212"İnkâr edenlere, dünya hayatı süslenmiştir. Onlar, iman edenlerle alay ediyorlar. Hâlbuki muttaki olanlar kıyamet gününde onların üstündedirler. Allah dilediğine hesapsız rızık verir" . Bil ki Hak teâlâ, daha önce delilleri ve peygamberleri yalanlayan, bu delillerden yüz çeviren ve Allah'ın nimetlerini, kendilerine geldikten sonra değiştiren kâfirlerin halini zikredince, bunun peşinden onların bu yolu tutmalarının sebebini açıklayarak, buyurmuştur. Bu sözün gayesi, Müslümanlara, fânî ve geçici dünya süsünü, bakî ahiret derecelerine tercih eden kâfir ve müşriklerin akıllarının ne kadar yetersiz olduğunu bildirmektir. Bu âyetle alâkalı bazı meseleler vardır: Birinci Mesele Cenâb-ı Hak, birkaç sebepten dolayı, yerine demiştir: 1) Ferrâ'nın görüşüdür: (......) kelimesiyle, (......) kelimesi bir mânâya gelir. Eğer bunlar müennes addedilirlerse bu, lâfızları bakımındandır. Eğer müzekker sayılırlarsa, bu da mânaları bakımındandır. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın, (Bakara, 275) ayetindeki, (......) kelimesi ile (Hûd, 67) ayetindeki, kelimeleri de böyledir. 2) Zeccâc'ın görüşüdür: Buna göre. (......) Kelimesi, hakiki müennes bir kelime değildir. Çünkü bu, yi (kadın) ve (erkek); (dişi deve) ve (erkek deve) kelimelerinde olduğu gibi, mukabilinde müzekker bulunan bir canlı değildir. Bilakis ve kelimeleri ile aynı mânaya gelir. Binaenaleyh, Allahü Teâlâ sanki "Kâfirlere dünya hayatı ile beka duygusu süslenmiştir" buyurmaktadır. 3) İbnu'l-Enbarî'nin görüşüdür. O, şöyle demiştir: Allahü Teâlâ burada, dememiştir, çünkü fiili ile bunun nâib-i faili olan, sözünün arası, lâfızlarıyla fasledilmiştir. Müennes olan bir fâilin fiili ile bu fiil arası, araya giren bir kelime ile (fasıl) ayrılırsa, fiilin müzekker getirilmesi güzel olur. Çünkü fasıl, fiile müenneslik tâ'sının gelmesine lüzum bırakmaz. Müreffeh Kâfirlerin Müminlerle Alay Etmeleri Âlimler bu âyetin sebep-i nüzulü ile ilgili birçok rivâyet zikretmiştir: 1) İbn Abbas (r a) şöyle demiştir: Bu ayet, Ebû Cehil ve diğer Kureyş önderleri hakkında nâzit olmuştur. Onlar, Abdullah İbn Mesûd, Ammâr, Habbâb, Ebû Huzeyfe'nin kölesi Salim, Amir İbn Füheyre ve Ebu Ubeyde İbnu'l-Cerrâh gibi fakir Müslümanlarla, kâfirler rahatlık ve nimetler içinde yüzerken, onların fakr-ü zaruret içinde bulunmaları ve çeşitli eziyyetlere katlanmaları sebebiyle, alay ediyorlardı. 2) Benû Kurayza, Benû Nadîr ve Benu Kaynuka Yahudilerinin ileri gelenleri ve âlimleri hakkında nazil olmuştur. Onlar, yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılan fakir Müslüman muhaccirlerle alay ediyorlardı. 