210

"Kendilerine gelip de, işlerinin bitirilivermesini mi bekliyorlar? Bütün işler Allah'a döndürülür" .

Bil ki bu ayette birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

(......) kelimesiyle ilgili geniş açıklama Cenâb-ı Hakk'ın, "O vakit bazı yüzler neşeli ve sevinçlidir; Rabbine bakar" (Kıyame, 22) ayetinin tefsirinde gelmektedir. Alimler bu ayetteki (Bakara, 210) lâfzının, (beklemek) manâsında olduğu hususunda icmâ etmişlerdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Elçiler neyle dönecekler bakayım, bekleyeyim" (Neml, 35) buyurmuştur. Buna göre Hak teâlâ'nın, (......) sözünden maksad, beklemek demektir.

Allah Hakkında "Gitmek-Gelmek" Gibi Tabirlerin Tevili

Aklî muhakeme yapan âlimler, Allahü Teâlâ'nın "gelmek" ve "gitmek" gibi fiillerden münezzeh olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Onlara göre bu na, şu hususlar delâlet etmektedir:

a) Akaid ilminde sabit olduğuna göre, kendisi hakkında gelmek ve gitmek gibi vasıfların verildiği her şey, hareket ve sükûndan ayrılamaz. Çünkü bu iki hakkında vasıf muhdestirler. Muhdesten ayrılmayan şeyde muhdestir. Binaenaleyh, hakkında gelmek ve gitmek gibi vasıfların kullanılması doğru olan her şeyin muhdes ve mahlûk olması gerekir. Hâlbuki kadîm olan Allah'ın böyle olması imkânsızdır.

b) Kendisi hakkında bir mekândan diğer bir mekâna geçmesi doğru her şey, küçüklük ve önemsizlik bakımından ya bölünmeyen bir cüz gibi (cüz'un la yetecezzâ) olur, ki bu insanların ittifakıyla bâtıldır; veyahutda, böyle olmaz; aksine o çok büyük bir şey olur. Böylece de onun iki tarafından birisi, diğerinden başka olur. Bu sebeple o, cüz ve parçafardan meydana gelen, "mürekkeb" bir varlık olmuş olur. Mürekkeb olan her şeyin tahakkuk etmesi hususunda, o cüzlerinden her birinin ayrı ayrı tahakkuk edip gerçekleşmesine muhtaçtır. Hâlbuki onun cüzlerinden her biri, "mürekkeb" olandan başkadır. Buna göre her mürekkeb, başkasına muhtaç olur. Başkasına muhtaç olan her şey, zâtı itibarıyla mümkin bir varlıktır. Zâtı gereği mümkin olan her varlık, var olması hususunda bir "müreccih" e ve bir "mûcid" e muhtaçtır. Böyle olan her şey, muhdes (sonradan olma), yaratılmış ve kendisinden önce de yokluk dönemi bulunmuştur. Hâlbuki kadîm olan Allah'ın böyle olması imkânsızdır.

c) Kendisi hakkında bir mekândan diğer bir mekâna intikâl etmesi doğru olan her şey, sınırlı ve sonlu demektir. Böylece o, aklen olduğu miktardan daha fazla veya daha noksan olması muhtemel olduğu halde, o muayyen bir miktarla tahsis edilmiş olur. Binaenaleyh onun bu muayyen miktara tahsis edilmesinin, mutlaka bir müreccihin tercihi ve bir muhassısın tahsis etmesiyle olması gerekir. Hâlbuki böyle olan her şey, irâde ve ihtiyar sahibi olan bir failin fiili olur. Böyle olan her varlık da, sonradan olma ve yaratılmış bir varlıktır. Binaenaleyh Kadîm ve Ezelî olan; Allah'ın böyle olması imkânsızdır.

d) Biz, kendisi hakkında "gidip" ve "gelmek" gibi vasıfların kullanılmasının sahîh olduğu varlığın Kadîm ve Ezelî bir İlâh olmasını caiz gördüğümüz zaman, bu durumda güneş ile ayın İlâh olmadıklarına hükmetmemiz mümkün olmaz. Âlimlerimizden bazı zeki kimseler şöyle derler: Güneş ve ayda, doğup ve batmaları caiz olan bir cisim olmalarının dışında, İlâh olduklarına hükmetmeye mâni olacak herhangi bir kusur yoktur. Allah hakkında gidip gelmek gibi vasıfları caiz gören kimse, niçin güneşin de İlâh olduğuna hükmetmesin? O halde, İlâh olduğunu iddia ettiği başka bir varlığın bulunduğuna hükmetmeye onu zorlayan nedir?

