209

"Size bunca açık deliller geldikten sonra yine kayarsanız, bilin ki Allah azîz ve hakîmdir" .

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ebu's-Simal, kelimeyi birinci lâm'ın kesresi ile (......) şeklinde okumuştur ki, gibi, bu iki okunuş da birer normal kullanılıştır.

İkinci Mesele

Bir kimsenin ayağı kayıp çamura düştüğü zaman, denilir. Yine şu anda bulunduğu durumu kaybeden kimse için, denitir. Günah da "zelle" diye adlandırılmıştır. İnsanlar bununla, vacibteri (vazifeleri) yapmama zellesini kastediyorlar. Buna göre Hak Teâ-lâ'nın, sözünün manası, "Haktan sapar ve onu geçerseniz" şeklindedir.

Ayetin sebebi nüzulü hususunda âlimler (bununla alâkalı olan bir önceki ayetteki) ayeti ile birlikte ihtilâf etmişlerdir. Buna göre, birinci ayetin münafıklar hakkında olduğunu söyleyenler, ikincisinin de münafıklar hakkında olduğunu söylemişlerdir. Birinci ayetin ehl-i kitab hakkında olduğunu söyleyenler, bu ayetin de onlar hakkında olduğunu söylemişlerdir. Diğerlerini de aynı şekilde kıyas et.

İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın, ayeti şu şekilde tefsir ettiği rivayet edilmiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve şeriatı size geldikten sonra, cumartesi çalışmayı ve deve eti yemeyi haram sayarsanız, biliniz ki Allahü teâlâ ceza vermede aziz ve fiillerinde hakimdir." Bu ayet karşısında ehl-i kitaptan Müslüman olanlar, "Ya Resûlallah, istersen senin kitabından başka her kitabı bırakırız" dediler de, bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Ey iman edenler, Allah'a ve peygamberine imân (etmeye devam) ediniz" (Nisa, 136) ayetini indirdi.

Üçüncü Mesele

Ayeti ile ilgili bir soru vardır. O da şudur: Bir şarta bağlı hüküm, ancak işlerin neticesini bilmeyen kimseler hakkında güzel olur. Katâde buna şu şekilde cevap vermiştir: "Şüphesiz Cenâb-ı Allah onların ayaklarının kayacağını biliyordu. Fakat o, bunu, insanlar üzerinde bir hüccet olsun diye, önceden haber vermiş ve bu husustaki ilâhî va'îdini bildirmiştir."

Dördüncü Mesele

Hak teâlâ'nın (......) buyurmasının manası, "emrolunduğunuz yoldan saparsanız" şeklindedir.Bu manaya göre, bu ifadenin muhtevasına büyük küçük bütün günahlar girer. Çünkü bu sapma çok günahla meydana geldiği gibi, az günahla da olur. Bundan dolayı Allahü teâlâ, mü'minler günahın azından da çoğundan da sakınsınlar diye, bütün bunlar hususunda, onların ilahî yoldan sapmalarına engel olmak için va'îdde bulunmuştur. Çünkü büyük günahlardan kaçınmanın vâcib (gerekli) olduğunda herhangibir şüphe yoktur. Büyük günahlardan olduğu bilinmeyen şeylere gelince, bunlar yüzünden ikâba müstehâk olunup olunmayacağı bilinemez. Binaenaleyh bunlardan da sakınmak gerekir.

Beşinci Mesele

Hak teâlâ'nın "size bey yineler geldikten sonra.." sözü aklî ve naklî bütün delilleri içine alır. Aklî deliller, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğinin doğruluğunun ancak kendilerinin sabit olmasından sonra sabit olan şeylere delâlet eden delillerdir. Meselâ, bu âlemin hadis olduğunu ve her türlü malûmatı bilen, her türlü mümkinata kadir olup, bütün ihtiyaçlardan âzâde olan bir Yaratıcı'ya muhtaç olduğunu bitmek gibi. Yine mucize ile sihir arasındaki farkı ve mucizenin doğruluğa delil olduğunu bilmek gibi.. Bütün bu gibi şeyler aklî delillerdendir. Naklî deliller ise, Kur'an ve Sünnet'teki açıklamalardır. Bütün bu deliller mevcud olduğu zaman mükellefin ma'zur sayılmaması bakımından, âyetin hükmüne dahildir.

Altıncı Mesele

Kâdî şöyle demiştir: "Bu âyet, insanın ancak açıklama yapıldıktan sonra ve mazeretleri kaldırıldıktan sonra günahından dolayı sorumlu tutulabileceğine delâleteder. Çünkü ilâhî ceza, beyyinelerin gelmesi ve bulunması şartına bağlandığına göre, bir fiile kesinlikle kadir olamayan kimse için va'îd-i ilahînin caiz olmaması hükmüne bağlanması daha evlâdır. Bir de delillerden, ancak onlardan istifadeedebilecek gücü olanlar yararlanır. bazen delil olmasa da, bunlar bu güçlerinden istifadeedebilirler. Âyet, nazar-ı dikkate alınan şeyin, mükellef tarafından yakînin değil, beyyinelerin bulunması olduğunu gösterir. İşte bu bakımdan âyet, arif (bilen) birisi gibi, tefekkür ve istidlal gücü olanlara da va'îd-i ilâhinin söz konusu olduğuna delâlet eder. Böylece bilen ve anlayan kimseler aleyhine herhangi ilâhî bir hüccetin olmayacağını iddia edenlerin görüşü bâtıl olmuştur."