3) Mukâtil şöyle demiştir: "Bu âyet-i kerime, Abdullah İbn Ubeyy ve avenesi gibi münafıklar hakkında nazil olmuştur. Bunlar, zayıf Müslümanlar ve fakir muhaccirler ile alay ediyorlardı." Bil ki âyetin bütün bu anlatılanlar için nazil olmuş olmasına bir manî yoktur. Dünyayı Süslü Gösterenin Cenab-ı Hak Olduğu Konusunda Mutezile İle İhtilaf Âlimler, bu "tezyin " (süsleme)'nin keyfiyeti hususunda ihtilâf etmişlerdir. Mutezile bu hususta birkaç vecih zikretmiştir: 1) Cübbai şöyle demiştir: Burada süsleyen cinlerin ve insanların azgınlarıdır. Onlar, kâfirlere dünya hırsını süslü göstermişler, gözlerinde ahiret tarafını çirkinleştirmişler ve onlara ahiret hususunda söylenen şeylerin doğru olmadığını, binaenaleyh dünyadaki yaşantılarını bozmaları gerektiği vehmini vermişlerdir. Cebriye'nin söylemiş olduğu, "Allahü Teâlâ bunu süslemiştir" görüşü, bâtıl ve yanlıştır. Çünkü bir şeyi süslü gösteren, onun güzel olduğundan haber vermektedir. Eğer burada süsleyen Allahü Teâlâ olsaydı, bu süsleme hususunda ya doğru olurdu veya yalancı olurdu. Eğer doğru olursa, süslediği şeyin güzel olması gerekir. Bu durumda da onu güzel görerek yapan kimse, doğru yapmış olurdu. Bu, kâfirlerin küfür ve günahta doğru iş yapmış olmalarını gerektirir. Hâlbuki bunu söylemek küfürdür. Eğer Allah bu süsleme hususunda yalancı ise, o zaman bu, Allahü Teâlâ'nın hiç bir sözüne ve haberine güvenilmeme sonucuna götürür. Bunu söylemek de küfürdür. Binaenaleyh, ayetteki "süsleyen" den muradın şeytan olduğu doğru olur." İşte Ebü Ali el Cübbaî'nin Tefsîr'inde, bu hususta söylemiş olduğu sözün tamamı budur. Ben de derim ki: Bu görüş 'zayıftır. Çünkü “İnkâr edenlere süslendi" âyeti, bütün kâfirleri içine almaktadır. Bu durumda da, bütün kâfirler için tek bir "süsleyici" nin olmasını gerektirir. Bütün kâfirler için "süsleyici" olanın, kâfirlerin dışında başka birisi olması gerekir. Ancak, "Kâfirlerden her biri, diğerine dünya fıayatmı süslü gösteriyordu" denilirse, o zaman bu bir devr-i fasit olur. Böylece, bütün kâfirlere küfrü süsfû gösterenin, , kâfirlerin dışında birisi olması gerekir. Bu durumda Cübbai'nin, "Burada süsleyenin sanların ve cinlerin azgınlarıdır" sözü yanlış olur Çünkü, bu azgınlar da, kâfirlere dâhildir. Biz ayette bahsedilen süsleyenin kâfirlerden başkaları olması gerektiğini açıkladık. Böylece Cübbaî'nin te'vilinin zayıf olduğu sabit olmaktadır. Cübbaî'nin, "Bir şeyi süslü gösteren, onun güzel olduğunu haber vermektedir" sözü kabul edilemez. Aksine bir şeyi süsleyen, o şeyi bir süs ile vasıflayan kimsedir. Zînet ve süs ise, bir şey ile kâim olan ve o şeyin kendisiyle süslü olduğu bir sıfattır. Bu izaha göre, Cübbâî' nin sözü sakıt olmaktadır. Sonra biz, eğer bir şeyi süsleyenin onun güzelliğinden haber vermekte olduğunu kabul etsek bile şöyle denilmesi niçin caiz olmasın? "Allahü Teâ-lâ onun güzelliğinden haber vermektedir. Bundan murad şudur: Allahü Teâlâ onda bulunan lezzet, güzellikler ve rahatlardan haber vermiştir. Bunlardan haber vermesi ise yalan değildir. Bunları tasdik etmek de küfür değildir." Böylece Ebu Ali el-Cübbaî'nin bu konudaki sözü tamamen düşmektedir. 