e) Allahü Teâlâ, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'den, onun, "Ben, batanları sevmem"(En'âm, 76) diyerek, yıldızların, ayın ve güneşin İlâh oluşları hususunda ta'n ve tenkidde bulunduğunu nakletmiştir. Hâlbuki (......) kelimesinin mânası ise, doğup batmaktır. Binaenaleyh kim Allah hakkında doğup ve batmak gibi vasıfları caiz görürse, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in delilini tenkid; Cenâb-ı Hakk'ın, bu hususta Hazret-i İbrahim'i tasdikini de tekzîb etmiş olur.

f) Allah'ın laneti üzerine olsun Firavun, Hazret-i Musa'ya, "Alemlerin Rabbi nedir?" (Şuarâ, 23) sormuş ve ondan Allah'ın mâhiyetini, cinsini ve cevherini öğrenmek istemiştir. Buna göre şayet Allahü Teâlâ şekillerle ve miktarlarla tavsif edilmiş bir cisim olsaydı, bu sorunun cevâbı ancak suret, şekil ve miktarın belirtilmesiyle verilmiş olurdu. Oysa ki Hazret-i Musa'nın, "Göklerin ve yerin Rabbi" (Şuara, 24);"Sizin ve sizin ilk atalarınızın Rabbi"(Duhan, 8 )'Doğunun ve batının Rabbi" (Müzzemmil, 9) şeklindeki cevabı, bir yanlış ve bir hatâ olurdu. Bu da, vermiş olduğu cevâp hususunda Hazret-i Musa'nın hatalı olmasını ve "Muhakhak ki size yollanan peygamberiniz, hakikaten mecnûndur" (Şuara. 27) sözünde Firavun'un doğru olmasını gerektirirdi. Bütün bunlar bâtıl olunca, Allahü teâlâ'nın cisim olmaktan, bir mekânda bulunmaktan ve gidip gelme gibi vasıflanfhakkında kullanabilmemizden münezzeh olduğunu anlamış olduk.

g) Allahü teâlâ, "De ki "O Allah'tır, birdir" (ihlas. 1) buyurmuştur. Âyette geçen, vahdaniyette tam ve kâmil olan demektir. Her cisim, maksad ve işaret bakımından iki kısma ayrılır: Allahü teâlâ, cisim olması ve bir mekânda bulunması imkâsız olan bir "ahad' (Tek) olduğuna ve bir cisim olmayıp, bir mekân tutmadığına göre, O'nun hakkında "gitme" ve "gelme" gibi vasıfların kullanılması imkânsız olur. Yine Hak teâlâ, "Onun bir adaşını (benzerini) biliyor musun?" (Meryem, 65) buyurmuştur. Eğer Allahü teâlâ, cisim olup bir mekânda bulunsaydı, cisim oluş bakımından diğer cisimlere benzerdi. Fakat ihtilâf cisim olmanın dışında meydana gelmektedir. Bu da, ya büyüklük veya sıfat ile keyfiyet bakımlarında meydana gelir ki, bu zatî bakımdan bir benzemenin bulunmasına bir zarar vermez. Yine Cenâb-ı Allah, "Onun gibisi yoktur" (Şura, 11) buyurmuştur. Eğer Allah, cisim olsaydı cisimler gibi olurdu.

h) Eğer Hak teâlâ, cisim olup bir mekân tutmuş olsaydı, cisim olmanın umumîliğinde diğer cisimlerle aynı olurdu. Bu durumda da, husûsî zâtı itibarıyla, ya o cisimlerden farklı olur veyahut da olmaz. Eğer birinci ihtimal olursa, kendisiyle benzemenin meydana geldiği şey, farklılığa sebep olan şeyden başkadır. Bu durumda O'nun cisim olmasının umumîliği, zâtının hususiliğinden başkadır. Bu ise imkânsızdır. Çünkü o husûsî zâtı, cisim olma mefhumuyla nitelediğimizde, cismi sıfat yapmış olurduk ki bu imkâsızdır. Çünkü cisim, sıfatın âit olduğu zattır. Eğer biz, "cisim olma" mefhumuna mugayir olan ve "cisim" diye vasıflandırılmayan o husûsî zâtın var olduğuna hükmettiğimizde, Allahü teâlâ'nın zâtının "cisim" den anlaşılan şeyden farklı ve "cisim" diye nitelenmeyen bir şey olur. Bu da Allah'ın cisim olmasını nefyeder. Fakat eğer, "Allah'ın zâtı cisim olmasından sonra, hususiyet bakımından diğer cisimlerden farklı olmaz. Bu durumda da O, her halükârda diğer cisimler gibi olmuş olur. Binaenaleyh cisimler için söylenebilecek her şey, onun için de söylenebilir. Cisim muhdes (sonradan yaratılmış) olduğuna göre, Allah'ın zâtının da böyle olması gerekirdi. Hâlbuki bütün bunlar imkânsızdır. Böylece, Allahü teâlâ'nın, cisim olmadığı, bir mekânda bulunmadığı ve hakkında "gitme" ve "gelme" caiz olmayan bir zât olduğu sabit olur" denilirse...

