211"İsrailoğullarına sor; biz onlara apaçık nice ayetler verdik! Kim Allah'ın nimetini kendisine geldikten sonra değiştirirse, bilsin ki Allah'ın cezası çok çetindir ". Ayet hakkında birkaç mesele vardır: Birinci Mesele (......) aslında, (......) idi. Arapçada çok kullanıldığı için hafiflik ve kolaylık olsun diye, ayne'l fiil olan hemze terk edilerek, harekesi kendisinden önceki harfe verilmiş, bundan dolayı da vastl elifine ihtiyaç duyulmamıştır. Kutrub da, bu fiilin, (Aslan kükredi-kükrüyor) gibi, gibi, şeklinde çekildiğini; emrinin, gibi, olduğunu söylemiştir. Bu kalıba göre Nâfi ve Ibn Amir, "Bir soran sordu" (Meâric, 1) ayetini, ve vezninde, (......) şeklinde okumuşlardır. Ayet-i kerimede geçen, lif lâfzı, adet ifade etmek için kullanılmış ve sükûn üzere mebnî olan bir isimdir. Bunun, teşbih kafının, (......) ile terkîb teşkil ettiği; daha sonra da, (......) lâfzı kısaltılarak, mîm harfinin sükûn kılındığı ve istifham mânasını tazammun ettiği için sükûn üzerine mebnî kılındığı da söylenmiştir. Bu kelime, bazen haberiyye, bazen da istifham ifadeetmek için kullanılır. Arap lehçelerinin ekserisi, haberiyye için olduğu zaman, kendisinden sonra gelen ismi mecrûr; istifham mânasına kullanıldığı zaman ise, kendisinden sonra gelen ismi mansûb okumuşlatrdır. Araplardan, bu kelime haberiyye için kullanıldığı zaman kendisinden sonra gelen ismi mansûb; istifham için kullanıldığı zaman ise, kendisinden sonra gelen ismi mecrûr okuyanlar da vardır. Bu kelimenin, mevzu bahis ayetimizde istifhâmiyye ve haberiyye olması mühtemeldir. Bu Ayetin Daha Önceki Kısımla Münasebeti Bil ki, bundan kastedilen, "Sana bu âyetlerden haber vermeleri, böylece senin de onları öğrenmen için İsrâiloğullarına sor!" mânası değildir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Allah'ın bu durumları kendisine bildirmiş olması sebebiyle, bunları biliyordu. Bilâkis bundan maksad, Allah'ın delillerinden yüz çevirmeden men etmek hususunda, iyice açıklamada bulunmak ve dikkat çekmektir. Bu sözün izahı şudur: Allah'u Teâlâ, "Ey iman edenler, toptan İslâm'a (veya sulha) girin ve şeytanın adımlarına tâbi olmayın" (Bakara, 208) buyurmuş, böylece İslâm'ı emretmiş, küfürden de nehyetmiştir. Daha sonra da, buyurmuş, yani "Siz bu tekliften yüz çevirirseniz, Biliniz ki Allah aziz ve hakimdir" (Bakara, 209) ayetiyle beyan ettiği tehdidine müstehak olursunuz" demek istemiştir. Daha sonra da bu tehdidini, "Onlar ancak, Allah'ın meleklerle beraber buluttan gölgeler içinde gelmesini mi bekliyorlar?" (Bakara, 210) beyan etmiş, daha sonra üçüncü olarak da bu tehdidini, "İsrail oğullarına sor..." (Bakara, 211) ayetiyle pekiştirmiştir. Yani şu mevcut olanlara, "Bizim onların atalarına apaçık ayetler verdiğimizi; onların ise, bu ayetleri inkâr ettiklerini, böylece de Allahü Teâlâ'nın azabını muhakkak olarak hak ettiklerini" bir sor! Bu, şu anda mevcut olanların, "Şayet Allah'ın ayetlerinden yüz çevirirlerse, daha önce yaşayanların azaba duçar olmaları gibi, bunların da azaba duçar olacaklarına" dikkatlerini çekmektir. Bu geçmişi anlatmaktan maksat, Hak teâlâ'nın da "Kıyaslayın ey akıl sahipleri" (Haşr, 2) ve "Muhakkak ki onların kıssalarında, akıl sahipleri için alınacak ibretler vardır" (Yusuf, 111) ayetlerinde de olduğu gibi, başkaları bakanından ibret almalarıdır. Âyetler arasındaki irtibatın beyân edilmesi, işte bundan ibarettir. Üçüncü Mesele Ebû Amr, lâfzında, vâv ve fâ harfine bitişmesi durumu ile (vâv ve fâ harfinin olmadığı) isti'nâf halinin arasını birbirinden ayırmış, buna göre, "Onlara, bunu hangisinin savunacağım sor" (Kalem, 40) ayetin hemzesiz, "Köye sor" (Yusuf, 82) "Kitabı okuyanlara sor" (Yunus, 94) ve "Allah'tan, onun fazlını isteyiniz" (Nisa, 32) ayetlerini de hemzeli okumuştur. Kisaî ise, bunların arasında herhangi bir fark görmemiş, bunların hepsini hemzesiz olarak okumuştur. Bu iki okuyuş şekli arasındaki farkın izahı şöyledir:Müste'nef cümlelerde tahlif, müstakil olan ve kendisiyle başlanılan hemzenin düşürülmesine neden olur.Kendisinden önce vav ve fa harfinin bulunduğu durum böyle değildir.Kisai, Mushafın yazılış şekline uymuştur.