2) Ebu Müslim şöyle demiştir: âyetinin, "Onlar kendilerine süslü gösterdiler" manasında olması muhtemeldir. Araplar, kendilerinden uzaklaşan kimseye, "O seni nereye götürüyor?" derler, ama bununla, onun yanında onu götüren birisinin bulunduğunu kastetmezler. Allahü Teâlâ'nın şunlar gibi, birçok ayetinin mânası böyledir: "Onlar nasıl da döndürülüyorlar?" "Nasıl da, çeviriliyorlar?" (Gafir, 69). Allahü Teâlâ bunu, "EY iman edenler, mallarınız ve çocuklarınız, sizi Allah'ın zikrinden alıkoymasın" (Munafikun, 9) ayet-i kerimesiyle te'kîd etmiş ve mallar ve çocuklar adeta sebep oldukları için, oyalamak ve alıkoymak işini onlara nisbet etmiştir. Şeytan, insana bir fiili zorla yaptırmaya kadir olmadığı için, hakikatte dünyayı kendisine süsleyen. İnsanın bizzat kendisidir." Bil ki bu görüş de zayıftır. Çünkü ayetteki, lâfzı, bir süsleyenin bunu süslü gösterdiğini ifade eder. Hakiki mânadan mecazî manaya geçmek, mümkün değildir. 3) Bu süsleyici Allahü Teâlâ'dır. Bu görüşün doğru olduğuna iki şey delâlet etmektedir: a) Âyetteki, fiilini ma'lûm sîgasıyla, "O süsledi..." şeklinde okuyan kimsenin kıraati. b) "Hangileri daha güzel Amel edecek diye sınamak için, yeryüzünde bulunan şeyleri insanlar için bir zinet yaptık" (Kehf, 7), ayet-i kerimesidir. Sonra bu görüşte olanlar bazı izahlar zikretmişlerdir: Birincisi: Allahü Teâlâ'nın dünyada ortaya koyduğu güzellik, göz alıcılık, hoşa gitme ve lezzet duyma gibi şeyler vasıtasıyla "süsleyici" sayılması imkânsızdır. Çünkü Allahü Teâlâ bunları, ancak kullarını imtihan etmek için yaratmıştır. Bunun bir benzeri de, "Kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara, ekinlere olan tutku seviyesindeki sevgi insanlar için bezenip süslenmiştir. Bunlar, dünya hayatının geçici birer metaıdır. Varılacak en güzel yer ise, Allah katındadır. De ki: Size bundan daha hayırlısını haber vereyim mi: Muttaki olanlar için, Rableri katında cennetler vardır" (Al-i imran, 14-15). "Mal ve oğullar, dünya hayatının süsüdürler. Baki olan salih ameller ise, Rabbin katında hem sevâbca hem de arzu olunması bakımından daha hayırlıdır" (Kehf, 46) ayetleridir. Bu âyetler birbirlerine muvafıktırlar. Hepsinin mânası şudur: Allahü Teâlâ bu dünyayı bir imtihan ve deneme yurdu olarak yaratmış ve insanların tabiatına, aksini yapmak mümkün olmayacak şekilde zorlamaksızın lezzetlere temayül, şehvet uyandıran şeylere de bir muhabbet duygusu yerleştirmiştir. Aksine bu, imtihanın kendisiyle tam olabilmesi ve mü'-minin, hevâsıyla mücadele edip nefsini mubahtan işlemeye sevkederek haramlardan da men edebilmesi için, nefsin reddetme imkânına da sahib olduğu bir şeyi sevme temayülü uyandırmak yoluyla olur. İkincisi: Ayetteki süslemeden murad, Allah'u.Teâlâ'nın kâfirlere dünyada mühlet vermesi, onları dünyaya yönelmekten ve dünyayı elde etmek için son derece hırslı olmaktan alıkoymamasıdır. İşte bu, mühlet vermeye "tezyin" adını vermiştir. Bil ki, Mu'tezileden naklettiğimiz bütün bu izah şekillerine, şu tek sual yöneltilir: Kâfirlerin kalblerinde bu süsün meydana gelmesi için, bir "muhdis" (meydana getirici) nin bulunması gerekir. Aksi