Bu Ayeti Anlamakta Kelâmcıların Farklılıkları

Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Kelamcılar, Hak teâlâ'nın"Onlar, ancak Allah'ın kendilerine gelmesini mi bekliyorlar" âyetinin tefsiri hususunda şu değişik görüşlerle ihtilâf etmişlerdir:

1) Bu selef-i salihînin görüşüdür. Buna göre, gitme ve gelme gibi vasıfların Allah'a nisbeî edilmesinin imkânsız oluşu, kesin delillerle sabit olunca, bu âyetten maksadın "gidip" "gelme" olmadığını; O'nun muradının başka olduğunu kesinkes anlarız. Bu başka muradın ne olduğunu belirlemeye çalışsak bile hata etmekten emin olamayız. Binaenaleyh bu âyetin tefsiri hususunda susmamız ve âyetin tafsilâtlı ımanasını Allah'a havale etmemiz daha uygun olur.

İşte İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edilen şu sözden maksad budur:- "Kur'ân dört kısım üzere nazil oldu: Cahilliği sebebiyle insanların bilmedikleri kısımlar, âlimlerin bilip tefsir edebildikleri kısım, bizim sadece Arapcayı bilmemiz sebebiyle anlayabileceğimiz kısımlar, Allah'tan başka hiç kimsenin bilemeyeceği kısımlar." Biz bu görüşü, (Bakara, 1)ayetinin tefsirinde enine boyuna ele aldık.

2) Bu, çoğu kelâmcıların görüşüdür. Buna göre, bu âyeti tafsilâtlı olarak te'vil etmek gerekir. Sonra bu kelamcılar, bu hususta şu görüşlere yer vermişlerdir:

a) Allah'ın bu ayette bahsedilen "gelmesi" nden maksad, O'nun âyetlerinin gelmesidir. Buna göre, âyetlerin şanını yüceltmek için, âyetlerin gelmesi, "Allah'ın gelmesi" olarak ifadeedilmiştir. Nitekimhükümdar tarafından büyük bir ordu gönderildiği zaman, denilir. Bu tefsirin doğruluğuna Allahü Teâlâ'nın bundan önceki, "Apaçık deliller size geldikten sonra eğer saparsanız, biliniz ki Allah aziz ve hakimdir" (Bakara. 209) âyetinde bildirdiği şey delâlet etmektedir.

Böylece Allahü Teâlâ bu ayeti men ve tehdit sadedinde zikretmiştir. Daha sonra Allahü Teâlâ bu hususu, buyruğu ile te'kid etmiştir. Allah hakk ında gelmek vasfının kullanılmasının doğru olması halinde, Allahü Teâlâ'nın sırf hazır olmasının tehdit ve men'e sebep olamıyacağı malûmdur. Çünkü O gelip hazır olduğu zaman kâfirleri kovup onları cezalandırdığı gibi, mü'minleri de mükafaatlandırır ve onları kendine yakınlaştırır. Böylece, Allahü Teâlâ'nın sadece gelmesinin tehdit ve vaîdine sebep olmayacağı sabit olmuş olur. Ayet-i kerimeden kastedilen şey, sadece ve sadece ilahî tehdit ve ceza olduğuna göre, ayette O'nun heybetinin, kahr-u galebesinin ve tehdidinin gelmesinin takdir edilmesi gerekir. Biz bu manayı takdir ettiğimiz zaman, şüpheler tamamıyla ortadan kalkar. İşte bu ayetin nazmına uygun olan güzel bir te'vildir.