Allah Aziz ve Hakimdir

Hak teâlâ'nın"Biliniz ki Allah aziz ve hakimdir" âyeti ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Birisi şöyle diyebilir: "Allahü teâlâ'nın 'Size beyyineler geldikten sonra yine kayarsanız" hitabı onların günahlarına ve suçlarına işarettir. Buna göre, "Allah aziz ve hakimdir" ifadesi, ilâhi zecr ve tehdide nasıl delâlet eder?"

Buna şöyle cevap verilir: "Azîz", murad ettiği şeye manî olunamayacak kimsedir. Bu da ancak tam bir kudretle olur. Allahü teâlâ'nın bütün mümkînâta kadir olduğu sabittir. Binaenaleyh O, her halükârda azîzdir. Böylece âyetin manası, "Size beyyineler geldikten sonra eğer (haktan) saparsanız, biliniz ki Allah, hiçbirinizin engelleyemeyeceği ve size kadir bir zattır. Binaenaleyh sizin için murad ettiği her şeyi yapar" şeklinde olur. Bu, ileri derecede bir tehdiddir. Çünkü bu ifade, "ikâb" (azab) lâfzının zikredilmesiyte yapılacak olan ilâhî tehdidin bulunduramayacağı her türlü korkuyu ve tehdidi kendisinde taşır. Çoğu kez baba çocuğuna:"Bana karşı çıkarsan, beni tanırsın, sana karşı olan gücümü ve kuvvetimi bilirsin" der. Bu söz, zecr (engelleme) hususunda, dövme ve benzeri şeyleri söylemekten daha kuvvetlidir.

İmdi şayet: "Bu âyet, ilâhî tehdidi ifadeettiği gibi, ilahî va'ade de şâmil değil midir?" denilirse, biz, Allah'ın "hakîm" sözünü, "azîz" sözünün peşine getirmiş olması bakımından "evet" deriz. Çünkü Allah'ın hikmetine yakışan, O'nun iyilik yapan ile kötülük yapanı aynı tutmamasıdır. Hakîm olan Allah'ın, kötülük yapana azab etmesi yerinde olduğu gibi, iyilik yapanı mükâfaatlandırması da yerindedir. Hatta bu ikincisi O'nun hikmetine daha uygun ve yakındır.

İkinci Mesele

Şeriat gelmezden önce.herhangi bir şeyin vâcib (gerekli) olamayacağını söyleyen kimseler, bu ayeti delil göstererek şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ, tehdid ve va'îdini, beyyinelerin gelmesi şartına bağlamıştır. Ayetteki "beyyinât" lâfzı, her şeyi içine alan çoğul bir kelimedir. Binaenaleyh bu, ilâhî tehdidin, hertürlü beyyinenin gelmesi şartına bağlı olduğuna delâlet eder. Hâlbuki şeriattan önce, her türlü beyyine bulunmamıştır. Bundan dolayı, o durumda ilâhî tehdidin olmaması, ve şeriat gelmezden önce, herhangi bir vücûbun bulunmaması gerekir."

Üçüncü Mesele

Ebu Ali el-Cübbâî şöyle demiştir: "Eğer durum, cebriyenin dediği gibi, Allahü teâlâ sefih ve kâfirlerden, sefahat ve küfrü irâde etmesi şeklinde olsaydı, Allah'ın "hakîm" diye vasıflandırılması caiz olmazdı. Çünkü sefihlik yapan da ve onu irâde eden de sefih olur. Sefih ise "hakîm" (hikmetli) olamaz." Âlimlerimiz buna şu şekilde cevap vermişlerdir: "Hakîm, işlerin neticelerini bilen kimsedir. Binaenaleyh, Allah'ın hakîm oluşu, bütün malûmatı bilmesi mânâsına gelir. Bu da, Allahü teâlâ'nın her şeyin yaratıcısı ve irâde edeni olması ile tezâd teşkil etmez. Aksine o bunu gerektirir. Çünkü biz, "Allahü teâlâ'nın olmayacağını bildiği bir şeyi irâde etmesi halinde, kendisinin cahilliğini murad etmiş olacağını" açıklamıştık."

Onlar da: "Eğer bu gerekmiş olsaydı, Allahü teâlâ olmayacağını bildiği şeyi emrettiği zaman, kendisinin cahil sayılmasını kabullenmiş olurdu" demişlerdir.

Biz deriz ki: Bu ancak, bir şeyi emretmek, onun kendisiyle tamamlanacağı şeyleri de emretmek olması takdirinde gerekir. Bu ise, bize göre imkânsızdır. Eğer Cübbaî ve taraftarları, "Eğer böyle olmasaydı, teklîf-i mâla yutak gerekirdi" derlerse, biz de deriz ki, bize göre bu caizdir. Allah en iyi bilendir.

Dördüncü Mesele

Nakledildiğine göre birisi, okumuş. Bunu bir bedevî duymuş ve yadırgayarak şöyle demiştir: Eğer bu ilahî kelâm ise, o böyle demez. Çünkü hakîm olan birisi, hata işlendiği zaman gufrandan bahsetmez. Çünkü bu, günah işleyen kimseyi suça teşvik etmektir.

"Onlar, ancak Allah'ın buluttan gölgeler içinde meleklerle beraber

209 ﴿