Çünkü bütün Mushaflarda bu elif düşmüştür. İsrailoğullarına Gösterilen Mucizeler Ve Onların Nankörlükleri Allahü Teâlâ'nın buyruğu ile ilgili iki görüş vardır: 1) Bundan murad, Musa (aleyhisselâm)'nın denizi yarmak, bulutlarla gölgelendirmek, kudret helvası ve bıldırcın eti indirmek, dağı yukarı kaldırmak, buluttan Allahü Teâlâ'nın Hazret-i Musa'ya konuşması, onlara Tevrat'ı indirmesi ve onlar için hidayeti küfürden ayırması gibi, mucizeleridir. İşte bütün bunlar, apaçık âyet ve delillerdir. 2) Bunun mânası şudur: Biz onlara, Hazret-i Muhammed'le ilgili, kendisiyle O'nun doğruluğunu ve şeriatının gerçekliğini bilecekleri nice açık hüccetler verdik. Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ın nimetini kim değiştirirse" âyetiyle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Tahfif ile (......) şeklinde okunmuştur. İkinci Mesele Ebu Müslim, bu ayette bir hazf olduğunu ve bunun takdirinin, "Biz onlara apaçık nice ayetler vermiştik de, onlar bunu inkâr etmişlerdi" şeklinde olduğunu söylemiştir. Ancak böyle bir hazfe, Cenâb-ı Hakk'ın, sözü delâlet etmektedir. Üçüncü Mesele Buradaki, "Allah'ın nimeti" ile ilgili iki görüş vardır: 1) Bundan murad, Allah'ın ayet ve delilleridir. Bunlar, Allahü Teâlâ'nın nimetlerinin en yücesi ve kıymeti ileri ndendir. Çünkü bunlar hidâyete ve sapıklıktan kurtulmaya birer vesiledirler. Bu görüşe göre, bu nimetlerin değiştirilmesi hakkında değişik iki açıklama vardır: a) "Apaçık ayet" ten muradın, Hazret-i Musa'nın mucizeleri olduğunu söyleyenler, bu nimetlerin değiştirilmesinden muradında, Allahü Teâlânın bunları onlara hidayet vesilesi olsun izhar edip gösterdiğini, fakat onların bunları, "Bunlar da onların küfürlerine küfür kattı" (Tevbe, 125) ayetinde beyân edildiği gibi, sapıklıklarına sebep kılmaları olduğunu söylemişlerdir. b) "Apaçık ayet" ten muradın, Tevrat ve İncil'deki Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğine delâlet eden şeyler olduğunu söyleyenler, "Allah'ın nimetlerinin değiştirilmesinden murad, bu delilleri tahrif edip, onlara şüpheler sokmaktır" demişlerdir. 2) "Allah'ın nimeti"nden murad, onlara verdiği sıhhat, güvenlik ve kendi kendine yetme vesileleridir. Allahü Teâlâ da, onlar inkâr yoluna saptıkları zaman bu nimeti gazâb ile değiştirmiştir. Ama buna sebep kendileri olduğu için, bu değiştirmeyi onların kendilerine izafe etmiştir. Onların buna sebep oluşları da, onların bu apaçık ayetlerle amel etmeleri gerekirken bunu terk etmeleridir. Cenâb-ı Allah'ın, "Ona geldikten sonra" buyruğunun mânası, "Onu iyice anlayıp bildikten sonra; veya onu iyice kavradıktan, belledikten sonra" demektir. Nitekim Allahü Teâlâ, "Onu iyice anladıktan sonra, bile bile onu tahrif ediyorlar" (Bakara, 75) buyurmuştur. Çünkü onları iyice anlayıp kavramadıkça, sanki onlar o kimse tarafından hiç bilinmemiş gibi olurlar. Eğer biz âyetteki nimeti sıhhat, emniyet ve kendi kendine yetme gibi, dünya ile alâkalı bir şeyle izah edersek, muhakkak ki bu sebeplerin meydana gelmesi esnasında, öncelikle yapılması gereken şükretmek; yapılması çok çirkin olan da küfretmek olur. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, ayetin sonunda, "Muhakkak ki Allah, cezası çok çetin olandır" buyurmuştur. Vahidî (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Bu kelâmda bir hazf bulunmaktadır. Ve bunun mânası da, "Allah ona (böyle davranana) karşı cezası çok çetin olandır" şeklindedir." Ben de şöyle diyorum: Abdulkâhir en-Nahvî, "Delâilu'l-i'câz" isimli kitabında, bu hazfin terkinin daha uygun olduğunu; Çünkü, ayetten maksadın, Allahü Teâlâ'nın şu veya bu kimse için, olduğuna dikkat etmeksizin, O'nun zât-ı İlahi'sinin, olduğunu açıklayarak kulları korkutmak olduğunu beyan etmiştir. Sonra Vahidî şöyle demiştir: cürüm ve suçun hemen peşinden gelen azâb demektir. |
﴾ 211 ﴿