3) Allah'ın, buyruğundan maksadın, O'nun emrinin gelmesidir. Bu konuda sözün dayanağı şudur: Allahü Teâlâ bir işten bahsedip, onu kendisine nisbet ettiğinde, eğer Allah'a nisbet edilen bu fiil imkânsız olursa, vâcib olan, bu fiili ve mânayı te'vil etmektir. Nitekim ulemâ, "Ki onlar, Allah ile muharebe ederler" (Maide, 33) âyetine bunu uygulamış, bundan maksadın "O'nun dostlarıyla muharebe edenler" mânası olduğunu söylemişlerdir. Yine Cenâb-ı Hak, "O köye sor" (Yûsuf, 62) buyurmuştur. Bundan maksad, "Köyün ehline sor" demektir. İşte böylece Allahü Teâlâ'nın ifadesinden maksadı, "Onlara Allah'ın emrinin gelmesi" dir.

Yine, "Ve Rabbin geldi" (Fecr, 22) âyetinden maksad, O'nun emrinin gelmesidir. Burada muzâfın hazfedilip, muzâfın ileyhin onun yerine geçmesinden başka bir şey söz konusu değildir, ki bu meşhur bir mecazdır. Nitekim"Emir falancayı dövdü; emir falancayı astı; emir falancaya verdi" denilir. Hâlbuki bu sözden maksat, emîrin bizzat kendisi olmayıp, onun bunu emretmiş olmasıdır. Bu te'vilin doğruluğunu şu iki husus da tekîd etmektedir:

a) Hak teâlâ'nın burada, (Fecr, 22) ayetinde de, gibi ifadeleri, kıyametin durumundan haber vermektedir. Bu kıyamet sahnesini aynen Nahl sûresinde de zikrederek, "Onlar ancak, kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin emrinin gelmesini bekliyorlar" (Nahl, 33) buyurmuştur. Böylece bu hüküm, bu müteşabihi tefsir etmiş olur. Çünkü bütün bu ayetler, tek bir hâdise hakkında varid olunca, onların bir kısmını diğer kısmına hamletmek uzak sayılmaz, denilebilir.

b) Allahü Teâlâ bu ifadesinden sonra, buyurmuştur. Eliflâm'ın, geçen bir ahd için olmasında şüphe yoktur. Böylece mutlaka bundan önce, bir işin geçmiş olması gerekir ki, eliflâm ona işaret etmiş olsun.. Bu da, bizim takdir ettiğimiz şeydir. Bu takdir de, Allahü Teâlâ'nın ifadesinden maksadın "Allah'ın emrinin onlara gelmesi" şeklinde olmasıdır.

Eğer, "Size göre Allah'ın emri kadîm bir sıfattır. Buna göre, gelmek işinin bu sıfata verilmesi imkânsızdır. Mûtezile'ye göre Allah'ın emri seslerden ibarettir. Bu durumda bu sesler, araz olur.

Binaenaleyh, gelme işini ârâz olan şeylere vermek de imkânsız olur" denilirse, deriz ki:" Arapça'da emrin iki manası yardır: Birisi fiil, durum ve yol manasıdır. Nitekim Hak teâlâ, "Bizim işimiz, ancak bir göz kırpması gibi bir şeydir" (Kamer, 50) ve "firavunun yolu doğru değildi" (Hud, 97) buyurmuştur. Darb-ı meselde de, "Herhangi bir işten dolayı Kasır burnunu kesmiştir."ve "Herhangi bir işten dolayı efendi olan efendi olur, yani bu durum boşuna değildir" denilmiştir. Âyette geçen "emr" fiil manasına hamledilir. Bu da, mahşer meydanına yakışan dehşetli haller ve apaçık delilleri (âyetleri) ortaya koyma gibi fiillerdir. İşte bu, bizim söylediğimiz ilk te'vildir.

Fakat âyetteki, "emr" kelimesini, nehyin zıddı olan emir manasına alırsak, bunun hakkında iki görüş ortaya çıkar:

a) Âyetin, takdirinin şöyle olmasıdır: "Kıyamet gününde bir münadi, "Dikkat, Allah size şunu şunu emrediyor" diye çağırır İşte emrin gelmesi budur. Ayetteki "Bulutlardan gölgelikler içinde" tâbirinin manası da, "bulutlardan gölgeliklerle beraber" şeklindedir. Buna göre bu nidanın duyulması ile o gölgelerin gelmesi aynı anda olur.

b) Bulutlardan olan gölgeler içinde Allah'ın emrinin gelmesinden murad, bu bulutların içerisinde belli birçok seslerin bulunmasıdır. Bu sesler, herkesin haketmiş olduğu saîd veya şaki olma hususundaki Allah'ın hükmüne delâlet ederler. Veya bundan murad, Allahü teâlâ'nın bulutun beyaz oluşundan, o yazının da siyah olmasından ötürü, buluttan meydana gelen gölgeler içinde düzenli yazılar yaratmış olmasıdır. Bu yazılar ile kıyamet meydanında bulunan kimselerle ilgili va'ad, va'îd ve benzeri şeyler anlaşılır. Böylece buluttan olan gölgenin faydası, Allahü teâlâ'nın onu indirmek istediği kavme bir işaret kılmış olması olur. İşte bu esnada o kavim, emrin yaklaştığını ve gelmek üzere olduğunu anlarlar.

