektir."

Allahü Teâlâ'nın "yataktır" sözüne gelince, bu hususta iki görüş vardır:

a) (......) ve (......) döşemek bir şeye mukaddime yapmak demektir. Bunun aslı, (beşik ve düz arazi) kelimesinden gelir. Nitekim Hak teâlâ, yeryüzünü bir döşek gibi yaptık.. Bizler ne güzel döşeyicileriz" (Zariyât, 48) buyurmuştur; yani, düzenleyiciler ve kararlı hale getiricileriz., . Yani, "Biz yeryüzünü, üzerindekileri sarsmayacak ve onlardan uzaklaşmayacak biçimde, kararlı kıldık" demektir. Yine Hak teâlâ, "kendileri için hazırlarlar" (Rûm, 44) buyurmuştur. Yani, "onu döşüyorlar ve kararlı hale getiriyorlar".

b) Hak teâlâ'nın (......) buyruğunun O'nun tıpkı, "Cehenneme.. Yaslanacaklar ona.. O, ne kötü bir kalış yeridir" (ibrahim, 29) ifadesinde olduğu gibi, "Ne kötü bir kalış yeridir" manasında olmasıdır. Âlimlerden bazısı, (......) kelimesinin, uyumak için yapılan yatak mânasında olduğunu söylemişlerdir. Cehennemde azâb görecek olan kimse cehennem ateşine atıldığı zaman, bu cehennem onun için bir yatak ve döşek kılınmış olur.

Allah Rızası İçin Canını Verebilen Müminler

206 ﴿