halde, meydana gelen bu durum, bir müessir olmaksızın meydana gelmiş olması gerekir. Bu ise imkânsızdır. Sonra, kâfirlerin kalblerinde meydana gelen bu tezyin, küfür ve günah tarafını iman ve taat tarafına tercih ettirdi mi, ettirmedi mi? Eğer kesin olarak tercih ettirmemiş, fakat insan kalbinde bu süsleme olduğu halde, kalbinde böyle bir süsleme yokmuş gibi olmuşsa, bu durumda bu şeyin, o insanın kalbinde bir tezyin, süsleme olması imkânsız olur. Hâlbuki âyet, bu tezyinin mevcut olduğunu göstermektedir. Eğer biz, o insanın kalbinde bu tezyinin bulunmasının küfür ve ma'siyet tarafını, iman ve taat tarafına tercih ettirme sebebi olduğunu söylersek, o zaman da irâde ve seçme gücü ortadan kalkar. Çünkü denklik durumunda, iki taraftan birisinin rüchâniyyeti imkânsız olunca, iki taraftan herhangi birisinin "mercûh" olması haydi haydi imkânsız olur. Mercûhun meydana gelmesi imkânsız olunca, râcih olanın meydana gelmesi vâcib olur. Çünkü iki zıt durumun dışında, üçüncü bir hal yoktur. İşte Mûtezile'ye yöneltilen soru budur. Malumdur ki, Mutezilenin zikretmiş olduğu izahlardan hiç birisiyle bu soruya cevâp verilemez. Bu te'vilin izahlarının üçüncüsü: Ayetten murad şudur: Allahü teâlâ dünya hayatının mahzurlu (haram) olan taraflarını değil mubahlarını süslü göstermiştir. Bu izaha göre, problem çözülmektedir. Bu görüş de zayıftır. Çünkü Allahü teâlâ, bu tezyinin (süslü gösterilme halinin) kâfirlere âit olduğunu bildirmiştir. Mubah (helâl) şeylerin süslü gösterilmesi ise sadece kâfirlere has değildir. Binaenaleyh ayette bahsedilen tezyinin, helâl şeyleri süslü (güzel) gösterme manasına olması imkânsızdır. Bir de mü'minler dünyanın hoş şeylerinin mubahlarından istifade ederken, bu istifade, ahirette olacak hesaptan dolayı korku ve çekinme hisleri ile birlikte olmaktadır. Malı ve mertebesi çok ise de, onun yaşantısı mükedder ve sıkıntılı olup, en çok düşündüğü de ahiretin ücretini elde etmek olur. Bu kimse dünyayı ancak, ahiret için bir vesile sayar. Oysaki kâfir böyle değildir; elindeki şey her ne kadar az ve değersiz ise de, onun bununla sevinmesi, maksatların en mükemmelinin o olduğuna inandığı için, çoğunlukla zan üzere olur. Onun durumu bu olunca, âyette murad edilenin, mubah olan şeylerin tezyin edilmesi olması doğru olmaz. Yine Allahü Teâlâ bu ayetin peşinden, "İman edenlerle alay ederler" cümlesini getirmiştir; bu kâfirlerin mü'minlerle, yasaklanmış lezzetleri terk edip, vâcib olan meşakkatlere katlanmaları sebebiyle alay ettiklerini bildirir. Bu da, bu tezyinin mubah şeylerle ilgili olmayıp, aksine haramlarla ilgili olduğunu gösterir. Bizim âlimlerimize gelince, onlar tezyini, "Allah'ın insanın kalbinde, eşyayı murad etme ve onlara kadir olma gücünü yaratması; hatta bu fiilleri ve halleri Allah'ın var etmesi" manasına hamletmişlerdir. Bu, kulların fiillerinin yaratıcısının, ancak Allahü teâlâ olduğu esasına binâen böyledir. Bu izaha göre, ayetten muradın ne olduğu ortaya çıkar. Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar imân edenlerle alay ederler" kavline gelince, biz daha önce bu alay etmenin keyfiyeti hususunda birçok rivayetler nakletmiştik. Vahidî şöyle demiştir: "Allahü teâlâ'nın sözü, müste'nef bir cümle olup, lâfzı üzerine atfedilmemiştir. "Mazill bir fiilden sonra, muzârî bir fiilin müste'nef bir cümle olarak gelmesi tuhaf bir şey değildir. Çünkü Allahü teâlâ, mazi bir fiil olan, (süslendi, süslü gösterildi) fiili ile o kimselerden haber vermiş, daha sonra da o kimselerin, devam ettirdikleri bir işi beyan ederek, buyurmuştur. Bunun manası şudur: Müşrikler, mü'minler hakkında, "Şu yoksul kimseler dünyanın güzelliklerini, lezzetlerini ve tutkularını terk ediyorlar da, ahiretle ilgili olarak söylenen şeyler asılsız olduğu halde ahiret için birçok meşakkat ve sıkıntılara katlanıyorlar" diyorlardı. Şüphe yok ki ahiretin var olduğu sözü asılsız olsaydı, o zaman bu alay gerekli olurdu. Ahiretin var olduğunu söyleyen sözün doğru olması durumunda ise, bu alay onlar aleyhine dönmektedir. Çünkü varlıklar içerisinde, sayılı nefesler içinde tadabileceği lezzetler için, ebedî bir mülkten (nimetten) yüz çeviren kimseden daha çok alaya müstehak olan bir kimse mevcut değildir. Hatta muhakkik alimlerden birisi şöyle demiştir: "Dünyadan yüz çevirip, ahirete yönelmek her halükârda en ihtiyatlı olan yoldur. Çünkü eğer ahiretin var olduğu yanlış olur ise, o kimse sadece değersiz lezzetleri ve sayılı nefesleri yitirmiş olur. Fakat eğer ahiret gerçekten var ise, dünyadan yüz çevirip ahirete teveccüh etmek, sağlam bir yol olur. Böylece kâfirlerin alayının bâtıl olduğu ve kendilerine dönmesinin daha evlâ olacağı ortaya çıkmış olur Mü'minler Âkibette Kâfirlerin Üstünde Olacaklardır Cenâb-ı Hakk'ın, "ittikâ edenler ise kıyamet gününde onların üstündedir" buyruğu ile ilgili birkaç sual bulunmaktadır: Birinci Sual: Cenâb-ı Allah niçin önce, "iman edenler." sonra da, "ittika edenler" buyurdu? Cevab: Büyük sâadetin ancak muttaki mü'min için söz konusu olduğunu ortaya koymak gayesiyle ve bu mü'minleri takvaya bir teşvik olsun diye, böyle buyurmuştur. İkinci Sual: Bu "Üstte" olmadan murad nedir? Cevab: Bunun birkaç türlü izahı vardır: a) Üstte olmadan murad, mekân (yer) itibarıyla üstte olmaktır. Çünkü mü'minler gökteki "illiyyûn"da, kâfirler ise yerdeki "siccîn" de olacaklardır. b) Üstte bulunmaktan muradın, şeref ve derece bakımından üstte bulunmuş olması da muhtemeldir. Buna göre şayet, "İki kimseden her birisi şerefli olur da, fakat birisi diğerinden biraz daha şerefli olursa, "Falanca şeref bakımından falancanın üzerindedir" denilir. Kâfir için ise hiçbir şeref söz konusu değildir. O halde nasıl olur da, "Mü'min, şeref bakımından kâfirin üzerindedir" denilebilir?" denilirse, biz deriz ki: Bundan murad, kâfirlerin dünya saadeti itibarıyla mü'minlerin üstünde olması, sonra ahirette ise durumun bunun aksine olmasıdır. Buna göre Cenâb-ı Hak, mü'mine, kâfir