4) Âyetin manası şöyledir: "Onlar, sadece Allah'ın kendilerini tehdid ettiği azab ve hesabının gelmesini beklerler." Buna göre âyette, onları tehdid için getirilecek şey hazfedilmiştir. Çünkü burada onların başına gelecek şey zikredilmiş olsaydı, bu va'îd olarak onlara daha hafif gelirdi. Bu zikredilmeyince, onların fikri dağılıp, akıllarına her türlü şey geldiği için, bu daha beliğ olmuştur. Bunun bir misali de, "Hiç ummadıkları bir cihetten Allah (ın azabı) onlara geldi ve kalblerine korku saldı. Onlar evlerini kendi elleriyle ve mü'minlerin elleriyle yıkarlar" (Haşr, 2) âyetidir. Yani, "Allah onları hiç ummadıkları bir yerde yardımsız bırakmıştır."

"Nihayet Allah, onların binalarını tâ temellerinden (yıkmayı) diledi de üstlerindeki tavan tepelerine çöktü. Hem bu azab onlara şuurlarının eremeyeceğl taraftan gelmiştir" (Nahl, 26) ayeti de böyledir. Buna göre ayette geçen, ifadesinin adetâ bir tefsiri gibidir. Örfte de, zâlim bir kimsenin devlet başkanı olduğu duyulduğu zaman, "Falanca zulmü ve çevri ile bize geldi" denilir. Şüphesiz ki bu ifademeşhur bir mecazdır.

5) Ayetteki, (gölgelikler içinde) süzündeki (......) harf-i cerri, "bâ" harf-i cerri manasınadır. Harf-i cerlerden bazısı bazısı yerine kullanılabilir. Buna göre âyetin takdiri, "Onlar ancak, buluttan gölgelikler ve meleklerle birlikte Allah'ın gelmesini beklerler" şeklinde olur Bundan maksad ise, meleklerle birlikte, bulutlar içinde Allah'ın azabının onlara gelmesidir.

6) Ayetten maksad, kıyametin büyüklüğünü, dehşetini ve şiddetini canlandırmaktır. Çünkü bütün günahkârlar davalaşmak için bir araya toplandıklarında bu davada hâkim olan zât, kahretme bakımından sultanların en güçlüsü, heybet bakımından da en yücesi olunca, bu günahkârlara davanın neticelendirilmesi için o sultanın orada bulunmasından daha zor gelen başka bir vakit yoktur. Binaenaleyh burada Allah'ın zikredilmesinden murad, Allah'ın heybetinin iyice tasvir edilmesidir. Bunun bir benzeri de, Hak teâlâ'nın, "Onlar, Allah'ı hakkıyla takdir etmediler (bilemediler). Hâlbuki kıyamet günü yeryüzü tamamen O'nun avucundadır. Gökler de O'nun sağ elinde durulmuştur" (Zümer. 67) ayetidir. Bu ayette avuç, sağ el ve dürülme, tasvir edilmeden getirilmiştir.

Ancak Allah'ın şânının yüceliğini anlatmak için, bilinmeyen şeyler bu bilinenlere benzetilerek tasvir edilmiştir. Tefsir ettiğimiz ayette de böyledir. Allah en iyi bilendir.

7) Bu (söyleyeceğimiz izah) bana göre, geçenlerin hepsinden daha açıktır. Çünkü biz, âyetinin Yahudiler hakkında nazil olduğunu söylemiştik. Bu takdire göre, Cenâb-ı Hakk'ın, Eğer size bunca açık deliller geldikten sonra saparsanız, bilinizki aziz ve hakîmdir" ayeti, Yahudilere hitaptır. Bu durumda, (......) ayeti Yahudiler hakkında olmuş olur. Buna göre mana: "O Yahudiler, senin dinini, ancak Allah'ın kendilerine bulutlardan olan gölgelikler ve meleklerle beraber gelmesi durumunda kabul ederler" şeklinde olur. Görmüyor musun, onlar Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya da aynısını yaptılar ve "Allah'ı apaçık görmedikçe sana inanmayacağız" (Bakara. 55) dediler. Bu, yahûdilerin durumunu anlatan bir ayet olunca, âyeti zahirî manasına hamletmek imkânsız olmaz. Çünkü Yahudiler "teşbih" inanıyor, Allah hakkında gitme-gelme gibi vasıfların kullanılabileceğini kabul ediyor ve: "Allah, Tür dağında buluttan gölgeler içinde Hazret-i Musa'ya tecelli etmiştir" diyorlardı. Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'dan istediklerini, aynen Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında da istemişlerdir. Bu takdire göre, âyette ifadeedilen şey, teşbih inancında olan yahûdilerin itikadından nakledilen bir şey olur. Böylece de ne âyeti te'vil etmek gerekir, ne de lâfzını mecaza hamletmeye ihtiyaç duyulur. Hülâsa bu âyet, Allah'ın kendilerine gelmesini bekleyen bir kavmin bulunduğuna delâlet eder. Âyette, bu kimselerin inanarak veya inanmadan beklemiş olduklarına herhangi bir işaret yoktur. Bu takdire göre, buradaki müşkit ortadan kalkar. Eğer, "Bu te'vile göre, "ve işler Allah'a döndürülür" âyetinin, kendisinden öncesiyle nasıl irtibatı sağlanır?" denirse, biz deriz: Bu husustaki izah şöyledir: Allahü teâlâ, onların bu fâsid şarta bağlı olarak dini kabul etmeleri hususundaki inad ve beklemelerini nakledince, bunun peşisıra bir tehdid olacak şeyi zikrederek, "Ve işler Allah'a dönderilir" buyurmuştur. Bence bu izah, geçenlerden daha açıktır. Allah, kelâmının hakikatim en iyi bilendir.

8) Kaffâl'ın Tefsirinde Ebu'l-Âliye'den naklettiği şu izahdır: "Gölgelikler içinde gelme" işi meleklere nisbet edilir. Buna göre, Allahü teâlâ'ya sadece "gelme" nisbet edilir." Binaenaleyh Ebu'l-Aliye, bu ayette bir takdim ve tehirin (öne alma, sonraya bırakma) olduğunu söylemiş, ve bu görüşünün doğruluğuna da, ayeti, (......) şeklinde okuyanların kıraatini şahid getirmiştir. Kaffâl (r.h) bu te'vilin hoş olmadığını ifadeetmiştir.

Allahü teâlâ'nın "Buluttan olan gölgelikler içinde" ayetine gelince, bil ki, (......) kelimesi, (......)'ün çoğuludur. (......) kelimesi, "Allah'ın seni gölgelendirdiği şey, gölgelik" manasınadır. Hâlbuki bulut, ancak birbirine girip kat kat olduğu zaman böyle (gölge verir). Buna göre "buluttan gölgeler" ifadesi, her parçası kesif ve kocaman olan, ayrı ayrı parçalardan ibarettir. Binaenaleyh her parça bir gölgeliktir. Bunun hepsi de gölgeler olmuştur. Nitekim Hak teâlâ, "Onları, gölgeler gibi dalga bürüdüğü zaman..." (Lokman, 32) buyurmuştur. Bazıları âyeti, (......) şeklinde okumuşlardır. Bu, (......) kelimesinin de, (......) kelimesinin çoğulu olması muhtemeldir. lâfzının, şeklinde cemî olması gibi. Bunun aynı zamanda, (......) kelimesinin çoğulu olması da muhtemeldir.

Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Mâna, onlar ancak kendilerine, Allah'ın kahr ve azabının buluttan gölgeler içerisinde gelmesini beklerler. Buna göre eğer, "Onlara Allah'ın azabı niçin bulut içinde gelmiştir?" denilirse, biz şu sebeplerden dolayı olduğunu söyleriz:

a) Bulut, rahmet yeridir. Buluttan, rahmet yerine azâb gelince, durum son derece ürkütücü olur. Çünkü kötülük umulmadık bir taraftan geldiği zaman, son derece şiddetli ve ürpertici olur.Nitekim hayır da hiç beklenmedik bir taraftan gelince, son derece sevindirici olur. Buna göre hayrın beklendiği yerden şer gelince.ya durum nasıl olur, (bir düşün)? İşte bundan dolayı Allah'ın kitabın; tefekkür eden kimselere, O'nun, "Onlara Allah taraûndan, hiç ummadıkları bir şey gelmiştir" (Zümer. 47).

b) Bulutun inmesi, kıyamette meydana gelecek olan en şiddetti korkular için bir alâmettir. Nitekim Cenâb-ı Hak,

"O gün semâ, bulutlar ile parçalanacak, melekler de indirildikçe indirilecek. .. O gün hak ve mülk, çok esirgeyen Allah 'indir. Bu gün, kâfirler için son derece zor bir gündür" (Furkan, 25-26) buyurmuştur.

c) Buluttan sayısız ve sonsuz yağmur damlaları iner. Tıpkı bunun gibi bu buluttan, sınırsız azâb katreleri de indikçe iner...