için söz konusu olan dünyevi saadetlerin çok üstünde ahiret saadetleri verir. c) Bundan muradın, mü'minlerin kıyamet gününde hüccet (delil) bakımından kâfirlerden üstün olduğudur. Bu böyledir, çünkü bazen kâfirlerin şüpheleri mü'minlerin kalbine arız oluyordu, sonra mü'minler, Allah'ın tevfiki ve yardımı ile bu şüpheleri kalplerinden atıyorlardı. Kıyamet gününde ise böyle bir şey olamaz. Aksine o günde bütün şüpheler yok olur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Muhakkak ki mücrimler (kâfirler), İman edenlere gülüyorlardı. Onlara rastladıkları zaman, onlarla kaş-göz işaretleriyle alay ediyorlardı. Evlerine neş'e ve sevinç içinde dönüyorlardı. O mü'minleri gördüklerinde, "Şunlar muhakkak dalâlet içindedirler" diyorlardı. Hâlbuki onlar, mü'minler için yollanmış bekçiler değillerdi. O (kıyamet) gününde ise, mü'minler kâfirlere güleceklerdir" (Mutaffifin. 29-34) ayetinde buyurduğu gibi, şeytanın vesveseleri artık hiç tesir etmez. d) Mü'minlerin kıyamet gününde kâfirlerle yapacakları alay, kâfirlerin dünyada mü'minlere karşı yaptıkları alaylarının üstündedir. Çünkü kâfirin mü'min ile alay etmesi, temelsizdir. Bu temelsizliği ile birlikte bir de sona erecektir. Mü'minin ahirette kâfire karşı olan alayı ise çok yerindedir. Yerinde oluşunun yanı sıra, bir de devamlı ve bakîdir. Üçüncü Sual: Ayet-i kerime, günahkârların cezasının katî olduğuna delâlet eder mi? Çünkü bir kimse:"Allah Teâıa, bu üstte oluşu muttaki olanlara has kılmıştır. Takva vasfını kazanmayan kimseler için bu üstünlüğün olmaması gerekir. Bu üstünlük bulunmayınca o (muttaki olmayan mü'minlerin) ateş ehlinden olmuş olurlar? Cevap: Bu âyetin mefhum-u muhalifine tutunmaktır. Binaenaleyh bu, delâlet bakımından, bizim daha önce affa dair delillerle tahsis edilmiş olduğunu açıkladığımız umûmî delillerden daha kuvvetli olamaz. Mü'minlere Verilecek Hesapsız Rızık Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah dilediğini sınırsız olarak rızıklandır" buyruğundan muradın, "Allah'ın, müttakilere ahirette sevab vermesi" ve yine, "Allah'ın dünyada mü'min-kâfir bütün kullarına verdiği şeyler" olması muhtemeldir. Biz, bu "rızk"ı ahiret rızkı olarak aldığımızda, birkaç şekilde açıklama yapılabilir: a) Allahü teâlâ, ahirette dilediğini, yani mü'minleri, hesapsız olarak, yani nihayete ermesi söz konusu olmayan bol ve geniş rızıklarla rızıklandınr. Bu, Allahü teâlâ'nın, "İşte bunlar, cennete girerler ve orada hesapsız olarak rızıklanırlar" (Mümin, 40) âyetinde anlatıldığı gibidir. Çünkü bir hesap, ölçü ve miktar dâiresine giren her şey sonludur. Sonlu olmayan şeyin ise, mutlaka hesaplara sığmaması gerekir. b) Mü'minlere cennette ulaşan faydaların bir kısmı sevâb (ibâdetlerinin karşılığı), bir kısmı da Allah'ın onlara lütuf ve ikramıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onlara ücretlerini Allah tastamam verir ve bir de lutf-u kereminden fazlasını verir" (Nisa, 173) buyurmuştur, Allah