Allahü teâlâ'nın sözü, geçen kelimeye atıftır. Buna göre takdir, "Onlar meleklerin de gelmesini beklerler" şeklinde olur. "Meleklerin gelmesi"ni hakiki manaya hamletmek mümkündür. Binaenaleyh, bu gelme işini hakiki manaya hamletmek gerekir. Buna göre ayetin manası şöyle olur: "Onlar, Allah'ın emrinin, ayetlerinin ve bunlarla beraber meleklerin gelmesini beklerler, " Melekler, kıyamet hükümlerinden hor ve hakir etme, azâb etme gibi emrolundukları şeyi yerine getirmek için gelirler.

Allahü teâlâ'nın "ve iş bitirilir" ifadesi hakkında birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bunun manası, "onların tehdid edildikleri iş bitirilir" demektir. Bu esnada, onların hiçbir hataları affedilmez, hiçbir cezaları geri çevrilemez ve başlarına geleni savuşturma hususunda hiçbir çare fayda vermez.

İkinci Mesele

(......) ifadesinin manası "emir yerine getiril mesi..." demektir. Buna göre âyetin takdiri, "Onlar ancak Allah'ın kendilerine gelmesini ve emrin ifâ edilmesini beklerler" şeklindedir. Böylece mazi fiil, muzarîfiil yerinde getirilmiş olur. Bunun misali, Kur'an'da ve bilhassa ahiretle ilgili ayetlerde pek çoktur. Çünkü ahirete dâir şeylerden, çoğu kez mâzî (geçmiş zaman) fiillerle haber verilir. Nitekim Allahü teâlâ"Hani Allah, "Ey İsa b. Meryem, insanlara sen mi beni ve annemi ilah edininiz" dedin demişti.." (Mâide, 116) buyurmuştur Bu mecazî üslûbun tercih ediliş sebebi ikidir:

1) Ahiretin yakınlığına dikkat çekmedir. Sanki kıyamet kopmuş ve Allah'ın olmasını, murad ettiği şey olup bitmiş gibidir.

2) Herkesin yaptığının cezasını görmesi için kıyametin mutlaka kopacağını iyicete'kid etmektir. Binaenaleyh 'kıyametin kopacak olmasının kesin olması sebebiyle, sanki olup bitmiş gibi kabul edilmiştir.

Üçüncü Mesele

Ayette zikredilen "emir" mahlûkat arasında hükmedip, herkese hakkını vermek ve mükelleflerden her birini cennet veya cehennemdeki yerine ulaştırmaktır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Emir (iş) bittiği zaman şeytan (kâfirlere) şöyle der: "Şüphesiz Allah size gerçek va 'adde bulunmuştu.." (İbrahim, 22) buyurmuştur.

Bunu anladığın zaman biz deriz ki: tâbiri kıyamet hallerinin fasılasız olarak bir çırpıda olacağını gösterir. Çünkü Allahü teâlâ'nın kazasını savuşturacak ve hükmüne manî olacak hiçbir güç yoktur.

Dördüncü Mesele

Mu'az b. Cebel, (......) lâfzının üzerine atfetmek için, bu kelimeyi şeklinde merfu bir masdar olarak okumuştur.

Bütün İşler Allah'a Döndürülür

Allahü Teâlâ'nın "ve bütün işler Allah"a döndürülür" buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Mücessime'den bazıları şöyle demişlerdir: "Ayetteki, harf-i cerri intihâ-i gaye içindir. Bu da, Allah'ın kıyamet günü kendisine varılabilecek bir yerde bulunmasını gerektirir." Ehl-i Tevhid Mücessime'nin bu görüşte olanlarına, şu iki şekilde cevap vermişlerdir:

a) Allahü Teâlâ kullarını dünyada, mahlûkatına dair pek çok işe mâlik kılmıştır. Kullar ahirete intikâl ettiklerinde, Allah'tan başka hiç kimse onlar hakkında hüküm verme yetkisine haiz değildir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O zaman, emr yalnız Allah'a mahsustur" (Infitâr, 19) buyurmuştur. Bu Araparın tıpkı, bir kimsenin o işe bakma yetkisini sadece onda gördüğü zaman, "İşimiz emire kaldı" demesi gibidir. Bunun bir benzeri de, kıyamet günü bütün varlıklar Allah'ın mülkü ve kudreti dahilinde olduğu halde, Allahü Teâlâ'nın "Dönüş Allah'adır" (Al-i İmran, 28) demesidir.