Teâ-lâ'nın fazlı ve lütfü ise sonsuzdur. c) Allahü teâlâ, bu nimetlerin bitmesinden korkup da, elinden çıkanları hesaplama ihtiyacı duymaz. Çünkü başkasına bir şey veren kimse.ancak elinde kalanların miktarını bilmek için verdiklerinin hesabını yapar. Bu sebeple o kimse, başkalarına ikramda bulunurken bu ikramı, kendisine zarar verecek noktaya götürmez. Allahü teâlâ'nın ise böyle bir hesaba ihtiyacı yoktur. Çünkü O kudreti ve mülkü dahilindeki şeylerin sının olmayan, âlim ve ganî (zengin) bir varlıktır. d) Cenâb-ı Hak, bu tâbirle cennet ehlinin rızkını murad etmiştir. Çünkü hesab yapmaya ancak, bir şey alınıp da, bu olması gereken miktardan eksik görüldüğü zaman ihtiyaç duyulur. Sevab ise böyle değildir. Çünkü çağlar ve asırlar geçtikten sonra bile Cenâb-ı Hakk'ın va'ad ve lütuf hükümleri gereği hakedilmiş olan sevab bakî kalır. Buna göre sevâbta kesinlikle hesab söz konusu olamaz. e) Cenâb-ı Hak, "Verilen şeyin, ilâhî rahmet hazinesinin yanında bir kıymeti olmadığını, çünkü her an verilen şeyin mutlaka sonlu olduğunu, Allah'ın kudret hazinesinde bulunanların ise sonsuz olduğunu; sonlu olanın sonsuz yanında bir hiç olduğunu" murad etmiştir. kavlinden murad işte budur. Bu, aynı zamanda, kudret-i İlâhî'ye dâhil olan şeylerin sonsuz olduğuna da işaret eder. f) Ayetteki, "hesapsız olarak" ifadesinin manası, "hakedilmiş olmadığı halde" demektir. Bir kimsenin, bir başkasında bir alacağı olduğu zaman, (falancanın falancada bir hesabı vardır) denilir. Bu da, hiç kimsenin Allah karşısında hiçbir şeyi aslında haketmediğine ve hiç kimsenin O'nunta bir hesabı bulunmadığına; aksine O'nun kullarına verdiği her şeyi o kul hakettiği için değil de sırf kendi lütuf ve ihsanından dolayı verdiğine delâlet eder. g) tabirinin manası, "ihtiyaç duyulan miktardan fazlası ile.." demektir. Mesela, bir kimse gerekenden fazla harcamadığı zaman, "falanca hesaplı harcıyor" denilir. Fakat gerekenden fazla harcayınca, onun "O hesapsız harcıyor" denilir. h) Bu tabirin manası, "Allah çok verir" demektir. Çünkü hesap ile verilen şey azdır. Bil ki bütün bu açıklamaların hepsi muhtemeldir Allah'ın atiyeleri, mezkûr bütün şekillerde devamlıdır. Binaenaleyh ayetten, bütün bunların murad edilmiş olması caizdir. Fakat biz ayeti, Allah'ın hem mü'min, hem kâfir kullatı-na dünyada verdiği nimetlerle ilgili sayarsak, ortaya birtakım görüşler çıkar: a) Ayetin siyak-sibakına (önceki ve sonrası ile irtibatına) en uygun olan görüş budur. Bu görüşe göre kâfirler, Müslüman fakirlerle alay ediyorlardı. Çünkü kâfirler, dünyevî saadeti elde ettikleri için, kendilerinin hak üzere olduklarına; Müslümanlar da dünyevi rahat ve saadetten uzak olmaları sebebiyle, onların bâtıl üzere olduklarına istidlal ediyorlardı. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah, onların bu kıyasının temelsiz olduğunu "Allah dilediğini hesapsız rızıklandınr" buyurarak ortaya koymuştur. Yani, Hak teâlâ, dünyada istediğine istediği kadar rızık verir. Ancak bu rızık, verilen kimsenin mü'min veya kâfir, iyilik sahibi veya günahkâr olduğunu göstermez. Bu sırf Allah'ın meşî'eti (dilemesi) ne bağlıdır. İşte bunun için, Allah, Karun'a alabildiğine rızık vermiş, Hazret-i Eyyub (aleyhisselâm)'a ise rızık kapılarını darattmıştır. Binaenaleyh ey kâfirler, sizin için dünya metâının çok olması ve Müslümanlar için az olması sebebiyle, kendinizin hak üzere olduğu, Müslümanların ise bâtıl üzere olduğu hükmünü vermeniz caiz değildir. Aksine küfründe iyice ilerlemesi (istidrac) için, Allahü teâlâ, kâfire bazen çokça rızık verir; iyice ibtilâ ve imtihan için, mü'mine bazen az rızık verir. Bundan ötürü Allahü teâlâ, "Eğer (bütün) insanlar (kâfirlere imrenerek) tek ümmet haline gelmeyecek olsaydı. Rahmanı inkâr eden kimselerin evlerinin tavanlarını gümüşten yapardık" (Zuhruf, 33) buyurmuştur. b) Âyetin mânâsı şöyledir: Allahü teâlâ, sınırsız, istenmeden, peşine düşülmeden, bir dilenci gibi dilenilmeden, dünyada mü'min ve kâfirlerden istediklerini hesapsız rızıklandınr. Bu kâfirin, "Eğer mü'minler hak üzere olsalardı, Allah onların rızıklarını niçin genişletmesin?" dememesi, mü'minin de, "Eğer kâfir hak üzere değilse, niçin Allah dünyada onun rızkını bollaştırmıştır?" dememesi içindir. Aksine Allah'a itiraz yersizdir. Emir, O'nun emri; hüküm de O'nun hükmüdür. Çünkü O, mesul değildir, onlar (insanlar) ise mes'uldürler" (Enbiya. 23). c) ifadesinin manası, "İnsanın beklemediği ve hesaba katmadığı yerden rızık verir" demektir. Nitekim insan hesabında olmayan bir şey kendisine geldiğinde, "Bu hesapta yoktu" der. Bu izaha göre âyetin manası şöyle olur: O kâfirler, her nekadar mü'minlerle fakir oldukları için alay etseler de, bilsinler ki Allahü teâlâ, dilediği kimseleri hiç ummadıkları yerden rızıklandınr. Belki de O, mü'minlere böyle yapar." Kaffâl (r.h.a) "Allahü teâlâ, mü'minlere bunu yapmıştır. Kureyş'in ileri gelenleri ile yahûdilerin reislerinin mallarını tamamen mü'minlere nasîb ederek; Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in vefatından sonra, ashabının eliyle verdiği fetihlerle onları zengin kılmıştır. Hatta onlar, böylece Kisra'nın ve Kayser'in hazinelerine sahib olmuşlardır" demiştir. İmdi, eğer: "Allahü teâlâ müttakilerin sıfatları ve ellerine geçen şeyler hakkında, "yeterli bir bağış" (Nebe, 36) buyurmuştur. Bu, mevzubahis ayetimizde ifadeedilen şey ile tenakuz teşkil etmez mi? denilirse, biz deriz ki: Ayetteki, "hesapsız" tabirini ilahi tefâddula (lütfa); "Yeterli bir bağış" ifadesini, Ehl-i Sünnet'in itikadınca, ilahî va'ad gereği hak edenlere; Mu'tezile'nin itikadınca, hak ettikleri için hak edenlere vermeye hamledersek, bu soru kendiliğinden düşer. Fakat tâbirini diğer vecihlere hamledenlerin şöyle demesi gerekir: "Bu bağış, vakitler itibarıyla benzer-ve eş olurlarsa, bu bakımdan "yeteri bir bağış" diye tavsif edilmesi doğru olur, ayetiyle ilgili olarak söylediğimiz mânâya da ters düşmez |
﴾ 212 ﴿