Ebu Müslim şöyle demiştir: Allahü Teâlâ, imtihan ve deneme yurdu olan dünyada herkesi, imtihan gayesiyle birçok şeye mâlik kılmıştır. Bu dünyanın işleri sona erip biz sevâb ve ceza yurdu olan ahirete ulaştığımızda bütün işler bir olan Allah'a ait olur. Bu böyle olunca, Allah korkulmaya ve itaat olunmaya müstehak varlık olur; kul da, emrolunduğu gibi gerçek barış olan İslâm'a girer, nehyolunduğu gibi de, şeytanın adımlarına tâbi olmaktan kaçar.

İkinci Mesele

İbn Kesir, Ebu Amr ve Asım, (......) anlamına gelmek üzere tâ harfinin zammesiyle, (......) şeklinde okumuşlardır. O'nu geri dönderdim anlamında, denilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Vallahi eğer ben Rabbime geri döndürülürsem..." (Fussilet, 50). "Vallahi, eğer ben Rabbime geri döndürülürsem..." (Kehf, 36) Sonra da, Hak Mevlâları olan Allah'a döndürüldüler..." (Enam, 62) ve "Rabbim, beni dünyaya geri döndür; ki ben, salih bir amel işleyeyim" (Müminûn, 99-100) buyurmuştur. Yani, demektir. İbn Âmir, Hamza ve Kisâî, tâ harfinin fethasıyla, (......) şeklinde okumuşlardır. Yani, "döner, sayrûret eder, intikâl eder..." Hak teâlâ'nın, "İyi biliniz ki, bütün işler Allah'a varır, intikal eder" (Şûra., 53). "Muhakkak ki onların varışları, dönüşleri bizedir" (Gâşiye, 25) ve "Varışınız Allah'adır" (Hud, 4) âyetlerinde olduğu gibi.

Kaffâl (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Bu iki kıraate göre de, mânalar birbirine yakındır. Çünkü işler, neticede Allahü Teâlâ'ya varır, intikâl eder. Allah (c.c) da, dünyayı sona erdirip, kıyameti koparmak suretiyle bütün işleri kendisine döndürür. Kaffâl sözüne devamla şöyle der: Hak teâlâ'nın, "İşler döner" ifadesinde üç mâna vardır:

a) Bu, biraz önce zikrettiğimiz mânadır; bu da, Cenâb-ı Hakk'ın bütün işleri kendisine döndürmesidir. Nitekim yine bu âyette, İşlere hükmedip onları bitiren kendisi olduğu halde, İş bitirildi" buyurmuştur.

b) Bunun, "Falanca kendisini beğeniyor" sözlerinde olduğu gibi, Arapların kullanmış olduğu bir üslûb üzere gelmesidir. Yine bir kimse başkasına, her ne kadar onu götüren olmasa bite "Seni nereye götürüyor?" demesi de böyledir.

c) Mahlûkatın zât ve sıfatları, kendilerinin yaratılmış ve muhdes, hesaba çekileceklerine şehâdette bulunup, mahlûkat da işlerini Allah'a havale edince, o zaman Allahü Teââ'nın, sözünün mânası, "Kullar, kendi nefislerinin şehâdetiyle o işleri Allah'a ve O'nun hükmüne havale ederler" şeklinde olur. Bu Allah'ın tıpkı"Göklerde ve yerde bulunan şeyler Allah'ı tesbih ederler" (Teğabun, 1) demesine benzer. Çünkü bu tesbih lisânın konuşmasıyla değil, halin şehâdetiyledir. Hak teâlâ'nın, "Göklerde ve yerde bulunanlar, ister istemez Allah'a secde ederler" (Rad, 15)ayeti de bu mânaya hamledilir.

Bu ayet-i kerime şu şekilde de tefsir edilmiştir: Mü'minler, Allah'a istekli olarak; kâfirler de nefislerinin Allah'ın kulları olduklarına şehâdet etmesi sebebiyle, istemeyerek secde ederler. Bu tefsire göre, "Kullar işlerini Allah'a havale ederler ve o işlerinin Allah'a varacağını itiraf ederler. Mü'minler bunu sözleriyle; kâfirler ise hallerinin şehadetiyle ifade ederler" denilmesi caiz olabilir.

Seele Fiili ve Kem Edatı Hakkında Bilgi

210 ﴿